BİTMEYEN KAVGALARIMIZ
Birkaç ay önce dünyanın en saygın spor etkinliklerinden birisi gerçekleşti. Grand Slam tenis turnuvasının bir yıl içinde yapılacak dört aşamadan ilki Avustralya Melbourne Parka’da sona erdi. Tenis sporu özellikle Garand Slam etkinlikleri; Avustralya Açık, Fransa Açık (Rolan Garros),Wimbledon İngiltere, Amerika Açık diye tekrarlanan, milyonlarca insanın izlediği, şölensi ve oldukça saygın insanlık buluşu gibi bir şeydir.
Sportif etkinliklere ONUR katan şey; istikrar, disiplin, organizasyon yeteneği ve bilgisinin yanında ortaya konan büyük ödüller…
Bu tür büyük etkinliklere ve oraya spor karşılaşmasını izlemeye gelen insanların yakın çekim görüntülerine bakınca, kendi şehrimin, ülkemin eğlenceden uzak, kendi kavgası içerisinde kıvranıp durduğunu düşünüyorum. İstisnaları bir kenara bırakırsak, doğru dürüst uluslar arası etkinlikleri kaç şehrimizde yapabiliyor ve kaç milyon insana izletiyoruz diye düşünmeden edemiyorum.
Niçin? Bitmeyen, bitirilemeyen kavgalarımız; bizleri yalnızlığa itiyor? O muazzam enerji, bilgi, deneyim, etkinlik, yarışmalarla değerlendirilmeyince körleşme başlıyor.
Atölyeme gelen konuğumun da derdi kavga üzerineydi. Canı fazlasıyla sıkkındı. Bir ömrün, neredeyse yarım yüzyılın birikimi, bir sohbette mi çözülecekti? Boşu boşuna ona yardımcı olmak, iç dünyasındaki kavgayı sonlandırmak için dil döktük.
Kimi Kafka’nin babasıyla yaşadığı o büyük kavgayı hatırlattık, kimi başka öyküleri. Söylediklerimizin fazlalığı ona dokunmuş olacak ki sesini yükselterek;
—Sizi anlıyorum ama benim derdim bana! Örnek verdiklerinin hep dış dünyadan!
Ne demeli bilemedik. Biraz içini dökmesini bekledik. Antik şehirler de böyle değil midir? Yaşadıkları zamanlar, binlerce yıl öteye uzansak, oralarda da ne büyük kavgalar ve kanlar dökülmedi mi? Ya şimdi? Rüzgârın, zamanın, güneşin muhteşem dönüşümüyle sessizliğe, masumiyete büründüler…
Yapmış olduğu incelemelerde Hint söylencelerinde ve yazınsal yapıtlarında adı geçen kahramanları kişiler değil, kişilerden oluşan yumaklar, enkarnasyon dizileri olduğunu söylüyor. Yani, kahramanlar öne çıkmak yerine arka planda kalıyor. Bütün’e ulaşılıyor; o zengin, barışçıl olan enerji faziletine…
“ Budistler kişilik kuruntusunu maskesini düşürmek için yogaları ile belli bir teknik geliştirmişler. İnsanlığın oyunu eğlendirici ve tek yönlüdür: Kişilik kuruntusunun maskesini alaşağı etmek için…”
Bu düşünceleri, felsefeleri hatırlayınca bitmeyen kavgalarımızın, en yakınlarımızla bile uzlaşamayıp her daim haklı ben-lerin peşinde koşup, kendimizi en temiz yere koyup, karşı tarafı düşman yaratmamızın sonucu galipken dahi tükeniyoruz…
Düşünceyi tam olarak ne olgunlaştırır? Edebi dünyayı, felsefeyi ve sanatı amatör zekâ ve sevgiyle kucaklamak, sadece kavgaları değil, yepyeni başlangıçları ve milatları dahi başlatabilir.
Tembellikler, slogan şeklinde konuşmalar, sadece siyah veya beyaz renge göre öne çıkan, bizi ardından sürükleyen düşüncelerin yarattığı fırtınalar bize, bizlere; düşüncemizin olgunlaşmasına yolculuk yapmamıza izin vermiyor.
Ben-imiz, kuruntularla, yapay kişilik erdemleriyle neredeyse ağzına kadar doluyken, olgunlaşmanın zarif, barışçıl erdemine yer kalmıyor; ne hazin bir kayıp…
Güven SERİN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder