OLMAK YA DA
OLMAMAK!
Günümüzden 41 yıl
önce bir yazar; düşünce insanının ve aydın olmanın sorumluluğu gereği iradesini
gazetesinin köşesinde dile getirir. Bu onun son karamsar makalesi kabul edilir.
22 Mart 1976 günü Cumhuriyet Gazetesinin köşesinden yayınlanır.
Söz ettiği nice şey-sorun,
ülkesini seven herkes için aynı öneme sahiptir. Bir tanesi; halen olanca
adaletsizliğiyle ortada! Toprak Reformu! Yapılamayan, doğuda, güneydoğuda
yaşayan insanımızın, ağaların elinden kurtulamayışının hazin öyküsü…
Diğer bir tespit;
karışmış olan kavramlar üzerine. Bu karışıklık kendi yozlaşmasını da gün yüzüne
taşıyor. O zaman da aydınların sessizliğinden söz ediyor. Peki, ama onca ses?
Bastırılan düşünce, irade!
Gelişmenin tek göstergesi;
yollar, köprülermişçesine sürekli aynı haberlerin, yatırımların devasa reklâmları!
Gak-guk dedikçe açılan krediler… Borçlanan insanların soylu seslerinin tıpkı
ilerledikçe yakınlaşacağı sanılan ufuk çizgisi gibi uzaklaşan; denk bütçeler,
fikir üreten insanlar…
Nerede? Niçin; bu
kadar büyüdüğü halde üniversitelerimiz dünya sahnesinde ki yerini almıyor;
alamıyor? Cevabını verecek var mı? Kavramlar ve kafalar; karmakarışık…
İmam Gazali yalnız
gerçeğin beşindeydi. Derine ve daha derine dalmak adına; oradan oraya savruldu.
Bir daha ve kocaman bir yalnızlık… Nizam-ül Mülk gibi önemli bir Selçuklu
vezirini etkileyecek kadar bilgili olan İmam Gazali, fikirlerini ortaya koyduğunda;
kendi yurdunda; İran’da bile can güvenliği sorgulanır oldu.
O günden bugüne;900
yıl dönen dünyanın;900 yıl aldığı milyar, trilyon km yolculuğu sonucu ne
değişti. Daha derine, daha yükseğe; tamam da; insanlık yine ölüyor ve
ÖLDÜRÜYOR…
Nika İsyanı;
Sultanahmet Meydanı; yani meşhur At Meydanı; yeşiller adına 30 Bin ölüm; yani
imparatorun ayakta kalma vahşeti…
Sultanahmet niçin bu
kadar önemli? Bizi oraya çeken, diğer insanların kanı, ruhu; ruhları veya yarım
bıraktıkları hikâyeleri olabilir mi?
Bir sürü tutarsız,
köksüz konuşma ve yazma yalnızlığı içerisinde debelenip duruyorum. Tam olarak
hangi felsefenin, fikrin peşinde koşmalıyım? İmam Gazali’nin sarıldığı,
ezberlediği onca bilgi; bir gün, sadece bir haydut tarafından yok edilmedi mi?
Tam da o an da;
Gazali, kitaplarını almaması için haydutlara yalvarır. Haydutların merakı ve
iştahları daha da kabarır. Gazali son bir yalvarış içerisinde, haydut başının
zorla aldığı notlarını, kitaplarını kurtarmak adına; bütün öğrendiklerinin o kitap,
defterlerde; kağıtlarda olduğunu söyler.
Haydut başının
söylemi de tarihsel bir öneme sahiptir; “ Öyleyse bildiklerinin tamamını yok
ediyorum.” Der ve kağıtlarını, kitaplarını parçalar…
Ezber, güvence bozulmuştur. Gazali; bu yok
edişi sorgular. Haydutların Allah tarafından gönderildiğini düşünür. Çünkü esas
olan şey; akıla, beyne kazınmasıdır öğretilerin. Süzülmeyen, benimsenmeyen
hiçbir şeyin anlamı, anlatacağı bilgiler; görgüye, kültüre dönüşmez…Halbuki
Sokrat,yüzyıllar öncesinden görmüş yazının,kitabın yok edileceğini;o yüzden
insan beynine,aktarılacak olan kültürel süzülmelere kanaat getirmiş…
Günümüzden 41 yıl
önce yazarın yazdığı son karamsar makale de yayınlanır gazetenin köşesinde. Ne
çok öngörüler; uzağı ve yakını irdelemeler; bugün de aynı sıcak, berrak ve
telaş içerisinde bizi meşgul etmeye devam ediyor.
Bu meşguliyetler;
huzursuzluğu, tatminsizliği ve adil olmaktan öteye doğru uzaklaştığımızı da
anlatıyor. Onca ADALET SARAYI ve bitmeyen, suçlar, suçlular… Bir şeyler eksik;
adil olma ve adalet dağıtma adına!
Bir de sonu gelmeyen;
dayı, amca ve hemşehri arama! Niçin bunca kuruma güvenmek yerine bütün bunlara
güvenme? Bir şey anlatmıyor mu bizlere?
Günümüzden 41 yıl
önce, son karamsar yazısında yazar; Adına politika denilen sefaletten,
politikacılardan söz eder. İtibarsızlaşan ilişkilerden söz ederken; bugün neyin
değiştiğini anlamaya çalışıyorum; boşu boşuna…
Yazar, durmadan;
baştan beri hastalığı arar; sorgular; hastalık nerede? Dönüp dolaşıp aydınların
tarafına; onların soğuk, kuru yüzlerine bakar… O zaman da; günümüzden 41 yıl
önce de köylerin boşalmasından söz eder.
Oysa bugün nice
yerin köy bile denemeyecek kadar boş, boşaltılmış olduğunu görmek mümkün… Sanki
büyük bir hastalık geçmiş; kireç ve kerpiç kokan köylerin tümünün üzerinden. En
çok okulları, camileri ve sağlık ocakları suskun ve kırgın…
Yazar; günümüzden 41
yıl önce son karamsar yazısında; Yani, Şevket Süreyya Aydemir; yine millete;
milletin sağduyusuna güvenir. Bizi bir arada tutan o büyük mucize bile tam olarak;
edebi, sosyoloji, psikolojik ve felsefi yönleriyle tam olarak
değerlendirilemedi…
Bu kadar çile,
eziyet, göç ve yer değiştirme ve her daim geçerli olan bir sesleniş;
“ Men-Çi-güyem,tamburem-çi-güyet” Ben ne derim,tamburam ne
söyler?
Güven Serin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder