Kamera; Güven Tekirdağ
RENK İÇİNDE RENK
Bilhassa gündüz
dinlenme, etrafı izleme molası verdiğim liman çay bahçesi ada keyfi, ne lüks
şey, Her taraftan bilgi yağdığı, gürültünün insan sağlığını zorladığı anlarda
limanın kendine has dinginliğine sarılmak bakım için limana çekilmiş teknelerin
derdine derman olmak kadar anlamlı…
Yine öyle bir
gündeyim; baharın ılık esintileri, kuzey rüzgarının soğuk üflemesiyle
dengeleniyor. Şeftali ağacı kendi sırasını biliyor. İğdelerden önce, kiraz ve
badem ağaçlarından sonra çiçek açıyor.
Şeftali ağacının
pembe çiçekleri, biraz dikkatli bakınca beyaza dönüşüyor. Beyazın içindeki
duruluk ise size ait bütün kapıları zorluyor; ister masalın, ister mitin içine
girin. Sizin hikayenizi şeftali ağacı, pembe ve beyaz çiçekleriyle anlatıyor.
Pembenin içine
gizlenmiş beyazlık; beyazlığa hâkim olan saf duruluk; merhamet, sevgi,
sevecenlikle süslü bir bebek kadar çekici. Alımına da diyecek yok; gururdan
arınmış dişi, bilge bir alım…
Limana, renk içinde
renge bakarken birbirinden bağımsız ama birbirine saygı içinde ne kadar çok
objenin, nesnenin insanın; kısacası canlının olduğunu fark ettim. Renk renk
küçüklü, büyüklü kayıklar, tekneler. Fırsat kollayan kartal görünümlü martılar.
Ağlarını temizleyen balıkçılar. Bisikletle sahilden geçen turist adam! Limanı
seyreden çocuklar. İğde ağaçları altında çay için telefonla konuşan kızlar…
Birkaç gün önce
izledim Mandıra Filozofu İstanbul filmini irdeledim. Buradaki derinsellik, her
nesnenin kendi içindeki ahengi filmin içinde de var. Birol Güven ile Müfit Can
Saçıntı iyi bir eser üretmişler.
Tam da her şeyin
anlamı yitirilirken, renkler solar, insanlar şehirlerin apartman görünüşlü
hapishanelerinde kimsesizliğe gömülürken; soğuk bir duştan daha etkili, henüz
kendini kaybetmemiş insanı ilk önce kendi olmaya davet eden, sonra yaşadığı
topluma ne büyük ihtiyaç duyduğunun önemini anlatan çok değerli bir film…
Büyük sandığımız
koşuşturmaca içinde ilk önce sağlığımızı kaybediyoruz. Malımızı, mülkümüzü,
komşumuzu, akrabalarımızı; sonra hiçliğin içinde yarı ölü, yarı diri kimsesiz
yaşamlara gebeyiz…
Göçebeliğin bile
ciddi bir anlamı, sorumluluğu vardır. Ne zaman ve nereden göçeceğini
bilemezsen; canını, malını telef edersin. Peki, ama bizler ne zaman yerli olacağız?
Bu göç ne zaman duracak? İnsanlar oranda oraya akıyor. Bu akıntı, köklerimizi
sürekli buduyor. Kültürlerimizi; yüzlerce yıl biriken folklorik değerleri,
insanın her daim arayacağı öz saygıyı, toplumsal desteği yerle bir ediyor.
Her şey lüks, her
şey bize ait değilmişçesine; en ucuz mendilin en bolluk zamanında bile yerlere
tükürmeye devam ediliyor. Kuruyan ellere en ucuz, en bol kremler sürmek yerine
tükürüğümüzle el yumuşatmaya çalışırken; trajedileri komik algılarla
içselleştirmeye çalışıyoruz. Komediye ise kara mizah gözüyle bakıyoruz.
Bir şeyler eksik.
Renkler, renklerin içindeki diğer renkler… Sesler, seslerin içindeki diğer
sesler…
Paylaşılamayan
mülkler, sürekli çizilen sınırlar; bitmeyen kurnazlıklar, bir türlü ikinci
kuşağa geçmeyen kültürleşemeyen zenginlikler…
Bu ahenksizliğin
bütün cevaplarını verecek kurumlar var; Üniversiteler… Bir türlü özerk, özgür
olmayan, olamayan üniversiteler ancak bu garip yaşamımızın eksiğini
saptayacaktır.
Limana sinmiş
tenhalık içinde şeftali ağacının pembe çiçeklerine bakıyorum. Kimi açmış, kim
henüz tomurcuk halde. Pembeye tutunmuş beyaz. Beyaza ait saf duruluk…
2 yorum:
Farkındalık hayatı anlamlı kılıyor. Senin sayfanı işte bu yüzden çok seviyorum bir çiçeğin içindeki renklere kadar hayatın farkındasın, teşekkürler arkadaşım. Selam ola...
Ben teşekkür ederim Hamiyet. Bilinen renkleri,bilinecek olanları bize fısıldayan şairlere,yazarlara minnet duygum her geçen daha artıyor;tortuyu üzerimizden atma becerileri hep var ,hep devam edecek...
Yorum Gönder