Kamera; Güven - Salt Beyoğlu -İstiklal Cad. İstanbul
Bir şair, bir öğretim görevlisi.
Konu sansür... Kısacası bitmeyen çile...
Kamera; Güven Salt Beyoğlu
Ataol Behramoğlu ve Banu Karaca
Bir kadının bana gelecek olması, bir rüzgarı geçerek
Bir şarkıyı geçerek, saçlarının uçuşunda
Bir kadının bana gelecek olması, bir ömür geçecek
Aşkın buruk tadında, buluşması iki yalnızlığın
Bir akşamı geçecek
Belki de dağılan sesleri hüznün ve akşamın
belki de
Bir kadını geçecek
Bir kadını bekliyorum
Eteklerini ve saçlarını uçurarak gelecek
Bir şarkıyı geçerek, saçlarının uçuşunda
Bir kadının bana gelecek olması, bir ömür geçecek
Aşkın buruk tadında, buluşması iki yalnızlığın
Bir akşamı geçecek
Belki de dağılan sesleri hüznün ve akşamın
belki de
Bir kadını geçecek
Bir kadını bekliyorum
Eteklerini ve saçlarını uçurarak gelecek
A. Behramoğlu
Kamera; Güven İstiklal Caddesi
Bir koşuşturmaca; her insan bir hikaye,
her hikaye bir dünya; kimi geçmişi, kimi
geleceği; kimi ise bugünü anlatıyor...
BİTMEYEN ÇİLE, SANSÜR
Bu ülkenin, bu büyük
diyarın kaderiymiş gibi varlığını var eden yaşayan bir canlı gibidir sansür.
Bizi yönetmeye gelen aydınların, üstün yöneticilerin, şeffaflık ve adalet
dağıtıcıların ne hazindir ki bir süre sonra muhteşem bir korku, kinle
sarıldıkları şeydir sansür. Güya, denetimi, düzeni, halk adına yapıyorlar bu
işi…
Türk aristokrasisi
bankaların eliyle doğmaya başladı. İş Bankasının kitaplar konusundaki duyarlı
çalışmaları bildiğimiz bir gerçektir. Akbank’ın sanat alanında yaptıkları da
ortadadır. Garanti Bankası Salt Beyoğlu, Salt Galata binalarını tarihin
köklerine inerek, mühendisliğin, mimarinin yardımıyla bugüne taşıdı.
Bankalar ile
insanlarımızın yaşadığı büyük çelişkilere, büyük kopuşa rağmen sanatın,
aydınlanmanın ufkunu açacak bu girişimleri yüreğimle alkışlamaktan gocunmam
bile. Bu büyük kargaşada, bu büyük uyuşuklukta 50–100 insan bile uyandırılsa
insanımız adına sevindiricidir.
Ülkemizde basının,
medyanın yaşadığı sansürle ilgili olarak Salt Beyoğlu mekânı iki konuşmacıyı
ağırladı. Benimde katıldığım mekânın konuşmacıları Ataol Behramoğlu ve Banu
Karaca’ydı.
Behramoğlu bir şair
olarak kendisinin de uğradığı sansür uygulamalarını, yaşanmışlıklarıyla
anlatırken, sansürün geçmişten bugüne, çeşitli uygulamalarla hiçbir zaman tam
olarak yok olmadığını ifade etti. Ama bütün zorluklara rağmen sansürün
yaşandığı zamanlarda da, sanat kendi yolunu, mizah, karikatür, fıkralar ile
açmaya çalıştığını da anlattı.
Banu Karaca yıllarını
dışarıda geçirmiş, tama manası ile Türk diline hâkim olamadığı için bazı
kelimeleri yerinde kullanmakta zorlandığı için, anlatmak istediği konuyu tam
olarak anlatamamanın zorluğunu yaşarken; kendi sansürünü de kendi yarattı.
İnsanlarımızın, özellikle zeki beyinlerimizin dil öğrenmek, daha iyi bir
öğrenim için gittikleri ülkelerde, öz dillerini bırakmaları da ayrı bir SANSÜR
olmalı, diye düşünüyorum.
Banu Karaca, sansüre
duyarlılıklarını Siyah Bant örgütlenmesiyle daha sistemli hale getirmeye
çalıştıklarını da ifade ederken, sansürü anlatma yolunu Kürt sanatçıların
uğradığı sansürü işaret buyurdular. Hâlbuki sansür denen soylu illetin, hiçbir
ayrım yapmadığı, kendi rahatları bozulunca, ne Kürt, ne de Türk demeden nice
insanımızın inanılmaz eziyetler çektiği bilinirken, zarif duruşu ve
konuşmasıyla Banu Karaca’nın ülkesinden uzak kalışının, sadece bir bölgeye
bakarak bu ifadelere yer vermesini kuşku ile karşılamadan edemedim.
Sansür, hayatımızın
her aşamasında var. Evimizde bile… Ama söz yöneticilerin eline geçince, iş
basını onurlandırmak sa üçüncü güç olarak bizlere övgüler düzerler. Üçüncü güç,
aydınlanmanın, halkın, hakkın, adaletin yanında olması için yeterince özgür
müdür? Buna bu diyarda yaşayan bütün ama bütün kargalar gülüyor efendiler…
Yakın bir zaman önce
benim de tanıklık ettiğim çok ilginç bir hoş geldin töreninde, saygın
yöneticimiz en nazik yoldan biz değerli Tekirdağ basınına övgüler söylerken,
bir yandan da şu sözleri hafızama kazıdı;
“ Değerli arkadaşlarım,
birbirimizi üzmez isek, yediğimizden yedirir içtiğimizden içiririz.” Tarihe
geçecek, üniversitelere tez imkânı verecek bir felsefenin kendisi değil midir
bu sözler. Hâlbuki esas doğruluk, esas habercilik, halkın ve hakkın sesi olma
durumunda bazen üzülmeler de olmayacak mı? Doğruların ve hakikatin bilinen tüm
zamanlarda birilerini rahatsız etme gibi bir hüneri yok mu? Hal böyleyken,
birbirimizi üzmemek ne demek?
Ataol Behramoğlu
konuşmasında yıllar önce toplatılan kitaplarını yakmak, imha etmek amaçları
için kendi elleriyle getirdiğinin acı anısını da bizle paylaştı. Nazım Hikmeti
1960’lı yıllarda sansürledikleri için tam olarak paylaşıp anmadıklarını da
yaşamın taze izleriyle paylaştı.
Sansür hayatımızın
her yerinde var. Hiçbir şey kuralsız, düzensiz yürümez ama kural ve düzen
yapacağım diye, konuşanı, yazanı, okuyanı susturursan; beyinlerimizin göçünü,
ülkemizin muhtaçlığını önleyemeyiz. Bakın düştüğümüz hale; samanda bile dışa
bağımlı, tıp ve kimyada öyle. Neredeyse her alanda dışa, beğenmediğimiz batıya
bağımlıyken, Arap uygarlığının takkesini, bıyığını bu kadar sevmenin, onu yücelteceğiz derken, aydınlanmanın önü hangi doğrularla kesilir bunu
anlayamıyorum.
Sansürsüz bir hayat
biçimi düşünemiyorum. Çünkü sansüre karşı duracak güç, basının, medyanın öz
gücü, halkı ile birleşme durumu henüz gerçekleşmedi. Okumaktan sakınan, elli
kuruşu zarar, gereksiz diye gazetesine vermeyen, vermek istemeyen halkın sesini
duyurmak da, halkın ilgisi kadar olur; konuşur gibi, yazar gibi yapılır,
hakikatten uzaklaşan gerçek dışı taze taklit görüntülerle.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder