26 Temmuz 2012 Perşembe

DENİZ ve DALGALAR


                 Kamera; Güven          Dalgalar ve Çocuk -  ERDEK





                                 DENİZ ve DALGALAR

  Yaz günü ve güneşidir deniz kıyısını insanlarla dolduran. Bebekler, çoluk-çocuklar, kadın ve erkeklerle; her yaştan insanların bin çeşit renk ve tonlarıyla şenlenir dalgaların türkü söylediği yerler.

  Her yaşta insan, denizin serinliğine, tuzun iyileştirici şifa gücüne koşarlar. Bir çocuk, oldukça zayıf bir çocuk oynuyordu günün erken saatinde. Deniz de bir çocuk gibi kıyıyı yalıyordu korkunç olmayan masum dalgalarıyla.

  Deniz, düne göre daha bir coşku ve heyecan içinde ses veriyor; sıska çocuğun iki kürek kemiği yerinden çıkacakmış gibi durmasına rağmen, dalgaların kıyıya her yaklaşmasında çocuk, iyi bir sporcu gibi yukarı fırlıyordu. Anlaşılan o ki, koskoca deniz ile küçük sıska çocuk oyun oynuyorlardı.

  Dalgaların taşıdığı sular, kuru kumları ıpıslak yaptı. Islanan kum taneleri, bölünen çakıl taşlarının, bölünebilecek en güzel zamanının yumuşak-esnek duruşunu sergiliyor; üzerine basılan her ayağın bedenine huzur sunmayı da ihmal etmiyordu.

  Denizin yükselişi, insan kulağına erişen gürültüsü arttıkça sevişmenin arınmaya, rahatlamaya giden telaşı ve yorgunluğu da artmış gibi görünüyor; denizin içinde yaşama veda etmiş yosun ve bitkiler; o büyük temizlik adına birer birer kıyıya geliyorlardı. Bu bir iç temizlik olayıdır. Kimi yosunlar siyaha, sarıya; kimileri ise daha capcanlı pırıltılar saçan yeşil renkleri taşıyordu.

  Siyah yosunların hayatla bağları kalmamışa benziyordu. Sarılar ise geçiş zamanı içinde ne siyah, ne de yeşil renge aittiler. Yeşiller, çok küçük ve cılız yeşil yosunlar, dalgaların coşmuşluğuna hayran hayran bakarken köklerinden kurtulmuş olmalıydılar.

  Denizin upuzun kıyı şeridinin ince kumları, hasır gölgelikleri, buz gibi limonata taşıyan garsonları, kahveyi iyi pişiren Mustafa ustanın bulunduğu yere çok yakın; kimi kitap okuyor, kimi yazılarımı not alıyor; kimi ise insan denen canlının medeniyetlere bakan gözleriyle etrafı seyrettim.

  Dalgaların hemen bittiği yerde; kuru kumlar ile ıslak kumların yanı başında, insan marifeti ile örülmüş hasır gölgeliğin altında, kahve içmek de güzel, çay içmek de… Aynı zamanda düşlerin içine girip, bugüne el sallamak da, düşüncenin saygın ipine tutunup, girdaplardan kurtulmak da ayrı bir güzel…

  Kıyıya yayılan kozmetik; kadın kokuları iç içe geçmiş tanıdık kokuların yanında gizemli, loş ve koyu gölgeli orman kokularının iç gıcıklayıcı iletisini de yapıyordu. Siz, size ait kokunun büyülü gücüne insani bir aşkla bağlıysanız, size çağrıda bulunan diğer kokuların güzel bir gösteri yapmaktan öte hiçbir önemleri yoktur.

  Sıska çocuk kıyıdan; kuru kumları o küçük avucunun içine alıp denizin birkaç metre içine dönüyordu. Sonra, avucunu denize paralel tutup, kumları imbikten aşağı döker gibi suya teslim ediyordu. Dökülen kumların deniz için hiçbir faydası ve zararı olmadığı gibi, alınan kumların kıyı için de hiçbir zararı ve faydası yoktu. Bu çocuğun denize, öğrenmeye duyduğu güzel ihtiyacın tekrarlarından oluşan eğitim ve öğretiminin dersiydi.

  Sıska çocuğun elinden aşağı doğru akan kum taneleri; güneş ile birlikte süzülüyordu denize doğru. Denizin kıyı şeridi bu yüzden sımsıcaktı. İçinde kumlar olduğu gibi güneş de vardı. Bizi var eden güneş… Var eden su…

  Çocuk, kıyıdan ne kadar kum alırsa alsın, açılan küçük çukuru, yükselen deniz dalgaları bir savacı titizliğinde dolduruyor üzerine güzel bir cila çekiyor; tabiatın şaşmaz dengesini harika bir centilmenlikle izah ediyor.

  Deniz dalgalarla birlikte içindeki fazlalıkları; çer-çöp ve ölü bitkiler; dışarıya atılacak ne varsa; ölü ve yorgun balıklar, küçük haylaz denizanaları; hepsi kıyıya, kıyıdaki kum mezarlığına bırakılıyor.

  İnsanın oluşturduğu mezarlıklar, sessiz olurken, denizin kıyıda oluşturduğu mezarlık; insanların sesleriyle, beden ve nefesleriyle dopdoluydu. İnsan kendi ölümlerinden korkar, deniz kendi ölümlerini hiçbir korku oluşturmadan boşaltır sıcak tuzlu kumların üzerine.

  Denizin bağrından çıkan her türlü artık, sanki benle yüzleşir gibiydi. Hâlbuki deniz-dalgalar kimse ile yüzleşmiyor, doğal döngünün muhteşem hatırına. Bu bir tekrar, var olma ve var etme sanatından başka bir şey değildi. 

  Deniz dalgasız, kum da çakıl tanesiz olmaz. Denizin kıyısı kumlarla doluydu. Renk renk küçük çakıl taşları, zanaatkar bir ustanın elinden çıkmışçasına kaygan ve parlak görünüşleriyle her türlü insan dışı figürü anlatıyorlar. Bütün her şey olması gerektiği gibi kendi doğasına uygun davranıyor; deniz de, dalgalar da, dalgalara teslim olan çer-çöp, yosun ve denizanaları…

  Bütün bu güzellikler karşısında karaya ne zaman ayak bastığı, düşünmeyi ne zaman keşfettiği bilinmeyen insan, on binlerce yıldır kendi doğasını arıyor. Bir türlü bulamadığı doğasını… 
Diğer canlılara da doğal gereksinimin içinde, doğal ve gösterişsiz saygı duyacak, istila ve gasp etme duygularından arınmış, paylaşılamayacak büyüklükteki evreni bilen ve dünyada ki konukluğuna kötü bir geçmiş bırakmadan yaşayacak insan; insanlık bir gün, deniz ve dalgalar kadar doğal olabilecek mi acaba? 

  Belki de insan kendi doğallığını yaşıyor da akıl ile ters düşenler bize doğa dışı gibi, olağanüstü gibi geliyor; belki de burada aklın vicdanı yanılıyor; kim bilir!

 Güven Serin

Hiç yorum yok: