Kamera; Güven Kilitbahir Kalesi Gelibolu
Seni seviyorum taş,toprak ve sanat...
Seni seviyorum mimari ve tarih...
Kamera; Metin Anadolu Kavağı Yoros Kalesi
Anadolu Kıtası bedenime değerken tam da Avrupa
Kıtası bütün çılgınlığı ile karşımda duruyor.
Karadeniz, İstanbul Boğazı ile dünyaya açılmanın
muhteşem mutluluğunu gösteriye çevirmiş...
Sizi seviyorum :sular,yaşam,evren ve insanlar...
Kamera; Güven İstanbul
Seni seviyorum İstanbul... Seviyorum seni; Karaköy,
Kadıköy,Tophane,Sultanahmet,Moda, Emirgan,
Anadolu Kavağı,Rumeli Kavağı, Pera, Üsküdar,
Piyer Loti; seviyorum sizi...
I LOVE YOU
Tekirdağ şehrine benek benek kar yağıyordu. Beyaz kar yere döşünce iki saniyede yok oluyor, yerini ıslaklığa bırakıyordu. Şehrin sokaklarına, caddelerine, kaldırımlarına düşen karlar fazlalaştıkça ıslaklık da fazlalaşıyor; ıslaklık ile caddelerin tozları birleşince küçük çamur havuzları oluşuyor.
İnsanların betonarme ve büyük aşklarının yüksek olmadığı zamanlarda da su ile toprak birleşir kerpice dönüşürdü. Kalıp halinde kesilen kerpiçler yine güneşin altında kurumaya bırakılırdı. O toprağın ve suyun ve insan emeğinin ürünü olan kerpiçler insanlar için ocak, yuva olurlardı.
Kerpiç deyip geçmeyin sakın! Kerpiç evde yaşamayan, o evin konforunu bilmeyen, söz söyleyemez. Kerpiç ev, yazın serin, kışın da sıcak olur. Tüm malzeme doğadan, doğanın bonkör bağrından çıkar. Ve insanların en doğal zamanlarında da korunak olurdu. Ev, ocak, yuva olurdu…
Doğal ürünlerin tüketimi ve üretimi çok gerilerde kaldı artık. Şimdi, yapaylığın, ticari ve yüksek kârların zamanı! Ahşaba benzeyen kaplama plastik malzemeler değişim içindeki yüksek kültürlü insanlarımızın imdadına yetişti.
Tekirdağ şehrine beyaz beyaz karlar yağıyor. Şehrin suskun siluetine düşen karlar, muhteşem görünüşlerine rağmen onlar da şehrim gibi, suskun ve sessiz. Belli ki o güzel beyazlıkların da insaniyet adına hüzünleri var.
Karların beyazlığı sessizliğin içinde yere düşüp renksizliğe dönüşürken bir ses yankılandı sokakta; “I love you” Oldukça gür ve kararlı sesin sahibi çay satıcısı adamdı. Aşağı yukarı tüm yaz, aynı yerde, aynı saatlerde pinekleyen, şimdi kar yüzünden o yeri terk etme telaşı içinde olan post bıyıklı adama sesleniyordu. Post bıyıklı, bürokrat tipli adam, önce sesin geldiği yeri ve kişiyi gördü. Sonra, post bıyıklı bürokrat tipli adam da; “ I love you” diye ses verdi.
Çaycı da, post bıyıklı adam da sıradan bildik insanlar oldukları için mecburen konuşarak, haykırarak anlaşacaklar. Onlar Aborjinler gibi telepatik yoldan anlaşabilselerdi böyle bağırmayacaklardı. Gerçi bu seslenişlerindeki niyetin, birbirine olan sevgi-saygıları mı yoksa kar beyazlığının arınmaya açılan penceresi önünde yakaladıkları coşkudan mı, bilinmez?
Post bıyıklı adamın elinde gazetesi vardı. Muhtemelen gazetesini okuyacağı sıcak bir mekân arıyordu. Her zaman pineklediği sokak kenarı, bugün onların işine yaramayacaktı. Muhtemelen post bıyıklı bürokrat tipli adam, kendini ülkemiz, toplumumuz adına söz sahibi gören birisiydi. Yani kendini entelektüel olarak kabul ediyordu.
Zaten, entelektüel olmak da zor bir şey değil ki! Birkaç gazete okur, bir iki televizyon kanalında da tartışmaları, kapışmaları izledin mi sende tarafın taraftarı gibi harika bir entelektüel olursun! …
Post bıyıklı adam, muhtemelen 65–70 yaşlarında vardı. Ama göstermiyordu. Bizlere göre Kurtuluş Savaşını, bir halkın bağımsızlığını nasıl ve hangi şartlarda kazandığını da iyi biliyor olmalıydı. Gaz lambalı günleri de, Köy Enstitülerinin zeki köy çocuklarını nasıl faydalı bir aydına, ülke sevdalısına dönüştürdüğünü de iyi bilenlerden olmalıydı.
Post bıyıklı, bürokrat tipli adam, “I Love you” derken, mutluydu. Öyle ya, soylu İngiliz dilini konuşuyor ve hatta bağırarak tüm sokağa dinletiyorlardı. Ne güzel, ne büyük bir mutluluk…
Bir toplumu yok etmek istiyorsan, kendi dilinden, örflerinden, adetlerinden, folklorundan uzaklaştıracaksın… Soylu İngilizlerin dillerinin gelişmesi, dünyaya yayılması harika bir beceri işidir. Dünya yasalarında, yüce yaratıcının yaratmış olduğu canlıların hayatlarında böyle kurallar vardır. Yutulmamak için yutacaksın… Dünya dilleri içinde, halkları içinde yutulan binlerce dil ve halk var. Niçin? Özlerinden uzaklaştıkları için. Kolayı seçtikleri için. Çalışmayı disiplin ile bilimle harmanlamadıkları için…
Yakın zaman önce duyarlı bir dost; Selçuk Bey’le de aynı konuyu tartışmıştık. Selçuk Bey, bu konuya daha da akademik yaklaşıp, öğrencileri ile birlikte İstanbul-İstiklal Caddesinde bir çalışma yapmış. Görmüşler ki orada bulunan dükkânların birçoğunda yabancı isimler var. Türkiye de yaşayacak, Türkçe kullanacak ama soylu İngiliz diline özeneceksin.
Artık hemen her yerde rastladığımız ve zaman zaman bizlerin de aynı özenme kültürü içinde; Tamam (Okey) By, I love you, diye sesleniyoruz. Doğum günü partilerimizin vazgeçilmezi değil midir; “ Happy birthday to you.”
Soylu İngiliz dilini öyle benimsedik ki birisine tamam dedikten sonra da hemen arkasından okey diyoruz. Ne güzel, ne hoş, ne büyük zenginlik…
Bir millet kendi dilini konuşmaz, kendi kültürünü, anılarını, değerlerini 3. nesle bile aktaramaz ise sonu, yutulmanın besini oluruz. Yavaş yavaş, sindire sindire emerler bizi. Biz onları emdiğimizi sanırken, dışarıda kalan başımız, gövdemizi arar da bulamaz; gün gelir…
Bir millet dinini, masallarını, öykülerini, destanlarını, aşklarını, sevinçlerini kendi dilinden yapamıyorsa; doğanın mükemmel yasası girer devreye, Doğa, boşluğu sevmez. İngilizler de öyle, Araplar da, Almanlar da, Fransızlar da, Amerikan Devleti de öyle…
Türkiye’de yaşamak çok önemli bir onur! Hangi milletin davamı olursak olalım, Türkiyeli olup, Türkçeyi yüceltmeliyiz. Entelektüellik başka bir şey dipsiz kuyulara sevda duymak başka bir şey!
Yakarışlarımız da, sevinçlerimiz de, seslenişlerimiz de ruhumuzun desteklediği bedeninden çıkıyorsa; kendi özünden çıkmalı ki; hayran olduğun soylu milletler seni sindirmek yerine saygı ile kabul etsin! …
Güven
8 yorum:
Günlük yaşamda her ne kadar dikkat etsem de Türkçe kelimeler kullanmaya arada bazen benim de farkında olmadan yabancı uyarlamalı sözcüklere başvurduğum oluyor, sonradan farkedince de kızıyorum kendime. İnsan bu yönde kendi ile mücadele verebilir, kullanmamaya özen gösterebilir ancak sorun sadece bununla bitmiyor ki... Kafamı kaldırıp baktığımda o kadar çok yabancı kelime ile dolu marka, yer ismi görüyorum ki bazen bunun karşısında çaresiz kalabiliyorum. Bu sadece sizin, benim özenimizle olacak bir durum değil. Bir ulusun kendi diline sahip çıkması gerekiyor, gerekirse yasalarıyla, uygulamalarıyla... Her yerde "Diline sahip çık" sloganları dolanırken, bu yazdığım yorumda bile belki farkında olmadan kaç yabancı kökenli kelime yazmışımdır kimbilir...
Çok hassas olduğum ve benim de çok önem verdiğim bir konuyu dile getirmişsiniz.
En çok sinirlendiğim konuya parmak basmışsın yine sevgili güven..çarşıda gezerken mağazaların tabelalarını görünce sinirleniyorum..ne bu kadar özentimiz bilinç altımıza işlemiş hiç unutmam güneydoğuda görev yaparken kızımı ilk okulda özel bir koleje vermiştim..çocuk her gün değişik ingilizce şarkılar öğrenerek geliyordu ..çocuklarımız dillerini tam konuşamazken bunları öğretiyorlar tabi tamamen özenti müdüre kadar çıktım konuştum..baktım değişen bir şey yok devlet okuluna verdim...
bir halkı yozlaştırmanın en kısa yolu diliyle uğraşmakmış ..
sevgi ve dostlukla..
Dilin sadece bir anlaşma aracı olmadığının ne kadar insan farkında acaba.Gençlerden hiç söz etmiyorum(90 sonrası neslin konuşma tarzına asla alışabilmiş değilim)tv lerde tartışma programı yönetenler bile "karizmayı çizdirdi" gibi konuşabiliyor.Dil toplumsal bir ürün kültürün özü,bu yüzden dilin bozulması ya da yitirilmesi gerçekte özün yıpranmasıdır.
Geçen aylar da caddemizde yeni bir pastane açıldı.İsmi sütlaç :)Bütün o yabancı isimli pastanelerin yanında o kadar şirin ve sıcak duruyor ki :)
Günaydınlar Nihansu.Merhaba. Hoşgeldin.Çılgınca koşuyoruz hayran olduğumuz soylu milletlerin kucağına; çılgınca... Köleliği kaldıralı yaklaşık 150 yıl oldu. Modern köleliği kimse sorgulamıyor, sorgulamayacak da... Sırf İngilizce öğrensin diye bir başka dilin hatırına gençlerin verdiği kim bilir ne tavizler var; o harika kültürleri biraz daha fazla konfora çevirsin diye...
Kendi ülkesinin sahibi, kendi geçmişinin savunucusu ve kendi tarihinin onurlu temlsilciliğini yapamazsan,potron ve işçi çıkmazısnda kalıverip,yönetilenlerin soylu sürülerine dönüşürsün, diyesim geliyor....
Günaydınlar Bilge.Merhaba, hoşgeldin...
Çevremde görünen manzarayı hiçbir karamsarlığa kapılmadan özetliyorum. Ailesine yabancı çocuklar, çocuklarını anlamayan büyükler...
Yüzyıl sonra bu yaşadığımız zamana ne isim verirler bilmem ama; sanırım adı "bunalım çağı" olacaktır. Modern insan olurken, bolluğun şımarıklığını, harika asimile edilişinin çağı olacaktır bizim gibi kimlik savaşı bile vermeyen güzel insanların yaşadığı zaman...
Dünya ülkeleri arasında tam demokrasi uygulanan 26 ülke varmış... Biz yanından ve yakınından bile geçmemişiz... Olacak şey değil; bütün hayranlığımızı batı ile doğu arasında ki kıtalara yönlendirdik; biz biz olmaktan çıktık; yine de o soylu ülkelerin arasına girememişik.
Kısacası ne olduğu belli olmayan Melez bir rejimimiz varmış:)) Şaşırmadım. Kızmadım. Hoca Nasrettini hatırladım, Can Yüceli, Deli Ayseli, hatırladım...
Dün İstanbulda müthiş bir kalabalık; Mavi Marmara gemisini karşılamaya gelmişler. Ellerinde Filistin bayrakları olan gençler; Tetbiir diye bağırıyor; içim titredi, bedenim ürperdi...
Kas gücü,yine felsefeye, sanata,ilime yenildi ve biz; yine Avrupa ile Arap dünyası arasında yapayalnız kaldık,diye düşündüm...
Günaydınlar Dalgaları Aşmak. Merhaba, hoşgeldin...
Sütlaç ve hissedişler. Öyle yazınca, Aşureyi, Keşkeği,lokmayı, gaz lambasının kara islerini hatırladım. Hatırladım o yoksul günlerin onurlu duruşlarını...
Bir ülke kendi üretip, kendi kendine yetemiyorsa, borç içinde başka milletlere muhtaçsa; ne dilimzden, ne dinimizden, ne de imanımızdan bir şey anlaşılıyor...
Bakıyorum da düşünmekten bile korkar olmuşuz. Kimi yeşili,kimi kırmızıyı kutsal sayıyor. Renkleri, buluşlara,üretime,alınterine, sevgiye dönüştüremiyorsan;hep borçlu bir ezikliğin onursuzluğunu yaşıyorsan; nasıl bir durum çıkar ortaya? Elbette karışık ve anlamsız bir durum...:))
Merhaba;hiç ağlaşmaya,yakınmaya hakkımız yok...Yabacı dille eğitim ile yabancı dil öğrenimi arasındaki farkı görmebildik mi?...80 sonrası hızla, hemen her ilde açılan Anodolu liselerine,kolejlere çocuklarımızı sokmak için yarışmadık mı?...Yabancı malları almayı ,onlarda kullanılan sözcükleri kullanmaya özenmedik mi?...Kaç kişi diyebildi"sen dükkanına yabancı ad koymuşsun,senden alışveriş yapmıyorum"...uzar gider,suçlu biziz...
Merhaba sevgili öğretmenim hoş geldin. Biliyorum, bu konular daha uzar ve bizler daha çok dereler,ırmaklar izleriz son damlaları bitene kadar. Biz ki göçmen ve göçebeliği yok edememişiz var saydığımız beton ormanlarımız içinde. Bizim memleketimiz, bizim sokağımız, mahallemiz, çeşmemiz diyememişiz...
Biz; iyi gaz verildiğinde, iyi ağıtlar yakıldığında sadece ölmeyi bilmişiz... Ölmek; her şey denendikten sonra anlam taşır ve anlamlı bir şekilde gelecek kuşaklara temel oluşturur...
Ne diyem öğretmenim; daha kaç zaman yanmam mı gerek diyem? ... Yağmurları kıskandıracak yaşlara mı sarılam? Dağcıları imrendirecek yüksekliklerde mi dolaşam?
Bir dokun bin ah,işit :))
Yorum Gönder