6 Ekim 2010 Çarşamba

CELLÂT

Kamera; Güven    Gelibolu
Bu güzel diyar için herkesin söyleyeceği
bir şey vardır! Ama ilkönce diğer
söylemlerden kurtulup kendi
düşüncelerinize akacağınız adımı,
atmanız gerekir.

CELLÂT



Albert baba mesleğini sürdürmek istiyordu. Babası gibi işini en iyi yapan biri olmak onun vazgeçemediği bir düşünceydi. Birçoğumuz, babamızın istenmeyecek mesleğin istemi içindeydi Albert. O da babası gibi Cellât mesleğini seçmek istiyordu. Annesi; “ Girme oğlum, yoksa iki yakan bir araya gelmez” dese de, Albert soğukkanlı ve içindeki sese kulak verip cellâtlık mesleğini seçiyor. Sonuç, İngiltere’nin en seçkin, en aranılan cellâdı oluyor.

Dostlarım siz siz olun cellât mesleğini küçümsemeyin. Bizim toplumumuzda cellâtlık olmayan, bilinmeyen, yok sayılan bir meslektir! Hatta bu cellâtların mezarları bile saklanır, isimleri yazılmaz. Aslında bir insana ölüm cezası verenlerin yanında cellâdın mesleği, yaptığı iş, belki de en masum kalanıdır. Çünkü ölüme giden yolculuğun sahibi değildir cellât! O, son anın, en iyi, en acımasız ve en hatırlanıcı cümleler, bakışlar ile noktalayan kişidir cellât.

Gerçek yaşam hikâyesinden sinemaya aktarılan cellât filmini izledikten sonra bu işin ne kadar önemli olduğunu anladım. Ne kadar yok saydığımız ama o kadar var ve önemli olan bir meslek… 1933–1955 arası 608 kişinin cellâdı olan Albert gerçekten de işinin aşığı ve işini en iyi bir şekilde yapan birisi olmuştur. Çok nazik, çok kibar ve de çok çabuk en hafif bir şekilde insan hayatlarını noktalamakta yardımcı olmuş.

Ölüm ile yüzleşmek çok önemli bir kabul ediş olmalı. Ölüme giden insanların gözlerine bakabilmek ve onları acı çektirmeden son yolculuğa uğurlayıp ve ondan sonra da gerçek hayatın, yaşamın içine dönebilmek çok özel bir kişiliğe sahip olmak demek! Albert can almaktaki ustalığını öyle bir yere getiriyor ki artık aranan bir cellât oluyor. Hakkında infaz yapılan suçlular, İkinci Dünya Savaşının savaş suçlusu olan Alman asker, subaylardan bir bölümünün infazı içinde Albert isteniyor. Çünkü o, işini, ölüme giden insanın son anını, en kısa zamanda ve en ağrısız bir şekilde yapmayı biliyor.

İnfazı verilmiş kişinin ilkönce boyunu, kilosunu önemsiyor. İpi, kilo ve boya göre yapıyor. İp ile infazı gerçekleşecek kişinin kaldığı yer arasında on metrelik bir uzaklık var. Albert ölüm yolcusunu kaldığı odadan ipe kadar getirdiği zamanı rekora taşımak istiyor. Babasının rekoru ortalama; 13 saniye. Yani 13 saniyede infazı yapılacak kişi, soğuk ölüm odasından alınıyor ipe getirilip, canını ipin ucundaki manevelayı çeken cellâda bırakıyor. İşte, Albert bu zamanı da 6,5 saniyeye indiriyor. Öyle hızlı ve öyle temiz iş çıkarıyor ki, ölen insanların acı çekmemesi onun için en büyük teselli oluyor!

Usta cellâdı izleyince, onun merhametini, canını alacağı insanların son anını önemsemesi ve onlar öldükten sonra bedenlerini en nazik bir şekilde toprağa vermesi, sanatsal törenin bir parçası gibi gördüm. Bu bir öldürme değil, onurlu bir sanat gösterimi, uğurlama töreniydi…

İster istemez bende kendi ülkemin karanlıkta kalan cellâtlarını düşünüyorum. Onlar bu işi resmi olarak kabul etmeseler de, Albert gibi gerçekten de bu işin ustalığı, sanatı ve içsel huzura giden yolu olarak algılamasalar da, onlar da durmadan can aldılar. Ama bir farkla! Aldıkları canların, korkularını uzatarak, acılarını katmerleştirerek yaptılar bu işleri…

Ülkemin doğusunda, batısında, güneyinde, kuzeyinde işlenen yüzlerce cinayet var. Bu infaz, hukukun adaleti ile sağlanmadı. Bu infazın celladları da Albert gibi bilinen ve işlerini merhamet ile yoğurarak da yapmadılar. Onlar için ölüm; bir emrin yerine getirilmesi ve karşılığında da kanlı paraların cebe indirilmesiydi asıl işin gereği! Onlar, öldürdükleri canların infazlarının herhangi bir adalete, yasaya uygun olup olmadığını da düşünmediler! Çünkü buna gerek de yoktur. Ölüm emri verilir ve uygulanır. Peki, bizim koruyucu adaletimiz, yasalarımız, devletimiz nerede? Büyük sessizliğe gömülmüş devletim, hâla kendi kendine yetecek, kendini tüm vicdanların, yasaların üstüne çıkaracak güce sahip olmadı. Ne zaman olur? Politika yapanlar, günlük menfaatler değil de, ulusal çıkarlarımıza uygun, yarınlara, öbür günlere, öbür yıllara uygun yatırımlar, projeler yaparlarsa cellâtlık mesleği de son bulur.

Gelinen nokta o dur ki, “evet” ve “hayır” met, ceziri arasında kalan halk, mide bulantısı, baş dönmesi, unutkanlık ve koruklar yaşadı… Türk Halkının yararına olacak yasaların değişiminde bu kadar ciddi paniğin yaşanmasını bizden sonraki nesiller hiçbir zaman anlayamayacak. Seçimlere, siyasi partilerin korkunç savurganlığına harcanan paralar ile kim bilir kaç okul, hastane yapılırdı. Kreş, okul yapılırdı… Peki, bunu gerçekten isteyen var mı?

Cumhuriyetin ve ona inanmışların soyu-sopu ile uğraşmaya dalmış soylu yöneticilerimin tek derdi, daha büyümek, daha yücelmek, daha büyük güç sahibi olmak… Tıpkı, mesleğinde en iyisi olmak isteyen ve 22 yılda 608 can alan cellât Albert gibi usta olmak istiyorlar. Elbette usta olmak onların da hakkı! Öyle ustalaşsınlar ki, bu halk artık uzun vadeli korkular yaşamasınlar. İnfaz emri verilsin ve usta cellâtlar sayesinde 6,5 saniyede iş bitirilsin. Ama görünen o ki, ülkemin, kin-nefret besleyen cellâtları, kendi ülkesinin kültürü ile beslenen, merhameti ile kanunlara uyan ve sadece kanunların verdiği emri uygulayan cellâtlar değiller!

Başbakanımız Diyarbakır konuşmasında söz veriyor; “ Adı kötüye çıkmış cezaevini kapatacağız. Yenisin daha konforlusunu yapacağız.” İnsani değerler adına, suçlu insanların suçlarını çekerlerken daha iyi bir yaşam hakları olmasını kim istemez? Acaba, yeni cezaevleri ve yeni aflar düşünürken, cezaevlerine girmiş insanların neden bu seçeneği kabul ettiklerini, kaybedecek bir şeyi kalmayan insanlar için ne kadar cezaevi yapsan, bu işin sonunun gelmeyeceğini düşüne biliyorlar mı?

Güçlü, heyecanlı ve kin dolu iktidarım çıkıp dese; “Diyarbakır’a daha fazla iş imkânı yaratacağız, sinema, tiyatro açacağız. Bizin insanımız, bundan sonra daha az suç işleyecek ve ileriki tarihlerde bizler bu cezaevlerini tamamıyla kapatacağız.” Acaba, bu söylenenler masal sözü olarak mı algılanır diye düşünüyorum!

Adnan Binyazar 1930’ların Diyarbakır’ını anlatıyor; “ Halkevi çatısı altında toplanan kitapları, müziği ve tiyatrosuyla kent o zaman bir kültür merkeziydi.” diyor. Diyarbakır’da doğmuş, öz be öz Diyarbakırlı bir yazar; şahit olduğu Diyarbakır’a ağlıyor şimdi… Daha 60 yıl öncesinin ve bu iktidar döneminin beğenmediği dönemlerin Diyarbakır’ı adeta sanat üretiyor, Romeo ile Juliet filmi 1949’da Diyarbakır’a geldiğinde tam 17 gece ardı ardına sinema ağzına kadar dolu izleniyor…

Ya şimdi dostlarım? Cellâtların dolaştığı ve sürekli infazların verilip, kilo ve boya bakılmadan ölümlerin, ayrıcalıkların, kin ve nefretlerin yaşandığı bir şehirdir Diyarbakır?

Tarihe biraz önem verip, senin ve benim siyasetçim daha iyidir salaklığını bir kenara bırakıp, bizim ülkemiz en iyi yaşanan, en huzurlu bir yer olacaktır adanmışlığına ünlü İngiliz cellât Albert kadar önem verseydik, şimdi güzel ülkemin her bölgesinde yaşanan sanat olaylarını, spor, bilim olaylarını tartışıyor olacaktık…

Güven

3 yorum:

ÇOBAN YILDIZI dedi ki...

Trakyalı Abim! Yazını içimi buran ve kahreden duygularla bitirdim.Doğru söze ne hacet.Keşke zaman ile ilerleme doğru orantıda gitse ülkemde,keşke...

Kelemine sağlık.Sevgilerle!

GÜVEN SERİN dedi ki...

Sebahattin Hocam, çok güzel bir düşüncenin ellerinden tutmuşsunuz. Sevindim...Elbette bedenim, ruhum ve kalemim ile katkı yapmak isterim...

Eğitime, öğretime,sevgiye gönül vermiş öğretmenlerin önünde eğilirem ben...

GÜVEN SERİN dedi ki...

Hoşgeldin Zühre gardaşım. Cümlelerin acımasızlığına önem verme desem de verirsin bilirim. Duygu,merhamet,hukuk ile yoğrulmuş insanlar; dışa ağlamasalar da içe ağlarlar bilirim.

Ama şimdi moda; en yukarıda, en yüksek gösterişe, güce, paraya, korku vericiliğe sahip olmak... Biz yazıp, biz okurken bile, korku ve acının efendileri lüks yerlerde lüks kararlar alıyorlar,doğanın mütavızı insanları, canlıları için... Ne hazin bir gerçek...