YİĞİDİM
YİĞİT OLMASINA YA!
Bazen sahilde görürdüm O’nu. Kaldırılmadan, deşilmeden bağrı Liman Çay Bahçesi’nin iğde ağaçlarının serin gölgesinde otururduk bazı. Öğrenmiştim ondan Frişka rüzgârının Tekirdağ’a da uğradığını.
O’ndan önce bilmezdik Hora Feneri’nin yüzyılı çoktan aşmış öykülerini. Karanlıkların, fırtınaların dövdüğü denize ışık çakan Hora Feneri denen Tanrıçanın Tekirdağ’a insanına, üzüm bağları ve zeytin kokuları olduğu tepeden kaldırdığı şarap kadehini, görmezdim o şair olmasaydı…
“ Yiğidim yiğit olmasına ya/Yanık türkülere vurmayın beni” der sanatçı. Öyledir O’nun gülüşü, bazen Frişka rüzgârıyla demlenir, kimi beyaz bir kadının düşlerini sararak eylül mavisinde…
“Gitmek kaldı yine bize
Soyağacını yazmak
sevdaların
Kavgaların ve
acıların!
Serin ve çağıltılı
suyu gibi boğazların
Bir yaşımı bir yaşıma
taşımak
Bir denizi bir denize
Beyaz bir kadının
Düşlerini sararak
eylül mavisine…”
Bir gün rastladım ona, bırakmış kendini Tekirdağ’ın rüzgârına.1940 yılında doğmuş doğmasına, o hep çocuk, tıpkı bir başka şairin, Orhan Veli’nin şiirindeki çocuk gibi;
“ Ben Öksel Demir
1940 yılında doğdum
1 yaşında Frişka rüzgârını duydum
2 yaşında denize dokundum
7’sinde mektebe başladım
9 yaşında yazmaya
10 yaşında okumaya
15’inde şiiri bildim
16’sında öykülerde gezindim
20’sinde Varlık, Yeditepe, Türk Dili, Dost, Yelken, Ataç, Değişim, Yeni Gerçek dergilerinde şiirlerimi, düz yazılarımı gördüm…”
“ Yiğidim yiğit olmasına ya
Yanık türkülere vurmayın beni
Tutuşur dizelerim dizelerim sonra
Her biri yıldız kendi halinde
Geceleri inen inen sessizlik
Umarsız açan eski yaradır
İşte yine yükseldi duvarlar
Etme gözlerim koru kendini”
Nevzat Çelik’in şiiri, Ahmet Kaya’nın yorumu, kim bilir kaç kez dinlediğim bu melodi, hiç böyle hissettirmemişti beni…
Düşününce şehri seven birini, kalemi tutan elleriyle, duygulara dem üfleyen şairi, yazarı, öğretmeni ve sanayiciyi, buluşmalar olmayınca kahve tadında atölyemde: Artık, telefondaki seslerimizle hal-hatır sormalara tanıktır bizim dostluğumuza. Yazgılıdır duygular gökyüzünden ötelere ulaşmaya, namludan çıkan mermi gibi, varacaktır menzile…
Şimdi, şu anda, muhtemelen denizine bakıyordur bulunduğu bol ışıklı evinin koltuğunda. Elini uzatsa dokunacağı denizin, evinin bulunduğu yerden girmezler miydi çocuk çığlıkları içinde, yüzmez miydi serin sularında? Tutmazlar mıydı, gümüş ışıklar saçan balıkların en has olanlarını?
Belki de kendi yazdığı şiirin dizeleri eşliğinde seyrediyor değerli bir ömrün upuzun serüvenini, termal rüzgârı yakalamış Çılgın Albatros’u izlerken fısıldıyordur;
“ Hadi, bırak kendini göçmen kuşların rüzgârına.
Senin hüznün karanfil
kokusu
Bir yosun gibi
vurmuşsun kumsala
Hadi bırak kendini
Kırgın bir kent
kıyısına
Kendine çıkan bir
sokağa
Senin öykün, senin için artık
İzin kalmamış
kumsalda.
Hadi, yoğunlaş
Yoğunlaş ve dol
bardağına.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder