Kamera; Güven Cuğra-Erdek-Balıkesir
Gerçek olandan daha gerçek nedir? Neyin peşinde koşuyoruz?
Varlığımızın üzerine çökmüş çökelekler; kibir-gurur,açlık ; hangi
kurtarıcı tarafından törpülenecek?
Esas kurtarıcı insanın kendisi; ama kendisi olan insan nerede?
GERÇEKLERDEN DAHA GERÇEK OLAN NEDİR?
Beş kelimeden
meydana gelen cümle özne’yi alıp götürüyor. Gerçekler adı altında bizi mutlu
eden, hatta bazen böbürlendiren bir sürü öykü anlatırız. Şiirler okur,
başarılarımızı ardı ardına sıralarız. Bütün bu anlatımların daha başında
“gerçekten de çok güzeldi!” sözü ile yaşananları yaşanacak olanlara yapacağı
katkı yüzünden saygılı bir onur içinde bakarız.
Kaybedişleri,
alkışsız, övgüsüz zamanları yok sayıp, sadece bir fotoğraftaki zaman kadar
anlatılacak övgüler bir ömre yaymanın gerçek hikâyesi nasıl olur? Bunu iyi bir
felsefe birikimi, insanın kendisini arama çabalarıyla bulabilir, sorgulama
cesaretine sahip olabiliriz.
Geçmiş ile gelecek
arasındaki büyük uçurumları algılayan beyinlerimiz bir türlü asıl olan gerçeğe,
yani elimizle dokunduğumuz yaşama dokunmak istemez. Yaşam, soluk aldığımız,
kalp atışlarımızı duyduğumuz, nefeslerin nefeslere karıştığı, gözlerimiz ile
çok boyutlu tanıklık eteğimiz andır…
Van Gogh bu
sorgulamayı 130 yıl önce kardeşi Theo’Ya yazdığı mektupların şöyle anlatıyor;
“ Geçenlerde Michelet’in Kadın, Din ve Papaz konulu kitabını
okudum. Bu gibi kitaplar gerçeklerle dolu; ama gerçeklikten daha gerçek olan
nedir, yaşamın kendisinden daha çok yaşam nerededir? Ve bizler, elimizden geldiğince
çalışan bizler, neden daha yoğun yaşayamıyoruz?”
Kırmızı minibüse
bindiğimde ressamın bu cümlesine yakın düşünceler içindeydim. Minibüs 100. Yıl
Mahallesine, dostum Şaban’ın oturduğu istikamete doğru yol alıyordu. Şaban,
hastalık ve acılarına bir kahraman gibi direniyor. Ve ben, yaşamın içinde
yaşamın kendisinden beslenen bir insanın felsefesi ile dostumu dolaşmaya
gittim.
Eve kapanılan
zamanlarda kapının açılması, içeriye değişik insanlar sevgi güleçlikleriyle
girmesi, şifa arayan hastaya sonsuzluğu getirmez ama sonsuzluktan bir an
yaşatır. Bu sözü Van Gogh 130 yıl önce muhtemelen sonsuzluğu arayan canlının
bir anlık sonsuzluk keyfi içinde söylemişti.
Gerçeklikten daha
gerçek olan nedir? Yaşamın kendisi; şu an, duyumsadığımız sesler, bakışlar,
beden bütünlüğümüz, tanıklık yaptığımız “an” değil midir? Kırmızı minibüs
içinde böyle bir “an” a şahitlik yaptım. Üç boyutlu bakışların, kalp
atışlarının, nezaketi bir sanatçı titizliğinde yapan insanların arasında 10–15
dakika yaşadım.
Nem yoğunluğunun
dansını yapıyor, minibüs açık camlarıyla nemi kovalamaya çalışan esintiyi
oluşturuyordu. İçerisi tıklım tıklım yolcu ile doldu. Bindiğimde de dolu olan
minibüste daha ücretini ödemeden arka koltuktan bir genç kalkıp bana yer verdi.
Benden sonra minibüse binen çocuklu kadına ben yer vermeye kalkarken yanımdaki
diğer genç erkek kalkıp o yer verdi. Bu yer verme işi 100.Yıl Mahallesine kadar
devam etti. Gelen her kim olursa olsun, eğer çocukluysa, kadınsa veya biraz
yaşlıysa oturanlardan birisi gönüllü bir vazifeyi yerine getirir gibi en nazik
ve centilmen hislerle hemen kalkıyorlar.
Böyle bir
ilginçliği, sanki sıra dışı davranışlar haline gelen duyarlı yaklaşımları
unutmuş, gülmeyen hoyrat toplumumuzun yapışkan, asık yüzlü yüzsüzlüğü içinde
kaybolmuşken bu duruma tanıklık etmek gerçekten de sıra dışı bir andı benim
için…
Arka koltukta sağ
yanımda oturan genç hanımın küçük kızı, en temiz duygularla bizi delip geçen
bakışlarıyla evrenin penceresine bakıyordu. Bakışındaki masumiyet, minibüsün
içindeki zarafet ile tamam oluyor; “ abla, abla” seslenişleriyle evrenin
tapınağında ilahi bir güce dönüşmüş bir seslenişi çocuk güzelliğinde sunuyordu.
Yaşamlarımızı geçmiş
ile geleceğin ipoteği altına soktuğumuz an; yaşamın bitmez çileleri, dibi
olmayan uçurumları bize kucak açmaya başlıyor. Huzur, yaşamın her anında;
yaşama tanıklık eden bütün bedenlere en büyük ikramiye olarak daha baştan
verilmiştir. Bedenin mide kısmını doldururken, en üste bulunan beyin kısmını
çok iyi anlayıp, birazcık besleme sayesinde büyük kavuşuma; yani sonsuzluktan
bir veya birkaç an’a kavuşabilir, hayatın akordunu kendimiz yapmayı
öğrenebiliriz…
Kırmızı minibüs
yaşamın farkına varmamı ve yaşam içinde 15 dakikanın bile ne kadar büyük
dinginlik ve arınma yaptığını gördüm. Nezaketin geçit törenini kırmızı minibüs
içindeki sanatçı kılığına bürünmüş insanlar sayesinde seyreyledim. Aynı
yaklaşımı yine büyük ressamın büyük insanlığa bir armağanı gibi kardeşine
mektubunda yazdığı bir cümle içinde hissettim;
“Ah Theo, tonlar ve renkler ne büyük şeyler! Bunları
hissetmeyen öğrenmeyen biri ise gerçek yaşamdan ne kadar uzakta!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder