8 Ocak 2024 Pazartesi

ANTALYALI GİTAR SANATÇISI

 

Kamera; Güven Eski Liman Antalya

Kamera; Güven Karaalioğlu Parkı

Kamera; Güven 








Kamera; Güven 

                    ANTALYALI GİTAR SANATÇISI

   Bazı yaşanmışlıklar, hiç acele etmezler şimdiki zamana dâhil olmaya. Yerli yerinde, dupduru ve dibdiri bir halde, Antalya Kaleiçi falezlerine sımsıkı tutunmuş çitlembik ağacı gibi, Akdeniz ve Toroslar benzeri hüküm sürerler; ait oldukları, kök saldıkları öykülerin derinliklerinde…

  Antalya’yı niçin bu kadar seviyor özlüyorsun deseler: - Hangi birini sayayım, demek isterim! Tarihi antik kentleri mi, antik Likya Yollarını mı, yoksa Kaleiçi denen, masalları, öyküleri seven her insanın kaybolmak istediği bir yerde olma aşkı mı?

  Antalya, kasım ayı, ılıman zamanlar içindeydi. Tam da yürüyüş yapılacak, dağlarda, antik yollarda ve şehirlerde yaban keçileri gibi dolaşacak zamanların en güzel anlarında yerleştim Antalya Kaleiçi taş ve ahşap karışımı olan pansiyona. Bahçesi, portakal, limon ve kestane ağaçlarıyla yemyeşil olan yer…

  Yürüyeceğim alan, Antalya’nın 70–75 km uzağında Adrasan bölgesinde başlayacağı için, gün doğmadan önce uyanıp fazla zaman kaybetmeden otogara gittim. Bir sırt çantası ve içinde bir gün yetecek yiyecek ve su, birkaç harita ve yağmurluk, fotoğraf makinesi ve ben… İlk kez yalnız başına antik bir yolda; Adrasan ile Çıralı arası Likya Yolu yürüyüşü gerçekleştireceğim. Yolun boyalarla çizili, uluslar arası bir yol olması nedeniyle gideceğim yere yakın bir yerde Kaş minibüslerinden indim. Orada bekleyen taksi ile yaklaşık 7 km Adrasan Likya Yolu başlangıç noktasına gittim.

   Yürüyüşte Musa Dağı, binlerce orman ağacı ve yüzlerce yürüyüş yaban turistlerle karşılaşıp selamlaştım. Yalnız olmanın en yüce tarafı; daha iyi görmenin, duymanın yanında çok daha iyi hissetmektir…

   Bir gün süren Adrasan Çıralı arası yaptığım antik yürüyüşten sonra gece yarısı Antalya’ya döndüm. Sabah hiç yorulmamış gibi erkenden uyandım. Özlediğim, gitmem gereken yere; Karaalioğlu-İnönü Parkına gittim. Güne erkenden başlayan turistler spor yapıyorlardı. Bazıları da falezlerin kenarındaki duvara oturmuş, Akdeniz’i, Torosları ve ruhsal durumuna çağrı yapan kim bilir kaç ezgiyi mırıldanıyorlardı…

   Günüm epey dolu geçti. Antalya’da bir gün dağlarda olursam, diğer gün muhakkak şehir içi gezileri yapıyorum. Antalya Oyuncak Müzesi ve Arkeoloji Müzesi ziyaretlerinden sonra akşamüzeri tekrar Karaalioğlu-İnönü Parkına geldim. Gün usul usul sönüyordu. Gezenler, dolaşanlar, oturanlar çoğalmıştı.

  Geçmişte Tekirdağ Valisi olarak da görev yapmış Haşim İşcan’ın emeği olan parkta, açık hava tiyatrosu gibi düzenlenmiş, fazla yükseltisi olmayan yamaca yerleştirilen oturaklardan etrafı seyrediyordum. Dün yaptığım antik yol yürüyüşü öyle bir tokluk ve doluluk yaratmıştı ki, bütün bunlara rağmen ağırlık değil hafiflik hissediyordum. Zamanlara yayılmış, insan baskısı kalmamış olan hafiflikler den…

   Mehmet Aksoy’un binbir cefa ve emekle yaptığı İŞÇİ ve OĞLU heykeli meydanın tam ortasında bulunuyordu. İşçi baba, güçlü ve kocaman elleriyle sarılmıştı oğluna. Biraz ötede, falazlerin etrafını saran duvarın köşesinde bir gitarcı, hem çalıyor hem de şarkısını söylüyordu.

  Gitarın sesini duyunca, tarifsiz bir hissiyat içinde, İşçi Baba Heykelinin sarılışı gibi evladına, sarılmak istedim bütün dünyanın evlatlarına. Sıyrılmak ister ya insan, dokunmak ister ya bütün canlara, öyle bir hissiyat, gitarın melodisi, şarkının ezgisi ve sanatçının hüzünlü buğulu sesi, her yanı gizemli bir hava sarmıştı…

  Gitar sanatçısı Alpay’ın bir şarkısı; Sensizliğin Şarkısını seslendiriyor olsa da, şarkı, Rodrigo’nun Gitar Konçertosuydu. İspanyol iç savaşında, üç yıl süren kardeş kavgalarını anlatıyordu. Diktatör Franko’nun emriyle öldürülen yüz binlerce insanın anıları için yazılmış bir eser; başyapıt, Alpay’in Sensizliğin Şarkısı eseri ve Antalya Kaleiçi Karalioğlu-İnönü Parkı içinde tekrar, öldürülen insanların hüzünlü, içli bakışları, solukları arasında Akdeniz’e yayılıyordu.

  Antalyalı Gitarcı, tam da bestenin niçin yazıldığını şahitlik yapmış bir insanın gibi ağlamalı ve yaşamın içinde kalarak; isyanını ezgiye, besteye, gitarın tellerine dokunarak yapıyordu. Bir hüzün çökmüştü üzerime…

    On binlerce insanın kurşuna dizilmesi ne demekti? Bir süre sonra İkinci Dünya Savaşı sırasında bir başka diktatör milyonlarcasını öldürecek, insanlık sayfasına bir başka kara trajedi ekleyecek, ama yine kanmayacak, yılmayacaktı uygarlık yolculuğu içindeki insanlık...

 Güven SERİN 

 



Hiç yorum yok: