ZENNURE’NİN
ÇEŞMESİNDE
( Erzurumlu Nesip
Aykın )
Neredeyse her gün yalı bölgesi kıyıcığında görüştüğüm, hal-hatır sorup fırsat bulunca sohbet demlediği insanlardan birisidir Nesip Aykın.”Erzurum’a, Tortum’a gideceğim” dediği vakit, aklıma gelen ilk söz:
—Ne zaman?
—En kısa zamanda, cevabına
sevinirken biraz da hüzünlendim. Doğduğu, oyun oynayıp, karakterinin ilk
filizlerinin verdiği diyarlara gitmek; insan ruhu, maneviyatı ve kültürü adına
bir ayrıcalık, bir yüzleşme, hatta silkelenme biçimidir…
Antik zamanların içinde bir filozof; “ İnsan, her geç başladığı yere geri döner” sözü üzerinde tekrar tekrar düşündüm. İçinde duygu kırıntısı taşıyan herkesin, her nerede olursa olsun, ana diliyle konuşmayı öğrendiği, özgürce oyunlar oynayıp büyüdüğü yere karşı dumanları tütmeye başlayan bir özlem kabarır içinde.
Sonsuzluk ve Bir Gün eserinde bir yazar, son saatlerinde o korkunç iniltili, acılı soruyu sorar kendine;
“ Neden böyle geç döndüm ülkeme? Kendi dilim varken!
Hala kayıp kelimeleri bulabilecekken… Ya da sessizliğin içinde unutulmuş
kelimeleri çıkarabilecekken… Neden ve sadece neden kendi ayak seslerini duydum
evin içinde… Neden?”
Erzurumlu Nesip Aykın, her insanın, şairin, yazarın, filozofun duyduğu hisleri, taşıdıkları hissiyatı taşıyarak gittiğini biliyorum. Yüreği öyle kabarmış ki, o çağrıya artık kulaklarını kapayamazdı;
“ Gel artık… Sessizliğin
içinden unutulmuş öyküleri, şiire ve dilden dile taşı…”
1500 km’lik yolculuk böyle başladı. Yola çıkmanın erdemi, sonsuza uzanan menzilinin formülü; gönüllülük ve koşul koymamaktır… Bedeniniz değil, bırakın ruhunuz çıplak halde çıksın…
Nesip Aykın, türküleri söyleye söyleye, şiirlerini yaka yaka bu yolculuğu tamamladı. Atalarından kalan bağ-bahçe yerlerine gidip yaşlı armut ağacının şimdi olmayan yerinde eşelendi durdu. Tıpkı, kendi gülfidanlarımı, erguvan ağaçlarımı, sümbülleri, zambakları, erik ağaçlarını her daim aradığım gibi bir hissiyat içinde doldu taştı…
Bir genç gördü yakın bahçelerinden birinde. Sordu:
—Kimlerdensin genç adam?
—Sucu Rasim’in oğluyum; bilir
misin?
—Bilmez miyim evlat!
Yöresine, çevresine yardımı eksik etmeyen Rasim Ustayı kim bilmez?
Rasim Usta çok sevdiği karısına doyamamış, ölümünden sonra kuşa, kurda, bütün canlılara su versin diye taş bir çeşme yapmıştı. İsmini de Zennure’nin Çeşmesi koymuş, taşa dokunan ellerin yüreğinin sevgisini sevgiliye böyle göstermişti.
Rasim Ustanın oğlu ile Nesip Aykın epey dertleştiler. Arınmış halde çıkılan yolculuğun ilk meyvesiydi bu tanışma. Genç adam Nasip Aykın’ın şiir yazdığını, hatta yaktığını duymuştu. Biraz tebessüm, biraz tereddüt içinde:
-Nesip Amca, babamın öyküsünü
de anlatan bir şiir yazar mısın?
—Yazarım evlat diyerek yol
boyunca her halk ozanının yaptığı şeyi yaptı, ileride türkü olacak şiiri
pişirdi;
“ Gündüz dumana bürünür,
Gece melekler görünür,
Ötelere yol yürünür,
Zennure’nin Çeşmesinde
Sucu Rasim’in eşi,
Ustanın sevdası, düşü,
Diner garibin gözyaşı,
Zennure’nin Çeşmesinde.
Karşı yoldan kervan gelir,
Rasim ustayı bilen bilir,
Ne dilek tutarsan olur,
Zennure’nin Çeşmesinde.
Nesip bir hayale daldı,
Vefayı sevgiyi buldu,
Başında uyudu kaldı,
Zennure’nin Çeşmesinde “
Güven SERİN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder