ENEZ, HASKÖY SEPETÇİSİ-KELETERCİSİ
Sepetçilik nedir ne değildir diye bir araştırma yapsanız; karşınıza, insanlık tarihi kadar eski bir sanat dalı çıkacaktır. Eski Mısır, Afrika’ya, Babil, Sümer’e, belki de çok daha ötelere uzanan marifetli insanların söğüt dallarını, el zanaatı ve sanatıyla insanlığın önünde nazikçe boyun eğdirme öyküsü çıkacaktır…
Rahmi Muço ile çıkmış olduğumuz yolculuğun yönü, ilk ence Enez istikameti olsa bile, içinden geçeceğimiz köylerde, özellikle kahvehanesi, okulu olan büyük köylerde durmak; durup bakmak, dokunmak üzerineydi…
Sakin bir Tekirdağ günü, aracın hızı fazla olmaktan öte yavaş denecek, etrafı seyretme, baharın kırlardaki eğlencesini yakından gözleyip dokunmakla birlikte başlamış oldu. Rahmi Muço’nun kullandığı araç harici, bizi sürekli geçenlerin çok acelesi olmalıydı. Araç trafiği, araç kullanma kültürümüz, hatta kaderimiz; “ Acele” ile yoğrulmuş, mühürlenmiş olmalı…
O yüzden, bitmeyen araç kazaları, dinmeyen gözyaşları ve içinden gelip geçilen bir sürü öyküsü, sanatı ve zanaatı olan yeri anlamadan, anılar denizine katmadan geçen, bir yerde sürüklenen yaşamlar…
İlk durağımız Enez Hasköy İlkokul ve Ortaokul yanı oldu. Çocuklar bahçedeydi. Baharın neşesinden hiçbir farkı olmayan, bütün yerleşim yerlerinin devamı, geleceği olan çocuk seslerini duymayı o kadar özlemişim ki, bir hayal âlemi, bir masal ortasına düşmüş gibi oldum. Trakya’da, Anadolu’da yüz köyü gezsek, belki üçünde okul bulacağımız, okulun dışında yine yitik, sessiz sokaklar, viran, çökmüş binalar göreceğimiz yerler çığ gibi büyüdü…
Hasköy İlkokul ve Ortaokulu da taşımalı eğitimin merkezinde. Civar köylerden gelen öğrenciler olmasa Hasköy, okulunun kendi öğrencisi beş kişiymiş…
Kent merkezlerine hücum borusu çaldığından beri, dikkat ederseniz kentli olmaktan çok öte, köylü olmanın yüksek değerleri, kıt halleri aranır, özlenir oldu! Ama çok geç, çok dramatik bir son…
Hasköy’ün merkezine gitmek için köyün sokaklarına, minaresi görünen cami yönüne yol aldık. Meydanda bir cami, birkaç kahvehane, gayet bakımlı boş meydanda da sepetçi kamyonu duruyordu. Söğüt dallarından yapılmış sepetler, nerede olursa olsun bana geçmişi hatırlatıyor. Taş, ahşap kültürünün, antik şehirlerin anlattığı, anlatamadığı düşleri, öyküleri…
Genç görünüşlü sepet satıcısı küçük oğluyla müşteri bekliyordu. Müşterisi azalan ama diğer köylere göre biraz daha büyük olan bu yerde nafakasını aramaya gelmişti. Sepetçinin eşi, sepetçi kadın mahalle, sokak aralarına girmiş, kim bilir kaç saat gezintiden sonra yorgun bir halde Hasköy meydanına, eşi sepetçi adamın yanına geldi.
Hasköylü bir adam; sonradan isminin Ekrem Uysal olduğunu öğrendiğim bahçe işiyle uğraşan: - Sepetlerin fiyatı kaç para? Deyince sepetçi: - 150 TL cevabını verdi.
Hasköylü cebinden çıkarttığı parayı; 110 TL’yi sepetçiye göstererek, bütün param bu diyerek, bildik alışveriş kurnazlığını yaptı. Müşterisi az olan, artık değerleri bilinmeyen sepetçi, günü, hiç olmazsa günün nafakasını kaçırmamak için kendi ördükleri, kendi ürettikleri sepeti satış değerinin 40 TL altında tereddütsüz verdi.
Hasköylü Ekrem Uysal ile kısa bir sohbetten sonra elimi omzuna atarak, eve gidecek Hasköylüyü, kahvehaneye çay ve sohbete davet ettim. Sepetçi gibi tereddütsüz kabul etti. Aldığı sepeti ne yapacağını sordum. Ben ıspanak ekiyorum, pazarlara çıkarmak için satacağım ıspanakları sepete dolduruyorum cevabını verdi. Yanımıza yaklaşan bir başka Hasköylü, sepetlere bakarak: - Buna ne dersiniz; sepet mi keleter mi?
Keleter sözcüğünü duyar duymaz sanki bin yıllık uykudan uyandım! Neredeyse kırk yıldır duymadığım bir kavramdı keleter! Elbette o büyük sepetin yaşadığım, doğduğum yerdeki ismi; keleter di! Üreten yerlerde bağımız kopunca, kavramlarla, öykülerle, üretimle, binlerce yılda oluşan sanat ve zanaat dallarıyla da kopan bağların iç çekişini derinden hissettim.
Tüketen toplumların acı sonu böyle olacağı bellidir. Önce köy okullarımızı, sonra köy sağlık ocaklarımızı, derken köylerde yaşayan gençleri ve onlarla birlikte çocukları yitirdik…
Aklımızca zamana uymak böyle bir şeydi… Nereye gidiyorsa öncü olan,arkadan gelenler de bunu büyük marifetmiş gibi izleyerek,kendilerini güya işkenceden,zorluklardan kurtarıp rahata,huzura taşıdılar…
Çaylar içildi, oturduğumuz kahvehane içindeki elli altmış yıllık ve büyük özenle biriktirilmiş Hasköy insanlarının fotoğrafları incelendi. Kısmen öyküleri dinlendi. Veda niyetine değil, tekrar görüşmek dileğiyle diyerek; Büyükevren, Yenice, Enez’e doğru meşe ormanları ve korulukları izleye izleye yola
koyulduk…
Güven SERİN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder