BEN ÖLÜRSEM
BİR ŞEY DEĞİL
Yaşama adanmışlık
varken ne çok ölümle uğraşıp, ölüm öfkeleri kusuyoruz. Yaşamı, ölümden beter
yapıyoruz. Oysa ölümün kendisi korkutucu değilmiş! Bir anlık; ölümü düşünmek
delirtiyor insanı.
Şunu da söylemeden edemeyeceğim;
ölümü bu kadar işleyip de ölümcül felsefeyi yaşama uyarlayan, bundan yaşam
doğuran çok az insan var… Zaten yapılan bilimsel araştırmalar da şunu
gösteriyor; ölüme herkes inanırmış da kendi ölümüne kimse inanmazmış… Yani bir
şekilde kayrılma içgüdüsü…
Birisi ölse hemen;
“kaç yaşındaydı?” sanki yaş ve yaşlanma uzmanıyız da. Oysa artık yaş ve
yaşlanma oranları bile değişti. Örneğin; 49 ile 79 yaş orta yaş olarak kabul
ediliyor.
Sözüm şu üç şeye
bakanlara tabi ki; Stersi her an def edecek meşguliyet, yenilenme ve hareket
içinde olmak, iyi beslenme ve spor; bu üçlü yoksa yaşamımızda, yaşlanma ve
yaşlar arası keyif sürme her an kazaya uğraması işten bile değil…
Cahit Sıtkı
Tarancı’nın eseri, ölüm kaygısını ne güzel anlatıyor;
“ Ben ölürsem ölürüm, bir şey değil;
Ne olursa garip eşyama olur.
Bir hayır sahibi çıkar mı dersin,
Mektuplarımı iade edecek?
Yi kitaplarım, ya şiir defterim?
Yanarım bakkal eline düşerse.
Kim bilir bu döşekte kimler yatar,
Hangi rüyaları örter bu yorgan;
El sırtında böyle zarif duramaz,
Ismarlamadır elbisem, pardösüm;
Her ayağa göre değildir kunduram;
Bu kravat ben bağladıkça güzeldir;
Bu şapkayı kimse böyle güzel giyemez.”
Orta çağ da Avrupa
ülkelerinden birinde giyotin cezası verilmiş bir adamın acısız ölümü için cellât,
ceketinin yakasını kesmek isteyince;” Aman dokunma ceketime; kıyamam ona ben”
der.
Eşyalarımız bu kadar
değerlidir bizler için. Bu değerlere kıyılmasın diye yıllarca direndim;
kütüphane kurmadım. Bunun yerine halk kütüphanesinden faydalandım. Gelecek
kuşakların göz nurları ile biriktirdiği kitaplar, notları nasıl görmezlikten
geldiğine çok tanık olup dinledim.
İnsanın bir avuç
ömrüne ne çok şey sığıyor veya bir ömür hiçlik içinde geçiyor. Nasıl geçerse geçsin;
evrenin işleyişi, gezegenin dayanıklılığı, yaşlılığı ve yaşayacak oluş zamanı
karşısında insanın ömrü; bir damla bile değil.
Tam da olgunlaşma zamanı,
tat, tuz öğrenmeye başlayıp deneyimlerin oturuşma altyapısıyla anlam, güven ve
huzur kazandığı zamanlarda hastalıklar; yani arızalar başlar. Başlamasa bile
çevrenin sağlıklı ve şen olana olan dayanılmaz kasveti çöker üzerimize.
Bizim insanımız iyi olanı,
sağlam ve huzurlu olanı sevmez. Özenir; masallarda olur sanır. Bu yüzden
şehirlerimizde eğlence yerleri azdır. Curcuna ve dedikodu, korku ve şüphe ise
tonlarca…
Yaşlandıkça insan,
Cahit gibi seslenmeye başlar;
“ Hayata beraber başladığımız
Dostlarla yollar ayrıldı bir bir
Gittikçe artıyor yalnızlığımız”
Bu bir hissiyattır.
Bir renk, desen olarak da bakabiliriz. İşte hüner burada lazım; yeni dostlar
edinme düşüncesi! Yalnızlığın sükuneti beslenip, her an hareket denen akışa
cesaretle dalma iradesi…
Ey gidi koca Cahit Sıtkı;
şairin ası olmanın yüksek erdemi ve insan olmanın ruhsal dürtüleri; unutulmaz
eserlere dönüştü senen sayende. Robenson şiirini okuyup da duyguları taşmayacak böyle bir ada istemeyecek olan var mıdır?
“Robenson, akıllı Robenson’um
Ne imreniyorum sana bilsen!
Göstersen ada’na giden yolu
Başımı dinlemek istiyorum
Robenson, halden bilir Robenson
Adan halen batmadıysa eğer
Alıp götürsen beni oraya,
Deniz yolu kapanmadan evvel! “
Güven Serin
4 yorum:
Gündelik hayatta görmezden geldiğimiz, hafiften yok saydığımız yaş alma & ölüm gerçeğine kararında değinmişsiniz.
Sokak, cadde ve anıt isimlerimiz acı, keder, hüzün dolu, adeta kahır içinde yaşamayı normal zannediyoruz. Yaşamın lezzetini ve yaşamı deneyimlemek zorundayız.
Teşekkür ediyorum Dönüşü Olmayan Orman;yaşamın bütünü deneyimlerle anlaşılıyor..
çok güzel şiir de mi yaaa :)
Evet,eşyalara bağımlı olduğumuzu anlatan muhteşem bir şiir:))
Yorum Gönder