Kamera; Güven - Ganoslar
GENÇLER SIRLARIYLA ÖLÜYORLAR
Psikeart Dergisinin Mayıs Haziran sayısı “Sır” ismiyle
çıktı. İnsanın, belki de hiçbir zaman tam olarak çözülemeyecek, ama bilim
insanlarının en çok merak ettikleri beyin nöronlarında sakladığı sırlar…
Her insanın sırları var;
belki beyninin en kuytu köşesinde, belki en işlek yerinde; kim bilir…
İstanbul’da yaşayan
arkadaşımla konuşurken özgün olduğunu fark ettim. Nedenini sorduğumda bir
arkadaşının sevgilisi Eczacılık Fakültesi bir kız öğrence intihar etmiş. 10.
kattan aşağı bırakmış zarif bedenini… Oysa daha olgunlaşacaktı; düşünce, algı
ve dil yönünden… Beynin koridorlarına öğretilerin, sezginin ve marifetin
yardımıyla nice eklentiler yapacak; insanoğlunun evrenin çocuğu olduğunu,
değişim ve dönüşüme ihtiyacı olduğunu ispatlayacaktı.
Daha 18-19 yaşlarında
yaşamın tam da başlangıç noktasında olan bir gen kız niçin en pahalı, en nadide
şey olan yaşama son versin? Toplum Bilimciler bu konuda ne diyor? Üniversiteler
intihar olaylarını nasıl değerlendiriyor? Ya, tüyü bitmemiş yetimin hakkını
yedirmem diyenler, halkını oy deposu gören politikacılar?
“ Görülecek bir şey
kalmadı” diyerek yaşamın dizelerinden kaçan adeta genç yaşta (19 yaşında)
yaşama küsen Arthur Rimbuad da tam olarak anlaşılmadı. Tıpkı, ölüm kayıtlarına
geçecek Eczacılık Fakültesi kız öğrenci gibi…
İntiharlara bir neden
bulmak işin en kolayı! Ekonomik dersiniz. Sevda dersiniz. Depresyon der öte
geçersiniz. İntihar eden Eczacılık Fakültesi öğrencisi gibi her intihar, geride
sırlar bırakır. Hiçbir zaman tam olarak aydınlatılamayacak, hep gölgede kalacak
sırlar…
Dinler intiharı
yasaklasa, günahla perde koysa da önlenemez hızla bir hastalık gibi sarıyor
toplumları. Belki de toplumların sıkışması, insanın insandan ve doğadan uzak
kalmasının sancısı; ilk belirtileri, kalanlara bir işaret, bir yön çizme
“kendinize gelin” uyarısıdır…
Roma İmparatoru
Marcus Aurelius yüzyıllar ötesinden ses ve soluk verir; “ Kim ister ki bile
bile hakikatten perdelenmiş olmayı?” Kimse istemez görünse de hakikat henüz
kendi çağını başlatmadı. Büyük insan toplukları, küçük toplulukların kölesi
haline geldiği gün gibi ortada…
Tanya Çelebi’nin
makalesinde küçük bir hikâye anlatıyor;
“ Antakya’da yaşamış olan Altın Ağızlı Yuhanna ne güzel de
söylemiş; ‘ Ey anne babalar, çocuklar için servet biriktirdiğinizi söylerken,
onlara da servet biriktirmeyi öğrettiğinizin farkında mısınız? Oysa bir an için
onların gözlerine bakacak olsanız, gerçekten niye ihtiyaç duyduklarını
bilebilirdiniz! “
Bu hikâye, geçmişte
kalmış ölü bir hikâye değil dostlarım. Yaşama ait, bugüne; bu ana ait bir
hikâye. En büyük servetimiz yaşamımız. Hayatımız… Bizim hayatımızı etkileyen ve
ona yepyeni hayatlar katar şey ise çocuklarımız. Onları demirden, çelikten
kalıpların, korkunç çarkların arasına sadece bara, ün, şan, unvan kazanmak için
atmadan önce gözlerine iyi bakın; bırakın çocukluklarını, gençliklerini
yaşasınlar; hatalar yaparak, kayıplar verdirerek; düşmeyi, kalkmayı çocukken
öğrensinler…
Tanya Çelebi
makalesinde bir de Kürt efsanesinden söz ediyor;
“ Yol bitmez; yolcu yürüdükçe anlam kazanır.
Ey kalbim deyince
Göl susuyor…
Ölüm tülden bir sevgili gibi uzanıyor
Ve yolcu diyor;
Akıp giden her şey ölüme benzemiyor mu?
Yanıt yoksa yol uzar
Yol uzadıkça, bir kör gelir ve karanlıkta ayna satar
Kimsenin kendini görmediği zamanlarda
Aynaya bakarak insanlara seslenir;
Ey kendini görüp kendinden başkasını görmeyen
Tutsak aldığın zamanı bırak ve gör artık…
Ne de olsa aynada
görebildiğimiz, sonsuzluğa doğru akıp giden zamanın içindeki bir anlık görüntü
değil midir? “
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder