HİKÂYECİ
( Evren değişimdir; yaşamsa kanı )
Ne garip ilaçtır seyahatlerde görülenlerin, dinlenenlerin yıllar içerisinde insanın ruhundan bedenine süzülmesi…
Epey zaman-yıl oldu bu anının yaşanması. Yıl bilmek kaçtı! Henüz, Haydarpaşa garı kapanmamıştı. Güney Kurtalan Ekspres gece yarısına doğru hareket etti rayların üzerinden. Benim için son durak Kayseri’ydi. Yataklı vagonun içerisinde, kayboluş heyecanı içinde bilmediğim, görmediğim topraklara-kültürlere doğru; demir ve çelik sesleriyle şarkılar söylüyordu Kurtulan Ekspres…
Ovalar geçtik süzülerek… Dağlar, tüneller derken Erciyes Dağı göründü onlarca kilometre öncesinden. O zaman gördüm Selçuk diyarının şehri Kayseri’yi. Geniş, bakımlı yolları, parkları ve meydanları, tarihi çarşı ve mekânlarıyla bütün zamanlara hitap ediyordu.
Gezinin birinci ayağı Kayseri; tarifsiz deneyim, dönüşümlerle tamamlanmış, otogardan bindiğim minibüs içerisinde Ürgüp’e doğru yol alıyordum. Yanıma oturan yaşlı adamın, uzun beyaz saçlı hali, bilge bir Kızıldereli bilge bir ihtiyar gibi, duru, donuk ve güven veren yüzü konuştu benimle;
- Nereden gelip nereye gidiyorsun evlat?
- Tekirdağ’dan Kayseri, oradan da Ürgüp diyarına…
- Hoş gelmiş, sefa getirmişsin bizim diyarlara.
Sohbetin gönüllü oluşuna yollar dayanmaz. En sıkıcı yolculukları bile vazgeçilmez yetmezlik içerisinde sonlandırır demlenmiş bir sohbet… Yanımda oturan ihtiyardı ihtiyar olmasına ama kendini koymamış, bırakmamış, atletik, dinç ve bilge bir insan…
Köy Enstitüleri, Malatya Akçadağ mezunuymuş. O günün kültürünü almakla kalmamış, tüm yaşamı boyunca kendisini gönüllü bir şekilde insanlığa adamış.
“ Ben hep öğretmen, hep öğrenciyim” derken haklıydı. Bildiklerini, bilgelikle söylerken, aniden susup kendi aradığı cevaplar, öğretiler için bana sorular soruyordu. Sevinmişti yerel basında yazmam, yazı sanatının beş bin yıllık hatırına buralara kadar gelmeme.
“ Yedi uyuyanların nasıl öyküsü ve öncelikleri varsa, yedi sanat dalının da öncelikleri, görevleri vardır evlat!” derken, kozasında dönüşen, ihtiyar bedenden çocuğa dönüşen bir canlılık, duruluk içerisinde ruhsal ve fiziksel değişimler yaşıyordu.
En fazla kötülük, kötü düşünce üzerinde durdu. Kötülüğün bir çığ gibi, çığa benzerliğini anlatırken;
“Nasıl?” dedim.
“Anlatayım evlat” diyerek sanki yepyeni bir inayet içerisinde
“ Dağlara, uçurumlara yağan karlar bir süre sonra yerçekimi yüzünden aniden aşağı doğru kayarlar. Bir parça yük, tonlarca ağırlığa dönüşür önüne gelen her şeyi yerle bir edecek güce dönüşür.
Kötülük böyle bir şey mi?
—Evet evlat.
—Kötülüğün yoğunluğu, şiddeti, ağırlığı arttıkça, verdiği ve vereceği zararlar, acılar da artar…
— Bu sebepten dolayı, çığ, sel, deprem denen bütün felaketleri bilim, sosyoloji ve felsefe yardımıyla anlamalıyız. Anlaşıldığı vakit felaket denen şeyler, kötülük de anlaşılmış ve onun içinde önlemler kendiliğinden alınmış olur…
—Nasıl?
—Günümüzden 2500 yıl önce yaşamış Demokritos;
“ Evren değişimdir; yaşamsa kanı.” Derken haklıydı evlat.
- Nasıl?
- Marcus Aurelius’un felsefesinden küçük bir bölüm ile anlatmak isterim sana;
“ Hepimiz tek bir amaç için birlikte çalışıyoruz. Kimimiz bilerek, anlayarak, kimimiz bilinçsizce, sanırım Herakletius’un ‘uykuda bile olsalar evrende olup biten her şey için çalışırlar, katkıda bulunurlar’ dediği kişiler gibi. Herkes, evrende olup bitenlere kendince katkıda bulunur. Hatta olup bitenden durmadan yakınan, onu önlemeye ve ortadan kaldırmaya çalışanlar bile; çünkü evrenin böyle insanlara da gereksinimi vardır. Öyleyse hangi yolda olacağına karar ver. Çünkü evreni yöneten, senden nasıl yararlanacağına, seni hangi gruba koyacağını çok iyi bilir.”
- Bütün bunları nasıl ezberlediniz?
- Hikâyeciyim ben evlat; bütün olup bitenleri ezberlemedim; sadece özümseyip hangi gruba dâhil olacağıma karar verdim; öteden beri…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder