Kamera; Güven Tekirdağ Uçmakdere
Bir zamanlar mitolojinin var olduğu diyarlar;
iyi bakmalı ve dinlemeli bu diyara;sanki ayak
sesleri,uçuşan tanrılar, güzellik yarışında ki
tanrıçalar buralarda dolanıyor gibi...
OYUN İÇİNDE OYUN
Sahne içinde sahne… Oyun içinde oyun… Dünyamızın ucu bucağı
belliyken, insana ait yaşamların, hissedişlerin, beyin nöronlarının ucu bucağı
belli değil… Beslendikçe daha ileriye…
Akşam güneşi, hafif
bir Frişka esintisi tenis kortlarının olduğu yerde… İki oyuncu ve bir hakem…
Oyuncular güney ile kuzey, soğuk ile sıcağı anlatan kavramlar kadar zıt
birbirine. Biri oldukça sakin döküyorken terlerini tenis topuna her vuruşta,
diğeri bir o kadar her vurduğu-vuramadığı topu kadere karşı çıkış çığlığı
olarak algılıyor “ bu nasıl şans” diyerek göklere, o uçsuzluğa; “bunun
sorumlusu kim?” der gibi etrafta yankılanıyor ağlamaklı sesi.
1 numaralı tenis
kortunun hemen yanında apartmanın 5. katında iki esmer çocuk. İki doğulu genç;
usta elleriyle sıva yapıyorlar, yeniliğe, estetiğe aç duvarı; taze bedenleriyle
kutsuyorlar... Öyle güzel dokunuyorlar ki, harç ve duvar bir oluyor, mala ve
mastarın insan dokunuşlarıyla.
Tenis oyuncularından
kızgın olan hakemin verdiği karara isyan ediyor. Yapma, gözlerin kör mü?
Diyerek o ağlamaklı, o çocuk isyanıyla yankılanıyor etraf. Bu ses, bu itiraz 5.
katta sıva yapan, terini kurumasına izin vermeden çalışan esmer gence kadar
ulaşıyor. Ara veriyor yaptığı işe. Aşağıya, 1 numaralı korta bakıyor.
Gülümsüyor yukarıda olduğunu taht sanmadan, gurur bilmeden.
Eğlenceli buluyor,
şortları içindeki sporcuları. Onlar da ter döküyor, ben de; ama ben isyan
etmiyorum. Göklere avuç açıp, bu şansızlığı oradan bilmiyor. Yaptığı en iyi
şeyi yapıyor; yükseklik korkusu, can telaşı yaşamadan, kendi kurduğu iskelede,
usta bir cambaz gibi, ama büyük alkışı beklemeden duvarını incecik terleri
önemsemeden incecik sıvasına dokunarak günü, yevmiyeyi tamamlıyor.
Bertolt Brectht’in
Okumuş İşçi Soruyor şiirinin tam sırası diyorum;
Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?
Kitaplar yalnız krallar adını yazar.
Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?
Teb şehri bir
zamanlar Mısır’ın en aydınlık, en bilge şehri. Işığın toplandığı, bilgiye
susayanlar için çağlayanların aktığı bir kentti diyor, çocuk dünyasına adanmış
şair Sunay Akın.
1 numaralı kortta ki
oyuncuların biri ne kadar suskunsa diğeri o kadar hırsına dokunuyor. Sıva
işçisi bildik isyana bakarak değil sıvasını yaparken gülümsüyor. Hakem ise
keyfin demine dem katıyor; çünkü ikisini de tanıyor ve bu işin oyun bitiminde
tatlıya bağlanacağını biliyor.
Başbakan gelecek diye
büyük ağacın koyu gölgesine sığınmış genç polisler başka oyun içindeler. Akıllı
telefonlarındaki oyunların kritiğini yapıyorlar. Üzerlerinden üniformalarını
çıkartsan, hepsi birer çocuk; oyun oynamak istiyorlar; para kazanmaktan çok…
Sahne büyük,
oyuncular yedi milyara ulaşmış… En çok teri akıtıp, en çok alkışı beklemeyen mi
daha huzurlu; yoksa iyi oyun oynarım, ama iyi kazanmam, iyi sevilmem, iyi
alkışlanmam lazım diyen mi? Tercihler sonsuz… Benim aklım, 5. katta ki iki
esmer gencin kendi kurdukları iskelede, özenle sıvadıkları duvarı güzelliğe
çevirdikleri usta işi terde kaldı. Bir de Bertolt Brectht’in şiirinde;
Bir de Babil varmış boyuna yıkılan,
Kim yapmış Babil’i her seferinde?
Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar
Altınlar içinde yüzen Limanın?
Ne oldu dersin duvarcılara
Çin Seddi bitince?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder