Kamera; Güven
POLONEZKÖY
BÜLBÜLÜN TÜRKÜSÜ
Türküler bestelenmez yakılır derler! Her kuş şakır, her canlı konuşur da, bülbüller bir başka öter. Bülbüllerin türküsü bestelenen değil de yakılan türkülerdir.
Ülkemin batı ucunda doğduğum topraklara çok yakın bir yerde dinliyorum bülbülün türküsünü. Kaderin en büyük mutluluklar ile en büyük acıları harmanlayıp bana sunduğu balkanların gölgesinde, Meriç nehrinin biraz berisindeyim. Tam karşımda bir gerdanlık gibi duran balkanlar! Bir ucu ülkemi, bir ucu Yunanistan’ı süslüyor.
Çocukluğumun Meriç Nehri kim bilir nasıldır şimdi? Acaba eskisi gibi akıyor mu balkanların ardındaki Rumeli topraklarından Ege’ye doğru? Yine akıyor mu yatağından taşarak, yanık sesli kızların ağıtlarını, türkülerini de taşıyarak geçiyor mu oynadığım toprakların hemen yakınından…
Bülbül öyle uzun bir türkü yakmış ki, hiç durmayacak gibi. Bülbül acaba türküsünde neyi anlatıyor? Bir ağıt mı, kahramanlığı mı yoksa bir aşkı mı haykırıyor? Neyi anlatıyor olursa olsun, bülbülün sesi de türkülerimiz gibi vazgeçilmez döngünün sonsuz ihtiyacı gibi büyülüyor havayı. Havanın büyülü atmosferi beni de alıyor getiriyor balkanlardan öte. Meriç ile bende akıyorum Ege’ye doğru.
Milyarlık döngünün milyonluk denizinde ben de, Ege oluyorum. Efsanelerin uçuştuğu, Tanrıların bir biri ile kavga ettiği zamanların barış türküsünü söylüyorum savaş naralarının tam ortasında.
Bülbül beni hoş geldin türküsü ile oyalaya dursun, ben de kendi oyamı işliyorum nazikçe. Gelibolu bülbülleri, Polonez Köy bülbüllerinin türküsü geliyor aklıma. Türkü aynı türkü! Bülbül aynı bülbül! Ama mekânlar farklılaştıkça insanlar da, insanların türkülere yaktıkları anlamlar da farklı oluyor.
Kimi kahramanlık, kimi ağıt, kimi ayrılık, kimi aşk, kimi sevgi, kim… işliyor türkülerde. Öyle anlamlandırıyor türküyü söyleyen bülbülün sesini, felsefesini.
Yıl 1915 bir ağustos günü Gelibolu dünya savaşlarının en kanlı siper savaşlarından birini yaşıyor. O gün bu kadar insanın ölmesi kâfidir diyen İngilizlerin, Avustralyalıların silahları susmuştur. Ve cephenin birkaç saatlik sessizliğini fırsat bilen Avustralyalı bir asker ailesini bir mektup yazıyor:
“ Sevgili ve bir zamanlar mutlu ailem. Gelibolu cehenneminden hepinize merhaba! Bu mektubu size yazmak niyetinde değildim. Aslında ben kimseye yazmak, kimsenin yüzüne de bakmak istemiyorum. Siz benim buraya cehennem dediğime bakmayın, hakikatten güzel bir yer. Üzerleri toz-toprakla örtülmeden önce zeytin ağaçlarının bolluğu, savaşa aldırmadan her yanda açan kırmızı gelinciklerin neşesi, akşamları yarımadayı kızıla boyayarak batan güneşin insanı acıtan güzelliği ve bir de Gelibolu bülbülleri.”
Dedim ya bülbül hep aynı bülbül! Ama yaşanan hep aynı hüzün-acı ve sevinç değil. Yaşam ve döngünün saati 1915’in Ağustos zamanını gösteriyorken, insanın üzerinde taşıyacağı tüm duyguları daha bir olgunlaşmış olarak görebiliriz. Özlem daha bir özlem… Acı, daha bir acı… Nefret daha bir nefret… Sevgi daha bir sevgi… Bülbüller, her zamankinden daha bir acının mutluluğa giden türküsünü yakıyor.
Avustralyalı asker mektubuna devam ediyor;
“ Gelibolu’da hâla un ufak olmadan kalan bir ruh parçam mevcutsa onu da bülbüller sağlamıştır.”
1915’in Ağustos sıcağından, ölüm kokularının bülbül sesli gamlı zamanlarından bu zamana; İpsala bülbüllerine geliyorum. Doğduğum topraklara çok yakın. Çocukluğumun kıskanılası diyarları! Balkanların hemen gölgesinde, Meriç nehrinin kıyısında geziniyorum. Çocukluğumun en görkemli nehriydi Meriç. Karşı kıyıda gâvurlar oturur derlerdi de inanmazdım. Onlar da insandı. Bizim gibi… Onlar da iyi ve hoşluğu bilirdi. Onlarında kötüsü vardı, bizim gibi! Ve ben gâvur kelimesini küçük beynimde çentik atılıp yer etmemesi için çok savaş verdim. Gâvurların nefretini değil de sevgilerini, aşklarını, neden daha mutlu olduklarını irdelerdim, anlamlandıramadığım sessiz kelimelerde…
O zaman da Meriç’in kıyısında söğüt ağaçlarında bülbüller yaşardı. Onlarda çocuk şarkıları, türküleri söylerdi bize. O zaman bizim savaşlarımız kan ve nefret üzerine değildi. Ilgın ağaçlarının, kumsal toprağında çocukça koşar, oyun oynar, ölür ve öldürürdük… Bülbüller o zaman da türküler yakardı. Meriç nehri bizim için yasak ile savaşın, nefret ile sevginin sınırıydı. Ama bülbüller için bir sınır yoktu. Bazen bizim tarafta, bazen Yunan topraklarında olurlardı. Aynı türküyü yakarlar, ama farklı manaları algılardı insanlar.
İpsala bülbülleri de susmuyor şimdi. Mayıs sıcağı da tıpkı 1915’in Ağustos sıcağı gibi! Karşımdaki küçük koruluk türküleri söyleyen, yakan bülbüllerin evi olmalı. Bülbül bitmeyecek türküsünü bitirmeyecek kararlılıkla yakar, söylerken, ben yine 1915’in Ağustos sıcağına, savaşın birkaç saatliğine ara verdiği Avustralyalı askerin ailesine yazdığı mektuba gidiyorum:
“ Sevgili ailem, ben artık bir sayıyım. Yaşayan bir sayı! Ölürsem de bir sayı olacağım. Vatan uğruna kahramanca ölmüş bir sayı. Kahramanca ve vatan uğruna! Kahramanlık mı? Hadi yaa. Kahramanlık zorla olmaz. Vatana gelince burası Türklerin vatanı… Ve bu savaş bizim savaşımız değil. Asıl kahraman olan Türkler.”
Mektubu 1915’in yaz sıcağında yazan Alistair John Taylor isimli Avustralyalı bir askerdir. Bizim bin bir övünmelerle anlatamayacağımız harika bir Türk destanının bir mektupta ve duygularının en insan olduğu bir zamanda anlatmıştır. Fakat anlatma cesaretini, ruhunda kalan bir parça hayat belirtisini de Gelibolu bülbüllerini borçlu olduğunu söylüyor.
Bülbül her yerde aynı öter! Ama insan her yerde farklı hislerle yaşar. İnsan, ölmeyi ve öldürmeyi anlamış ve onları kendi içinde anlamsızlaştırmışsa, bize öğretilen tüm sınırları, yasakları insanlık gıyabında kaldırmışsa ve özgürlüğe, hasrete, sevgiye, barışa, aşka susamışsa; o zaman, Gelibolu bülbülü de, İpsala bülbülü de, Tekirdağ bülbülü de farklı türküler yakar. Çünkü zamanın içindeki insan; farklı duyguları besler, farklı hislerin içinde yüzüyordur o an…
Güven
7 yorum:
Sevgili kardeşim... Eşim anlatır hep. Gelibolu bambaşkadır, hikayesi derindir diye. Eşimden çok dinledim Geliboluyu. Birde senden okudum ağzına sağlık..Anzakların yılda birkez gelip orada ataları için yaptıkları törenleri bilirim..
Bülbüller ah bülbüller..
Bende bu günlerde Yeşil Başlı Gövel Ördek türküsünü tutturmuşum, ağlayarak sızlayarak hem dinleyip hem söylüyorum..
Sevgiyel kal, gönlü güzel kardeşim..
Ne diyem? Deymen, deymen benim gamlı keyfime... :))
Güvenciğim , dilerim tüm bülbüller özgürlük ,aşk ve sevgi için ötsün; tüm türküler sevda için yakılsın..
Bu gönül hep böyle ister..
Elbette Zühreciğim, elbette...
çok güzel ve duygu yüklü bir yazı..dilerim bülbüller hep mutluluğun simgesi olur..hüzün her zaman bir yerlerde var zaten..şimdi gül mevsimi..güller de bülbüller de 1915'lerin hüzünlerinin,acılarının,kayıplarının tesellisi olur bizlere..sevgiler..
Bülbüller hiç susmasın;hiçbir yerde ,hep ötsün...
İki güzel dost; sizlere sevgi ve saygılarımı sunuyorum. Evet bülbülller hiç susmasın. Susmaması için doğa da hep canlı kalmalı!
Yorum Gönder