30 Ağustos 2025 Cumartesi

SAHTEKAR BÜYÜKLER: YORGUN ÇOCUKLAR


 

             SAHTEKÂR YETİŞKİNLER: YORGUN ÇOCUKLAR

   Ne hazindir ki bazı sesleri yüce toplum duymaz. Zannedersiniz ki çavdar tarlasında bir uçurum ve o uçuruma çocukları itiyoruz muyuz, tutuyor muyuz, belli değil…

 J.D.Silinger’in Çavdar Tarlasındaki Çocuklar eseri, kendi adıma geç kelen bir tokattır; güya çağdaş-uygar insan bedenime…

  Bazı kitaplar vardır, okunmak için sanki kendi zamanını bekler. Kırk yıl önce rafta bir gölge gibi dururken, bugün ruhumuzun en ücra köşelerine projektör tutar. J.D.Silinger’in, ismin aksine hiç de masum bir çocuk hikâyesi olmayan “Çavdar Tarlasında Çocuklar”ı, benim için de tam da böyle bir eser oldu. Gençler adına bir kez daha zihnimi bulandıran, yoran ama en çok da bizi, yani “yetişkinleri” acımasız bir aynanın karşısına geçiren tokat gibi…

 Geçtiğimiz yaz balkonda şahit olduğum o sahne, kitabın binlerce kelimeyle anlattığı o derin uçurumun ete kemiğe bürünmüş haliydi. Kolundan çekiştirilen o masum yüzlü kızın “ Anne ben ne yaptım ki?” diyen o arınmış bakışları, romanın başkahramanı Holden Caulfield’ın bütün dünyaya haykırdığı sessiz çığlıktan başka bir şey değildi.

 Holden Caulfield, basitçe “asi bir ergen” olarak etkilenmeyecek kadar derin yaralara sahip bir karakterdir. Kaybettiği kardeşi Allie’nin hatırasına sığınan, etrafını saran her şey de bir “sahtekârlık” gören Holden, aslında modern insanın trajedisini yaşar: Anlaşılmamak. Onun isyanı, krallara ya da otoriteye değil, samimiyetsizliğedir. Yetişkinlerin kurduğu oyunları, statü savaşlarını, yapmacık gülümsemeleri ve ezberlenmiş konuşmaları reddeder.

 Psikolojik olarak Holden, bir kimlik bunalımının tam ortasındadır. Ait olmak ister ama ait olacağı her yerin sahtelikle dolu olduğunu düşünür. Bu, onu korkunç bir yalnızlığa iter. Onun bu durumu, günümüz gençlerinin sosyal medya baskısı, sınav stresi ve aile beklentileri altında hissettiği sıkışmışlıktan ne farkı var ki? Biz onlara “başarılı ol” derken, aslında kendi toplumsal kaygılarımızı ve “elalem ne der?” korkumuzu yüklüyoruz. Sonuç: Kendi içine kapanan, dünya ile arasına duvarlar ören, kırık pusulalı Holden’ler.

 Salinger,Holden’in gözünden sadece bir genci değil,bütün bir toplumu teşrih masasına yatırır.Roman,İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerikan toplumunun yüzeyselliğine,materyalizmine ve konformizmine yapılmış en sert eleştirilerden birisidir.Herkesin aynı tornadan çıkmış gibi davranmasını bekleyen bu düzen,farklı olanı,sorgulayanı,hissedeni dışlar.

 Şimdi sokağımızdaki o anneye dönelim. Annesinin asıl derdi kızının güvenliği mi, yoksa “bu saatte kız başına dışarıda” olduğu için komşulara, eşine karşı düşeceği “küçük” durum mu? İşte Salinger’in işaret ettiği “sahtekârlık” tam olarak budur. Toplumsal beklentilerin, anne sevgisinin ve gerçek kaygının önüne geçmesi durumudur. Çocuklarımızı, kendi sosyal statümüzün bir aksesuarı, karnemizdeki bir not ya da komşulara karşı övüneceğimiz başarı olarak gördüğümüz an, onları çavdar tarlasının kenarındaki uçuruma bir adım daha yaklaştırırız.

 Romanın en can alıcı ve ismine ilham veren hayali, Holden’in kendisini bir çavdar tarlasında oynayan çocukları, uçurumdan aşağı düşmekten koruyan bir “yakalayıcı” olarak görmesidir. Bu, masumiyetin yitirilmesine karşı duyulan o derin arzunun beklentisi, düşüdür. Holden, çocukların “ sahtekâr” yetişkinlerin dünyasına düşmesini engellemek ister.

 Peki, bugünün eğitim sistemi bu hayalin neresinde duruyor? Okullarımızın, çocuklarımızı hayata hazırlayan, onların merakını ve özgünlüğünü besleyen “ yakalayıcılar” mı, yoksa onları tek tipçi bir rekabetin içine iterek uçuruma doğru koşturan yerler mi? Çocuklarımıza matematiği, fiziği öğretirken onlara “hissetmeyi” , “ sorgulamayı” ve en önemlisi “kendin olmayı” ne kadar öğretebiliyoruz? Dayattığımız sınavlar, sıralamalar ve hedefler, onların içindeki o arınmış bakışları ne kadar gölgeliyor?

 Eğitim, sadece müfredat aktarımı değildir. Eğitim, bir gencin ruhuna dokunabilme, onun “Ben ne yaptım ki?” sorusuna “ Sen harika bir iş başardın, sadece kendin oldun” cevabını verebilme sanatıdır. Aksi takdirde, en iyi okullardan mezun ettiğimiz, en iyi imkânları sunduğumuz çocuklarımızın bir gün bize dönüp Holden gibi “ Hepiniz sahtekârsınız” demesi kaçınılmazdır. Çünkü en büyük sahtekârlık, bir çocuğun ruhunu görmezden gelmektir.

Güven SERİN 


28 Ağustos 2025 Perşembe

KOZMİK MERAK

 


                                 KOZMİK MERAK, DÜNYEVİ İNTİHAR

    Tanrı parçacığını ararken, yitirdiğimiz vicdan parçacığı… CERN… Adı bile zihnimizde devasa makinelerin uğultusunu, evrenin doğum anına dair fısıltıları ve insan zekâsının ulaşabileceği en uç noktaları canlandırıyor. Bilimin o görkemli tapınağında,16 binden fazla bilim insanı, yaklaşık 1,2 Avroluk yıllık bütçeyle, hepimiz adına o büyük soruları soruyor: Nereden geldik? Bu evrenin dokusunu ne oluşturuyor? O dipsiz kozmik boşlukları dolduran o “şey” ne?

   Hiç şüphem yok, o adanmış beyinler aradıklarını eninde sonunda bulacaklar. İnsanlığın bilgi ufkunda yeni bir şafak söktürecekler. Yazar Aslıhan Dağıstanlı Aysev’in de hatırlattığı gibi, Pascal’ın dediği o “evrenin küçücük bir noktası olan ama her şeyin içinde anlam arayan varlık” işte, orada en saf haliyle iş başında. O muazzam kolektif çabanın önünde saygıyla eğilmemek imkânsız.

   Ancak madalyonu çevirdiğimizde, aynı “anlam arayan varlığın” yarattığı bir başka gerçekle yüzleşiyoruz. Bu, akıl almaz varoluşsal şizofrenidir.

   Bir yandan evrenin sırlarını arayan insan, diğer yanda kendi türünü acımasızca öldüren, komşusunu kışkırtan, gezegenin kaynaklarını hoyratça paylaşarak devasa bir yoksullar ordusu yaratan insan… Bu, türümüzün en trajik ikilemidir. Bir elimizle yıldızlara uzanırken, diğer elimizle boğazımızı sıkıyoruz.

   Doğa bilimcileri yıllardır haykırıyor. İstatistikler, raporlar, eriyen buzul dağlarının uydu görüntüleri ve kuruyan nehir yataklarının acı fotoğrafları önümüzde. Gezegenin ateşinin çıktığını,ortak evimizin yaşanmaz hale geldiğini en net bilimsel kanıtlarla ortaya koyuyorlar.Peki,”anlam arayan” o insan ne yapıyor?Bilinçli bir sağırlıkla,konfor alanlarına hapsolmuş “mutlu azınlıkların” çıkarlarını korumak adına bu çığlığı duymazdan geliyor. Klimasız bir yaz gününün artık bir lüks haline geldiğini, suyun altından daha değerli olma yolunda ilerlediği bir kötü yaşam koşullarını kendi ellerimizle inşa ediyoruz.

   İşte en can alıcı soru burada beliriyor: Nereye kadar?

   Evrenin büyük patlamasını anlamak için milyarlar harcarken, kendi küçük gezegenimizdeki sosyal patlamaları, yoksulluktan ve açlıktan kaynaklanan sessiz ölümleri görmezden gelmek… Bu nasıl bir akıl tutulmasıdır? Higgs bozonunu bulmanın coşkusu yaşanırken, kendi toplumsal dokumuzu bir arada tutan duygudaşlık ve adalet bozonunu kaybetmemiz bize neyi anlatıyor?

   Bu durum, basit bir çelişkiden çok daha fazlası.  Bu, psikolojik bir inkâr mekanizmasıdır. Kendi yarattığımız felaketin büyüklüğü karşısında donakalan, sorumluluk almaktan korkan ve kısa vadeli hazların peşinde tükenişe koşan bir türün portresidir. Konforunu kaybetmek istemeyen mutlu azınlıkların, yoksulluğun ve iklim krizinin ağır yüklerini omzuna yıktığı devasa çoğunlukları dışlaması, sadece sosyolojik vaka değil, ahlaki bir çöküştür.

   Belki de CERN’deki o parlak zihinlerin aradığı en büyük “boşluk” ,evrenin derinliklerinde değil, kendi içimizdedir. Bilgimiz ile eylemlerimiz arasındaki o devasa uçurumdur. Anlama kapasitemizle yaşama biçimimiz arasındaki o korkunç çelişkidir.

   Pascal’in insanı bir “düşünen saz”a benzetmesi boşuna değil. Evet, evrendeki en cılız varlıklardan biriyiz ama düşünme yetimiz bizi her şeyin üstüne koyuyor. Ancak, görünen o ki, bu “düşünen saz” , kendi ağırlığı altında kırılmak üzere. Evrenin anlamının getirdiği o tanrısal kibri, kendi gezegenindeki nadide bir çiçeği, bir insanı, bir damla suyu korumanın bilgeliğine bir türlü dönüştüremiyor.

   Soruyu tekrar soralım: Nereye kadar? Belki de cevap, su kaynakları tamamen tükendiğinde, son buzul eridiğinde ve yoksulluk isyanları en korunaklı kaleleri bile yıktığında verilecek. Ama o gün geldiğinde, evrenin sırlarını anlamış olmamızın kimseye faydası olmayacak.

 Güven SERİN 

  





27 Ağustos 2025 Çarşamba

TURHAN DEDE

 



     URFA KIŞLASINDA BİR “GÖNÜL ÇAVUŞU”: TURHAN DEDE

Serdar Ortaç’ın ‘Karabiberim’i radyolarda, dillerde; bizim de içimizde vatan borcuna gidişin o buruk ama bir o kadar da heyecanlı hüznü vardı. Yıl bilmem kaç,241.Kısa Dönem askerleri olarak ülkenin farklı illerinden herkes o gün, tıpkı Tekirdağ’dan otobüse bindiğim gibi, İzmir Bornova’ya ( Bornova 57.Topçu Tugayı) doğru akıyoruz. Otobüs tıklım tıklım yolcu dolu. Çanakkale'yi geçince başlayan zeytinlikler yol boyu bize eşlik ediyordu. O puslu, keskin rüzgâra aldırmadan, bütün bir yıl gözü gibi baktıkları zeytinleri toplayan zeytin işçilerini gördükçe, kendi 'hasat' mevsimimizin nasıl olacağını düşünüyordum belki de… Yaş otuza dayanmış, kafada bin bir soru: “ Ne yapacağız, nasıl geçecek bu aylar?” Doktoru, avukatı, mühendisi, öğretmeni, gazetecisi… Her meslekten adam, hayatın tam ortasından kopup gelmiş, postalları ayağına geçirmeye hazırlanıyor.

 Bornova’nın meşhur yağmurları altında, korunaklı bir köşede içilen çayların deminde, acemilik günleri su gibi akıp geçti. Saygı, sevgi gırla… Yaşını başını almış bizlere komutanlarımızın hürmeti tamdı. Ama asıl film, usta birliğine gidiş kuraları çekilince başladı. O kalabalığın içinden bir ses, sanki karanlığa atılmış bir oltaydı:

 “Şanlıurfa’ya giden birisi var mı?”

İşte o an… Bütün o telaşın, o bilinmezliğin ortasında bir başka ses cevap verdi o oltaya takılarak:

“Ben varım.”

 İşte o “ben varım” diyen ses ve o sese çağrı yapan kişi, bu yazının kahramanı, Artvin yaylalarından süzülüp İstanbul’a, oradan da benimle aynı kaderi paylaşmak için Urfa yollarına düşen Turhan Dede’ydi. O an anladık ki, askerlik sadece nöbet tutmak, eğitim yapmak değil; askerlik, en olmadık yerde en hasından bir yol arkadaşı bulmaktı.

Atatürk Havalimanı’nda, o demir kuşların yeri göğü inlettiği şafak vaktinde buluştuk. Benim için bir ilkti uçağa binmek. O devasa motorlar çalışınca, yeryüzünden gökyüzüne bir şükran fısıldadım uçak mühendislerine. Urfa’ya indik, Balıklıgöl’ü gezdik, tarihi çarşılarda kaybolduk. Vakit gelip 20.Zırhlı Tugay’ın kapısından içeri adım attığımızda ise heyecan yeniden sardı bedenimizi.”Acaba hangi birliğe düşeceğiz?” derken, Turhan Dede’nin ismini “Levazım Birliği”nde duyunca bir hüzün çöktü. Ayrılmıştık…

 Ama hayat bu ya, güzel adamlar nerede olursa olsun kendini belli eder. Bir ay boyunca kimse kimseden haber alamazken, bir ay sonra bir araya gelmeye başladığımızda bir efsane dolaşıyordu dillerde: Fırın Çavuşu Turhan Dede!

 Benim sımsıcak, dupduru Artvinli, İstanbullu, Türkiyeli, dünyalı kardeşim, tugayın fırınının başına geçmiş, sadece mideleri değil, gönülleri de doyuruyordu. O uzlaşmacı tavrı, o babacan halleriyle yüzlerce askerin derdine derman olmuş, gönlünde taht kurmuştu. Rütbesi çavuştu ama gönüllerdeki rütbesi binbaşıydı, albaydı. Elbette o tugayda gönlümüzü ısıtan tek kişi Turhan Dede değildi. Bize babacanlık yapan Mithat Üsteğmen, her daim anlayışlı Metin Yüzbaşı ve bilge tavrıyla Âdem Binbaşı gibi komutanlarımız da o zor günleri bizim için yuvaya çevirenlerdendi. Veda ederken hepsinin elini sıktığımda yaşanan o duygu dolu anlar, rütbelerin değil, insanlığın ne kadar önemli olduğunun kanıtıydı.

 Orada anladım ki vatan hizmeti sadece silahla olmuyormuş. Bazen bir somun sıcak ekmekle, bir güler yüzle, iki tatlı sözle de memlekete en kral hizmeti yapılabiliyormuşsun. Turhan Dede, o fırının sorumluluğu içinde sadece ekmek pişirilmesini denetlemiyor, kardeşliği de mayalıyordu.

 Yıllar geçti, o günler anılara karıştı. Geçen akşam evde “Karabiberim” çalınca, o soğuk Ocak günü, o içten “Şanlıurfa’ya gidecek var mı?” diyen ses ve Şanlıurfa’daki fırından yayılan o sıcacık dostluk kokusu burnuma geldi.

 Turhan Dede gibi gönül erleri oldukça bu vatanın sırtı yere gelmez. Hep bir şey istemek yerine, onun yaptığı gibi, elindekiyle en iyisini yapmak, bir gönül kazanmak, yoldan bir taşı kaldırmak veya yerinden çıkmış bir taşı onarmak bile en büyük hizmettir. Bizler o kışlada sadece askerlik yapmadık; bizler, hayata ve insana ait olduğumuzu bir kez daha anladık.

 Selam olsun o günleri paylaştığım bütün kardeşlerime ve selam olsun kışlanın kalbini o sıcacık ekmeleriyle ısıtan Fırın Çavuşu Turhan Dede’ye…

 Güven SERİN 






26 Ağustos 2025 Salı

TERZİ EŞREF KAVAK

 


Kamera; Güven




Kamera; Güven 

         MAKASIN UCUNDAKI HAYAT FELSEFESİ: TERZİ EŞREF

 Şehirlerin bir ruhu, bir hafızası vardır. Bu ruhu binalar değil, o binaların arasında nefes alıp veren, hikâyeleriyle sokağın dokusuna işleyen insanlar oluşturur. Tekirdağ’ın yaşayan hafızalarından, şehrin adeta bir markası hailine gelmiş öyle bir isim var ki, onun dükkânının önünden geçmek bile insana umut verir; Terzi Eşref Kavak.

 Onu, yaşına veya kaç yıldır bu mesleği yaptığına dair istatistikî bilgilerle anlatmak, ruhunu eksik bırakmak olur. Çünkü Terzi Eşref, belli bir yaştan sonra hayatın temposundan düşen, bir kenara çekilip eski günleri anarak avunan insanlardan değil. O,her sabah hayata yeniden başlayan, iğnesiyle sadece sökükleri değil, adeta yaşamın yıpranmış taraflarını da diken bir zanaat bilgesidir.

 Her sabah,günün ilk saatlerinde 100.Yıl Mahallesi’nden yola çıkıp uzun bir yürüyüşle dükkanına varması,onun için bir angarya-yük değil,bir ayindir.Bu yürüyüş,bedeni dinç tutan bir spor olduğu kadar,güne ve şehre “merhaba” deme biçimidir.Dükkanının kapısını açtıktan sonraki ritüel ise onun dünyaya ne kadar bağlı olduğunun en net kanıtıdır: Taze demlenmiş kahvesini yudumlarken günün gazetesine gömülür.Memlekette ve dünyada olup bitenleri takip eden bu meraklı zihin,onu sadece bir terzi değil,aynı zamanda yaşadığı çağın tanığı ve entelektüeli olduğunu gösterir.

 Bu tablo, günümüzün hız ve tükenmişlik çağında yaşayan bizler için imrenilecek bir yaşam yolculuğu değil midir? Hayatı bir yük gibi gören, en ufak zorlukta umudunu yitiren modern zaman insanına Terzi Eşref gibi öncüler, sessizce ama derinden bir önderlik sunar. Latin şair Vergilius, eserleriyle Roma’ya aydınlık bir ruh katmıştı. Terzi Eşref de iğnesi, ipliği ve yaşama sımsıkı sarılan duruşuyla Tekirdağ’ın Vergilius’u gibidir; aydın, bilge ve üretken.

 Onunla aynı şehri paylaşmak, yolda karşılaşıp selamlaşmak veya kısacık bir sohbette bulunmak, insanın kendini yenilemesi için paha biçilmez bir fırsattır. Çünkü Terzi Eşref’in varlığı, insanın içindeki yaşam aşkının; zanaatla, disiplinli bir yaşamla (sporla) , dünyayı anlama çabasıyla (felsefeyle) birleştiğinde nasıl muhteşem bir insanlık şölenine dönüştüğünü kanıtlar.

 İlerleyen yaşıyla didişmek yerine onunla barışan, bedenine ve ruhuna iyi bakmak için o mütevazı ama büyük gayreti gösteren, dengeli beslenip dengeli yaşayan bu güzel insan, şehirlerin giderek içe kapandığı, insanların birbirine yabancılaştığı bu zor zamanlarda parlayan bir umut ışığıdır. O,bize sadece kumaşa nasıl şekil verileceğini değil, hayata nasıl anlamlı bir şekil verileceğini de öğretir.

 Terzi Eşref, bir mesleğin nasıl bir hayat sanatına dönüştürülebileceğinin yaşayan anıtıdır. Tekirdağ, böyle bir değere sahip olduğu için çok şanslı.

Onun bu zamana ve kayıtsızlığa karşı her gün yeniden sergilediği onurlu mücadele, akla ister istemez edebiyatın unutulmaz karakterlerinden birini getiriyor: Ernest Hemingway’in “İhtiyar Adam ve Deniz” romanındaki balıkçı Santiago’yu. Uçsuz bucaksız denizde, tek başına dev bir balıkla ve ardından talihsizliğiyle mücadele eden Santiago, nasıl ki kendi zanaatının ve varoluşunun onurunu korumak için savaştıysa, Terzi Eşref de her sabah dükkânının kapısını açarak kendi küçük evreninde benzer bir saygınlık mücadelesi verir. Bu, kılıçların çekildiği gürültülü bir kahramanlık değil; iğnenin kumaşta çıkardığı ses gibi sakin, disiplinli ve derin bir direniştir. Tıpkı Santiago gibi, o da bize insanın bedeni yaşlansa bile ruhunun ve meslek aşkının yenilmeyeceğini her gün yeniden kanıtlar.

 Güven SERİN




 




23 Ağustos 2025 Cumartesi

FİZİK KANUNU; NE EKERSEN ONU BİÇERSİN

 



                      FİZİĞİN “NE EKERSEN ONU BİÇERSİN” KURALI

    Sanatın eşsiz gücü karşısında her zaman büyülendiğimi, ruhumun oradan oraya savrulduğunu bir kez daha ifade etmek istiyorum. James Mc Teigue’nin yönettiği Ve for Vendetta filminde geçen bir fizik kuralını ilk önce not aldım. Sonra da anlamaya çalıştım. Tam olarak anladım mı anlayamadım mı bilemiyorum. Bildiğim bir şey var ki, sanat daima evrenin bilinmezliği için kapıları aralamak isteyecektir. Fizik bilimi gibi…

  Evet,”Her hareket eşit yönde ters kuvvet yaratır.” İfadesi, fiziğin en temel ve evrensel prensiplerinden birini ifade ediyormuş. Ve bu bir kanundur. Bu prensip, daha bilimsel ve yaygın olarak bilinen adıyla Newton’un Üçüncü Hareket Yasası’dır. Sir Isaac Newton tarafından 17.yüzyılda formüle edilen bu yasa, evrendeki kuvvetlerin doğasını anlamamızda bir köşe taşı kabul ediliyor.

  Anlamaya çalıştığım kadarıyla: Evrende hiçbir kuvvet tek başına var olamaz. Kuvvetler daima çiftler halinde, karşılıklı bir etkileşim ortaya çıkar. Ne zaman bir cisim başka bir cisme kuvvet uygulasa, ikinci cisim de, birinci cisim de anında, eşit büyüklükte ve zıt yönde bir kuvvet uygular. Bu iki kuvvete “etki” ve “tepki” kuvvet çifti denir.

  Bu durumu günlük hayattan bir örnekle somutlaştırmaya çalışalım: Bir duvara elimizi bastırdığınızı düşünün. Sizin elinizin duvara uyguladığı kuvvet “etki” kuvvetidir. Elinizi ne kadar kuvvetli iterseniz, duvar da elinizi o kadar kuvvetli geri iter. Eğer duvarın uyguladığı bu tepki kuvveti olmasaydı, eliniz hiçbir dirençle karşılaşmadan duvarın içinden geçip giderdi. Elinizin acıması, bu tepki kuvvetinin en bariz kanıtıdır.

   Bu yasanın en önemli ve bazen kafa karıştıran tarafı ise, etki ve tepki kuvvetlerinin farklı cisimler üzerine etki etmesidir. Bu yüzden bu kuvvetler birbirini dengelemez veya yok etmezler. Örneğin, bir topa vurduğumuzda ayağımız topa bir kuvvet uygular ve topun ileri doğru fırlamasına neden olur. Aynı anda top da ayağımıza eşit büyüklükte ve zıt yönde bir kuvvet uygular. Bu kuvveti ayağımızda hissederiz. Topun kütlesi ayağımıza göre çok daha küçük olduğu için, ayağımızın uyguladığı kuvvetin etkisi topta daha belirgin olur.

   Yeryüzünde yürümemiz bile bu kanun sayesinde mümkündür. Yürürken ayaklarımızla geri geriye iteriz (etki) ve bu gazların da roketi ileriye doğru itmesiyle (tepki) gerçekleşir.

   Sonuç olarak, “Her hareket eşit yönde ters kuvvet yaratır.” İfadesi, basit bir gözlemden öte, evrenin işleyişini düzenleyen temel bir fizik kanunudur. Bu konun, en küçük atom altı parçacıkların etkileşiminden gezegenlerin ve galaksilerin hareketine kadar her ölçekte geçerlidir. Ve doğadaki mükemmel simetrinin ve dengenin bir yansımasıdır.

  Dostlar, benim fazlasıyla kafam karıştı. Sıradan yaşamın özgürlüğü ve can sıkıcılığı ne kadar kolay değil mi? Ne atomlardan, ne simetrilerden, ne de fizik kanunlarından söz ederek vaktimizi yok ediyoruz! Vaktin çok değerli olduğunu da hesapladığımızı sanmıyorum ya! Çünkü bir filme giden, bir kitap okuyan, bir film izleyen birçok insandan şu sözü duyunca hep ruhum buz gibi olmuştur; “ Ne güzel vakit öldürdük!”

  İyisi mi bu fizik kanunlarından kurtulup daha fazla vakit öldürmeyelim. Nasıl olsa biz bilsek, bilmesek de, anlasak da anlamasak da, fiziğin, matematiğin kanunları evrenin sınırsız özgürlüğü ve büyümesi için her daim var olacaklardır. Belki de hayatın denge yasası, hiçbir kuvvetin yalnız olmadığını anlatırken, sürekli sorunlarla uğraşan bizler için yüce bir tesellidir…

 Güven SERİN 


     

  


22 Ağustos 2025 Cuma

KRAL YOLU EFSANESİ

 




   KRAL YOLU: KORKUYU DEĞİL, GELECEĞİ İNŞA ETME VAKTİ!

    ( Hora Feneri ve 57. Alay )

   Tekirdağ’ın turizm sınavı ne hazindir ki çok kötü. Şehrin turizmi olmazsa, dönüşümü de, dönüşümü de ağır oluyor. Turizm deyince ille “yabancı turizm” demiyorum, “yerli turizm” on iki ay boyunca, şehrin gelişimine, dönüşümüne zevkle katkı verir. Oma o zevki tattıracak turizm hizmetleri, çabaları ne hazindir ki cesaret, yürek ve bilgi istiyor.

Trakya’nın topraklarına bir inci gibi serilmiş Tekirdağ, Marmara’nın kıyısında sessiz, mahzun ve potansiyelinin farkında olmayan bir dev gibi uyuyor. Oysa bu devin damarlarında efsaneler, göğsünde cesaret destanları ve gözlerinde asırlık fenerlerin ışığı saklı. Elimizde paha biçilmez mücevherler var ama biz onları parlatmak yerine tozlu sandıklarda tutmayı tercih ediyoruz. Turizmde yaprak kımıldamıyor. Şehrin dönüşümünden değil uyuşukluğundan korkmalıyız.

 Her şey bir hikâye ile başlar. Ve bizim başlangıçların en görkemlisine sahip bir hikâyemiz var. Kral Yolu. Kralların ve beylerin izlerini anlatan efsaneleri saygıyla kucaklamalı, sevgiyle sahiplenmeliyiz. Bu efsanelerin izleri, şehrimizin üzerine serpilecek altın tozlardır. Turizmi yani efsane peşinde koşan insanları çekmeyi cazip hale getirirsek, onları bu efsanenin bir parçası haline getirirsek; bacısız fabrikalarımız tütmeye başlar.

 Bu efsanenin geçtiği yerler çok iyi saptanırsa, belli zamanlarda oraları kral yolunu izlemeye gelen insanları ağırlayacak ahşaptan, camdan, çelikten iskele ve müzelerle şenlenirse, bu iş sadece kral yolu ile kalmaz, kralın sofrasının kurulduğu yere kadar gider. İnsanlık ne kadar çok gerçeğin içinde gibi görünse de bir o kadar dışındadır. Bu dünyanın kahrı, biraz da efsanelerin varlığıyla daha çekilir hale gelir.

 Eğer Kral Yolu mitolojik bir zenginlikse, Hoşköy’deki Hora Feneri gerçeğin içinden fışkıran şiirsel bir çiçektir. Fransa’dan getirilip Sultan Abdülmecid döneminde inşa edilen bu demir kule, sadece bir seyir yardımcısı değildir. O,fırtınalı gecelerde denizcilerin umudu, ailelerin bekleyişi, fenercilerin yalnız ama onurlu hayatlarının şahididir.

Bugün fenerciler kalmamış olabilir ama onların ruhları o demir merdivenlerde, o devasa merceğin başında halen yaşıyor. Bu hikâyeyi turizme kazandırmak bir vefa borcudur.

 Şimdiki işletmecisi fenerin korunup kollanması adına doğrudur. Fakat şehrimizin turizmine etkileri ne kadardır? Yeterli midir? Fenerin yanındaki eski hizmet binası, butik bir “Fenerci Evi Müzesi ve Kafesi” olarak hizmete açılabilir. O dönemin atmosferini yansıtan bu mekânda, ziyaretçiler zeytinliklerin ve incir ağaçlarının yakınındaki tepeden denize karşı kahvelerini yudumlarken, fenerin ve fenercilerin cesaret dolu hikâyelerini dinleyebilirler. Bu en az Kral Yolu kadar çekici, insana dokunan, sıcak bir turizm durağı yaratmaktır.

 Ve geldik en kutsal gerçeğimize: 57.ALAY. “Size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum.” Komutuyla bir an bile tereddüt etmeden şahadete yürüyen kahramanların alayı… Tekirdağ’da kurulup Çanakkale’ye uğurlanan bu alayın anasını yaşatmak, bizim için turizmin ötesinde milli bir görevdir.

 Farklı amaçla kullanılan eski Göğüs Hastanesi binaları, bu görev için biçilmiş kaftandır. Burası, kanla, cesaretle ve yürekle yazılmış bir destanın evi olmalıdır.

 Buraya kurulacak modern bir “ 57.Alay Cesaret ve Anı Müzesi” ,klasik bir müze anlayışın çok ötesine geçmelidir. Ziyaretçilerin interaktif ekranlarda askerlerin künyesine dokunarak onların kişisel hikâyelerini okuyabildiği, siper hayatını ve o büyük fedakârlığı dijital simülasyonlarla hissedebildiği, yaşayan bir mekân olmalıdır. Bu merkez, sadece Tekirdağ için değil, Çanakkale’yi ziyarete gelen her yerli ve yabancı turist için ikinci bir zorunlu durak, bir “vefa rotası” haline gelecektir.

Korkuyu değil geleceği inşa etme vakti! Evet, niçin bu kadar uzağız? Belki de sahip olduklarımızın değerini fark edemeyecek kadar yakınında durduğumuz içindir. Belki de değişimin getireceği sorumluluktan korkuyoruz. Ama unutmayalım ki, hiçbir gemi limanda bekleyerek yeni kıtalar keşfedemez.

 Tekirdağ Kral Yolu’nun mitolojik gücünü, Hora Feneri’nin romantik ve cesur ışığını ve 57.Alay’ın kutsal mirasını bir araya getirdiğinde, sadece Trakya’nın değil, Türkiye’nin parlayan bir turizm yıldızı olabilir.

Kral Yolu’nun fısıltısı, Hora Feneri’nin ışığı ve 57.Alay’ın ruhu, Tekirdağ’ı bekliyor. Bu çağrıya kulak verecek birileri var mı?

Güven SERİN 




21 Ağustos 2025 Perşembe

HASAN ŞEN

 



                PASAJIN VİCDANI, EMEĞİN ONURU: HASAN ŞEN

 Tekirdağ’ın göbeğinde, her gün yüzlerce insanın gelip geçtiği Belediye İş Merkezi’ni bilir misiniz? Hani o koşturmacanın,o dükkan telaşının bitmediği çelikten,betondan,demirden yapılmış büyük yapı…İşte o binanın bir kalbi,bir ruhu var desek,inanır mısınız?O ruhun adı Hasan Şen’dir,bizim Hasan Abimizdir.

 Onu gördüğünüzde elinde mutlaka bir bez, omzunda bir fırça vardır. Ya bir camın kirlerini siler, ya da kimsenin fark etmediği bir kapı kolunu parlatır. Bir an durup soluklandığını, boş oturduğunu görmek zordur. Bir çay içimi dahi soluklansa, yine pasajla ilgili bir sorunun taslağı üzerinde çalışıyor olur. Selam verirseniz, o selama tebessümle karşılık verirken bile gözü etraftaki bir tozu, bir lekeyi arar. Onun için iş, mesai saatine sıkıştırılmış bir görev değil, hayatın ta kendisidir.

 Geçenlerde bir çay molasında yakaladım kendisini.”Abi” dedim,” kaç yıl oldu pasajda?” Şöyle bir durdu, gözlerini bir anlığına gökyüzüne dikti. Ne bir kâğıda baktı ne bir telefona. Sanki zihnin içinde şaşmaz bir sayaç çalışıyordu. Cevabı, en baba matematikçiyi kıskandıracak nitelikteydi:

 “Otuz bir yıl, yedi ay, on altı gün oldu bu sabah itibarıyla.”

 Dondum kaldım. Yılları, ayları geçtim, gününü bile sayan bir hafıza, bu işine bağlılık neyin nesiydi? Bu, sadece bir iş yapmak değil, o işle bütünleşmek, o mekânın her zerresine ruhunu katmaktı. Pasajda olacak bir arızayı daha olmadan sezen,”Şuraya dikkat etmeli,” diye önceden uyaran bir bilgedir o.Disiplin ve ahlak kelimeleri, onun yanında sönük kalır. O,bu kelimelerin yaşayan halidir.

 Hasan Şen, Ganos Dağları’nın serin yamaçlarından, Şarköy’ün Beyoğlu Köyü’nden kopup gelmiş. Ihlamur ağaçlarının kokusunu ciğerlerine çekerek büyümüş bir tabiat adamı. Şehrin betonuna, asfaltına karışmış ama köyünün o temiz ruhunu, o saflığı zerre kaybetmemiş.

 O kısacık çay sohbetinde gözüm ayağındaki kara lastiklere takıldı. Utanarak değil, onur duyarak anlattı: “ Bunlar ‘koç lastiği’derler bizim orada,” dedi. O an o lastikler, benim gözümde dünyanın en pahallı ayakkabısından daha kıymetli oldu. Çünkü o lastikler bir ayakkabı değildi. Onlar; toprağın, sadeliğin, alın terinin ve henüz kirlenmemiş o eski köy zamanlarının birer sembolüydü. Üzerindeki, teri henüz kurumamış gömleği gibi, o lastikler de Hasan Şen’in kim olduğunu, nereden geldiğini ve neye değer verdiğini haykırıyordu.

 Bizler gösterişli laflar etmeyi, büyük büyük binalarda ahkâm kesmeyi severiz. Ama hayatın en büyük dersini bazen bir pasajın koridorunda, elinde bez, ayağında kara lastikleriyle sessiz sedasız çalışan bir adam verir. Hasan Şen, bize çalışmanın, dürüstlüğün ve sadeliğin en büyük erdem olduğunu her gün yeniden hatırlatıyor.

 Yolunuz Belediye İş Merkezi’ne düşerse, etrafa şöyle bir bakın. O pırıl pırıl parlayan camlarda, o tertemiz koridorlarda sadece bir temizlik görevlisinin değil, Ganos Dağları gibi heybetli, ıhlamur ağacı gibi mütevazı bir adamın onurunu, emeğini ve otuz bir yılı aşan sevdasını göreceksiniz.

 Eline, emeğine, o güzel yüreğine sağlık Hasan Abi… Varlığın, bu şehre verilmiş en güzel hediyelerden biridir.

Güven SERİN  


 

 

 

 


20 Ağustos 2025 Çarşamba

SAMAN ALEVİ SANMA!

 

İNTERNET

                SAMAN ALEVİ SANMA, O YANGIN HEPİMİZİ YAKAR

   Hükümet Caddesi’nin sıradan bir gününde, medeniyetin en parlak cilasıyla kaplanmış bir anın şahidi oldum. Belki yaz sıcağından bunaldığı için, belki de modern bir tarz arayışıyla saçlarını usturaya vurdurmuş bir adam… Ayaklarında pahalı spor ayakkabıları, kaliteli tişörtü ve kendinden çok emin, neredeyse uysal adımlarla ilerliyordu. Bir adım gerisinde, ona eşlik eden zarif eşi ve on altı yaşlarındaki kızıyla, şehrimize tatil için gelmiş, refah içinde bir “Almancı” aile portresi çiziyorlardı.

   Adam, bu modern ve huzurlu tablonun ortasında bir sigara yaktı. Tam o esnada, arkasından gelen eşi, kızına muhtemelen masum bir şey söyledi. Cümlenin sonu duyuldu sadece: “…aslında öyle değildi de!”

 Ve o an, medeniyetin ince cilası bir anda çatladı.

 O uysal,o her haliyle “modern” görünen adamın,sanki ödünç alınmış,yabancı bir canavara ait bir ses yükseldi.Boğuk,sert ve öfke dolu bir tıslama: “ Öyle değil mi!...”Bu iki kelimeyi,içindeki bütün zehri akıtırcasına birkaç kez tekrarladı.Havanın akışı değişti,caddedeki görünmez denge sarsıldı.

 Ancak ne kadında ne de genç kızda en ufak bir irkilme, bir korku emaresi vardı. Bu zehirli tepkiye pabuç bırakacak ruh halleri yoktu. Sanki bir vızıltıyı, sıradan bir gürültüyü duymuş gibi, aynı ahenk ve sükûnetle babalarının arkasından yürümeye devam ettiler.

 İlk bakışta “Bizim kel adamın öfkesi saman aleviymiş,” deyip geçebiliriz. Evet, o an orada fiziki bir şiddete dönüşmedi. Ama asıl ürkütücü olan bu değil mi?O öfke patlamasının,o aile için ne kadar “normalleştiğini” ,ne kadar sıradanlaştığını gösteren tepkisizlik…İşte o tepkisizlik,toplum olarak geldiğimiz tehlikeli uçurumun en net fotoğrafıdır.

 Bu “saman alevi”,her akşam haber bültenlerinde yüzümüze bir tokat gibi çarpan ve kadınları hayattan koparan o büyük yangınların ilk kıvılcımlarıdır. O caddedeki adam, sosyoekonomik statünün, modern görünümün ya da eğitim seviyesinin, erkeğin içine işlemiş o zehirli “öfke hakkını” ortadan kaldırmadığının canlı kanıtıdır. Pantolonun markası, ayakkabının pahası, tatilini nerede yaptığı gerçeği değiştirmiyor: Öfke, bir erkeğe bahşedilmiş bir imtiyaz, bir kontrol mekanizması görülüyor ve bu kültür, nesilden nesle aktarılıyor.

 Her öfkeli erkek sesi duyduğumda, artık bir erkek olarak bende irkiliyorum. Çünkü biliyorum ki o ses, sadece anlık bir sinirin değil, yüzlerce yıllık kültürel bir kodun, “erkek adam dediğin sesini yükseltir, masaya vurur, had bildirir” diyen o köhne geleneğin bugünkü yankısıdır. Bu yankı, bazen bir sokak ortasında eşini azarlayan bir “medeni” adamın sesinde, bazen de bir evin kapalı kapıları ardında bir kadının son çığlığında son buluyor.

Peki, çare ne? Çözümler o kadar belli ki, aslında bu çaresizlik hissi daha da kahredici.

Çözüm, Bir Zihniyet Devrimidir:

1.Eğitimin kök hücresi, okul öncesi: Her şeyin başladığı yer burası. Çocuklara renkleri, sayıları öğretirken, onlara öğretmemiz gereken en temel şey DUYGU OKURYAZARLIĞIDIR. Öfkenin de, üzüntünün de, sevincin de normal bir duygu olduğunu ama hiçbir duygunun bir başkasına zarar verme hakkı tanımadığını anlatmalıyız.”Kız gibi ağlama” diyerek, erkek çocukların duygusal kanallarını tıkamaktan,”Oğlandır, sever de döver de” diyerek şiddeti meşrulaştırmaktan vazgeçmeliyiz. Toplumsal cinsiyet eşitliği, bir ders değil, anaokulundan üniversiteye tüm eğitim sisteminin ana felsefesi olmalıdır.

 2.Hukukun caydırıcılığı değil, kaçınılmazlığı: Yasalarımız var. Ama yasaların varlığı, uygulanmadığı ve toplumsal bir karşılık bulmadığı sürece bir anlam ifade etmiyor.”Bir anlık öfke,” , “Haksız tahrik” gibi indirimler, o caddedeki adamın ve binlercesinin öfkesini bir hak olarak görmesine zemin hazırlıyor. Cezai yaptırımlar, şiddet uygulayan için bir “ihtimal” değil,”kaçınılmaz bir son” olmalıdır.

  Hükümet Caddesi’ndeki o aile yürüyüp gitti. Belki de beş dakika sonra hiçbir şey olmamış gibi bir kafede oturup kahve içtiler. Ama o kısa an, o “saman alevi” ,toplumun ruhuna işlemiş o derin yanığın sızısı olarak benimle kaldı.

 O alevleri küçükken söndürmezsek, her birimiz o yangın dumanında boğulmaya mahkûmuz. Değişim, büyük eğitim devrimleriyle, zihniyet dönüşümleriyle ve en önemlisi, o anlara şahit olduğumuzda göstereceğimiz medeni cesaretle başlayacak.

Güven SERİN 


14 Ağustos 2025 Perşembe

KAYTAN BIYIKLI ADAM

 

           SAHNE: HALK OTOBÜSÜ, BAŞROL: KAYTAN BIYIK

  Hayat, en beklenmediğimiz anlarda en çarpıcı sahneleri sunar. Bazen o sahneleri izlemek için tiyatro salonlarına gitmeye gerek kalmaz; Kumbağ’dan kalkan bir halk otobüsünün için, en usta senaristlere taş çıkartacak bir oyuna ev sahipliği yapabilir. Tıpkı önceki günlerden birisinde tanık olduğum gibi…

   Perde, otobüs şoförünün mahalline yakın o yüksek basamağında açıldı. Başrolde, yüzüne karakterini veren incecik kaytan bıyıklarıyla, otobüsün doğal bir parçası duran bir adam vardı. Herkes gibi koltuklara kurulmak yerine, sahnenin merkezini andıran o yükseltiyi seçmişti. Sanki görünmez bir profesör kürsüsünden, etrafındaki diyaloglara keskin ve anlık yorumlar yapıyor, bir yandan da elindeki telefonun ekranında aceleci bir sörf yapıyordu. Sıcaktan parlayan-terleyen alnını ve bıyıklarını kâğıt mendille silişi bile rolün bir parçası gibiydi.

   Oyunun ikinci perdesi, Topağaç mevkisinde otobüse binen bir yolcuyla başladı. O bilindik, o mekanik ses: “Bakiye yetersiz.” İşte tam o an, kaytan bıyıklı kahramanımız devreye girdi. Cebinden çıkardığı kartı okuyucuya uzattı ve iyiliğin faturasını anında ve herkesin duyabileceği bir tonda kesti: “ 25 TL vereceksin.”

   Bu noktada oyun, bir iyilik hikâyesinden psikolojik bir gerilime dönüştü. Borçlu yolcu, bu jesti sanki hiç yaşamamış gibi görmezden, duymazdan gelerek büyük bir kayıtsızlık zırhına büründü. İyiliksever adam da bir alacaklıya, hatta avını gözünden bir an olsun bir avcıya dönüştü.”Demek sen çarkını böyle döndürüyorsun, bedavaya götürüyorsun bu işi?” sorusu, otobüsün demirlerine çarpıp hepimizin kulaklarında çınladı.

   Final, Tekirdağ Valilik durağında yaşandı. Borçlu adam indi, peşinden de bir an bile tereddüt etmeyen kaytan bıyıklı atladı. Ben de bu filmin sonunu merak eden bir izleyici olarak peşlerinden…

“Param yanımda değil, bankada” bahanesi, son kozuydu borçlunun. Ama avcımız kaytan bıyıklı pes etmedi: “ O zaman bankaya gidelim.”

   Ve son sahne… Önde borçlu adam, arkasında ona sarsak ama kararlı adımlarla takip eden kaytan bıyıklı kahramanımız, şehrin kalabalığında gözden kayboldu.

   O 25 TL tahsil edildi mi, banka yolunda başka neler yaşandı, bilmiyorum. Bildiğim tek şey var: Hayat, bazen en sıradan yolculukta bile bize insan doğasının karmakarışıklığını, gururun, inadın, iyiliğin ve kurnazlığın ne kadar iç içe geçtiğini gösteren inanılmaz bir tiyatro izletiyor. Ve inanın bana, bu oyunun bilet parası paha biçilmez…

   Gördüğüm ve anladığım kadarıyla “iyilik yapma”nın doğası çok karışık. Koşulsuz iyilik yapmak ile borç verme arasındaki çizgi çok incedir. Bir iyilik, karşılığında bir beklenti (maddi veya manevi ) içerdiği anda doğası değişiyor. Belki de gerçek iyilik, karşılığını beklemeden ve peşine düşmediğinde anlam kazanır.

   Kamusal alan, karakterimizi büyüten bir sahne gibidir. Normalde özelde yaşanacak bir durum, herkesin gözü önünde bir gurur ve utanç testine dönüşebilir.

   Kısacası dostlarım, o kısacık otobüs yolculuğu aslında güven, adalet, onur, utanç ve insan psikolojisinin karmaşıklığı üzerine minyatür bir hayat dersiydi…

 Güven SERİN 




9 Ağustos 2025 Cumartesi

AMERİKAN RÜYASI

 

İNTERNET

                                                  AMERİKA RÜYASI

( İnsan Kök Salacağı Toprakta Yaşamalı! )

   Toplumların hafızası, sanatçıların eserleriyle, bilim insanlarının uyarılarıyla ve halkın kalbindeki sevgiyle şekillenir. Bazen uzak diyarların parlak ışıkları gözümüzü kamaştırır, bazen de kendi toprağımızın sessiz bilgeliğini gözden kaçırırız. Peki, rüya ile kâbusu, umut ile aldanışı birbirinden ayıran o ince çizgi nerededir? Cevap, sandığımızdan daha yakınımızda: Eğitimde ve ülke bilincinde…

   Sesiyle nesillere dokunan, İsmet İnönü’nün bizzat soyismini verdiği “Altın plakların kraliçesi” Neşe Karaböcek’i düşünelim.1980’lerde Amerika’ya gittiğinde, oradaki müzik akımlarından etkilenerek “Amerika Albümleri”ni çıkardı. Kasetleri kapış kanış satılırken, o aslında bir değişimi, dönüşümü ama en önemlisi kendi müziğini evrenselle buluşturma denemesini yaşıyordu. Aynı yıllarda, Sylvester Stallone’nin canlandırdığı Rocky karakteri, filmleriyle gençlerimizin kalbinde taht kuruyor,”Amerikan rüyası” denilen o büyük hayali daha da körüklüyordu. Azimle her şeyin başarılabileceği bu rüya, milyonlarca gence ilham veriyordu.

   Ancak parlak madalyonun bir de karanlık yüzü vardır.1962’de aramızda ayrılan Marilyn Monroe’nun trajik hayatı, bu rüyaların nasıl bir kâbusa dönüşeceğinin en acı kanıtı olarak tarihe geçti. Çok daha yakın bir zamanda ise Amerikalı polis müfettişinin şu sözleri durumu özetliyor: “ Uyuşturucudan ölenlerin % 85’i Amerikan vatandaşıdır. Zenginler, çünkü yoksul ülkelerden gelen uyuşturucuyu satın alacak paraları var ve rüyalarını sürdürmek için buna ihtiyaç duyuyorlar.”

   İşte tehlike burada başlıyor. Yeterli eğitim ve bilinç süzgecinden geçirilmemiş her parlak vaat, iyi makyaj yapılmış bir kâbusa dönüşebilir. Toplumlar, bu tuzaklara bir “kurtuluş ümidiyle” sarılabilir.

   Bu noktada, aklın ve bilimin sesi devreye giriyor.1975’te özel bir kanunla Türkiye’nin ilk ve tek “ Türkiye Cumhuriyeti Profesörü” unvanını alan,Yale Üniversitesi’nde tarihin en genç tam profesörlerinden biri olan merhum Oktay Sinanoğlu,adeta bugüne sesleniyor.Onun uyarısı net ve sarsıcıydı: “Eğer aklınızı başınıza almazsanız yakında Türkçeye de ‘bay bay Türkçe’ dersiniz.Türkçe giderse Türkiye gider…Kendi kültürüne yabancılaşan,atasına küfreden insanlar haline gelirsin.Kendi ülkenin tabularını yabancılara kendi ellerinle sunarsın.”

   Sinanoğlu’nun bu feryadı, yabancı bir rüyanın peşinde koşarken kendi kimliğimizi, dilimizi ve dolayısıyla vatanımızı kaybetme riskini gözler önüne seriyor.

   Peki, çözüm ne? Yılların sanatçısı, halkın gönlünde eşsiz bir yere sahip olan Erol Evgin, bu sorunun cevabını bilgece veriyor: “ İnsan kök salacağı toprakta yaşamalı! Gençler diğer ülkelere gidiyor, gitsin! Ama tekrar kendi ülkelerine dönsünler…”

   İşte bütün meselenin özeti budur. Mesele, dünyaya kapanmak değil; dünyayı gezip, görüp, öğrenip, biriktirdikleriyle kendi toprağını yeşertmektir. Kök salacağımız yer, ana dilimizi konuştuğumuz, atalarımızın kanıyla, canıyla bedel ödeyerek bizlere vatan kaldığı bu topraklardır.

   Görünen o ki,”Amerikan rüyası” veya bir başka parlak hayal, ancak ve ancak sağlam bir “ülke bilinci” ve nitelikli bir “eğitim” ile anlamlı olabilir. Eğitim, bize sadece bilgi değil, aynı zamanda rüya ile iyi ambalajlanmış bir kâbusu ayırma becerisi de kazandırır.

  Gençlerimize düşen görev, Oktay Sinanoğlu’nun uyarısını aklında tutmak, Erol Evgin’in tavsiyesine kulak vermek ve bu toprakların değerini bilmektir. Bize düşen görev ise onlara bu bilinci aşılayacak, köklerini unutmadan dallarını evrene uzatmalarını sağlayacak bir eğitim sistemi ve bir ülke atmosferi sunmaktır. Çünkü unutmayalım, en güzel rüya, kendi vatanında, kendi kültürünle kurduğun gelecektir.

 Nasıl sesleniyordu şarkısında Neşe Karaböcek; “ Al gecenin rüzgârını koynumdan/Beni bana ver…”

Güven SERİN 



8 Ağustos 2025 Cuma

KURUYAN BİR AĞAÇ

 

Kamera , Güven 

Kamera; Güven

MEHMET AKİF IŞIN ( O bir kahraman )


                       KURUYAN BİR AĞAÇ ve UNUTLAN BİR VİZYON

     ( Sayın Müze Müdürü )

     Tekirdağ Arkeoloji ve Etnografya Müzesi’nin tam karşısında, İbrahim Müteferrika Parkı’nda yaşlı bir dişbudak ağacı can çekişiyor. Yaprakları çoktan kurumuş ve dalları çok yorgun, kökleri hayata küsmüş gibi… Her gün önünden yüzlerce insanın geçtiği bu ağacın sessiz ölümü, aslında bize bir ağaçtan çok daha fazlasını anlatıyor. Bize, vizyon-uzak görüşlülük sahibi bir liderin bir şehre nasıl bir ruh kattığını ve o ruhun sahipsiz kaldığında nasıl yavaş yavaş solduğunu haykırıyor.

   Bu hüzünlü manzarayı daha anlamlı kılan ise, tam karşısındaki müzenin ve o parkın varoluş hikâyesidir. O hikâyenin kahramanı, kurucu müze müdürü Mehmet Akif Işın’dır.

   Mehmet Akif Bey, maaşını alıp müzesinde oturan bir müdür değildi. O,bu şehrin tarihine, kültürüne ve doğasına âşık, idealist bir aydın; aydınımızdır… Onun için müze sadece taş duvarlar arasında sıkıştırılmış eserlerin sergilendiği bir depo değildi; yaşayan, nefes alan, şehirle bütünleşen bir kültür yuvasıydı. Müze önünde kuruyan akasyaları söktürüp yerine Şarköy’den getirdiği zeytin fidanlarını bizzat direrken toprağa sadece fidan değil, geleceğe uzanan bir vizyon-uzak görüşlülük ekiyordu.

   Onun vizyonu-uzak görüşlülük müzenin bahçesiyle, bahçeleriyle sınırlı kalmadı. Bugün kuruyan o ağaca ev sahipliği yapan İbrahim Müteferrika Parkı’nı ve içindeki tarihi çeşmeyi bu şehre kazandıran ve yine Mehmet Akif Işın’ın bitmeyen enerjisi ve kente olan adanmışlığıdır. O,sorumluluğunun müzenin kapısında bitmediğini biliyordu. Çünkü bir müze müdürü, sadece envanterdeki-dökümdeki eserlerden değil, o eserlerin ait olduğu şehrin ruhundan da sorumludur.

   Şimdi kuruyan o dişbudak ağacına tekrar dönelim. Ve o ağacın tam karşısındaki müzede oturan bugünün idarecisine bir anlığına düşünelim. Kurucu müdürün büyük bir emekle şehre armağan ettiği bu parkta, gözlerinin önünde bir hayat son buluyor.

   Acaba bu hazin son fark edildi mi? Yoksa bir müze müdürünün sorumluluğu, kendi binasının yeşiliyle mi sınırlıdır? Kurucusunun mirası olan karşı kaldırımdaki bir ağacın ölümü, müzenin ilgi alanına girmez mi? Mehmet Akif Işın, o ağacı yaşatmak için çırpınmaz mıydı?

   İşte bu sorular, verimli ve vizyoner yöneticiyle sıradan bir idareci arasında o derin uçurumu gözler önüne seriyor.

   Verimli yönetici, tıpkı Mehmet Akif Işın gibi, sadece koltuğunu değil, o koltuğun temsil ettiği tüm değerleri doldurur. Sorumluluk alanını duvarlarla sınırlamaz; şehrin her sokağını, her ağacını, her taşını kendi mirasının bir parçası olarak görür. İnisiyatifi ele alır, üretir ilham verir ve arkasında sadece düzenli bir envanter-döküm değil, yaşayan bir miras bırakır.

   Diğer yanda ise mevcut durumu korumayı yeterli gören, rutin dışına çıkmayan,”sorumluluk alanım değil” rahatlığına sığınan idareciler vardır. Onların yönetiminde kurumlar işler, ama asla şahlanmaz. Miras korunur gibi görünür, ama ruhu yavaş yavaş ölür. Tıpkı müzenin karşısındaki o yaşlı dişbudak ağacı gibi.

  O kuruyan ağaç, sadece bir bitki değildir. O ağaç, Mehmet Akif Işın gibi değerlerin bir şehre neler katabileceğinin ve bu vizyon-uzak görüşlülük sahipsiz kaldığında nelerin sessizce kaybedilebileceğinin hüzünlü bir sembolüdür.

  Umarız ki, müzenin pencerelerinden bakan gözler, sadece karşıdaki parka değil, o parkı var eden ruhun yüklediği geniş sorumluluğa da bakar. Çünkü gerçek miras, duvarların içinde saklanan değil, o duvarların ötesine taşınabilen vizyondur-uzak görüşlülüktür.

Güven SERİN 








7 Ağustos 2025 Perşembe

MANASTIR'IN ORTASINDA BİR AŞK SIZISI

 

İNTERNET

                                  MANASTIR’IN ORTASINDA BİR AŞK SIZISI

         ( Mustafa Kemal’in İlk Aşkı: Eleni )

    “Manastır’ın ortasında var bir havuz…”

   Bu türküyü ne zaman duysak, içimize Rumeli’nin o serin ve deli dolu rüzgârı dolar. Arnavut kaldırımlı sokaklarında gezinen bir hüzün ve coşku, yüreğimizin tam ortasına oturur. İşte o türkünün doğduğu topraklarda, o havuzun başında, sadece bir halk ezgisi değil, aynı zamanda tarihin en zarif, en dokunaklı ve en mahrem aşklarında biri filizlenmiştir. Bu, henüz bir milletin kurtarıcısı olmamış ama gözlerindeki zekâ ve yüreğindeki ateşle geleceği müjdeleyen o genç askeri lise öğrencisi Mustafa’nın, Manastır eşrafından Eftim Karinta’nın biricik kızı Eleni’ye duyduğu saf ve ölümsüz aşkın hikâyesidir.

   Bu aşk, öyle romanlarda okuduğumuz, filmlerde izlediğimiz abartılı sahnelere sahip değildir. Belki bir hafta süren bu sohbet, belki aylara yayılan gizli bakışmalardır hepsi, bir evin balkonundan caddenin köşesinde bekleyene uzanan bir selam, bir gülümseme, bir anlık kalp çarpıntısı… Ama asil ruhların ve temiz yüreklerin hissettiği o ilk sevda ateşi, ömür denilen yolculuğun en unutulmaz, en derin izini bırakır. Mustafa ile Eleni’nin aşkı, tam da böyle bir izdir. Biri, omuzlarında taşıyacağı vatan yükünün henüz başında bir fidan; diğeri, kendi muhafazakâr dünyasının en narin çiçeği…

   Peki, bu iki genç kalp neden birleşmedi? İşte bu sorunun cevabını, onların aşklarını sıradanlıktan çıkarıp bir destana dönüştürür. Onları ayıran ne bir düşmanlık ne de bir ihanettir. Onları ayıran, kaderin her ikisi için çizdiği farklı yollardır. Mustafa’nın yolu, milletin istiklaline adanmış çetin bir mücadele yoluydu. O,kişisel mutluluğun değil, bir ulusun varoluşunu seçmek zorundaydı. Eleni ise o dönemin toplumsal koşulları içinde, ailesinin ve çevresinin beklentileriyle şekillenen bir hayata yürüyecekti.

   Onların büyüklüğü de burada başlar. Tıpkı Kerem’in Aslı’ya, Tahir’in Zühre’ye kavuşamayarak sevdalarını ölümsüzleştirmesi gibi, Mustafa ile Eleni’de kavuşamamalarına içleri kan ağlayarak saygı duydular. Birbirlerinin kaderlerine engel olmak yerine, o kısacak anda yaşadıkları saf sevginin hatırasını bir ömür yüreklerinde taşıdılar. Bu hikâye bize, sevginin sadece sahip olmak, birlikte olmak olmadığını öğretir. Gerçek sevgi, bazen en büyük fedakârlığı yapabilmek, sevdiğinin yoluna saygı duyup o yoldan çekilebilmektir. Mutluluğun sadece mülkiyete dayanmadığını, yürekte taşınan bir sadakatin ve anının da insanı bir ömür yaşatabileceğini gösterir.

   Bu dokunaklı aşk hikâyesinin tarihin tozlu sayfalarından kurtulup bize ulaşmasını sağlayan Üsküplü yazar Remzi Canova’dan, bu izi derinleştiren Altan Araslı’ya, Makedonyalı tarihçiler Trayko Ognenowski ve Çane Zdravkov’a tüm tarih ve gönül emekçilerimize sonsuz minnet borçluyuz. Onlar sayesinde anlıyoruz ki, bir milletin kurucusu olmuş o büyük dehanın, Mustafa Kemal Atatürk’ün kalbinin derinliklerinde de tıpkı bizim gibi, hepimizin hissettiği gibi insani, dokunaklı ve masum bir aşk sızısı vardı.

   Bugün Manastır’a yolu düşenler, o meşhur türküyü mırıldanırken artık sadece bir ezgiyi değil, genç bir askeri öğrencinin yüreğinde bir ömür taşıdığı o büyük, mahrem ve saygılı aşkı da hatırlasınlar. Bu öykü, tiyatrolara, filmlere konu olmayı ve gençlerimize sevginin en saf, en fedakâr halini anlatmayı ziyadesiyle hak ediyor. Çünkü Mustafa ile Eleni’nin hikâyesi, sadece bir aşk öyküsü değil, aynı zamanda bir vatan sevdası uğruna kişisel arzulardan nasıl vazgeçilebildiğinin de en asil kanıtıdır. O aşk, Manastır’ın ortasındaki sulara karışmış, o türküyle birlikte sonsuza dek yaşayacak bir gönül mirasıdır.

   Bu öykü, bu eserle beni tanıştıran Kenan Oflaz’a ve onun zihninde gezinen, dolaşan yüzlerce, binlerce öykü;  şehir ve ülke kültürüne adanmış bir insanın yüksek ve asil duruşu adına teşekkürü borç biliyorum…

 Güven SERİN

  


5 Ağustos 2025 Salı

MODERN ZAMANLARIN OZANI: BARIŞ MANÇO

 

Kamera; Tamer Kaptan


Kamera; Güven

Kamera; Güven

Kamera; Güven Moda İstanbul

        MODERN ZAMANLARIN OZANI, BİLGESİ: BARIŞ MANÇO

   Yıllar önceydi, Barış Manço’nun bu dünyadan göçtüğü o soğuk Şubat gününün hemen sonrası… Yolum, milyonların kalbinde taht kuran o büyük sanatçının Moda’daki evine düşmüştü. Hafızama kazınan, unutamadığım bir detay vardı: Evinin duvarları. Belki sadece bir metre yüksekliğindeydi. Komşularıyla arasına set çekmeyen, rüzgârın ve ışığın serbestçe dolaştığı, bahçesindeki ağaçların adeta tüm mahalleye ait bir orman gibi olduğu o mütevazı kale… O alçak duvarlar, aslında Barış Manço’nun tüm hayat felsefesinin fiziki bir yansımasıydı: Engelsiz, paylaşımcı, doğayla ve insanla bir bütün.

    Yıllar geçti, o duvarların ardındaki bilge adamın şarkılarını yüzlerce kez daha dinledim. Her dinleyişimde, notaların ve sözlerin arkasındaki o derin felsefe kendini daha çok belli etti. Tıpkı bugün,”Benden Öte Benden Ziyade” şarkısının içinde bir kez daha kaybolduğum gibi. Bu şarkı, Barış Manço’nun notalara döktüğü bir vasiyetname, bir hayat manifestosudur adeta

   Bir başka şarkısı, basit bir emirle başlar: “ Yaz dostum…” Manço, burada bir kâtip, bir sırdaş arar. Anlatacakları kişisel dertlerden öte, evrensel hakikatlerdir. Ve ilk ders gelir: “ Güzel sevmeyene adam denir mi?” Sevgiyi, ama “güzel” sevgiyi, yani incelikle, emekle ve karşılıksız ve derinlemesine sevmeyi insan olmanın temel şartı sayar. Bu, onun için popüler bir duygu değil, varoluşsal bir gerekliliktir.

   Ardından gelen dizeler, onun halk bilgeliğini zirveye ulaştırdığı anlardır.”Yoksul görsel besle kaymak bal ile…” Bu dize,”Halil İbrahim Sofrası”ndaki bereket felsefesinin bir özetidir. Paylaşmanın, gönül zenginliğinin, komşusu açken tok yatmayan o kadim Anadolu irfanının modern bir ozanın dilinden dökülüşüdür.

   Ve belki de en sarsıcı olanı. “ Yaz dostum, kimse göçmez bu dünyadan mal ile.”işte “Sarı Çizmeli Mehmet Ağa”nın burada yeniden karşımıza çıkar. Mehmet Ağa, ardından borç değil,”bir çift sarı çizme” yani hoş bir seda, temiz bir isim bırakmıştır. Manço, hepimize o en yalın gerçeği hatırlatır: Servetin, mülkün, şanın ve şöhretin,”alt üstü beş metrelik bez için” yani bir kefen için biriktirilen nafile çabalar olduğunu yüzümüze vurur. Tıpkı en güçlü hükümdarın bile fani olduğunu anlattığı “Süleyman” şarkısındaki gibi.

  Peki, tüm bu öğretilerin birleştiği o nakarat ne anlama gelir? “Benden öte, benden ziyade…”

   Bu bencilliğin ve egonun reddidir.”Ben” den öteye geçip “biz” olabilme çağrısıdır. Miras olarak bırakılacak olanın, bedenden, isimden, şöhretten daha fazlası; bir fikir, bir duruş, bir sevgi anlayışı olduğunu söyler.”Benden öte” olan, ardında bıraktığı eserler ve düşüncelerdir.”Benden ziyade” yani “benden daha önemli” olan ise bu düşüncelerin nesiller boyu yaşaması, insanlığa ışık tutmasıdır. Tıpkı o bir metrelik bahçe duvarları gibi,”ben”i hapsetmeyen, fikri ve sevgiyi herkesle paylaşan bir anlayış. Kaç sanatçı har hafta evinin adresini verip “ Lütfen bana yazın, ama muhakkak yazın” der ve demiştir?

  Barış Manço, bir müzisyen, bir sanatçı olmanın çok ötesinde, modern zamanların bilgesi ve ozanıydı. O,şarkılarıyla sadece kulaklarımıza değil, ruhlarımıza da seslendi. Moda’daki evinin alçak duvarları nasıl komşularıyla arasına bir engel koymadıysa,”Benden Öte Benden Ziyade” de onun felsefesinin zaman ve mekân tanımadan, yüzyıllar sonrasına bile ulaşacak o engelsiz, kucaklayıcı davettir.

   Yaz dostum, Barış Manço gibi “güzel seven” adamlar, bu dünyadan göçseler de felsefeleriyle sonsuza kadar yaşarlar.

   O,notalarının arasına yalnızca melodi değil, bir yaşam felsefesi, nesiller boyu çözülecek bir “gönül kodu” saklamıştır.

   Onun sanatı, dijital okyanusta kaybolan bir veri zerresi değil, yolunu kaybedenlere yol gösteren bir pusula, savrulan ruhlara tutunacak bir çapadır. O,fiziksel olarak aramızdan ayrılarak “benden öte” olanı başardı; ancak ardından bıraktığı bu ölümsüz kodlarla, her birimizin kalbinde “benden ziyade” yaşamaya devam ediyor…

 Güven SERİN 

  

 

 

 

 

   









2 Ağustos 2025 Cumartesi

TEKİRDAĞ'DA GÖRDÜĞÜM O YÜZ!

 


                                             TEKİRDAĞ’DA GÖRDÜĞÜM O YÜZ!

    ( Toplumsal Yetimlik )

   Bu yüzü, çaresiz bakışın kabul edişe sığınmış gencini anlatmak için ya yukarıdaki başlığı, ya da; “ Bir Adam, Bir Yüz, Bin Kırık Hayat” başlığını yazmayı düşündüm. Ancak, bendeki bu derin etkiyi, siz değerli okuyucuya anlatabilirim…

   Tekirdağ’ın bir köşesinde, Balıkesir’den gelen yorgun bir bedene uzatılan bir poşet yolluk… Bu sıradan ve insanı jest, modern toplumun en derin trajedilerinden birinin perdesini araladı. O poşeti “hatır için” alan, sanki yeme içme mecburiyeti onun için çoktan sona ermiş gibi duran o genç adamın yüzü, günlerdir zihnimde silinmiyor. Boş, ifadesiz ve bir o kadar ağır… Sanki yeryüzünde fazlalık olan bedeni değil, ruhuna yüklenmiş koca bir enkazı taşıyordu.

   O yüz,yalnızca kişisel bir dramın değil,parçalanmış ailelerin geride bıraktığı “duygusal mirasın” en net fotoğrafıydı.Anlattılar… Anne-babası ayrılmış “kurban çocuklardan” biriydi. Büyümüş, kendi yuvasını kurmuş ama o da yürümemiş, o da ayrılmıştı. Geriye kalan iki evladın, annelerinin yanında, babalarını sadece bir para kaynağı olarak görmesi, bu trajedinin ikinci perdesiydi. O genç adam, sadece bir eşten değil, bir gelecekten, bir baba olabilme onurundan da boşanmıştı aslında.

   Günlerdir o yüze bir isim, içimdeki sarsıntıya bir kavram arıyorum. Bu, basit bir umutsuzluk değil. Bu, bir “çaresizlik zırhı”. İnsan, kaybedecek bir şeyi kalmadığında korkusuzlaşır derler. Oysa bu bir cesaret değil, yaşamla arasına örülmüş en kalın duvarın, yani anlamsızlığın bir sonucudur. Sevgi, aidiyet, amaç gibi insanı hayata bağlayan tüm demirler koptuğunda, geriye kalan beden artık ne toplumsal kurallardan ne de yarının getireceklerinden çekinir. Çünkü “yarın” onun için bir umut değil, tekrar edilecek bir boşluktur. O yüz, işte bu yüzden korkusuz ve bu yüzden bu kadar ürkütücüydü.

   Bu, bireysel bir kader kurbanının çok ötesinde, toplumsal bir alarmdır. Bizler boşanmayı, medeni bir hak olarak görüp hukuki bir çerçeveye sığdırırken, “ayrılığın” bıraktığı sosyal ve kültürel enkazı görmezden geliyoruz. Ayrılan eşlerin ardında bıraktığı çocuklar, sadece bir evden diğerine gidip gelen bavullar değildir. Onlar, çoğu zaman sevginin ve güvenin istikrarsız zemininde büyüyen, gelecekteki kendi ilişkilerinde de aynı sarsıntıyı yaşama potansiyeli taşıyan “toplumsal yetimlerdir”.

   O gencin yüzündeki kıvılcımsızlık, aslında hepimize bir soru soruyor: Bu yaralara nasıl ÇARE üreteceğiz?

     Çözüm, boşanmaları engellemek değil,”sağlıklı ayrılmayı” bir toplumsal bilinç haline getirmektir. Ebeveynlik rolünün, eş rolünün bittiğinde sona ermediğini; bir çocuğun en temel ihtiyacının para veya hediye değil, koşulsuz sevgi ve güvene dayalı, istikrarlı bir ebeveyn figürü olduğunu her fırsatta işlemeliyiz.

   Okullarda, rehberlik servislerinde, aile danışmanlık merkezlerinde bu “duygusal enkazın” farkında olan erken önlem alacak birimler geliştirmeliyiz. Çocuklara ve gençlere, ailelerinden alamadıkları o güven ve aidiyet hissini bir nebze olsun sunacak destek ağlarını her tarafa yaymalıyız.

   En önemlisi de o boşluğa bakan yüzleri gördüğümüzde başımızı çevirmemeliyiz. O yüzler, sadece kendi kaderlerinin değil, bizim de duyarsızlığımızın, ihmalimizin ve yüzeysel çözümlerimizin birer aynasıdır. Tekirdağ’da şahit olduğumuz o genç adam, belki de çoktan kendi sessizliğine gömüldü ve Balıkesir’e geri döndü. Ama onun yüzü, geride kalanlara ağır bir sorumluluk bıraktı: Parçalanmış ailelerin görünmez mirasıyla daha kaç kuşağı kurban vereceğiz?

   Son söz: “Toplumsal Yetimlik” .Bu, sadece kuralların değil, köklerin de kaybedildiği bir haldir…

Güven SERİN