29 Temmuz 2022 Cuma

KUMSAL MOTEL'İN SIRLARI

 

Kamera; Güven Çınarlı Köyü

Kamera; Güven Çınarlı Köyü

                                                     Kamera; Güven Çınarlı Köyü

Kamera; Güven Çınarlı Köyü

       KUMSAL MOTEL’İN SIRLARI

 

   Tekirdağ’a çok yakın bir ada, Marmara Adası’nın güneye kuzeye bakan cephesinde, küçük mü küçük bir koy koynunda bir köy; Çınarlı Köyü…

  1950’li yılların başında İstanbul’dan tatil amaçlı Marmara Adası Çınarlı Köyü’ne gelen Nazım Hiçyılmaz, bir daha geri dönmek istemez. Aradığı yeri, kuytu köşeyi bulmuştur. Adı Kumsal Motel olacak bu yer; tepeler, zeytinlikler, çam ağaçlarıyla iç içe geçmiş, iki katlı binalar, yetmiş yıllık serüvenin başlangıcı olacaktır…

 Nazım Hiçyılmaz, taşlık, makilik, çalılık yeri, kendi elleriyle ektiği çam ağaçlarıyla şenlendirir. Kırk yıl burada ağırlar konuklarını, ada, kum ve deniz sevdalılarını…

  1990’lı yılların başında ise bir başka ada sevdalısı gelir Çınarlı diyarına. Nazım Hiçyılmaz’ın kırk yıllık koşusunu devralır. O gün bugün, otuz seneyi doldurur; Sefer Kırmızıgül’ün ikinci sahibi olduğu Kumsal Motel ile kavuşması...

  Tatile niçin gidilir? Onarılmak için değil midir? Sadece kum, deniz, ormanlar, tepeler, dağlar yeterli midir insan denen hassa canlının yenilenmesi için? Değildir dostlarım değildir. Buralara tat ve tuz katan kişiler, kurucular, önderler ve öncüler olmayınca, her şey bir yara kadar; kendiliğinden sönüverir…

  Marmara Adası, Çınarlı Köyü’nde bulunan Kumsal Motel’in sırlarından birisidir; ağırladığı konuklarının mide ve ruhlarını doyurmak. En tecrübeli aşçılar, çalışanlar yıllardır gelenleri doyurmakla kalmayıp; onarır, lezzetli sofraları bandırma kültürü ile tamamlar.

  Peynirin, zeytinin, zeytinyağının, ekmeğin, suyun, hünerli ellerin en iyileri burada olmakla kalmayıp, aynı zamanda kumsalın, denizin, güneşin, zeytinliklerin, huzurun, sükûnetin de en iyilerinin toplandığı yerin adıdır: Kumsal Motel…

  Her şey dâhil, oldukça süslü, makyajlı yer arayanların uğrayacağı bir yer değildir. Hatırlatmalı korkmadan, haykırmalı Kumsal Motel’in Ağustos böcekleri korusuyla birlikte. Kumsal Motel sevdalılarının kimisi otuz, kimisi yirmi beş yıl önce başlamış buraya gidip gelmeye. Kısacası, yüzlerce, binlerce insan-aile; zaman, düşünce, irade, sevgi, buraya gelip gidiyor…

   Kim bilir ne umutlar tazelendi, sırtını tepelere, zeytinliklere yaslamış Kumsal Motel’in plajında, geceye süzülen serin ve neşeli böceklerin şarkılarının olduğu yerde…

    Elleriyle ekmiş çam ağaçlarını burasını kuran Nazım Hiçyılmaz. Yarım metrelik çam fidan-cıkları, şimdi yirmi metreye yükselmişler…

   Kumsal Motel’in ön bahçesi çam ağaçlarıyla dopdolu, serinliğin her çeşidi ağaçların altında oturan insanlara iğne uçlu çamların orkestrası eşlik ederken, arka bahçesi de zeytinliklerle, dağlara, tepelere doğru akıp gider…

   Tıpkı, insan denen canlının, evrimi gibi; denizden çıkıp, mağaralara,ağaç kovuklara,ormanlara,nehirlere,oradan da köylere,kasabalara,kentlere ve artık uzayın derinliklerine kadar merak salan,süzülen,yerleşen bir canlı telaşının serüvenidir buraya ait olmak ve tekrar tekrar gidip gelmek…

  Yıldızlı otel arayan, tıka basa doyma adı altında her şey dâhil yiyecekleriyle, oburluğun taşkınlığına ait olanlar gelmemeli buraya. Gökyüzünde yıldızları, yeryüzünde Ağustos böceklerinin şarkılarını, çam ağaçlarının rüzgârla birlikte zamanlar ötesi ürpertici seslerini duymak isteyenler uğramalı.

  Belki de şairinin çıkmak isteyin de bir türlü çıkamadığı ada ve liman da burada bir yerde; Kumsal Motel’in sırları gibi, kapıyı, hissiyatı aralayacak insanları bekliyordur; kim bilir…

  Temiz denizi, incecik kumları olan kumsalı, adaçayı kokusu duymak isteyenler uğramalı buraya. Kırık ruhların, bütüne bir türlü erişememiş bedenlerin, kendini kaybedip de bulmak isteyenlerin sığınacağı bir liman, bir şehir ve bir masaldır Sefer Kırmızıgül’in işlettiği Kumsal Motel…

   Bu dünyadan göçüp giden ve burayı İstanbul’dan gelip kuran Nazım Hiçyılmaz’a, buranın tekrar tatil, huzur, insan merkezli kalmasında ikinci sahibi olan Sefer Kırmızıgül’e,Kumsal Motel ile sembol olmuş bir başka, bu dünyadan göç etmiş insan,Ahmet Gülümser’e,Kumsal Motel’in aşçısından,temizlik çalışanı,temiz elleri ve ruhlarıyla yemek servisi yapan bütün görevlilerine,ada selamı,ada teşekkürü ve minnettarlığı sunmak isterim…

 Güven SERİN

 

 

  







27 Temmuz 2022 Çarşamba

BİR İNSAN,BİR ÖYKÜ,BİR KOMEDİ

 

İNTERNET


                                   BİR İNSAN, BİR ÖYKÜ, BİR KOMEDİ

 

  Tekirdağ sahilinde, Özgürlük ve Barış Parkı yakınlarında bir etkinlik yapılmış, sona ermişti. Çeşitli hediyelerin yanında ünlü bir Tekirdağ firması da küçük kâselere koymuş olduğu üç top dondurmaları dağıttı orada toplanan insancıklara. Dondurmaların sayısı az olduğu için en atılgan, en cesur ve en iştahlı olanlar aldı dağıtılan dondurma kâselerini; birer, ikişer…

   Etkinlik görevlisi bir adam almış olduğu iki kâse dondurmayı alıcı, istekli gözlerden kaçırmak için hızlı adımlarla arabasına doğru gidiyordu. İçinden de şöyle düşünüyordu;

   “ Dondurmalar çok güzel görünüyor. İnşallah önüme bir tanıdık ve kâselerden birisini isteyen bir başka dondurma meraklısı çıkmaz!”

   Elinde iki kâse dondurma taşıyan adamı izleyen bir başka adam da şöyle düşünüyordu;

 “ Adama bak, iki kâse almış. Ne aç, ne utanmaz herif! Acaba, eski tanış olmamız sebebiyle birisini bana vermez mi? Şimdi istemek de olmaz! Hakkımda kim bilir neler düşünür Deyyus!”

   Dondurma kâselerini gözlerden uzak bir yere kaçırmaya çalışan adama baka kalmanın yanında o ana kadar aklıma bile gelmeyen dondurma tatlarına kasap etrafında dolanan kedi ve köpek açlığı içinde uzun uzun baktım. Belki, birisi dondurmaya özendiğimi anlar da;

   “ Kardeşim, buyur bir kâse de sen ye” der ümidimin bittiğini dondurmalar dağıtılırken anlamış olsam bile. Dondurma kâselerinden her alan kişi, kararlı ve dondurma açlığı içerisinde kıvranıyordu. Ne kırılan, ne dökülen ne de geriye kalan bir kâse olurdu bu kadar can, dondurma çekerken…

   Biz yine iki adama dönelim. Etkinlik görevlisi düşünceler içinde arabasına yaklaşmış, artık derin bir nefes çekmek üzereyken, az önce onu izleyen tanıdığı adam ile göz göze gelince şu düşünceleri geçirdi aklından;

   “ Ulan kereste, tam da duracak yer seçmişsin. Şimdi görmesem, görmemezlikten gelsem, sonra fırsatını bulunca bir zararı olur. En iyisi diplomatik bir yolla dondurmalarımı gözlerden, gönüllerden kaçırayım.” Bu düşünceler içinde elindeki kâselere göz koymuş adama seslendi;

 —İster misin?

   Bu diplomatik, bu hileli seslenişi duyan adam da anasının gözüymüş hani! Aynı kurnazlık içerisinde bir cevap vermez mi; ?

 —Ye sen ya!

  Halk arasında nasıl derler; “ Al buradan yak!” Dondurma kâselerini arabasına tam koyacakken, yağmurdan kaçarken doluya tutulan etkinlik görevlisi adam tam manasıyla tuzağa, kendi kazdığı kuyuya düşmüştü. İstemeyerek de olsa, dondurma kâselerinden birisini “ Yer misin?” dediği adama uzattı. Uzatırken de içinden; “ İnşallah almaz, inşallah vazgeçer!” dediyse de, istemeyerek uzattığı elindeki dondurma kâsesini alan adam hızla yemeye bile başladı.

   İşin garibi bundan sonra oldu. İki kâse dondurmayı kaçıran etkinlik görevlisi, şık takım elbiseli adam, diğer dondurmayı, yani kalan bir tek kâseyi kaçırmaya gerek kalmadığını anlayınca kendisi de yemek isteyince dondurma kâsesi yana kayınca içindeki üç top dondurma da yere düştü.”

   Sizin anlayacağınız sevgili okuyucu, iki kâse derken, bire düşen etkinlik görevlisi eldeki bulguru da kaybetmiş, büyük bir hüzün içinde az önce kendi elleriyle vermiş olduğu diğer dondurma kâsesini yiyen tanıdığına acı acı baktı ve şu düşünceleri geçirdi o yüce aklından;

  “ Ulan namusuz nasıl da yiyor benim yiyemediğim dondurmayı. Gözü kalmış herifin. Ne çok da canım çekmişti, bedava dağıtılan dondurmadan”

   Kasap önünde umutları kırılmış kedi gibi ayrılırken için için gülümseyen bir başka adam; bendeniz, sahili, düşleri, komediyi, trajedileri içime çeke çeke ilerledim uçsuz bucaksız evrenin canlı yaşam sürdüren tek gezegeninde. Yetmeyeni, korkunç mülkiyetleri nazikçe bir kenara bırakarak, unutarak, yok sayarak…

 Güven SERİN 

 

 


23 Temmuz 2022 Cumartesi

ZAMANI BİRİKTİRE BİLİR MİYİZ?

 

İNTERNET

                                     ZAMANI BİRİKTİREBİLİR MİYİZ?

 

  Simya uğraşı, inancı ve düşleri olan insanların, bitip tükenmeyen zenginlik arayışı sayesinde var oldu. Sıradan insanların masalımsı düşlerini anlıyor saygı ile karşılıyorum. Bütün meselem şudur; kendini sanatçı; yazar, şair veya bir başka şekilde aydın gören insanların “köşe dönme” düşlerinin “iğneli fıçı” gibi nasıl ruhlarına batmadıklarını merak ediyorum…

  Yaklaşık 14 yıl önce kendisini şair, yazar olarak tanımlayan, bir de şiir kitabı yayınlayıp onu kapı kapı gezen sözde şairle tartışmış, bir daha görüşüp selamlaşmamış-tık… Yıllar sonra biraz sıkılgan, biraz “alacaklı” gibi bir tanıdıkla birlikte atölyeme uğradı.

  Koşulsuz yaklaşımım bir süre sonra rahatlamasına, eğitimci, şair, aydın bir insan olarak konuşmaya başlamasına neden oldu. İlgi, merak ve sevinçle dinlemeye başladığım anda, tam da yerinde bir çuval inciri berbat etti…

   Klasik romancılardan filanca yazarın geçmişinde yayın evleri tarafından sürekli reddedildiği ama sonunda kabul edilip köşeyi dönüp, çok zengin olduğunu söylerken, gözleri SİMYACI misali parlıyordu…

   Arsası müteahhit tarafından alınır ve kendisine onlarca daire verilen insanlar var ya; tıpkı onların yüzlerindeki sonsuz zenginlik gibi parladı bizim şairin, yazarın, aydın insanın gözleri…

   Kabul edemediğim bir durum; sürekli zengin olma düşleri değil, her defasında aldanan insanların hayal kırıklıklarıdır… Biliyoruz ki, zaman nehri büyük Krallıkları, İmparatorlukları da içinde eritmeyi sever. Evrenlerin ortasında bulunan Kara Delikler de öyle; yutarlar, dönüştürürler kâinatı yeniden ve yeniden…

   Biliyorum birçok insan, birçok aydın sürekli “ah bir zengin olsam” düşlerine dokunmanın içgüdü, genetik mirası içerisindedirler. Bir zengin olsalar, gösterecekler günlerini, basit olan dünyaya, o korkunç sefil diğer insanlığa…

  İşte, bu düşlerin sarhoş kişilikleriyle yollarımız burada ayrılıyor dostlarım. Onları kınamadan, yok saymadan kendi yoluma gitmenin muhteşem zenginliği içerisinde, yaşamın mal mülk biriktiren tarafında olmak yerine zamanı nasıl biriktire biliriz, diye bir başka simyacı aldanışı içerisinde, zaman nehrine kendimi kabul ettirip, usul usul ve bazen Meriç’in kış zamanları aktığı gibi deli deli akışı içinde yüzmek, eğlenmek, yıkanıp arınmak istiyorum…

   Özellikle ölüm törenlerinde, mezarlıklarda herkeste birkaç dakika, birkaç saatliğine bir SESSİZLİK olur. Yüce ölümün karşısında korkunç bir duraksama: O kadar…

   Ölmemiş olmanın o muhteşem gururu, harika bir çalımla yine o korkunç ızdırap dolu yükleri olan düşlerin içine bırakır bizi; bile bile zamanı öldüre öldüre, her şeyi biriktirip ama bir türlü zamanı biriktirmeme fakirliği içinde, yürürüz; kendi saltanatımızın, yabanıl hayvanlar gibi çiş yapıp işaretlediğimiz yerlerin ihtişam duyguları içinde…

   Bütün ısrarımıza rağmen herhangi kurum, kuruluş bize birkaç yıl, beş on yıl zaman verebilir mi? Her şeyi satın alacak hale geldi, kurduğum düşlerin tamamını gerçekleştirdim diyen tanıdıklar var. Sordum nazikçe

“ Zamanı satın alabilir misin arkadaşım?” Boynunu büktü ve dürüstçe “Bir onu yapamam işte; bir onu yapamam…”

   Öyleyse, hepimiz zamanın tutsağı, kurbanı mıyız acaba? Öyle böyle, bağırış, çağırış, kusur, takdir, övünme, haykırma, kin, nefret; bol ışıklı saltanat, en pahalı markalar derken; hakiki kurbanların devamıyız…

   Bir gün, zamanı satın alabilecek hale gelirsek, en büyük servet sahipleri, okyanusların zengin duruşları gibi sonsuz mutluluk duyacaklarına eminim. Biraz daha, biraz daha kalıp yaşamak isteyeceklerdir yaşlı gezegenimizde; zamanı bile satın almış olmanın garip yalnızlığı içresinde…

Güven SERİN 



14 Temmuz 2022 Perşembe

ÇALIŞMAK LAZIM,YAŞAMAK DÖVÜŞMEK!

 


İnternet

                          ÇALIŞMAK LAZIM, YAŞAMAK ve DÖVÜŞMEK!

                  

          ( 15 Temmuz Darbe Girişimini Lanetliyoruz…)

   1944 yılında Bursa ceza evinden eski mahpus arkadaşı Orhan Kemal’a mektup yazan Nazım Hikmet’in Orhan Kemal’e seslenişidir mektubunda; “ Çalışmak lazım, çalışmak, yaşamak ve dövüşmek”

  “Dövüşme” sözcüğüne dikkatinizi çekmek isterim! Nazım Hikmet’in dövüşü; “Karanlık ve Cehalet” ile olacaktır. Üretmekten, çalışmadan, sanattan, felsefeden, diğer uygarlıkların dil ve kültürlerinden uzak kalan uygarlıkların nasıl çöktüğünü çok iyi analiz etmişti.

  Bu yüzden Orhan Kemal’e yazdığı mektuplarda sıkça “ Fransızcayı öğren, Fransızcanı geliştir” uyarılarını bıkmadan tekrarlıyor. Nazım’ın üretimi, çalışma öncülüğünü, hiçbir zaman durmadığını; hapiste ürettiği, şiirlerden, hikâye, romanlar ve çevirileri yanında, orada da dokuma tezgâhı kurup çalışıp para kazandıklarından biliyoruz.

   Nazım Hikmet’in bir başka sanatçı özelliği ise, yetenekli olanları keşfedip sınırları zorlayıp, sınırsız destekler içinde o yeteneğe arka çıkma becerisidir. Yetenekli mahpus arkadaşlarından birisi de Raşit-Orhan Kemal’dir. Hapiste boş vakitlerinde ona Fransızca dersi vermenin yanında. Şiir, hikâye, roman yazmasını da teşvik etmiştir.

  Orhan Kemal çıktıktan sonra, aralarındaki mektupların edebi, sosyal, kültürel değeri anlatılamaz derece lezzetlidir. Öğretmiş olduğu Fransızcanın yarım kalmaması için sürekli uyarılarda bulunmasının yanında, şiiri, hikâyeyi, romanı da bırakmadan denemeler yapmasını istiyor.

  Nazım’ın zekâsı, sanatsal başarısı karşısında herkes kendini tutamayacak kadar duygulanır, ona saygı ve sevgi besler. Fakat aynı Nazım’ın mektuplarında bir başka yönü çıkıyor ortaya. Kadına ve çocuklara olan düşkünlüğü, saygı ve sevgisi…

  Orhan Kemal’in Nazım’a yazdığı veya yazacağı her mektubunda ilk önce eşinden ve küçük kızından uzun uzun söz etmesini istiyor. Onlara olan düşkünlüğü; Orhan Kemal’in eşi Nuriye’ye “ Kızım” , küçük kızına ise “ Torunum” olarak seslenişi, sözcüğün yazı dilinden öte, seslenişe, yüreklere akmasına kadar etkili oluyor.

  1944 yılı içerisinde Orhan Kemal’den gelen mektupta, küçük kızının yaramazlık yapıp annesinden dayak yemesini anlatması üzerine, sadece şiirin babası değil, şefkatin babası da olan Nazım şöyle yazıyor;

  “ Annesinden dayak yiyip sana şikâyete gelmesi faslını okurken AĞLADIM. Kızıma söyle Yıldız’ı döverse vallahi, billahi kendisiyle bozuşuruz. Böyle şirin ve akıllı bir mahlûk kedi olsa dövülmez, nerde ki benim Yıldız’ım.”

  Sanatçı ehliyeti almanın biricik yoludur diğer zamanlar içinde yaşamak! Sadece kendi zamanın bencilliğine kurban olanlar da sanat üretebilir ama öteki zamanlara bir türlü taşımıyorlar. Neredeyse bütün dünyada Nazım Hikmet sevgisinin, saygısının oluşması boşu boşuna değildir.

  Nazım Hikmet, birçok insanın kahır olacağı mahpushane yaşamını; sadece sanatçı kabiliyeti içerisinde görmemiştir. Sanki bir okul öğretmeni, oradaki arkadaşları ise onun öğrencileri, arkadaşları, dostları…

  İbrahim Balaban, ölmeden önce son günlerinde kendi sergisi ve müzesi için Tekirdağ’a geldiğinde dinlemiştim omun Nazım Hikmet sevgisini. Her hücresine kattığı öncü arkadaşını anlatırken, yaşlı-ihtiyar bedeni, tıpkı mahpusluk günleri gibiydi; taptaze, capcanlı…

  Aynı yıl,1944’te Orhan Kemal’e yazdığı mektupta İbrahim Balaban’dan da söz ediyor Nazım;

  “ İki üç gündür, fazla değil şu son üç gündür kısa bir tembellik geçirdim. Yarın yine işe başlıyorum. Bizim burada ressam berber İbrahim vardı ya, resmi inanılmayacak, akla sığmayacak kadar ilerletti. Ben de gözlerim sulana sulana halkımın büyük yeteneklerinden birine örnek olan bir hadise karşısında hazdan ve bahtiyarlıktan böbür böbürleniyorum.

  Büyük Türk halkı! Nasıl bütün dünya halkları gibi yaratıcıdır ve nasıl sevilmeye, hayran olunmaya değer ve uğrunda gebermek en ehemmiyetsiz iştir. Çalışmak lazım, yaşamak ve çalışmak ve dövüşmek…

   Sana yirmi lira yollamıştım. Biraz sabret ay sonuna doğru otuz kırk lira daha göndereceğim. Senin tezgâh bu suretle normal çalışmaya başlamış olacak.”

   Nazım’ı nasıl anlatmalı, nasıl aktarmalı? İnsanı insan yapan öz, onun genetiğine gizlenmiş. Sadece edebi dünyanın şairi, yazarı değil, sosyolojinin, kadının, çocuğun, evrensel vicdanın de yanı başında bir Nazım; İbrahim Balaban’ın ifadesi gibi “ Şair Baba” olan bir Hikmet…

Güven SERİN 


13 Temmuz 2022 Çarşamba

BİR ÇOCUĞUN KALBİNİ KAZANMAK

 

İnternet

                                BİR ÇOCUĞUN KALBİNİ KAZANMAK!

 

   Sayın okur “Hangi çocuğun?” sorusu karşısında en yakınınızda bulunan çocuğun demekle yetineceğim. Yazıma bir tanıdığın anlattığı yaşanmışlıkla başlayacağım. Bir çocuğun, şimdi kocaman adam olmuş; adı-sanı olan ve çok kazanan bir insanın öyküsüyle…

  Anneanne sıklıkla şikâyet ediyormuş bizim çocuğun büyük adam olmuş haline;

”Seni ben büyüttüm, senin için ne büyük fedakârlıklar yaptım ama sen doğru dürüst beni ziyaret etmiyorsun!”

  Bu şikâyet, yıllar boyu devam etmiş. Bir gün, o çocuğun büyük hali; yani şimdiki hali şöyle bir sözü üzerine basa basa söylemiş; “ Ne yapayım yani sen büyüttüysen! Büyütmeseydin…”

  En sonunda buraya gelecek, getirilecek fedakârlığın faydası olsa olsa; kocaman bir yük, sıkıntı değil de nedir? Diyeceksiniz ki büyük adam olmuş olan o büyük kişi, yaşlı kadını idare etseydi, ara sıra dolaşsaydı daha iyi olmaz mıydı? Elbet olurdu olmasına ama olmamanın karşılığı “ölümcül diyet” anlayışına dönüşmemeli…

  Bir gün akşamüstü Hasan Efendi Caddesi’nden eve doğru ilerliyordum. Erkek çocuğunu okuldan almış olan anne, çocuğa yolda hesap soruyordu. Muhtemelen bir harcama üzerineydi. Çocuk susuyor, korkarak annenin sözsel saldırılarını dinliyordu. Ne olduysa o anda oldu; anne çocuğa, derecesi yüksek bir tokat attı. Çocuğun utancı, tokadın acısından daha büyüktü…

   O manzaraya bakarken sanki bütün günahlarım, suçlarım, kusurlarım ile bin kez, bin kat daha fazla bir şekilde yüzleştim. Şiddet, korku, hoyratlık eninde sonunda çocukları da aynı acımasız kültürün içine çekiyor. Onların sırası da geliyor. Anneden tokat, azar yiyen çocuğun da sırası geleceği gibi…

  Bir çocuğun kalbini kazanmak; nasıl olacak peki? Her istediğini yaparak mı? Şımartalım da başımıza mı çıksın? Anneyi, babayı tanımasın mı? Onlardan korkmasın mı?

  Hiçbirisi değil sayın okuyucu; hiçbirisi… Korkunun, başka korkuları, saldırganlığın başka, hatta daha büyük saldırganlıkları tetiklediği, büyüttüğü bilinen bir gerçekken, kendi eziyet-çimizi niçin büyütelim?

   Unutmayalım ki, çocuklar büyürken, bizler ise küçülüyor, yaşlanıyoruz. Eninde sonunda yüzleşeceğimiz bir gerçek var!Korku, şiddet, baskı, zalimlik ile yapmaya çalıştığımız; adına eğitim, sevme dediğimiz garip sevgi, rezalet anları… İhtiyarlıkta, yalnızlıkta insana en çok koyacak olan şeydir sevgisizlik ve korkunun gölgesinin yanı başımızda olması…

  Anlayana sivrisinek saz, ata sözünü burada hatırlatacak değilim. Hatırlatacağım şey, kendimizi dönüştürmek, yeniden var etmek için Dünya ve Türk Klasik kitaplarına başvurma düşüncesini paylaşmaktır…

 Hani nasıl derler klasikler için? Yeniden okuyorum, yeniden bir şeyler buluyor, yeniden besleniyorum, dediğimiz eserler…

  Öyle bir sesleniş yapıyorlar ki insana, dokunamadığımız nöronlarımız, kılcal damarlarımız dahi titriyor…

  Balzac’ın eseri Goriot Baba, baba-lık anlayışınızı bir kez daha gözden geçirmenizi sağlayacaktır.

  Fyodor Dostoyevski’nin Karamazof Kardeşler eseri ise bir başka babanın muazzam erdemini, bir başka babanın rezaletini yan yana görmenizi sağlayacak.

   Tercih ettiğiniz baba figürü, korkulan, her an ölmesi istenen bir yaratık mı, yoksa onunla her koşulda onur duyacağınız bir insan mı? Dosdoyevski sizinle olacaktır, eğer o okuma randevusuna kutsal bir törene gider gibi gitmeyi kabul ederseniz…

  İnsan olmak zor zanaat! Anne ve baba olmak da fazlasıyla zor zanaat… Oysa çocuk olmak, çocuk gibi düşünmek ayrıcalıklı bir sanat gibi; taptaze, capcanlı, kıpır kıpır…

   Niçin, büyük olmanın belli figürleri temsil etmenin ağırlığı altında ezilip, büzülüyoruz; niçin…

Güven SERİN  

  


5 Temmuz 2022 Salı

KARPUZ ÇALMAYA UTANMIYOR MUSUN?

 

İnternet
Utanma; ayrı bir erdem,yücelik,dönüşüm imkanı...

                                KARPUZ ÇALMAYA UTANMIYOR MUSUN?

 

  Akşamüstü uğradığım genç manav oldukça canı sıktın bir şekilde yan taraftaki komşularına dert yanıyordu. Karayağız delikanlı ne olduysa olmuş ama bu işe çok canı sıkkındı…

—Ne oldu kardeşim, deyince;

—Ya abi, her gün bana gelen bir adam; biber isteyince biber, domates isteyince domates veriyorum. Bugün de verdim. Bir ara ben içeride müşteriyle uğraşırken dışarıda bulunan karpuzlardan kocaman bir tane çalmış. Yan komşu beni uyarınca arka sokakta yakaladım kendisini.

—Sonra?

—Ulan utanmaz-arlanmaz sende hiç mi vicdan yok! Koskoca karpuzu ne yapacaksın. İsteyince sana vermiyor muyum dedim. Cevap yok kendisinde…

   Genç manavın derdi buydu. Garip-biçare sandığı kişinin istediğinde ona yardım etmesi, bir yerde kendince ihanete uğramasına çok içerlemişti… Bir hafta önce ulusal marketlerimizden birisindeyim. Yan tarafta market çalışanı ile müşterinin konuşmasına kulak misafiri oldum. Market çalışanı hırsızlık olaylarından şikâyet ediyordu…

  Şu soruları sordum kendime ve birkaç tanıdık arkadaşa;

Hırsızlıklar yoksulluktan mı yapılıyordu? Yoksa eriyen, dönüşen toplumumuzun bozulan, tükenen insan yapılarının karaya vurmasından mı?

  Kırk yıl önce Sakarya Karasu’ya gitmiştim. Yol boyunca bir sürü yerleşim yerinden geçtik. Özellikle gece saatleri dükkânlar kapandığı halde dışarıda bırakılan mallarını, eşyalarını görünce arkadaşım Kubilay’a sordum;

—Niçin içeriye alınmamış bunca eşya, mal mülk? Arkadaşım hemen cevabı verdi;

—Buralarda hırsızlık olmadığı için hiç kimse dışarıdaki mallarını içeriye almaz…

  Aslında doğup büyüdüğüm yerde de insanlar evlerinin bile kapılarını kilitlemediği zamanlara tanıklık etmiştim… Ya şimdi? Değişen, dönüşen toplumları sadece bir tek sözcük, birkaç olayla izah edemeyiz…

  Nedenleri, niçin-leri, dönüşümleri iyi ve kötü yanlarıyla rakamlara, oradan da insani yansımalara, psikolojik, sosyal, hukuksal olaylar bütününe getirir, bir güzel yoğurur-sak, bundan sonra ne yapacağımıza karar veririz.

  Uygar dünya böyle dönüştü. Her hatayı, her kaybı, deneyim diyerek, bilimin, sanatın, sosyolojinin yardımıyla onardı ve daha ötelere iyileştirerek taşıdı.

  Bugünün gerçeği nedir dersek; gelir dağılımının adaletsizliği konusuna ulaşırız. Zengin ile fakir arasındaki uçurumlar, açlık ve fakirlik sınırlarını belirleyen rakamlar ve şehirlere sığınan yüz binlerce insanın sosyal ve kültürel yaşamdaki yerlerini inceler, anlamaya çalışırsak saf gerçeğe ulaşırız diye düşünüyorum.

  Genç manava oldukça canı sıkılmıştı. Acıdığı, yardım ettiği insan onun karpuzunu çalmıştı. Üstelik yiyebileceğinden çok fazla büyüklükte… Ve bunu, atalarından, büyüklerinden duydu o masum sözcükle anlatmaya çalışıyordu;

“ Utanmıyor musun karpuz çalmaya? Sende utanmak-arlanmak yok mu be kardeşim!”

  Gerçek şu ki, utanma duygusu iyi güncellenmediyse, rafine edilmediyse, bizi biz yapan o masum bakış, duyarlılık da yok olursa; vay halimize…

    Hızla, eğitime ve kırsal göçün nedenlerine dokun malıyız. Nitelikli eğitim ve üretim; beton ormanlarından çok daha değerli bir kazanım, reform ve devrimdir…

 Güven SERİN 

  



1 Temmuz 2022 Cuma

DARİO MORENO İZMİR'İN ÇOCUĞUDUR

 

İnternetten

                               DARİO MORENO İZMİR’İN ÇOCUĞUDUR

  Dario Moreno 1921 yılında Aydın Germencik doğumlu olsa da, kendisini İzmirli hissetmiş, özlemlerini İzmir’in üzerinden dile, dillere destan eylemiş Yahudi kökenli bir Türk’tür.

  Belki de yetimliğin verdiği sarılıştır onu var eden kent olan İzmir’e. Farklı seferlerde gitmiş olduğum İzmir’de, diğer şehirlerimizden gelmiş insanlarla çay, kahve sohbetlerinde hemen hepsinin kendilerini İzmirli saydıklarını gördüm.

   Doğdukları kentlere saygıyla bakıyor olsalar da, İzmir’in farkı, belki de kendine özel büyüsü de burada çıkıyor ortaya; özellikle, karanlık, puslu gecelerden sonra söken şafak ve ardından doğan güneş gibi, bu şehir de aynı şekilde doğuyor orasını yaşam alanı seçmiş insanlarda…

  Sanatçının; Dario Moreno’nun gözünde İzmir; dilber şehirdir. Yani çok güzel bir kadındır, onun özlediği, beklediği ve aynı zamanda yeşerdiği şehir…

  Sanatçı ününe ün kattıktan sonra Fransa’dan daha da çok özler İzmir’i. Gerçek yetimliğini çoktan unutmuş görünse de, İzmir’den ayrı kalışını gerçek yetimlik olarak dile getirir; şarkılara can katacak notalara güvenir ve haykırır;

“Daracık yolların, yiğit efelerinle

 Körfezde mehtabın, denizde grubunla

 Güzeller güzeli, dilberler dilberisin

 Senden ayrılamam, seni bırakamam

 Sevgili İzmir

 Canım dilber şehir

 Gurbette sensizim, avare bir öksüzüm

 Kalbim seni arar, hep senin için çarpar

 Senden ayrılamam, seni bırakamam

 Sevgili İzmir”

  Büyülü dilber şehirlerin farkı da burada gizlidir. İçinde doğum sancıları çeken insanları doğurur; besler, büyütür ve o gizemli şiirsel sanatın ruhunu üfler. Dario Moreno’ya üflediği, onu büyülediği gibi, daha kim bilir kaç milyon insanı, şehirli kimliğine, kendi doğduğu şehri-kimliğini inkâr etmeden davet etti derinlerine…

  Bütün şehirler İzmir gibi sarılmalıdır gelenlerine. Göç edenlerine, yetimlerine-öksüzlerine, farklı düşünceler içinde gelmiş olan devrimcilerine, susmuş ve susturulmuş olan, kendi kavuğuna çekilmiş olanlarına;

 “ Sen şehirlisin; sil gözyaşlarını, katıl, gece ve gündüzümüze, şehrin her haline, tüm mevsimlerine

  Unutulmaz böyle şehirler, unutulmaz, unutulamaz… Tıpkı Agora Meyhanesi dökülürken dudaklarda, Antik şehrin caddelerinde yaşıyormuşçasına yürürsünüz Alsancak, Karşıyaka, Göztepe sahillerinde; bir yabancı kılığıyla değil; oraya ait bir insan coşkusu içerisinde, Orhan Veli’nin arkadaşı Dario Moreno’yu dinlersiniz;

 “Canım dilber şehir, eşsiz sevgili İzmir

 Ulu Çatalkaya’n, gök mavisi körfezin

 Yeşil Yamanların, çeşitli bağlarınla

 Ege’nin güzeli, incilerin incisisin”

Güven SERİN