30 Nisan 2010 Cuma

SIRADAN İŞLERİN SIRADIŞI KAHRAMANLARI

Kamera; Güven
Ayva çiçek açmış yaz mı gelecek! Yunus'un
bahçesi; renk gösterisi yapıyor.
Küçük dere ve yeşilin patron olduğu onlarca
renge sarınmış çiçekler.

Kamera; Güven  Kiraz Bahçesi ve
Kahramanları
          Muammer Bey'de, Ebru Hanım da bu toprağı
seviyorlar. Anladığım odur ki bu sevgi
onlara; daha şimdiden ödül olarak geri dönmüş.
Doğa'nın evladı toprak; asla ama asla
ihanet etmez insana. Tam aksine bin türlü
pisliği temizler de bir dert üretmez sana!

Kamera; Güven  K9 lar bu yıl ürün veriyor.
Ebru Hanım'ın öncülüğünde, Muammer Bey'in desteği
ile K9 bizim soframıza gelmese de Avrupa sofralarını
süsleyecekmiş. Bu da ülkeye girdi demek! Ama
içimdeki ses K9 ların meyvelerini görmek için Temmuz
ayı'nda da buraya uğramam gerektiğini söyliyor.:))
Tamamen K9 ları merak ettiği için :))

Kamera; Güven
Muammer Bey ve Ailesinin yaşayacağı ev
Ev için telaşlı bir çalışma var. Ustalar taban
tahtalarını döşüyorlardı. Şimdi yemek zamanı
deyip  Muammer Bey'in sevgili eşinin
hazırladığı yemeğe oturmuşlar. Doğanın
bağrında sırtındaki ter de kurumadan yemek
yemek de hoş oluyor hani!
Muammer Bey'in sevgili eşi o kadar
içten buyur etti ki buyur seslenişini
kıramayan Yunus, ustaların sofrasında
usta asaletinde yemeğine başladı.

SIRADAN İŞLERİN SIRADIŞI KAHRAMANLARI


Olağan sayılan birçok iş artık yapılamaz hale geldi. Bazı işler değişen iş boyutları, bazı işler de kuşaklar arası aktarılamama yüzünden neredeyse hiç yapılamaz durumda. Her sokağın, caddenin değişmezi olan küçük esnaf; Ahmet, Hasan, Mustafa, Mehmet efendiler yok artık. Gözü tok, biri bin yapıp o bini de paylaşan çiftçi de yok! Artık büyük marketler, büyük çiftçiler var.

Verimli Trakya topraklarında sanayileşme adı altında talan edilen arazilerimizi, yok edilen yeraltı sularımızı bir kenara bırakırsak; bahçe kültürünün, meyveciliğin, seracılığın çok az yapıldığını görüyoruz.

Esnafın aheste, aheste eriyişini, çaresiz kalışını izleyen dernekler; sadece koltuk kavgası ile uğraşa dursun; çiftçimizi de koruyacak-kollayacak Ziraat Odaları sınıfta kaldı. Göç eden köylüler; şehirlerin kenar mahalle çarkında her gün ölümün pis kokularına teslim edildi. Toprağın kokusunu taşıyan köylülerimiz; bildiklerini çocuklarına da anlatamadılar. Onlarca yılın görgüsü, bilgisi; şehirleşme telaşı içinde yok olup gitti.

Nasıl ki bu şehrin sanatkârları, vazgeçilmez kültürleri Rumlar, Ermeniler, Yahudiler yok olup gittiyseler; şimdi şehirleri taze gıdalar ile besleyen tok gözlü, alçak gönüllü köylü de öylesine gidiyor.

Güya okuryazarlık yüksek, güya bu diyarların halkı; Rumeli’nin bereketli kültürü ile beslenmiş. İş, kendini kurtarmaya gelince; kendi reformlarını yapmaya gelince; ne okuryazarlık, ne bereketli Rumeli kültürü işe yarıyor. Sessiz, çaresiz ve bencil insanların kıyameti beklediği bir yer haline dönüşmeye başladı; sevdiğim şehrin insanları.

Peki, bu lanetli sessizliği, bencilliği bozacak sihirli bir el; bir âdemoğlu, Havva kızı yok mu? Elbette vardır. Bir tesadüf sonucu arazilerine arkadaşım Yunus ile birlikte gittiğimiz yerdeki oluşum-manzara; sıradanlığın sıra dışı kahramanlarını anımsattı bana.

Neydi bu sıra dışılık?

Mermer sınırları içinde beş dönümlük arazinin bir aileye yetecek bir çalışmaya kucak açtığını tanık oldum. Bakımlı bir kiraz bahçesiydi gördüklerim. Üç kişilik aile, yeni yapılan evleriyle birlikte umut, heyecan içindeydiler. Unutmuş olduğum alışık bir gösteri daveti izledim. Sofraları henüz kurulmuş, balkıları yeni ızgaraya konulmuştu. Ailenin toprak bereketi içindeki annesi; tüm içtenliğiyle buyur etti bizi.

“Buyurun, lütfen buyurun.” Bu çağrıda, davette o kadar yüksek bir samimiyet vardı ki buyurmuş, tıka basa yemiş gibi doymuş olduk. Asıl merak ettiğim, ailenin yeni olan güzel evleri değil, bakımlı bahçenin fidanlarıydı.

140 kiraz fidanı şimdi dört yaşına gelmişlerdi. Bu yıl gözle görülür bir kazanç da sağlayacaklarmış. Bu işle uğraşan Muammer Bey, bana bilgi verirken heyecandan konuşamadı. O kadar mutlu ve o kadar ne yaptığını biliyor ki, bahçesinde dolaşır, bilgi vermeye çalışırken büyük keyif yaşıyordu. Bakımlı bahçe, sıra sıra kiraz fidanları; bu bahçenin sıra dışı bir bahçe olduğunun en büyük kanıtıydı.

Bu halk artık hizmet edip, bilinçli uğraşları da öğrenip kazanç sağlamayı, mutlu olmayı öğreniyor. Öğrenmek zorunda. İşte Muammer Bey’in ailesi de böyle bir gelişmenin içindeler. Bu aileler bu yörenin en büyük öncüleri olacak.

Muammer Bey’le kısa bir sohbetten sonra doğayı ne kadar sevdiğini anladım. Aile için para kazanmaya ihtiyaçları olmadığı halde, gerekli dünyalıklarını yapmış oldukları halde; onların savaşı başkaydı. Doğanın bereketli toprağını, şefkatli eller, bilgili beyinler ile kullanılabilir, kazanç getirir hale dönüştürmekti onların amacı. Yaptıkları ev, hem yazlık, hem kışlık olarak kullanılacak.

Muammer Bey’e ; “ Bu fikir nasıl çıktı ortaya. Böyle güzel bir bahçeyi bu hale dönüştürmek, ihtiyacınız olmadığı halde nasıl oluştu?” Muammer Bey, çiçek açmış fidanlarına bakarak gülümsedi ve “ Bana en büyük destek olan kızımdır. Bu güzel bahçeyi onun bilgisi, katkılarıyla oluşturduk. Kendisi ziraat mühendissidir. “

O ana kadar sadece güzel ve şirin bir kız görüntüsünden ibaret olan hanımın ziraat mühendisti olduğunu ve bu bahçenin oluşumunda onun da büyük bir emeği olduğunu öğrenince daha da şaşırdım. Teori pratiğe dönüşmüş; göç eden köylümüzün örnek alacağı ve bir ailenin geçimine yetecek meyve bahçesinin hemen kıyısında duruyordum.

Demek ki sıradan sayılan ama yenilenmeyen bahçecilik, seracılık, bağcılık; doğru eller ve bilgiler ile bir aileye fazlasıyla yetecek onurlu-bereketli bir işe dönüşüyordu. Dönüşmüşte.

Babasının yanında dimdik ve onurlu bir duruş sergileyen güzel bayanın ismi Ebru’ymuş. Kendisi İstanbul’da çalıştığı halde, yakaladığı her fırsatı Tekirdağ’a bahçelerine gelerek değerlendiriyormuş.

Merhaba Ebru. Seni kutluyorum. Böyle güzel bir fikrin arkasında durup, sıradan görünen ama sıra dışı bir kahramanlık düşüncesi nasıl oluştu?

— Zaten benim okuduğum, bilgilendiğim, diploma aldığım alan; ziraat işleri alanıdır. Buradaki yerimizi de hem ailemizin yaşaması hem de bu işi iyi ve kazançlı bir şekilde yapılabileceğinin tanıtımı olarak kabul ediyorum.

Meyve işi kazançlı mıdır? Her isteyen bu işi yapabilir mi?

— Şu gördüğün bahçe dört dönümden ibarettir. Fidanlarımız dört yaşındalar. Bu yıl bir tondan fazla ürün alacağız. Yaklaşık üç yıl sonra bu bahçenin kazancı tüm masrafları çıkarmış ve kâra geçmiş olacak. On dönümlük kiraz bahçesinin tam kapasiteli yıllık kazancı 20 bin TL’dir. Bu da bir aileye yetecek bir kazançtır. Bu işe küçük yatırımlarla da başlanabilinir. Ama tam manası ile bizim gibi bir yatırımı kurmak istenirse; 40–50 bin TL’lik harcamayı göze almalı.

Burada ileriye dönük başka bir düşünceniz var mı?

— Evet var. Diğer bahçemizde de 150 tane elma fidanımız var. Bizim üretimimiz tamıyla doğal ve yüksek verime dayanıyor. Meyveye zarar verecek ilaçlardan kaçınıyoruz. Yakın bir zamanda bahçemizin hemen giriş kısmına küçük bir fırın yapacağız. Buradan geçenlere gözleme ve ayran servisimiz olacak.

Üç kişilik ailenin mutluluğu, bonkörlüğü görülmeye değerdi. Sanırım bu bahçeye bir de kiraz zamanı uğramalı. Toprağın insan eliyle nasıl bir berekete, yeşile, kırmızıya ve tada dönüştüğünü görmeli ve yazmalı; sıradan işleri, bilgi, emek, şefkat ile besleyen sıra dışı kabul eden insanları…

Son sözü Ebru Hanım’a bırakıyorum.

“ İnsan bilgilendikçe, bilgisini pratiğe dönüştürdükçe mutlu olur. Çalışmak, toprak ile uğraşmak ve toprağın biraz ilgi ve alaka ile bize sunduğu faydaları, tatları, renkleri görmek benim en büyük mutluluğumdur.”

Güven

28 Nisan 2010 Çarşamba

BİR DEĞİL YİRMİ KEZ

Kamera; Güven 

Gök mavi yer erguvan
Kısa ömürleri, unutulmaz kokuları ve eflatun ile
kırmızıya dönük renkleriyle öpülesi, koklanası
çiçekler.

                                               
                                                 BİR DEĞİL YİRMİ KEZ


Büyükler ; “Çocuktan al haberi” derlerdi. Çünkü çocuk, eğri ile doğrunun siyasi, ticari hesaplarını yapmaz. Çocuk,o an gördüğü hissettiği duygularının tercümanıdır. Ne matematiğin büyülü denklemlerine sığınır, ne de felsefenin girintili çıkıntılı dehlizlerinde dolaşır. O an masum beden; haykırmak isterse haykırır ve size söyler.

Doğa Irmak, böyle bir günün gecesinde seslendi bana: “ Bak! Kollarımı gördün mü?” Doğa Irmağın kolları birkaç yerden kızarmış, bir böcek tarafından ısırılmıştı. Muhtemelen birlikteki gezinti sırasında havanın güneşli oluşundan faydalanan haşarat; saldırmıştı küçük savunmasız bedene. Narin ve hassas olan çocuk bedeni, kızarmış, birkaç yerinden şişmişti.

Her çocuğun yaptığı gibi Doğa Irmak’ta onu koruyacak, kollayacak, savunacak büyük bir bedene; yani bana sesleniyordu. Her çocuğun kendi miti olduğu gibi Doğa Irmağın da mit kahramanı ben olmalıydım. Tabi ki kahraman da boşu boşuna kahraman olmaz! Doğa Irmağa, haşarat tarafından kolları ısırılmış küçük bedene mitoloji kahramanı gibi seslendim;

“ Sen merak etme ben o haşaratı bir yakalayayım ona gününü göstereceğim. Onu yok edeceğim.” der demez, Doğa yok etme fikrinden öyle hoşlanmış olacak ki; “ Onu bir kez değil, yirmi kez öldür.” dedi.

Bir değil de yirmi kez öldürmek!

Masum bir çocuğun vermek istediği ceza belki de en ulvi bir ceza oluyor, bugüne kadar verilmiş cezaların en kıdemlisi haline geliyordu. Bir değil, yirmi kez öldürmek; aynı zamanda o canlıyı yirmi kez de doğurmak-yaşatmak anlamına geliyor. İlk an da, canlıyı yirmi kez öldürmek istemek ile canavarca bir ceza gibi algılansa da ancak çocukların bulacağı masum ve çok farklı sıra dışı bir cezanın tanıklığını yaptım.

Böyle bir cezayı ancak bir çocuk verebilir di! Yirmi kere öldür. Aynı zamanda o canlıya yirmi kez hayat ver…

İnsan yazma alışkanlığına, sevdasına tutulmasın bir kere… Ne sofraya oturacak aç bir bedene sahip olmanız, ne altınıza işeyecek vaziyette bulunmanız, ne de sokakta, caddede karşıdan karşıya geçerken acemi sürücülerin olduğuna bakarsınız. Duyduğunuz ses-fikir; size beni irdele der ise; siz kalemin sahibi olarak hücrelerinizin her birinin en heyecanlı haliyle eğri-büğrü de olsa yazının ilk taslağını hazırlarsınız bile.

Bir Değil Yirmi Kez Öldür Onu. Çünkü Beni Çok Isırdı O!

Sözün özü böyleyken ben vermiş olduğum söz üzerine; o haşaratı bir yakalarsam, bir değil yirmi kere öldürecektim. Elbette bana verilecek yirmi kez öldürme hakkını yerine getirmek için de o haşaratı yirmi kez de yaşatacaktım. Yani, sevaplarım ile günahlarım belki de dengelenmiş olacaktır!

Bir çocuk, bir ceza adına yirmi kez öldürmeyi düşünüyorsa, ben de yirmi kez yaşatmayı düşündüm. Düşledim ki yirmi kez yaşam hakkına sahip olmadığımız dünya zamanımız; bir kez verilen yaşam hakkını bile değerlendirmeyen milyonlarca insan dolaşıyor çevremizde. Bir kez verilen yaşam hakkını, değil yirmi kez, verilen birinci hak ta bile tam kullanamayan bizler; yirmi kerelik yaşam hakkını nasıl elde edeceğiz? Hangi döngünün uzay zamanına geçeceğiz de, ölmüş bedeni tekrar yaşama döndüreceğiz? Hadi öyle bir buluşumuz, öyle bir aletimiz oldu da, bizi bir değil, yirmi kez ölüme, sonra da yaşama; yani doğum zamanına getirdi. Biz bunun ne kadar farkında olacağız?

Güzel dünyamızın bir değil, yirmi değil, yirmi milyarlık ibretsel gölgeleri içinde hangi gölgenin bize ait olduğunu bile bilmeden ölümcül kavgalar, fesatlıklar içinde, verilecek yirmi hakkı bile yaşam hakkı olarak değil, yirmi kez ölüm hakkı, çile hakkı olarak göreceksek; yüce yaratan niye böyle bir şansı bize versin?

Şükürlerimizi bile tabiata, yüce yaratana saygıdan değil korkudan yapıyorsak, ölümleri bile anlamlandıramayıp, yaşamın içine aktaramıyor, bedbaht bir dille kendi ağır yükümüz gibi görüyorsak; yirmi kez öleceğiz dünyada, yirmi kez yaşamı hak etmişliğin yirmi yaşam döneminde; yirmi kez sevip, yirmi kez âşık olabilecek kabiliyetleri göstere bilecek miyiz?

Bir değil yirmi parmağımızın olduğu ama çoğumuzun bir marifetinin bile olmadığı güzel dünyamızda; bize ait yirmi fidan var mıdır? Bize ait yirmi iyilik… Yirmi parmağımızı tek tek sayarak; kendimize ve çevremizde yaptığımız kötülükleri her bir parmağa atfetsek; acaba o zaman bu kötülükleri kaldırmaya yirmi parmağımız yeter mi?

Bir kez olan doğum hakkında bile bir değil yirmi kez zengin, yirmi kez aldatıcı olmuş, bir değil yirmi yabancı dil, numara, entrika ezberlemiş soylu kişiler; bir değil yirmi bin can alır yirmi bin öfke uyandırır da; yirmi kez değil de bir kez gerçek İBRETİ anlar mı?

Yüce yaratıcıyı ve yüksek ahlak onurunu düşünmeye zorlar mı kendini acaba?

Güven

26 Nisan 2010 Pazartesi

DOĞA ve İNSAN

Kamera; Güven Ganoslar-Tekirdağ
Bu dağların çiçekleri,böcekleri, hayvanları,
ağaçları; hepsi de sevdalı :))


Kamera; Güven
Ganoslar Ayvasıl Mevkii
Yaşlı Meşe Ağacı ve EDGE Kampı
Bu insanlara her şey için teşekkür ederim ama
asıl teşekkürü; doğaya tek bir çöp bile
bırakmadıkları için yapıyorum. Ayakta
alkışlıyorum onları .

Kamera; Güven 
Yunus,dağların-tepelerin sevdalısı Yunus.
Yüksekte gördüğü çiçeğin kokusunu,sevdasını
merak eden Yunus...

Kamera; Aziz Bey
Fenerim,kalemim-kağıdım ve çadırım; galiba
ben, mutluluktan utanıyorum...


Kamera; Aziz Bey
Biraz yürüyüş, hem bedene hem de ruha iyi
gelir. :))


Kamera; Güven
Sıradışı bir geceden sonra arkadaşım
Erdem'in ilk irtifa uçuşunu da görmek varmış.
Erdem, yükseklerin kuşbakışını, ruhun göğe
yükselişini yaptı ve süzüldü.
Uçmak nasıl bir duygu Erdem?
Erdem, heyecan yüklü bedenden bir sözcük
çıkaramadı. Hocası söyledi;
Uçmak AŞKA yakın bir duygu.


Kamera; Güven Ganoslar'da Akşam

Ey tabiat, ey insanoğlu, ey sanat ve ey aşk;
Ganoslar'da akşam oluyor...


Kamera; Güven Uçmakdere Köyü

Kamp dönüşü Uçmakdere Köyüne uğrayıp
özlediğimiz çayları içtik. Temiz yüzlü insanlar,
bir mehrabaya hemen çay söyleyip
gönül evlerine de buyur ettiler bizi.
Abdullah Ağabeyin mizah dolu sohbeti
iyi geldi bize. Bir de sözü varmış, kahvenin
duvarına asmış. Bakalım ne demiş!

Uçmakdere Köy Kahvesi
Kim demiş ki köy insanı bir şey bilmez,
bir şey hissetmez ve irdelemez diye?
Ben susuyor, Abdullah Bey konuşuyor.
Lütfen  dinleyiniz!

DOGA ve İNSAN


Doğa ve insanın olduğu yerlerde neler vardır? Elbette ilk akla gelen; doğanın katledilmesi vardır. İnsan sürüleri ganimet bildikleri doğayı her fırsatta talan etmişlerdir. Bundan sonra da edeceklerdir. Fakat insan sürülerinin içinden sıyrılan ve aynı o insanlar gibi bedenlere sahip olan başka insanlardır bu yazımın konusu. Doğayı seven, bunu yaşam kültürü haline getiren insanlar…

Elbette insan, sadece kötülük, pislik, nefret, cehalet doğurmaz. İnsan, öğretiler, gözlemler, değişimler sayesinde muhteşem bir canlıya dönüşür. Doğa ile anlaşan, kendini doğanın bir parçası gören insanlar da var bu güzel ülkede. Bu yazımızın konusu da başından bellidir. Doğayı sevmiş, bunu yaşam kültürü haline getirmiş; mutlu, huzurlu ve işlerinde başarılı insanlar…

Tekirdağ şehrinin Mermer Köyü sınırlarından başlayıp Şarköy’e doğru uzanan Ganos (Işıklar) dağları sadece bizim tarafımızdan değil, İstanbul’un gürültüsünden, geriliminden bunalmış insanlar tarafından da keşfedildiğini görüyor tanık oluyoruz. Son yıllarda Valiliğimizin de desteği ile Yamaç Paraşütü de ayrı bir heyecan, renk katmış Ganosların soylu tepelerine.

Ganosların bulunduğu alanda Yeniköy ve Uçmak Dere köyleri, orada yeşermeye başlayan iç turizmin nimetlerinden faydalanmaya başladılar. Artık o bölgenin gelini-gideni asla bitmez. Şimdi köylümüzün eğriyi-doğruyu hesaplama zamanı. Gelen bu insanlardan en iyi ve doğru nasıl faydalanırım düşüncesinin kritiğini yapmalı. Orada turizm adına büyük bir gelecek var. Bakir vadiler, tepeler, koylar; kamp, yamaç, yürüyüş, ralli, motorkros sporları için bulunmaz yerlerdir…

Medeniyete oldukça yakın olan Ganoslar Dağlarında, vadilerinde yürüyüş yapmak, kamp kurmak oldukça ekonomik. Bir uyku tulumu ve bir de çadırınız oldu mu; bugüne kadar edindiğiniz en lüksü mülkiyet onlarmışçasına heyecan duyuyorsunuz. Çadırınız, villadan, köşkten daha değerli bir yapı hüviyetine bürünüyor. Uyku tulumunuz, sizi saran en değerli giysinizdir artık. Feneriniz, olduğunuz yeri iyi aydınlatmasa da ruhunuzu aydınlatacaktır kamp kültürü içine girdiğiniz andan itibaren.

Üç doğa sevdalısı olan gurubumuz Ganosların dayanılmaz bahar yolculuğuna bir kez daha çıktık. Yunus, Aziz Bey ve ben! Üç heyecan dolu insan! Daha karar verdiğimiz andan itibaren; Ganoslar Dağlarının, vadilerinin ruhu bizi çağırmaya başlıyor.

Elbette Ganoslar sadece bizi değil birçok insanı da çağırmıştı baharın yaza yaklaştığı zamanda. Bu sefer dağların tepelerinde kamp kurmak yerine, dağların deniz ile buluştuğu Ayvasıl Mevkiine indik. Yamaç Paraşütü iniş sahasının 200 metre daha ötesine. Bir ömür biter, Ganoslar’ın gezilecek, keşfedilecek yerleri bitmez. Bu sefer de Ganosların denize indiği, denize kavuştuğu yerin hemen gölgesinde kamp kurduk.

Pratik çadırlarımız tam tamına on dakikada hazırlandı. Gece için kuru odun topladık. Bugün her yönüyle farklı bir gün, farklı bir gece olacağa benziyordu. Zaten her kamp, kendi sürprizini muhakkak hazırlar. Sadece size düşen görev, kamp heyecanı içinde doğanın bahçesine iyi niyetle girmektir. Doğa, koşulsuz herkesi kabul eder. Niyetiniz ne olursa olsun doğa size bir-kaç şans verir.

Kamp yerimizin yakınları bizden önce gelmiş kampçılar ile renklenmiş, ateşleri çoktan tütmüştü. Birinci kamp yeri Tekirdağ’dan gelen Yamaç Paraşütü yapan doğaseverlerden oluşuyordu. Sanırım 7–8 çadır vardı. İkinci kamp yerindeki kampçılar ise İstanbul’dan gelen EDGE isminde Doğa Severler Derneğinin üyeleriydi. Onlarca çadır ve otuz insandan ibaret kampçılar hemen bizim de kamp kuracağımızın yerin yakınına kamp kurmuşlardı. Tam arkalarında yaşlı çınar ağacı ve tepelerin yemyeşil küçük ağaçlardan oluşan ormanı uzanıyor.

Aziz Bey, İstanbullu doğaseverleri görünce çok sevindi. Benim daha uzağa, daha yukarılara çıkma isteğime karşı; “ Burada kalsak iyi olur. Bak buradaki insanlar renkli, değerli insanlara benziyor. Sanırım onları izlemekten, onlardan bir şey öğrenmekten dolayı mutlu olacağız.” deyince onun haklı olduğunu düşünüp bizden bir-kaç gün önce gelmiş İstanbullu doğaseverlerin hemen yanı başına çadırlarımızı kurduk.

Zaten çadır kurulumu, odun toplamak derken, gün geceye teslim oldu. Komşularımızın ateşi kuru odunların, yaprakların harika gösterimini yaparken, bizim ateşimiz de değişmez güç-enerji olan diğer ateşe selam etti.

Yunus’un doğaseverliği, el marifeti bir kez daha kendini gösterdi. Kaşık-çatal almayı unutmuş olsak ta, Yunus’un ağaç dallarından yaptığı kaşık-çatallar; kamp anlayışımıza ayrı bir öğreti kattı. Ateşin yanması, etlerimizin pişirilmesi tamamıyla Yunus’un pratikliği ile lezzet buldu.

Komşu kampçılarımız bu işi yıllardan beri yapıyormuş. Oluşturdukları birliktelik internet aracılığı ile yapılıyor. Özellikle doğayı seven ve doğaya-insana saygı duyan kişilerden oluşma zorunluluğu varmış. Yani, nefreti, kötülüğü kendinde barındıranların gireceği bir birliktelik değil.

İstanbullu dostlarımızın çoğunluğu kadın ve genç kızlardan oluşuyordu. Tek, tek baktığında hepsi hayatı dolu dolu yaşamak isteyen ve belli ki işlerinde de başarılı olmuş insanlardı. Bedenlerindeki birikim, doğanın da desteği ile ayrı bir sanata-çağrıya dönüşmüştü. Yemeğimizin lezzetine doyum olmazken, komşularımızın yemek sonrası şarkılarına-türkülerine de doyum olmadı.

Genç kızların hemen deniz boyunda oluşturdukları koro; onlarca türkü ve şarkıyı; Ganos kıyılarından Anadolu kıyılarına doğru seslendirdiler. Belli ki repertuarları oldukça geniş! İçtendiler, coşmuştular, heyecanlıydılar…

Orta yaş gurubundan oluşan büyük gurup yakmış oldukları büyük ateşin etrafında tam bir doğal uyum içinde eğlenceye çevirmişlerdi. Kimi koro, kimi solo söylenen şarkılar-türküler; aşkı, sevgiyi, hümanizmi, romantizmi davet ediyordu. Ele bir kadın sesi vardı ki; efsanelerin içinden çıkmış da gelmiş, buğulu sesiyle doğaseverlere, doğayı katletmedikleri için en büyük ödülü veriyormuş gibiydi.

Bu kadın Latife Hanım’dı. 55 yaşına ulaşmış, hayat içinde dere-tepe koşmuş, işini yenmiş şimdi de doğanın bağrında geceye, gençlere, âşıklara, hümanizme sesleniyordu.

Bizim ateşimiz ve komşularımızın ateşi kırmızı yalazaları çıkarıyor, Ganosların yıldızlar ve ay ile taçlandırılmış gecesi buğulu kadının sesi ile tekrar, tekrar heyecan buluyordu. Aziz Bey, dayanamadı, hümanizmi, tabiatı üzerinde taşıyan renkli komşularımızın yakınına gitti. Ve eğitimci samimiyeti ile onların arasına karıştı. Ben ve Yunus kendi ateşimizin hemen yakınında, komşularımızın içten türküleri eşliğinde etten, kemikten oluşmuş bedenin ruhuna dokunduk. Ruhumuz, bedenimizin doğaya, insana duyduğu sevgiye büyük destek verdiğini, çevremizi saran ateş böcekleriyle müjdeliyordu…

Doğanın çiçeklerini, seslerini, ışıltılarını, hayvanlarını, renklerini ve kadın seslerinden dökülen türküleri-şarkıları duymak; doğanın çocukları için en güzel törpülerden daha güzel… İnsan törpülendikçe arınır, törpülendikçe kabalığın çirkinliğinden sıyrılır.

Güven

23 Nisan 2010 Cuma

ŞİŞEDE DURDUĞU GİBİ DURMAZ

Kamera, Güven  Şile-İstanbul
Kim bilir kaç milyon insan gezdi,gördü
burayı. Kaç milyon insan; milyon kere
düşler kurdu baktığı manzaranın
sıradışı görüntüsü karşısında. Bazıları
düşün içine girdi, bazıları düş gibi
gerçeğe dönüştü...

ŞİŞEDE DURDUĞU GİBİ DURMAZ



İçki için söylenmiş en bildik sözlerden birisi de ; “Şişedeki gibi durmayacağı” üzerinedir. Belki de alkol için söylenmiş en masum sözcüktür. Kendimi bildim bileli içki ile insan arasındaki ilişkiyi anlamaya çalıştım. Ne hikmettir; içkinin tüm lanetli taraflarını görmem, anlamam bile; içkiye olan saygımı, inancımı yok etmedi.

Dostlarım arasında iyi bir içki sever olarak bilenmem. Bana sorarsanız da, öyle bildik bir içki kültürüm yoktur. İçkinin sevdalısı olmama rağmen iyi bir içiciye de saygı duyarım.

Çocukluğumun geçtiği bahçeli evde de dedem; iyi bir içiciydi. Rakıydı onun önemsediği, askerlik yaşantısını yarıda bırakıp, sivil hayata döndüğünde tam manası ile sivilleşememiş olmanın boşluk yaratan tarafını rakı ile meyhane ile dolduruyordu. Ne tuhaftır ki o meyhanenin müşterileri içki nedeniyle kınanmaz, hatta daha bir saygı duyulan insanlardan oluşurdu. Çünkü şişede durmayan içkinin gerektiği zaman kapağını kapatmayı bilen insanlardı. Ve çocukluğumun 14 yıllık öyküsü, dede ve rakı üzerine hiçbir kötü davranış, görüntü ile hatıra oluşturmamıştır.

Şişede durmayan insan ile buluşmaya can atan içki; kapağını tam zamanında kapatmadığın zaman; inanılmaz görgüsüzlüklere, rezaletlere, külfetlere neden olur. Bunu bilmeyen yoktur. Neredeyse toplumumuzda hemen her insanın içki ile bir anısı vardır. Ve çok azının iyi anılar, iyi yaşanmışlıklar ile donatıldığını görürüz. Aslında kusurlu olan şişeden çıkmaya çalışan içki değil; kapağı sürekli açık bırakan şuurlu bedenin şuursuz sahibidir.

Sürekli demokrasi diye duralım, ama bir türlü demokrasinin nimetlerinden yararlandırma onları çok daha iyi kullandırma öğretilerini de oluşturamayız. Hâlbuki içki; lanetlenmek, ondan kaçılmak, korkulmak ve sürekli zam yapılarak cezalandırılacak bir araç değildir! Tam tersi; içki, kitaplarda, okullarda, sinemalarda; nasıl içileceğine dair anlatılmalı, gösterilmelidir. İnsanı oluşturan milyarlık hücrelerin tamamı içkinin hangi şartlarda ve hangi şekilde alınacağını öğrenmeli! Öğrenmeli ki şişeden fırlayacak iyi cin; kötü cine dönüşmesin!

Bizler içki içenleri, içki içilen yerleri en arkalara attıkça, onları ceza ve sevap adına hor gördükçe; içki kendi bağnaz kültürünü oluşturacak ve şişenin kapağı hep açık kalacaktır.

Bir toplumda, özellikle bizim toplumumuzda pasif duruma düşürülmek istenen gençler; güya, iyilik adına, sevap adına, günah adına içkiden uzak tutulmaya çalışılıp, içenleri de en kötüsüne göre bolca reklâmlar yapılırsa; hayata sadece bir tek gözlükten bakan gençler; ne resme, ne şiire, ne müziğe tam manası ile gönül vereceklerdir. Hiçlerinde boşluk her zaman kendi kuşkularını, karanlık hayallerini görünmez diyarlarda arayacaktır.

İşte bu yüzdendir ki, baskıcı ve bağnaz ülkelerin yönetimlerinin aldığı en katı kurallarda bile; yasaklanan içki; kendi yasak kırcılığını yaratır. Ama gizlinin, korkunun, telaşın kültürü de topluma sağlıklı bir beden gibi değil de, sağlıksız bir ruh gibi yansır.

İçkiyi en iyi anlatan ve anlayan şairler olmuştur. Divan Edebiyatı şairlerinden Necati Bey’e kulak verip; beş yüz yıl önceye gidersek; İçki kullanan şair Necati bağnazlar tarafından sürekli eleştirilirdi. Bir gün bu eleştirilere kızan şair Necati;

—Ne oluyor bu adamlara canım, dedi. Ve aşağıdaki beyti yazdı.

Ben üzümün suyunu severim, sofi tanesini.
Zira kimi kızını sever, kimi annesini.

Yüzyıllardın verilen savaş; içki ile insanı daha anlaşılır, daha eğlenceli ve daha huzurlu kılmak yerine; bugünde şişede durmayan içkiyi içen insanı cezalandırmak zam ile reva görülür.

Neden? Çünkü içki şişede durmaz. İçki kötüdür. İçki, soysuzdur! Peki, içkiyi içmediğini savunan yöneticiler neden halkını içkisi bol olan Avrupa Devletleri seviyesine çıkarmazlar. İçkisi bol olan Büyük Atatürk; adanmışlığını halkına, ülkesine yaparken; tüm malvarlığını da ülkesine bırakmıştır. Kısacası şişenin kapağını gerektiği her zaman kapatmıştır. Böyle olunmasaydı; satılmış, pazarlanmış ve tüm ümitleri çökmüş bir viraneden; harika bir cumhuriyet doğar mıydı?

Bu konularda Atatürk ile anlatılan güzel bir hikâye vardır. Bir mecliste tarihin büyük adamlarının din inanışları ve bu husustaki bilgilerinden bahsedilirken Hafız Efendi, anılarını şöyle anlatır:

Büyük inkılâpların birbirini takip ettiği günlerdeydi. Ben o zamanlar Beykoz Camii’nde imamlık yapıyordum. Sarıkların yalnız vazife başında sarılacağı bildirilmiş olduğundan, camiden çıkınca şapka giyiyorduk.

Bir ikindi vakti iskelenin yanındaki kahvede oturuyordum. Bir ara kahvenin önünde birkaç otomobil birden durdu. En önde duran otomobilden Atatürk çıktı. Sevincimden şaşkına dönmüştüm. Onun geldiğinin haberi o kadar çabuk yayılmıştı ki, bütün Beykozlular bir an içinde etrafını sardılar. Atatürk, büyük bir samimiyet ile etrafına bakındıktan sonra, halkı sükûta davet ederek;

“ Beykoz imamı burada mı? Gelsin de konuşalım, dedi. Zaten tam karşısında idim, kalabalığı yararak ileriye çıktım ve:

“Buyur paşam konuşalım dedim.” Atatürk sol avucunda duran üzümleri bana göstererek:

“ Hoca, bu helal de, bunun suyu neden haram? Bize anlatsana.” dedi.

Birdenbire şaşırdım, bu güç suale ben nereden cevap bulacaktım, bir müddet düşündüm, aklıma hiçbir cevap gelmiyordu, bayılacak gibi oldum. Bir ara nasıl olduysa aklıma gelen bir cümle gayri ihtiyari dudaklarımdan döküldü:

“Paşam, karın sana nasıl helal de, kızın niçin haram, dedim.” Atatürk bu sözü işitince hafifçe tebessüm ederek yüzüme baktı ve başını sallayarak:

“ Hoca sen âlimsin, ben ise softaları arıyorum, yarın saraya gel de senle konuşalım.”

Ertesi gün saraya gittim, beni karşısına oturttu, saatlerce bana Kur’an’dan ayetler okutarak tefsir etti…

Ne demeli; büyük olmak, uzağı görmek; ne, mal-mülk ne de alınan oylar ile birinci parti olmaktan geçiyor… Şişesin kapağı, gerektiğinde kapanan rakıcılara; afiyetler olsun. Sağlığınıza dostlarım…

Güven

22 Nisan 2010 Perşembe

YÂR BENİM KİME NE

Kamera;Güven Assos-Çanakkale
Athena Tapınağı
Efsanenin varlığı veya yokluğu bir yana; kendinizi
zamansızlığın yolculuğuna bırakın. Ve... Tüm
zamanları anlamaya çalışın. :))Ne zor bir iş :))

YÂR BENİM KİME NE?


Bir Melâmet hırkasını kendim giydim eğnime
Ar ü namus şişesini taşa çaldım kime ne
Gâh çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi
Gâh inerim yeryüzüne seyreder âlem beni

Gâh giderim medreseye ders okurum Hak için
Gâh giderim meyhaneye dem çekerim ışık için
Sofular haram demişler ışkımın şarabına
Ben doldurur ben içerim günah benim kime ne

Sofular secde ederler mescidin mihrabına
Benim ol dost eşiğidir secde gâhım kime ne
Nesimî’’ye sordular kim yârin ile hoş musun?
Hoş olan ya olmayan ol yâr benim kime ne?

Bu beyitleri yazan ve şimdi türkü olarak gönülden gönle taşan bu dizeler; hangimizi düşündürmez? Hangimizin sahte yaşamını sorgulamaz da, sadece türkü diye dinler kaçarız?

Hem hak, hem dünya huzuru, keyfiyeti ve sorumluluğu içinde olan insanlar; her devirde inanılmaz zorluklar ile karşılaşmışlar. Kimi hürriyeti ile bedel öderken, kimi ise canı ile bu yolda can vermiş. Nesimi de o sanatçılardan, şairlerden birisidir. Halep’te bir çarşının orta yerinde derisi; bir hayvan gibi yüzülürken; o canı alanlar, ibretlik adına derisini yüzenler; şiirlerin, türkülerin gücünü bilememişler!

Bu dünyanın keyfini sürenler, huzurunu hak için koruduğunu sananlar; her devirde; insanlık suçunu işlerlerken; canilere bile taş çıkartacak izler bırakmışlardır. Onlar, boğdurma ustalarıdır. Onlar, taşlatma ve deri yüzme ustalarıdır. Zannederler ki hak yolunda, inanç yolunda böyle gidilir!

İnsanı bin bir özenle yaratan Allah, insanı düşünmeden, iradeden, bilinçten yoksun bırakmayışının çok önemli bir nedeni var. İnsanın da ölümlü beden içinde ölümsüz bir yolculuğu sorgulayacağını, sonsuz görünen uzay içinde yol alacağını bilen tek güç; yüce Allah; O zaman, büyük bir itinayla yarattığı kendinden bir parçayı eklediği insanı; ulaşabileceği en zengin duygularla yaratmasının bir sebebi olmalıydı!

Allahın milyar hücreden oluşturduğu insan; düşüneli, araştırmalı, gezmeli, görmeli ve sorgulamalıydı.

Suyun başını tutmuş, kan ve can ile beslenen diğer vampir insanlar; buna izin mi verecekti? Hayır! Her devirde bir başka şekilde hayır? Ve arkalarına sığındıkları en önemli şey; dindir. Dini kendi börekleri, pastaları, yüksek çıkarları için; her devirde kullanmışlar.

Nesimi gibi bir sanatçı da o devrin o kanlı vampirlerin kurbanı olacaktır. Hem de feci bir şekilde; derisi yüzülerek ölecektir.

Nesimi maddeci olduğu için şeriatın doğaüstü yorumlarına karşı çıkıyor. Ortaçağ şeriatçıları, yönetim güçlerini ellerinde tutuyorlardı. Ruhçu görünüp, maddeye ait ne varsa el altında tutarlarken; yoksul ve sanatçılara ise maddeye dair her şey yasaktı! İşte, yüce yaratanın özenle yarattığı insan; böyle kokuşmuşluğu sorgular, onu anlamlandırır ve şiirleriyle reddeder. Ödenesi bedel mi? 1.70’lik deri ve yerine konması mümkün olmayan bir can ile…

Yüzyıllar önceki anlayış, her devirde değişse de, sanata, sanatçıya, şiire, heykele, resme; bakış pek değişti denilemez. Soylu ve güzel halk; maddeci olmaktan yoksun bırakılıp şükür mantığı ile sadece geçinme ve rızk yolculuğuna sürüklenirken; ağzından düşürülmeyen yüce yaratanı savunanlar ise; maddeciliğin en ulaşılmazına erişmek adına rekorlar kırmak isterler.

Yüzyıllar geçer, imparatorluklar batar, saraylar yıkılır ve yeniden kurulur; ama madde ile ruhun temsilcilerinin savaşı bir türlü bitmez. Halk, kendi âlinde daima şükretmeli der; kandırmanın ve gücün saraylarındaki ruhçu yüksek irade sahipleri. Ve bir şair çıkar seslenmek ister onlara; ben de maddeciyim, hak ve adaleti şiirlerim ile dağıtmak, sizin kokuşmuş entrikalarınıza karşı çıkmak isterim der;

Külli yer ü gök Hak oldu mutlak söyler
Def ü ceng ü ney “Ene’l Hak”

Yer, gök, doğa, Tanrı olursa, insan ne olur? Davul çalgı ve kamış sevinçle yanıtlar; Tanrı’dır insan. Der Nesimi.

Cennet ile cehennemin aynı dünyada yer bulması ve insanın da bunlara tanıklık etmesi; inanılmaz bir şey! Bu dünya sevilmek adına her şeye sahipken, korkmak adına, dehşete kapılmak adına da her şeye sahiptir. Aynı dünyada kendi vicdanın ile kaynarken cehennem kazanlarında, yine aynı dünyada; aşkın şarabını da kendimiz üretir, sanatın büyülü soluğunu da kendimiz koklarız.

İnsanı insandan ötürü; doğayı, çiçeği, hayvanları, ormanı, üzümü, şarabı, sevgiliyi, oğlu, kızı, anayı, babayı, sanatı, ilimi sevdiği kadar sevseydi yüce Allah’ı ağzından düşürmeyenler; ne şairler boğdurulur ne de derileri yüzülürdü. Ne de kadın; ince sesli, nazik bedenli olduğu için taşlanır, kat kat örtülerin içine gizlendirilirdi…

Ceyhun Atuf Kansu da bu konuda söz almak ister;

Seni bu hüsn ü cemal ile bu lütf ile gören
Korktular Hak demeye döndüler insan dediler

İnsansız ruhçular, bu yüzden insanca maddecinin derisini yüzüyorlar. Der; nice şairlerin, âlimlerin dediği gibi.

Dert-keder, korku, icra, ipotek, şehitlik, sürgün; soylu halka ve tüyü bitmemiş yetimlereyken; gemiler, şirketler, yalılar, villalar, zırhlı arabalar, bol korumalı malikâneler, yurtdışı öğrenimler, özel doktorlar ve hastaneler; mübarek ve mütevazı insanlara…

Yâr benim kime ne ?

Güven













19 Nisan 2010 Pazartesi

PANORAMİK AŞKLAR

Kamera; Güven Kent Müzesi Çanakkale
Öğretmen Şahabettin Kalfa tarafından bağışlanmışlar.

Tahta bir bavul ve iki adet çalgı aleti. Bu güzel
aletlere panoramik bir bakış içinde yaklaştığımızda
kim bilir neler anlatırlar bize! Yaz akşamlarını, kış
buluşmalarını, türküleri, şarkıları, komşulukları,
ve mahsum bakışlı ÇOCUKLARI...


Kamera; Güven Çanakkale

Taş ve ahşabın buluşması; sessiz kavuşmaları,
panoramik bakışlı aşkları, sevgileri de
yaşatmayı biliyor. 
Taş ve ahşap; insanın içini titrediyor. Aşk, her yerde
var. Taş ve ahşabın olduğu yerlerde daha fazla var.
İnsan ile ahşabın ve taşın aşkları...  

PANORAMİK AŞKLAR


Çok kısa süreliğine bir çay içimi uğradığım yere bir yabancı gibi geldim. Çayımı aldım ve ahşap masama geçtim. Çayımdan kaç yudum içtim bilmiyorum. Zaman mı durdu, yoksa ben mi zamansızlığın yolculuğuna çıktım. Ne olduysa etrafıma bakmaya başladığım zaman oldu.

Bulunduğum yer, bir kır gazinosuydu. Gazinonun sofasına kurulmuş bir sürü insan, çılgın bir renk ve ses cümbüşü içindeydiler. İşte o zaman tüm algılarım açılmış etrafımı izlemeye başladım. Artık içmek istediğim bir çay değil, etrafımdaki olanca zenginliği tek tek ele alma açlığını yudumlamaktı…

Gazinonun tabanı taş, korkulukları ise ahşaptı. Hemen sofanın dışında doğal çayırlar, doğal bitki ve çalılıklar uzanıyordu. İnsan eliyle ekilmeyen tamamıyla doğal olan bitki ve çalılıklar; insan eliyle biraz da olsa düzenlenmişe benziyordu. Doğallık bozulmadan biraz çekip çevrilmiş, mimari yapı ile ahenkli bir güzellik meydana çıkmıştı. Az ötede büyükçe bir göl uzanıyordu. Hiç deniz görmemiş olanlar bu gölü hemencecik denize benzetebilirlerdi; büyüklüğünden dolayı.

Bir çay daha söyledim. Gelmiş oldum yerin çok özel bir yer olduğu detaylara baktıkça, detayları keşfettikçe iyice su yüzüne çıkıyordu. Sanki rüya âlemine ruhumun girmesi yetmiyormuş gibi bedenim de girmişti.

Yakınımdaki üç ahşap masa da insanlar ile doluydu. Sanki bildik giyinişli insanlar değil aristokrat ecnebilerdi. Bir toplantı yapmak için burasını seçmiş bizden olmayan insanlar gibiydiler. Ama onla da bizim Türkçe konuşuyordu. Gülüşleri, şaraplarını yudumlayışları, birbirlerini süzüşleri tam bir sanat endamı içinde yapılıyordu.

Kır gazinosuna toplanmış kadınlı erkekler sıradan bir günün eğlencesini yapıyor gibi değil, Fransız aristokrasisinin tanıtım kokteyline gelmiş gibiydiler. Hemen yakınımda duran erkeğin beyaz tişörtü, sarı fötr şapkası, kısa kesilmiş saçları ve oldukça yakışmış sakal ve bıyığı vardı. Korkuluğun hemen yanında ayakta duruyordu. Başı ve bakışları yukarılara doğru yol alıyordu. Sanki o insanlara ait değil, orada olan ve bitenden haberi yokmuş gibi; ne çok kararlı ne de çok umarsız; biraz canı sıkkın ama oldukça dayanıklı bir bedenin dik duruşunu yapıyordu.

Ayakta korkuluğa tutunmuş sanki o guruba ait değil gibi duran sakallı adamın hemen yanında masada oturan bir bayan, kaniş cinsi siyah köpeğini eğlendiriyordu. İddialı bir makyajı vardı. Şapkası sanki renk cümbüşü gösterisi yapıyordu. Elbisesi siyah ağırlıklı yaka kısmı, turuncu ve beyaz bir şerit halinde yukarıdan aşağıya kadar iniyordu. Masada beş şişe şarap, beşi de farklıydılar. Şişelerin rengi, büyüklüğü ve etiketlerinin olmayışı o yörede, yerel bir üretici tarafından yapılmışa benziyorlardı.

Nasıl ki şarap şişeleri farkıysa masada duran şarap bardakları da farklıydı. Sanki burada bulunan erkek ve bayanlar ve tüm nesneler hep bir farklılığın yarışı için dizaynı gibiydiler. Orada bulunan gurubu ve yan masaları inceden inceye seyrettikçe neredeyse bir bulmacanın tamamının çözümü o sofada bulunan 14 kişide çözüme ulaşıyor gibiydi. Taş gazinonun taş sofası, ahşap korkulukları hemen ileride bulunan doğal çalılıklar ve bitki örtüsüyle uyum içinde bir sanat gerçeğine dönüşmüştü. Sanki birazdan zaman kendi doyumunu ulaşacak ve o görüntü zamanın ölümsüzlüğü içinde donacaktı.

Öyle de oldu gibi. Karşıki koruluktan gelen bülbül sesleri ve çok daha başka kuş sesleri, zamanın doyuma ulaşmış donmuş halini canlandırmaya yetmiyordu. Farklı boyutlardaki şişelerin hemen yanında duran çok küçük bir şarap fıçısı vardı. Sanki hediyelik bir eşya, bir süs gibiydi. Meyve tabağı oldukça büyük ve her çeşit meyve ile dolu hiç dokunulmamış gibi duruyordu. Şarap bardakları ıslak ve az da olsa şarabın içildiğini gösteren izler taşıyor, bir şişenin bitmiş olması da bu fikrimi destekliyordu.

Taş sofada bulunan on dört kişi aynı filmin oyuncuları gibi şık ve gösterişli görünse de sanki her biri farklı hayatlar, farlı hayaller ve zevkler içinde, farklı bir zamana doğru bakıyor gibiydiler. Sadece en uçta duran iki erkek ve bir bayan; bu anı yaşıyor gibiydiler. Bayanın İnce siyah par düsesi, siyah şapkası ve siyah eldivenleri ılık bahar gününe çok az uyum sağlıyordu. Gün ılıman olmasına ılıman da ama gün akşama yaklaştıkça gölden esen serinliği de hissetmeye başlamıştım.

Siyah deri eldivenli ve oldukça gösterişli bayan sağ elini yüzüne tutmuş kadınsı bir naz içindeydi. Sanki iki erkek de o kadına âşık gibi, bakış ve süzüşleriyle olanca yalvarışlarını yapıyorlardı. Kadın, ikisini de tercih etmemiş gibi donuk ve zaman ötesine aitlik içinde bakıyordu. Ne şaşkın ne de erkeklerin aşklarının farkına varmış haldeydi.

Köpeğini seven kadının bulunduğu masada tam karşısında sandalyesine ters oturmuş genç adam da, kadının arkasında ayakta duran sakallı adam gibi giyinmişti. Aslında ikisinin üstünde de bir örnek giysiler vardı. Siyah pantolon ve bir tek beyaz tişört giymiş olan genç adam, ayakta duran sakallı adamın oğlu veya kardeşi olabilir. Oldukça birbirlerine benziyorlar. Sakallı adam ne kadar konu ve muhabbet dışıysa genç adam da o kadar ilgisiz ve kendinden geçmişçesine rahat ve yalnızlığın keyfi içindeydi.

Yan masada da dört kişi bulunuyordu. İki adam yan yana, iki kadın da karşı da duruyordu. Kadının birisi sandalyeye oturmuşken, diğeri sofanın dışındaki korkuluklara yaslanmış hem masaya ait, hem de değildi. Onun karşısındaki adam ona doğru bakıyor görünse de koruluk ve göle uzanıyordu kadını delip geçen bakışları. Gölde birkaç küçük yelkenli uygun rüzgârı bulmuş olmanın tatlarını çıkarıyorlardı. Korkuluklara yaslanmış kadın, orada bulunan diğer kadınların en güzel, en alımlı ve en derin bakışlı olanıydı. Beyaz teni siyah gözleri ve turuncuya çalan bir ruj rengi ile bir parmak hareketi; tüm erkekleri ayağa kaldıracak durumdaydı.

Müthiş bir manzara, inanılmaz görüntüler, özellikler içeren masalımsı bir aşk panoraması içinde gibiydim. Sanki bir resim çiziyor ve sonra onlara canlı olmaları için bir ruh hediye ediyordum. Korkuluklara dayanmış beyaz tenli kadın yüzü; inanılmaz masumiyet gösterisi yapan bir çocuğun yüzü gibiydi. Sanırdınız ki bu kadın; hiçbir şekilde dünya çırpınışları, tozu-dumanı, kiri, gürültüsü duymamış öyle bir şey bilmiyor. Sandalyesinde oturan Mor hırkası üstüne oldukça yakışmış ve çocuk yüzlü kadına benzeyen, gururlu bir duruş içinde içkisini yudumlayan kadın da oldukça alımlı ve çekiciydi.

Burada bulunanların ortak noktası hemen hemen hepsinin şapkası ve ceketlerinin oluşuydu. Varlıklı giyinişlerinin yanında yeme-içme ve duruşları da belli bir görgü, eğitim terbiyesi içinden çıkmış olduklarının en net kanıtıydı. Diğer insanlar ile apayrı bir çizgi ile ayrılmışlarcasına benim varlığımı fark etmediler bile! Ama ben onları fark etmiştim. Daha çayımı yudumlar yudumlamaz! İşte ne olduysa bu fark edişten sonra oldu. Girmiş olduğum resmin içinden uzun bir süre çıkamadım… Ah yaşam! … Ah sanat! … Ah görgü! … Ah öğretiler…

Manzara müthiş bir güzelliğin sıra dışı aşklarının öyküsünü anlatıyordu. Renk ve karakter cümbüşü içinde tabiat da, orada bulunan erkekler de, kadınlar da inanılmaz güzelliğin panoramik aşklarını yaşatıyorlardı.

Güven










16 Nisan 2010 Cuma

YOLLARDA

Kamera; Güven  Hoş bir mekân

Ustalara yakın oturmak, kalem tutan,düşüncenin
sörfünü yapan, her insan için ayrıcalık derim:))

Kamera; Güven Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi
Yaşar Kema, Osman Okkan, Günter Grass


Kamera; Güven İstiklal Cad-S Antuan Kilisesi
Sıradışı bir yer burası. Aklın, âlemin tam manası
ile anlamlandıramayacağı ayrı bir gezegen...
Sanki bu yol; kıyamete gidenlerin,kıyametten
dönenlerin bitiş ve yeniden başlayışlarının
yolu gibi...

Kamera; Güven Ayia Triada Ortadoks Rum Kilisesi

Varolanı keşfetmek bir kaşif gibi heyecanlandırıyor beni.:))
Şimdi parmaklıklar arasından seyretsem de çok
yakın zamanda ayrı bir dünyalı heyecanı
ile döneceğimin farkındayım. :))


YOLLARDA


Yürümek ile bitmeyen, tükenmeyen yollar; kim bilir kaç insanı evinden, şehrinden, ülkesinden dışarıya çıkarmıştır. Kimi yol; zorunlu, can derdi adına alınırken, kimi yol da para kazanmak adına oluyor. Kimi yol, sosyal havanın ağırlaşmasının kaçışı olurken, kimi yol da üzerinize düşen insani sorumluluğun halkalarından birisi olarak yapılıyor.

Böyle bir halkanın çok küçük tarafı olarak ben de 15 Nisan günü, büyük halkanın büyük projesinin onur konuklarının muhteşem buluşması için yollardaydım. Bir iş günü olmasına rağmen iki büyük ustanın buluşmasını kaçırmak istemedim. Böyle buluşmalarda söylenecek sözlerin bir anlamı olur; yol almak isteyen düşünce ve yazı adamları için…

Dünyaca ünlü edebiyat ustaları Günter Grass ile Yaşar Kemal ve dört Avrupalı yazar; Goethe Enstitüsü’nün, “ Avrupa Edebiyatı Türkiye’de-Türk Edebiyatı Avrupa’da” edebiyat buluşmalarının konuklarından biriydim. Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde, Türkiye Almanya Kültür Formu sözcüsü Osman Okkan ve oyuncu Mehmet Ali Alabora’nın moderatörlüğünde gerçekleşti.

Fakat görünen o ki, büyük çoğunluk Günter Grass ile Yaşar Kemal’i görmeye, dinlemeye gelmişti. Günter Grass 83, Yaşar Kemal 87 yaşına gelmelerine rağmen hayata dair heyecanlarını toplumsal sorumluluğu en üst seviyede algılayarak, anlatarak gösterdiler. Nobel ödüllü Günter Grass oldukça bilgili, saygılı ve toplumcu yazar kimliğini muhteşem salonun muhteşem dinleyicilerini de etkisi altına alarak bir kez daha gösterdi.

Günter Grass ve Yaşar Kemal; Avrupa Komisyonu Türkiye Delegasyonu tarafından finanse edilen “ Kültür Köprüleri” programı çerçevesinde buluştular. Türkiye’deki son durak İstanbul’da, Osman Okkan’ın sunuculuğunda iki onur konuğunun 85 yıllık tecrübeleri eşliğinde çok nazik ve çok samimi bir bilgi akışları oldu.

KÜLTÜR KÖPRÜLERİ PROGRAMI

“Kültür Köprüleri” Programı, AB ile Türkiye arasında sivil toplum diyalogunu destekleme amaçlı bir girişimdir. Dışişleri Bakanlığı ve Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu’nun başlattığı program, AB’ye üye ülkelerin Türkiye’deki kültür ofisleri ve Türk ortaklarınca uygulanmaktadır. 6 milyon Euro bütçeyi bulan “Kültür Köprüleri” Programı’nın amacı; kültürel paylaşımı ve anlayışı temel alarak, AB’ye katılım sürecinde olan Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki önyargıları gidermeye yardımcı olmak ve kalıcı bir işbirliğine imza atmaktır.

Doğrusu edebiyatın topluma olan etkisi oldukça uzun bir sürecin içinde gerçekleşiyor. Ülkemin bugünkü durumu, ekonomik ve sosyal yapıları oldukça zorlu bir dönemden geçerken; edebiyat ve sanat ile ciddi bir yakınlık içinde olunmaması bir mazeret kabul edile bilinir mi? Bunu okuyucularımın engin, meraklı beden algılarının değerlendirmesine bırakıyorum.

Bizim ülkemize göre daha huzurlu, daha rahat bir hayat yaşayan ülkelere baktığımızda, insanların kendi oluşturdukları otokontrolün ne kadar önemli olduğunu anlıyoruz. Otokontrol de özgüven, bilgi ile daha bir anlam kazanıyor. Ve daha uygar, daha gelişmiş ülkelerinin insanlarını seyrederken, kendi ülkemizdeki gelişmelerin, okur-yazarlığın, öğretimin neden bu kadar yara aldığını ve önemsenmediğini daha iyi anlıyorum.

Bu toprakların soylu efendileri; öğretimin insana akan bilgi ve becerisini, özgüvenini pek sevdiklerini söyleyemem. Eğer böyle olmasaydı, Doğu ile Bat farkları, inanılmaz cinayet benzeri göçler olur muydu? Bir İstanbul, neredeyse bir ülke haline geldi. Korkunç bir betonlaşma içinde, kaderin cilvesi adına; bir parça ekmek aramaya çıkmış insanlar topluluğu…

Eğer ki böyle devasa şehirlere göç etmiş insanlar; sadece karın doyurma macerası adına şehirleşmemiş olsaydı, şehirlerin tüm nimetleri onlara da insanca açık olsaydı; sinemalara, tiyatrolara insanlar sığmaz olurdu.

İlk konuşmayı yapan Alman Büyükelçi; “ Dünya bir çiçek bahçesi gibidir. Bu bahçelerden bir çiçeğin eksilmesi içimizi titretir” derken, Muhsin Ertuğrul Sahnesinde bulunan kaç kişinin de yüreğini titretti kim bilir?

Aynı titremeyi Beyoğlu sokaklarını gezerken de yapabilirsiniz. Taş binaların nasıl bir ustalık, içtenlik, samimiyet ile meydana geldiğini anlar; o eserlere değen parmakların da bu ülkenin harika bir kültür bahçesi içinde yer almış Ermeni, Yahudi, Rum, Kürt, Türk ustaların alın teriyle ıslanmış olduğunu anlarsınız.

Programı yöneten Osman Okkan Günter Grass’a ; “ Sayın Grass, sizce edebiyatın toplumlar üzerindeki etkisi nedir?” sorusuna Günter Grass’ın verdiği cevap düşündürücüdür.

“ İlkönce edebiyatın böyle bir etkisi var mı yok mu bilemem ama varsa da edebiyatın toplumlar üzerindeki etkisi oldukça uzun bir zaman alır. Ben ve Yaşar Kemal, taşralı iki yazarız. Orada büyüdük, orada yaşadıklarımızı şekillendirdik ezilen, mağdur olan toplulukların sesi olduk.”

Günter Grass ile Yaşar Kemal’i ortak dostlukta buluşturan en önemli etken; kendi toplumlarının en alt katmanlarını iyi gözlemeleri ve gerektiklerinde kelle koltukta yollara düşmeleridir. Günter Grass neredeyse tüm hayatını toplumların acı ve sevinçleri üzerine kurmuş. Ondaki heyecanı yaşlı bir beden gibi değil, hayata yeni başlamış heyecanlı, istekli bir genç adam gibi gördüm.

Grass konuşmasına 20.yy azınlıklar büyük acı çektiğini ve 21.yy da aynı acıların devam ettiğini işaret ederek dikkat çekti. Günter Gras konuşmasına Türkiye’de yazarların katledildiğini, azınlıkların 1915 yılını işaret ederek öldürüldüğünü, kaçırtıldığını ifade etti. Grass: “ Böyle önemli konuları sadece edebiyata bırakamayız. Vatandaşlar da bilinçlenmeli, kendi katkılarını sağlamalı."

Günter Grass azınlıkların ülkemizde yaşadıkları dramları ucundan da hatırlatması bedenimin bir yerlerinde büyük bir alevin yanmasına neden oldu. Aynı alev, Günter Garass’ın gençlik yıllarında kendi ülkesinde Alman askerlerin Hitler Yönetiminde milyonlarca insanın öldüğünde yaşadığını öğrendim. Grass: “ ilk zamanlar kendi insanlarımın böyle cinayet işleyebileceklerini kabul edemedim.” diyor. Ne kadar haklı?

Çünkü bizler kabul etmeme, gerçekleri analiz edip insanlığı daha görkemli hale getirmek adına yetiştirilmedik ki! Hep bir gerekçemiz olmadı mı? İlkönce onlar başlattı. Onlar da öldürdü. Onlar bizi arkadan vurdu… Söylenceleri bitemez elbet! Fakat hangi gerçek katletmişlerimizi kendi vicdanımız ve yüce yaratıcı önünde haklı bir sebebe dayandırabilir acaba?

Binlerce mil öteden gelen yazarların, sanatçıların bize, bize ait olan azınlıkları, çiçek bahçelerini, katledişleri hatırlatıyor oluşu; insanlık adına bir adım ilerleme olarak görülse de, kendi insanlığım adına koskoca bir kargaşa olarak algılıyorum.

Her türlü acıyı, sevinci, folkloru birlikte inşa ettiğimiz azınlık ve farklı etnik guruplara ait vatandaşlarımız ile sorunları sırf; gerçeklerden, ilimden, sanattan uzak kaldığımız için çözemedik. Ben bu garip durumu, büyük bir ülke acayipliği değil de küçük düşünen zümrelerin laneti olarak görüyorum…

16 Nisan 2010- Güven

14 Nisan 2010 Çarşamba

YAPABİLECEĞİNİN EN İYİSİNİ YAPMAK

Kamera; Güven Kızkulesi-İstanbul

O kadar geniş ve büyük yerlerde,
mekanlarda tepinir dururuz da
bu küçük yere sığınmış küçük
mekanda büyük keyif alırız!
Neden?
Yapılabilecek en güzel yerden
birisidir de ondan...

YAPABİLECEĞİNİZİN EN İYİSİNİ YAPMAK


İnsan davranışlarını anlamaya, yönlendirmeye çalışan yüzlerce kitap, milyonlarca sözcük vardır. Hepsi de insanı; “Daha İyi” bir yaşam hakkına odaklanmaya iter. Ama asıl sorun, bunca kitap, bunca söz; insanın kendi izin vermesiyle alakalıdır! İnsan, değişime izin vermez, yapabileceğinin en iyisini yapma gayreti içinde olmazsa; bir şeyler hep yarım, hep eksik kalacaktır.

Öğütler, formüller, uyarılar, yol göstermeler…

Asıl mesele ise, değişmek isteyen insanın değişimi kendi şuuru ile yakalaya bilmesidir! Üzgünüm ki, korkuların, çekincelerin bol olduğu güzel ülkemde; insanın kendi soylu bilincini geliştirmesi ve bu; “ BENİM FİKRİM” diyebilmesi çok güçtür. İlah ki bir gurubun gölgeli destekleri altında, gurubunuza ait bir şuuru temsil etmeniz gerekecektir.

Kolay yaşama özenmek, alışılmış duyguları, davranışları taklit etmek; insanları kendi şuurlu bedenlerinden, ulaşabilecekleri en üst mutluluklardan hızla uzaklaştırıyor. Ve bu nedenledir ki; ilaç kullanımı, falcı, büyücü arayışları daha da yaygın ve vazgeçilmez oluyor.

Görünen odur ki KARABÜYÜ geçmişte yaşanmış ve yok olmuş bir yöntem değildir. Hâla vardır ve kılık değiştirmiş halde bizim içimizde dolanır durur. Kara Büyünün en sevdiği insan; korkulara, kararsızlıklara hapsolmuş insandır. Kara Büyü, ününü, varlığını zayıflamış insan ruhlarının, zayıf bedenlerine borçludur.

Kara Büyü; öğrenimi, öğretileri, sanatı, sanatçıları sevmez. Onun beslenmesine katkı sağlayacak insanlar bu memlekette oldukça fazladır.

Yaşamı hak edecek insanların yapacakları, yapmak istedikleri her şey; kendi şuurlu bedenlerinden çıkmış olması; o insanı, hak edilmiş yaşam içinde en iyi, en mutlu olmaya doğru getirecektir. Zoraki seçimler; ne mutlu annelerin ne de babaların çoğalmasına destek olur. Zoraki seçimler; o toplumun ilmini de, bilimini de, sanatını da ön sıraya çıkarmaz. Sanayisi de bir parlar, bir söner. Turizmi de gösteriden, betonlaşmadan öte gidemez. Turizm, ülke turizmi denince; ülkeye para girmesini anlarız ama gelen turistlerin para götürdüğü sayılı ülkelerden birisiyiz!

Yaşam, onu kendi bilinci ile isteyenlerin başköşesinde en yüksek rahata-huzura kavuşur. Yaşam, kendi isteğin ile kendi şuurun ile talep ediliyorsa; kızgınlıklarımızın sebebi; ne anneler, ne babalar, ne de siyasetçiler olur. O zaman, doktorlarımızı da, avukatlarımızı da, öğretmenlerimizi de, piyasada görünmeyen imamlarımızı da ANLAYABİLİRİZ!

Yaşadığı ülkeyi, o ülke içindeki insanları, meslekleri anlamaya başlayan insan; kendini de anlayıp sevme keyfini yaşayacaktır. Ve de seçeceği işi, arkadaşı, sevgiliyi; kendi istediği için, mutlu olacağı için seçecektir. Ve o işi en iyi yapan, o arkadaşı en iyi mutlu eden ve o sevgiliyi en iyi renklendiren kişi olacaktır. Ne büyük alkışlar, ne büyük kazançlar adına yapacaktır en iyi olabilme işini!

Yapabileceğin en iyi işi yapma; en büyük kazancı sağlama anlamında değildir. En beğenilen erkek-kadın da olmaya bilirsiniz! Ama yapabildiğiniz işi en iyi yapan ve bağrışların, çelişkilerin en bol olduğu yerlerde bile MUTLU olansınızdır. Nedenleri sıralayarak, çözüm yollarını bulup, hayatın değişimine ayak uydurarak; sürekli adalet diye bağırıp da adaleti en büyük yaralayanlardan olmadığınızı fark ederek…

Acısını aşmak isteyen bir adam, kendine yardım etmesi için Budist tapınağındaki bir ustaya gider. Adam, Ustaya sorar; “ Usta, eğer günde dört saat meditasyon yaparsam, yüksek bilince ne kadar zamanda ulaşırım?” Usta, adama bakar ve yanıt verir; “ Günde dört saat meditasyon yaparsan belki on yılda yüksek bilince erişirsin.”

Bundan daha iyi yapabileceğine inanan adam yine sorar; “ Oh, Usta peki günde sekiz saat meditasyon yaparsam yüksek bilince ne kadar zamanda erişirim?”

Usta, adama bakar ve yanıt verir; “ Eğer günde sekiz saat meditasyon yaparsan yüksek bilince belki yirmi yılda erişirsin.”

Adam, şaşırır ve sorar; “ Ama daha çok meditasyon yaptığım halde neden daha uzun zaman alır?”

Usta, tebessüm eder ve konuşur; “ Sen bu dünyaya hazzı ve yaşamı feda etmek için gelmedin. Yaşamak ve sevmek için buradasın. Eğer ki iki saatlik bir meditasyonda yapabileceğinin en iyisini yapabildiğin halde sekiz saat meditasyon yapmaya kalkarsan yorgun düşersin, amacından saparsın ve yaşamdan haz alamazsın. Yapabileceğinin en iyisini yap. O zaman meditasyonun süresini değil, yaşamanın, sevmenin ve mutlu olmanın önemli olduğunu anlarsın.”

Birilerine farklı görünmek ve birileri farklı yaşamımızı istediği için yaşamak istiyorsak; ne yaşadığımızı anlamlandırabileceğiz, ne de elimizdekiler ile daha fazla mutlu olmayı, sevmeyi kabul edeceğizdir.

Güzel dünyanın bize sunduğu yaşam hakkı, hak olmaktan çıkmaya başladı. Ülke insanı ve yöneticileri karşılaştırmayı, sayıları, tarihi ve efsane kabul edilen ibret öykülerini birazcık anlayıp; sesli ve şuurlu düşünebilsek; dünyanı bize sunduğu yaşam hakkını ağırdan ağıra almaya başladığını görür; Kara Büyünün nasıl yol aldığını anlar ve garip bir silkinme ihtiyacı duyarsınız!

Silkinin!

Bugünü yepyeni bir gün kabul edin! Tüm öğretiler, tüm öğütler, ikazlar; bizim kendi vicdanımız ve şuurumuz ile anlam bulacaktır diye düşünürüm!

Güven




12 Nisan 2010 Pazartesi

BİR YUDUM EKMEK BİR YUDUM SAYGI

Kamera; Güven - Tekirdağ
Özgürlüğe Bakış

 Nasıl bir şeydir bu özgürlük?
Ah bir ... olmasaydım,ben özgür
olurdum deyişlerimiz kim bilir ne
düşüncezisliklerimizin prangalarını
vurmuştur bize!
Deniz, dağlar,ormanlar, insanlık; çok
yakınımızda dır da ona ulaşmamızı
engelleyen sağlam demir parmaklıklar
hep vardır. Bazen mekânın parmaklıkları
bazen bedenimizin ve bazen de ruhumuzun
sağlam demir parmaklıkları bizi özgür
olmaktan geri bırakır.
Hadi özgürsün deseler; binlerce,
milyonlarca insana. Ne  mekanın
ne içsel çekincelerin parmaklıkları da
ortadan kalksa; bu sefer de aitlik
içinde olduğumuz güya önemsediğimiz
toplumun sağlam demir parmaklıkları
engel olacaktır özgürlüğe açılacak
özgüvenli dolu olan zamanlara...

BİR YUDUM EKMEK BİR YUDUM SAYGI


Lafın gelişi sıkça söylediğimiz bir söz; “ zaman değişiyor” der, değişinin biz olduğunun farkında lığını bir türlü anlamak istemeyiz. Yaklaşık 5 milyar yaşında olan dünyamız için zamanın hiçbir anlamı yoktur. Esas sorun bizim kendi yaratacağımız güzelliklerin zaman denen olgunun içinde ne kadar farklı ve heyecanlı olacağıdır.

Varsın zamanın yolcuları zaman ile uğraşa dursun! Varsın kafamıza uymayanlara da zamane çocukları densin. Ne çıkar bundan! Her insan aynı zamanda farklı zamanlar yaşayabilir de. İnsan dehası öyle yeteneklere, gizemlere sahip ki, kendi kendimizi bile zamanın zamansız yolculuğuna çıkarır, zamanın dehlizlerinden geçiririz de haberimiz olmaz.

Yaşamımızı daha iyi anlamlandırmak günlük hayat akışını düzenlemek adına zamanı böldüğümüz bu anda ben de çocukluk zamanlarımdan kalma alışkanlığımın vazgeçilmez hatırlatmasını yapacağım. Çocukluğumun şanslı sayılabilecek büyük oyun bahçesinde, sokakta zamanı değerlendirmek adına yaptığım bir şey vardı! Ninemin fırından çıkardığı ekmekten koca bir parça kırıp, dozlu eller ile katık edip yediğim yavan ekmeğin tadının vazgeçilmez olduğunu bir kez daha yaşadım.

Güya ekmek elde oyundan ve arkadaşlardan kopmuyor aynı zamanda ne kadar oyuncu bir çocuk olduğumuzu gösteriyorduk. Bir parça yavan ekmekten her ısırışta o zamanların organik tarlalarında yetişen buğdayın ekmek oluşuna kadar olan süreci geldi aklıma. Sonbaharda toprağa atılan tohumların filiz vererek yeşile dönüşmesi ve yeşilden sarıya geçişleri, sarı buğdaydan ak una dönüşmeleri misler gibi kokan yavan ekmeğin tek başına bile nasıl tatlı, leziz geldiğini anımsadım!

Peki, durduk yerde nasıl oldu da her gün yediğim ekmeği, onlarca katık ile yerken o yavan tadı vermediğini, lezzeti anımsamadığımızı, hissetmediğimizi anladım?

Çoğunlukla gittiğim Muratlı Caddesinde bulunan ekmek satış dükkânına uğradım. Ekmek satıcı minyon tipli kadın her zaman ki gibi şirin bir duruş ve sıkça yaptığı güler yüz ile karşıladı beni.

“Bana ikili bir köy ekmeği ver.” dedim. İkili iyi pişmiş üzerinde de az susam olan uzun bir ekmeği uzattı. Her zaman ki gibi; “ bunlar yeni geldi. En tazeleri bunlar. İster misin?”

Gün sona eriyorken ve oldukça sessiz geçmiş günün içekapanıklığını yaşamış beden, ekmekçi kadının elindeki ekmeğe bir an önce uzanmak istedim. Sanki ekmekçi kadının uzattığı ekmek, 30 yıl önceki tarlalarımızın buğdayının ak unu ile yapılan, ninelerimizin alın teri ile yoğurduğu ekmekti. Koku aynı kokuya benziyordu. Her ne kadar tat değişmeye başladıysa da, şikâyet edecek lüksüm yoktu.

Ekmek satıcı kadın ekmeği uzatırken bir yudum yavan ekmeğin hatırını seslendim ona; “ ucundan bir parça kapara bilir miyim?” Ekmekçi kadın ekmeğin parasını alır almaz bana seslendi; “ şimdi ekmem senin elbette kopara bilirsin?”

Tanrım!

Tıpkı 30–35 yıl öncesi gibiydi. Bir yudum ekmek de neler gizli değildi ki! Yeşil buğday filizlerinden tutun da yağmurların, rüzgârın, güneşin sırasıyla sınadığı buğdayda neredeyse bir insanlığın geçmişi gizlidir.

Bir yudum ekmeğe tattığınızda TOPRAĞIN ONURUNU ATEŞİN GÜCÜNÜ görmek mümkündür. İyi irdelediğinizde toprak ile ateşin suyu da yanlarına alarak ne mucizeler yarattıklarını anlayabilirsiniz.

Bugün genç bir adamı uğurladık buğdayımızın yetiştiği topraklara. Muhasebeci Ahmet üç yıldan bu yana mücadele ettiği hastalığa buğdayların yemyeşil olduğu zamanda yenildi. Daha 37 yaşında olan Ahmet’in bedeni direnmeyi bırakmış yeşilin sarıya dönüşümü gibi şimdi bir başka dönüşümün içine girmişti.

Genç adamı hiç tanımadım. Aynı mesleğin kenarlarında gezinsek de, o kendi yolunun yolcusu olurken, ben de kendi yolumun yolcusu olmuşum. Fakat Ortacami’de bekleyen cenazesine son bir el sallamak, belki de buğdayların yeşile dönüştüğü bu zamanda tanışmak onurunu bir veda ile yapmak istedim.

Ahmet’in cenazesi taş camiin hemen yanında bekliyordu. Onu tanıyanlar, meslektaşları bir bir toplanıyor, en acılı anları ailesi, buğdaylar yeşile ve sonra da sarıya dönüşeceği bu anda yaşıyordu.

Ve ben sessizce süzdüm etrafı. Sessizce gezindim buğday kokularından uzak ve mahrum kalmış şehrimizin taş caminin havlusunda. Topluluğun guruplar halindeki şamataları bir yudum yavan ekmek gibi çekici ve tatlı gelmedi bana. Yine bildik yaygara, bildik iş-siyaset felsefeleri Ahmet’in sessiz bedenini inat; çığırtkan ve acelesi ve görgüsüz bir haldeydiler…

Ahmet’in sessiz ve direnmeyi bırakan bedeni, bir günlük de olsa benim bedenimi etkilemiş, o günü öyle yaşadım. Ta ki akşam ekmek satıcı kadına gidene kadar! Ekmeği alıp aceleyle bir parça koparıp, bir den toprağa, yeşile, sarıya ve ak unun su ile yoğrulup fırından çıkan kokuya gidene kadar; sessizdim…

Eve geldiğimde Bir ucu yenmiş ekmeği gören Fatma Hanım; “ Ah, bu ekmeğe ne olmuş böyle” esprisini yaptı. Aslında Fatma Hanım ekmeğin ne olduğunu diğer ekmeklerin başına gelen tatlı yavan yudumların alışmışlığından biliyordu ya neyse…

Bir yudum ekmeğin toprak, buğday kokusu tüm günü, sessiz bedeni değiştirmiş ve bu değişimin verdiği güç ile ben de ; “ Fatma Hanım bak sana az kullanılmış bir ekmek getirdim. Bunu daha ucuza aldım.” dedim. Gülüştük…

Ahmet’i uğurlayan ve Ahmet adına saatlerce saygı sessizliği yapan bedenim BİR YUDUM buğday ekmeğinin tadında, lezzetinde tekrar hayatın mizahına, şakalarına dönmüştü. Her an ihtiyacımız olan mizah ve şakaların lüks bir ihtiyaç olmadığını bir yudum buğday kokusunda bulabileceğimizin farkına varmak ne hoş, ne güzel geldi bana.

Şimdi Ahmet’in toprağa teslim olmuş bedeni de Banarlı beldesinde buğday kokularının toprak ile buluştuğu, sarıya dönüşeceği yerlerin hemen kıyısında yatıyor.

Tekrar filize, yeşile, sonra sarıya ve beyaza dönüşeceği günün zamanına kadar…

Güven