29 Mart 2012 Perşembe

ŞARK ÂLİMİ EMİRİ EFENDİ

Kamera; Güven   ALANYA

Yaşam her yerde; bazen baktığımız,
bazen hiç bakmayı akıl etmediğimiz
yanıbaşımızda...

ŞARK ÂLİMİ EMİRİ EFENDİ



 Emiri Efendi’nin yaşadığı zamanda yaşamadığım için Şark Âlimi Emiri Efendiyi ancak kitaplardan tanıyorum. Onun hakkında bilgi edindikçe bugünün Emiri Efendililerini izledikçe geçmişteki Emiri Efendiye saygım artıyor.


 Emiri Efendi, Sultan Abdülhamit devrinde yaşamış ve defterdarlık yapmış birisidir. Mazide oturur, mazide yatar kalkar, mazide biraz nefes alırdı; fakat çok eski mazide! … Yeniden muzdaripti. Abbasilerin çıkışlarını bilir, kendi fesinin nerede yapıldığını öğrenmek istemezdi. Her şeyin eksisini severdi; kitabın eskisini, ölünün eskisini, hatta felaketin eskisini! … Mesela 93 mağlubiyetini ağzına almaz, fakat Beyazıt’ın Timur’a yenildiğine yanardı.


 Şark Âlimi Emiri Efendinin hususi bir kılığı vardı. Parmağında bir makalelik çamurla dolaşırdı. Hangi yemeği sevdiği yeleğinin önünden belli olurdu. Fakat temiz ruhu vardı. Abdülhamit devrinde defterdar olduğu halde hırsız değildi.


 Şark Âlimi Emiri Efendinin tek kusuru kızınca; adama mektep kitaplarının yazmayacağı kelimelerle söverdi. Bu kadar kusur da olsun canım! …

 Hiçbir uygarlığın tam manası ile yok olup son bulmadığını düşünüyorum. Bilinen ismi ile yok olsa da; Roma, Mısır, Bizans, Sümerler, Hititler, Asurlar, Selçuklular, Osmanlı yine bugünde; bugüne süzülmüş, isim değiştirmiş bir şekilde yaşamaya devam ederler.

 İnsanoğlu şartlara uyum sağlamada diğer birçok canlıdan daha fazla uyum sağlıyor. Buluşlar yapıyor. Yeni korunaklar, önlemler hayatta kalmak için aşılar, gıdalar, vitaminler, daha bir sürü formül buluyor.

 Abdülhamit devrinde yaşamış Şark Âlimi Emiri Efendiler de bugünün bürokratları içine süzüldüler. İsimleri değişti. Giyinişleri değişti. Ama kızgınlıkları, eskiye takılı merakları hâla taptaze duruyor.

 Eski deyince, tam bir değişim-dönüşüm ve saygılı bir kabul edişi bugünün akıl ve bilimleri ile karşılaştırmak olsa önünde eğilirim. Hatta ellerim acıyana kadar alkışlar, bu yolun yolcusu olmanın mutlu bir adamı olarak da sokaklarda caddelerde yüzü gülen bir canlı gibi yürürüm.

 Yüzün gülmesi dedim de uykumun kaçtığı bir saatte uyku getiricisi televizyonu açtım. Nedim Şener ile eşi konuk olmuşlardı. Nedim Şener bir yıllık tutukluluğun ardından serbest bırakıldı. Bir yıl önceki insan gitmiş; kısacası erimiş, ufalmış, onuru zedelenmiş bir cümleyi bile konuşamayacak kadar sarsılmış bir insan görüntüsüne bürünmüştü.

 Hak-Adalet, kısacası bütün krallıklar, dinler bu felsefe, bu görev ile doğarlar. Uygulama ise inanılmaz insanlık trajedilerine sahne olur. Sahnede Nedim Şener, tek suçu yazmak… Sorgulamak…

 Uygarlıkların birbiri içine akışlarını şimdi daha iyi irdeliyorum. Hiçbir değişim sırf değiyorum, değişeceğiz diye kendi kendine olmaz. Bir sürü etken girer devreye. Zalimlikler, adaletsizlikler, büyük kurnaz oyunlar ve VAHŞETLER…

Büyük Sahne Açılıyor;

 Tekrar tekrar açılıyor; büyük sahneden geçmiş milyonlarca oyuncu, uygarlık tekrar kendi süzülüşünü yapıyor. Hak dağıtıcıları bir kez daha hak yiyor, bir kez daha adalet topal bir şekilde yol alıyor.

 Devlet, bütün adaletsizliğin karşısındadır. Devlet, vatandaşı saydığı halkının tamamını aynı şefkat ile kucaklarsa görevini yapmış olur. Ama kusur ne devlette, ne de devletin içine oturtulmuş Şark Âlimi benzeri soylu yöneticilerde.

 Ucuzcu mantığımız, göçer felsefemiz ile biz bu vatanı sadece ölmek için sevdik… Eğer yaşamak için sevseydik; düşünür, sorgular; düşünmek ve sorgulamak için ise okur, araştırır, dinler vicdanımızı evrenin sonsuz güzel gücü gibi tımar etmeyi öğrenirdik.

 Dostlarım, siz siz olun Şark Âlimi Emiri Efendileri kızdırmayın! Bir ağızlarını açarlarsa rezil olursunuz. Rezil olmaktan hep korkmuştur soylu halkım. O yüzden, rezil olmamak için okumaz, gezmez, araştırmaz, eğlenmeyi bile dağıtmak kültürü ile eş anlamlı hale getirmiş güzel bir halkız! …

NOT; Şark Âlimi Emiri Efendiyi tanımama yardımcı olan büyük eserin yani Mithat Cemal Kuntay’ın önünde eğiliyorum; saygı ile, hürmet ile, minnet ile…

 Güven Serin



28 Mart 2012 Çarşamba

GECEYARISINI OTUZ BEŞ GEÇE

Kamera; Güven Alanya

Doğa Irmak Akdenizi seyrediyor.


GECEYARISINI OTUZ BEŞ GEÇE



 Hastane salonu ağzına kadar hasta kokusu ile dolu görünüyordu. Oksijen o kadar azalmış ki hastaneye gelmiş hasta yakınları sessiz adeta nefessiz dolaşıyorlardı. Salonda çalan telefon, ağlayan çocuk-bebek sesleri gibi salonun hasta kokusunu dağıtmak, bir nefes vermek için bağırıyordu.

 Hemşirelerin telaşı, işleri başından aştığı için telefona bakacak durumda değildiler. Genç hemşire sadece ikide birde cebindeki telefona bakıp yeni bir şey var mı yok mu merakı içinde tekrar, saniyeler içinde işine geri dönüyordu.

 Hastanenin içine yerleşmiş koku buraya şifa gelenleri iyileştirecek güya! Gelen hastalar iyileşecek belki ama orada bekleşen hasta yakınları sağlıklı gelip hasta çıkacakları belli. Yüzlerinden, yürüyüşlerinden, halsizliklerinden belli…

 Özel hastanelerin şirinliği, iç açıcılığı devlet hastanelerinde olmadı. Hiçbir zaman da olmayacağa benziyor. Devlet hastanelerinin mütevazılığı da özel hastanelerde olmayacak. Bu yüzden dengeler bir türlü oturmuyor. Sağlığımız adına kararsız durumda kalıp, özel hastaneye gitmeye korkuyoruz. Çünkü sağlık harcamaları öyle bir yükseliş göstere bilir ki iyileşseniz bile girdiğiniz maddi yükün altından kalkmak, belinizi doğrultmak için yıllar geçmesi gerekir.

 Hastane salonunu doldurmuş hasta kokularını bir kimyacı gibi ayırt etmeye, analiz etmeye koyuldum. Hap, şurup, kusmuk ve idrar kokuları; insan nefesi ile harmanlanmış. Hemşireler ve hasta yakınları bu duruma çoktan alışmışlar. Ne kokular, ne tüy gibi dolaşan gölgeler, ne de bebek çığlıkları kimsenin önceliği değil; her şey oldukça normal görünüyor.

 Doğa Irmak ayakta duracak durumda değildi. Hasta kokan hastane salonunda ona bakacak hemşireyi bekliyordu. Doktur serum verilmesini ve bir gece hastanede kalınmasını istedi. Sıra bize gelince tedavi odasına girdik. İçeride üç hemşire vardı. İkisi beyaz giysileri diğeri pembe giysisi içinde Doğa Irmağa yardımcı oluyorlar.

 Doğa’ya serum bağlanırken duvarda asılı saate baktım. Gece yarısını otuz beş gece durmuştu. Ama ne zaman? Kolumdaki saat daha gecenin yeni başladığı saatte; 21,30 da. Hastane odasındaki saat gece yarısını otuz beş gece durmuştu. Burada duran saatten öte oksijen akışı da oldukça yavaşlamış, her an değişen hasta çığlıkları, her an birbirine üstünlük sağlayan kokulara karşı hiçbir şey olmamış gibi yaşayan, davranan hastane çalışanları, hastalar ve hasta yakınları da yavaşlayan zamanın içinde yavaşlamış durumdaydılar.

 İnsan denen canlı hayatın hayat olduğunu yüreğini acıtan olaylar sayesinde algılar ve perçinler. Doğa Irmağın istifrası, halsizliği yoğun bir telaş ve acılı korku yaşatırken bile diğer hasaları, hasta yakınlarını gözlemekten geri kalamadım. Çıktığımız bölüm çocuk bölümü olduğu için hastalar da küçük çocuklardı. Boyunları eğik, halsiz çocuklar… Aslında çocuklardan daha perişan, daha hasta görünen onların yanındaki yakınlarıydı.

 Sağlık ve eğitimin bu kadar hor görüldüğü, sürekli ölüm gösterilip sıtmaya razı gösterildiği başka büyük ülke var mıdır acaba? Büyük ülke, büyüyen ülke böyle mi büyür; havalandırması doğru dürüst çalışmayan hastane koridorları, hastane odaları ve ne ilginçtir ki hâla hasta bakıcı kültürünü yerleştirmediğimiz için hastane de dolaşan hasta yakınları; hastalıkların, çığlıkların kurbanı gibi dolaşıyorlar.

 Özel hastaneler ile rekabet etme gibi bir durumu olmayan devlet hastanelerimiz; büyük bir yorgunluk, ama aynı zamanda samimi bir gayret içinde şifa dağıtmaya çalışıyorlar.

 Büyük düşünen, büyük işler yapmaya gelen ve sürekli hak ve vicdandan söz eden büyük siyasetçilerimiz ne hikmetse hastalanınca, özel bakım odalarına alınmayı, özel tedavi görmeyi arzu ederler ve böyle isterler. Peki, büyük düşünenlerin, büyük ülke umutlarını saçanların büyük halkı da tek kişilik odalarda kalmayı hak etmedi mi daha?

 Doğa Irmağın koluna serum bağlanmıştı bağlanmasına odadan da ayrılıyorduk ayrılmasına ama ben yine duvardaki durmuş saate baktım; gece yarısını otuz beş geçe durmuştu. Ama ne zaman durduğu, hangi gecede intihar ettiği, yaşama veda ettiği belli olmayan buruk bir insanın hayatı gibi denizin dibindeki hayata bir ödül gibi sunulan batık gemiler gibi orada, hala saat varmışçasına saat gibi görünerek; sadece gece yarısından sonraki zamanı gösteriyor.

 Hemşirelerin yanında dolaşan bir kadın hizmetli erkek yürüyüşü ve erkek gibi bakışı ile eğlence yerlerindeki hanım ağaları hatırlattı bana. Görevini çoktan benimsemiş, buradaki çığlıklarla, kokularla baş etmiş; kadın ve erkeğin arasında bir yer edinmiş başka bir canlı gibi yastık, yorgan taşıyordu.

 Doğayı yatacağı yere getirdik. Temiz çarşaf ve yastık konmuştu. Biraz yakından bakınca temiz çarşafların ve yastıkların ne büyük hikâyeleri olduğunu görüyor insan. Daha önceki kusmuk, kan, ter izleri hiçbir hatıraya kıyamayan tabiatın sonsuza emanet ettiği izler gibi öylesine duruyor. Onlar geçmişin mirası, korunacak önemli hatıraları gibi öylesine eski sahiplerini, bir gün geri döneceklerini bekliyorlar.

 Velhasıl dostlarım; hastaneleri görmek, hastaları anlamak için ya hasta olmak, ya da hasta yakını olmak lazım. Gerisi yalan; geçmiş olsun, Allah şifalar versin, der içi her zaman boş kalacak hoş günlerimize geri döner; adına da yaşam deriz…

 Güven Serin



















26 Mart 2012 Pazartesi

YÜZLEŞME

Kamera; Güven  GANOSLAR

Bu küçük çiğdemin insanlık ile yüzleşme
gibi bir derdi yoktur. Tabiata söz verdiği
gibi her bahar; ışığı,ılıklığı ve su damlacıklarını
duyar duymaz kapısını açar ve içeri
buyur eder güzelliklere güzellik katacak
dostlarını.

Kamera; Güven     GANOSLAR

Ganosların yüksek rüzgarlı tepelerinde
yaşayan meşe ağacının da insanlık
ile yüzleşmeye ihtiyacı yoktur.
Zaten rüzgar,soğuk ile seçtiği
yüksek ve zorlu tepede yüzleşiyor o...

Böyle zorlu tepelerde yaşamak zor iştir.
 İnsan denen canlıyı titretir,
 başını döndürür de sonra
insanlığın yüzsüz çukurlarına düşürür.
Burası meşe ağaçlarının krallığıdır.
Bu karallığın tek amacı hayatta kalmak
için toprağa, taşların arasına saldıkları
kökleri ile insanlığa ayrı ve güzel bir
savaşın da olabileceğini anlatmaktır.

YÜZLEŞME



 Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in ölümünden yıllar sonra bile kanayan adaletin pıhtılaşmış damlaları vicdanı olan insanların yüzüne damlıyor.

Hrant Dink’in eşi Rakel Dink gök kubbe altında bütün insanlara sesleniyor;

“ Hrant Dink davası benim, sizin davamız olmaktan çok, yüzleşme davasıdır. Türkiye’nin adaletle olan duruşunu sergileyecek bir davadır.”

 Güzel ülkem, soylu ülke yöneticilerim bugüne kadar ne ile yüzleşebildi ki Hrant Dink’in davası ile yüzleşsin? Hangi vatandaşının, aydınının öldürülmesi adına adaletin korkusuz terazisi evrenin sınırsız gücüne inanarak el uzattı. Terazinin bir kefesi sürekli altta kaldığı sürece evrenin yaşam adına sunduğu bu güzel dünyada mutluluk kendi krallığını yaşata bilir mi? Çok zor! Her geçen gün, koruma, korkma adına güvenlik duvarları büyütülüp, titizlikle başka çözümler aranıyor. Çökmeye, arka kapılardan sızacak kayıp insanların uygarlıklarına teslim olmaya doğru ilerliyorlar.

 Evreni anlamadan önce kendi dünyamızı, hatta ilk önce kendimizi anlamaya çalışmadan, kendi vicdanımız ile gerçek manada yüzleşmeden hangi huzurun bekçisi ve kalıcı mirasın mutlu bırakanı olabiliriz? Miraslarımız el değiştirmeye, yüz yıllarca uğraşıp yücelttiğimiz uygarlıklar çökmeye mahkûmdur! İnanmıyorsanız yerin altında yatan uygarlıkların sayısını, çöküş nedenlerini akıl yolu ile anlamaya çalışınız…

 Biliyorum Rakel Dink’in bağrı yanık! İçindeki destan ağıtlarla yüklü! Ona verecek insanlık ilacım yoktur. Sesim kısık, güvene bildiğim tek gücüm; yazılarımdır.

 Rakel’in dediği gibi yüzleşmek lazım. Artık derin yolculuklarında derin işlerin katledişmiş ölülerine gereken saygı ve bu ülkede yaşayan milyonlarca insanın gelecekteki onurlarını şimdiden kurtarmak için el ele vermenin adaleti hiç kimseyi kayırmadan yüceltmenin, harekete geçirmenin yolunu bulmak zorundayız. Yoksa bu acıların oluşturduğu büyük enerji, eninde sonunda kendi patlamasını, yağmalarını insanı şaşırtacak bir insanlık yürüyüşü biçiminde yapa bilir!

 Yüzleşme dedi Rakel; acaba şehrimiz Tekirdağ’da onlarca yıl önce takılmış artık düşecek durumda olan tabelalar, klimalar ile yüzleşip bunları kaldırtabilme girişimleri yapıyor muyuz? Yetmeyen caddelerimizi, kaldırımlarımızı, oyun parklarımızı yeterli hale getirme yüzleşmeleri yapabiliyor muyuz? Toplumu denetlemek, toplumu daha iyi vatandaş olma yolunda ilerletecek öncü memurlarımız; maliyecilerimiz, belediyecilerimiz, imamlarımız, öğretmenlerimiz, doktorlarımız, hemşirelerimiz kendi soylu vicdanları ile yüzleşe biliyorlar mı? Yüzleştik mi?

 Nurlu yüzlerin ışığı o kadar kuvvetli ki gözümüzü kamaştırıyor. Sesleri o kadar gür ve ulvi ki kulaklarımızı sağır etmiş durumda. Yüzleşmek nedir? Diye bir sürü sessiz beden işareti görüyorum. Yüzleşmek nedir? Karnın doydu mu, senden de altta, daha altta inleyenler, kaybetmişler varsa; DEĞMEN BENİM GAMLI KEYFİME.

 En iyi yaptığımız yüzleşme, kaybedenleri, mahcup olanları, içeri atılanları görünce, kendi kendimizle yüzleşip; “ oh be, aklını kullanamadı deyyuslar, şimdi çeksinler kendi iplerini” diyerek yapıyoruz. Çekilen ipin diğer ucu bizim ayağımıza, soylu bedenimize ve içi harika bilgilerle dolu olan heybetli başımıza doğru yükseliyor.

 Hükümet Caddesindeki ambulansın sirenleri ortalığı inletiyor. Verdiği mesaj; "her an ölebilecek  hastayı hastaneye yetiştirmem lazım, bir an önce araçlarınızı kenara çekin.”

 Ambulansın sirenleri bunları anlatıyor ama kenarlarda araç dolu. Ve trafik felç durumda! Ambulans sirenleri ile ortalığı inletiyor. Ama bu gerçek ile yüzleşecek tek bir soylu yönetici yok!

 Orta Cami taş mimarisi, yaşlı çam ağaçları ile bu dünyadan göç etmiş insanı uğurlama duaları ile meşgul. Ve bu uğurlama da trafiği aksatan şehir trafiğine, hastaneye yetişecek hastaya çare olacak ve kendi kendimizle yüzleşecek bir uygulama değil.

 Yeni araç alımları heyecanı ile yüzleşirken, yeni yolların, parkların yapılması ile yüzleşmiyoruz. Yeni borçlar, yeni icralar, yeni yıkımlar ve intiharlar ile karşı karşıya gelirken de YÜZLEŞE MİYORUZ.

 Dostlarım, o kadar yüzsüz olduk ki artık yüzümüz yok. Bazen korkuyorum; benim güzel ülkem yüzünü, yüzlerini kaybediyor mu diye!

 Güven Serin













24 Mart 2012 Cumartesi

DENİZİN ÜSTÜNDE ATEŞ KÜRESİ

Kamera; Güven    TEKİRDAĞ

 Gün doğuyor şehrin üzerine.
Farketmemişçesine insanlar bu doğumu,
yine öldürüyorlar geceden kalan rüyaları.
Rüya, düş deyince; kabus... Korku... Öfke...
Sevgi-sevmek deyince; niye bu kaçış...


Kamera; Güven   TEKİRDAĞ

Sana koşuyorum bir vapurun içinde
Ölmemek, delirmemek için.
Yaşamak; bütün adetlerden uzak
Sait Faik


DENİZİN ÜSTÜNDE ATEŞ KÜRESİ



 Tekirdağ şehri sabahı martı çığlıkları ile karşılar. Cumba balkonlu ahşap evleri terk edenlerin hüzünleri çoktan nasırlar bağladı. Yine aynı bildik yolda; kordon boyunda yürüyorum. Doğu yönünde tam da denizin üzerinde, ufuk çizgisinin gizemli bir görüntü sergilediği yerde bir kırmızılık doğuyor.

 Büyük çok büyük kırmızı; kıpkırmızı bir küre, şehrin doğu yönünden göğe yükseliyor. Büyük kırmızı küreyi örtmeye çalışan bulutların gücü yetmediği belli. Ateşten küre, bütün engellemeleri ortadan kaldırıp görkemli bir kırmızılık içinde saygı ve minnet aynı zamanda şükran ile karşılayacağımız güzellikte yükselmeye, parıltılarını arttırmaya devam etti.

 Ateş küre kırmızıydı, büyük yangınların merkeziydi; yanına çok yakınına yaklaşan olmadı bugüne kadar ama sarıyı, pembeyi, yeşili, maviyi hatta insanı ve bütün canlıları besleyen de, büyüten de odur.

 Büyük ateş küre ne kadar da yakın da duruyor. Yürüyüp yanına varacağım kadar yakın; hemen ufuk çizgisinin olduğu yerde.

 Sanki bir fısıltı yaklaş dedi. Yürüdüm bende bir düşün içine yürür gibi. Geldiğim yerde deniz karayı yalayarak tırmanmaya çalışıyordu. Şımarık bir çocuk gibiydi deniz; anakara’ya nineye, dedeye şımarır gibi şımarıyordu.

 Yine o ses; “soyun” dedi. Ama nasıl olur? Ayıp! … Saf mahcubiyetin, yüklendiğin binlerce ayıp yüzünden acı çekmiyor musun sen? Diye seslendi fısıltı. Ne kadar da doğruydu; örtünme ve soyunma çarpışmaları arasında yaşadığımız hayat acılar, nefretler, kırgınlıklar ile doluydu. Sanat denen şey; sadece belli merkezlere hapsolmuş. Dans, müzik, tiyatro da öyle… Gazinolar, diğer eğlence mekânları da öyle; ayıplarla yüklenmiş olan insanların diyarına hiçbir zaman uğramamış gibi…

 En korkusuz soyunmaları hastalığımızın ilerlediği zamanlarda doktordan gelecek emir ile ama yine mahcubiyet içinde yapıyoruz. Etrafımıza bakıp bulabileceğimiz bir incir yaprağı var mı diye aranıyoruz. Elimizi incir yaprağı şekline getirip de öyle ölüme yakınken bile ayıplarımızı örtüyoruz.

 Yine o fısıltı; “ insan vücudu neden ayıp? İnsanı var etti diye mi? Bilimi, sanatı, dansı, şiiri var etti, insanlık hizmetine sundu diye mi?” Sahi insan bedeni niye ayıp? Ayıbın en soylu, en vefalı arkadaşı örtünmedir. Hatta gizlenmedir. Bu vefalı arkadaşlar olmasaydı “ayıp” da olmazdı. Ayıp, kahrından ölür de başka dünyalara ayıp hastalığını yaymaya giderdi…

 Ben “ayıp” sözcüğü ve bedenlerimize vurduğu prangayı düşünürken az ötede iki genç kumru yetişkinliğe geçiş töreni hazırlığı yapıyorlardı. Kumru zarif bir kuştur ama yuva kurma, eşini ikna etme hazırlığında olan iki genç kumru hiç de zarif davranmıyorlardı birbirlerine. Kanat vuruşları hoyrat iki Romalı savaşçı gibi sert ve hızlı bir şekilde yapılıyordu.

 İki zarif kumru, Hititli, Mısırlı iki savaşçı gibi ama bildik oyunu, aşk oyununu oynuyorlardı. Bütün sertlikleri, aceleleri bundandı. Ateş küre baharı müjdeliyordu onlara. Baharın deliliğini, aşka davet edişini ve yenilenmeyi… Kumruların örtünmeden, ayıplardan haberi bile yoktu. Bildikleri en güzel şey; baharın hakkını verecek kanat çarpma oyunlarıydı. Ve oynuyordu, sevişirken kumrular…

 Kaç insan hiçbir oyunu oynamadan çekip gitti bu dünyadan. Kaç insan buruk ayrıldı bu güzel ülkeden. Bu ülkeyi sevmenin yüksek erdemi anlaşılıp, ateş kürenin sonsuz içinde sonlu yaşamlara hizmet edildiği de kavranılsaydı şimdi bu ülkede danslar, şiirler; bin bir güzelliğe bürünmüş mimarinin baş döndürücü katkıları ile yükselmiş masal şehirleri olurdu.

 Eğri büğrü yolları, sokakları ve tozu hiç eksik olmayan kaldırımlarıyla bu şehri seviyorum ben. Severken ağlayıp, ağıtlar yakıyor ve kimselere belli etmeden bu şehrin sokaklarında her gün kayboluyorum.


 Büyük ateş kürenin sonsuza uzanan ve hiçbir zaman erişemeyeceğimiz büyüklüğü hiçbir karşılık beklemeden yaptığı fısıltıları minnet ile kabul edip, hiç eksik olmayacak curcunanın, tozup-toprağın içine; yani adına şehir dedikleri yere ilerledim…

 Güven Serin

21 Mart 2012 Çarşamba

PARDON ABİ

Kamera; Yunus   GANOSLAR

Göklere el açmak ve bütün çareyi
göklerden gelecek sihirli güce
bırakmak ne kadar insanca?
Halbuki insan da göklerden gelir
ve göklerde yaşar; ama çareyi
göklere, çaresizliği yerin yedi kat
altına barakmıştır; ne hazin...

PARDON ABİ



 Komşum Çetin’i çoktandır görmüyordum. Yine o kendine has yürüyüşü ile geliyordu. İnsan komşusu ile bile ayda-yılda bir görüşüyorsa varın gerisini siz düşünün. Şehirler, şehir insanı, uygarlaşma böyle mi olmalıydı?

 Çiftçi Çetin, yazın köyde, kışın şehirde yaşayan birisidir. Birçok Tekirdağ sakini gibi oda aynı yaşam yürüyüşünü, koşuşturmamasını yapıyor. Çetin’i özlemiş olmalıyım ki her zamanki seslenişimin tonu biraz daha dostane oldu;

“ Çetin merhaba dostum! Nasılsın?”

 Çetin, biraz yokuş, biraz da rüzgâra karşı yükünü almış ağır vasıta gibi ilerlerken böyle bir seslenişi hiç beklemiyor gibi aracın fren yapması gibi, şoförün fren yaptıktan sonra korkulu şaşırması gibi bana baktı.

 Kısa bir hal-hatır sormasından sonra komşumun iyi olduğunu, her zamanki gibi tebessüm ettiğini öğrenince birazda onun tebessümünden çalarak ilerlemek üzereydim ki, Çetin’in tanıdığı berber Çetin’e çarparak; “PARDON ABİ” seslenişi ile Çetin’i benden sonra daha bir şaşırttı.

 Neye uğradığını anlayamayan Çetin çarpmanın etkisi ile yere yıkılacakken, ona çarpan şaka yapan berber arkadaşı onu tuttu. Tanrı, önce eşeği kaybettirip sonra da bulduktan sonra mutlu olanların mutluluğu ile yere düşecekken düşmeyen Çetin mutlu oldu mutlu olmasına ama işin eşek şakası olduğunu anlayınca;

Seni Deyyus seni, ben sana gününü göstermez miyim?” Deyip ona şaka yaparak çarpan, Deyyus dediği Berberin ardından koşarak ilerlerdi.

 Bu iki arkadaşın ardından ayrılırken Çetin’e çarpan berberin kahkahasını da duydum. İçten gelen, şaka ile arkadaşına korku yaşatıp, sonra da ondan kurtulmuş olmanın soylu Deyyusluğu ile koşmak ne güzel bir şey…

 Basit, sıradan yaşamak böyledir işte; günün içinde bir şaka ile karşılaşır, sizde şakanın karşılığını vereceğim diye yokuş yukarı ve rüzgâra karşı; “Yakalayacağım Seni Deyyus” diye, diye koşarsınız. Kaçanın gözlerindeki mutluluk büyüktür. Sesi, metrelerce öteden duyulur. Unutulan kahkahalar atar, şakanın kaçan tarafında olan.

 Teferruata boğulmadan, sade yaşamların hiç beklenmeyen zamanlarda büyük ödül gibi şakalaşmaları vardır. Ciddiyetin, çelişkilerin, teferruatın içinde boğulmuş olanlar böyle şakaları; “deyyus” diye seslenerek koca adamların çocuklar gibi koşmalarını anlamlı bulmaz.

 Eğer, hayat sadece ciddiyet, korku, vahşetler üzerine kurulu olsaydı; insanlık çoktan ömrünü tamamlardı. Hayatın haylazları, şakacıları, filozofları, gezginleri, hep çocuk kalanları en güzel renkleridir. Hayat biraz da delilik ile şenlenir…

Çetin’in kovaladığı berber ve Çetin yokuş yukarı, aynı zamanda rüzgâra karşı koşuyorlardı.

 Yakalayacağım seni Deyyus, diye bağırıyordu Çetin. Yakayı ele vermeyen berber de iç ısıtan kahkahalardan yapıyordu. Tam tersi benle birlikte yokuş aşağı ve rüzgârı arkaya alanların ne bir gülüşleri, ne de ; “deyyus” diye kovaladıkları gülen bir çocuk vardı.

Ne hazin…

 Güven Serin

19 Mart 2012 Pazartesi

GANOSLARDA ÇOBAN ALDATAN KUŞLARI

Kamera; Yunus   GANOSLAR (IŞIKLAR)DAĞI

Bir masaldır güne geceden başlamak.
Bir masaldır güne geceden ve Ganoslardan
başlamak. Bir varmış bir yokmuş;
der masalın içine girersiniz. Hem gerçek
hem değil...

Kamera; Güven  GANOSLARDA SABAH

Böyle bir şeydir Ganoslarda güne merhaba
demek. Tabiatın en güzel sırlarından birisidir
saygı ile onu anlamaya çalışmak.
Görüntü içinde görüntü, anlam içinde
anlam, düşünce içinde düşünceler
en nazik çılgınlığa,coşkuya davet eder
sizi.


Kamera; Güven 
Yolun yolcusu Tamer Kaptan
İyi bir gezgindir. Bir kadeh şarabın hakkını
hemen verir; şarkılar mırıldanır tabiatın
soylu aşkına.


Kamera; Yunus Ganoslarda Şarap Zamanı

Molalarda en güzel enerji bir küçük kadeh
şarap. İnsan denen insanı törpülemeye başlıyor.
Bulunduğumuz güzel yerlerde doğanın
törpüsü sürekli iş başında; kar, rüzgar,
yağmur ve güneş...


Kamera; Güven  Ganoslar

On parmakta on marifet, bunun adı
Yunus Usta.
Çantasına asılı çanlar ve ziller gezinin ayrı
eğlence kaynağı.Sanırsınız ki sürünüz de
arkanızdan geliyor. Halbuki bu gezginler
sürülerden kaçıyor...
Çobanın sürüsü güzeldir,üretkendir.
İnsanlığın sürüleri, muhtaçlık içinde her
korku ve korkunçluk senaryolarına
şans vermek için beklerler.

Kamera; Yunus Ganoslar
Rakım 800 metrelerde
Tepelerde satranç oynamak güzeldir; sizi
çukarlardan kurtaracak çareler bulmanıza
destek verir. Bataklığı iyi anlar uygarlaşıyoruz
diye temizlerken, temiz kalayım derken
batmamayı öğrenirsiniz...


Kamera; Yunus

Ganoslarda şiir okumak da güzeldir.
Üzerinize yığılmış kabalıkları,insan çığlıklarını
kötülüğe hizmet edecek bir sürü soylu
alışkanlığı tekrar gözden geçirirsiniz.


Kamera; Güven Ganoslar; rakım 800 metre

Ganoslarda Kardelen olmak da güzel,
Kardelenin önünde saygı ve sevgi ile uzanmak
uzandığında toprağın nelere dönüşeceğini,
kokuların insan denen canlıya ne büyük armağan
olduğunu bilmek, tanıklık etmek de
güzel...


GANOSLARDA ÇOBAN ALDATAN KUŞLARI




 Ganos Dağlarında baharın kokusu duyulmaya başladı. Gezgin olmanın en güzel tarafı da kirli şehirlerde yaşarken bile temiz doğayı ve onun kokusunu hatırdan çıkarmaz, rüzgârın taşıdığı kokuları duyar ve yola koyulma vaktinin geldiğini anlarsınız.

 Yunus Usta ve Tamer Kaptan’da benim gibi düşünüyorlardı. Kararlaştırılan gün, Pazar günü sabahın aydınlık ile buluşmadığı saatlerde 04.30 sularında harekete geçtik. Mimari ve mühendislikten hiçbir nasip olmayan şehri Tekirdağ’dan özleyeceğimizi bile bile kırlara yolculuk başladı. Karanlığı delen araç farları, karanlıktan bize gelen kır kokuları ile yolculuk yapmak insan denen mahlûkatı sersemletiyor.

 Aracımızı Yeni Köy’ün Kuzey Batısına baraktık. Sırt çantalarımızı ve toprak ile aramızda güzel bir denge-iletişim kurduğumuz sopalarımızı da alıp taşların, toprağın, çiçeklerin muhteşem tepelerin, vadilerin olduğu Ganos (Işıklar) Dağlarında Çoban Aldatan Kuşlarını dinleyerek yol aldık.

 Çoban Aldatan Kuşları çevrede duyulan tek canlı sesleriydi. Erkek Çoban Aldatan Kuşu da baharı duyumsamıştı. Dişisine sesini duyurmak için o kadar güzel ötüyor ki, bu sese karşılık vermeyecek dişi yoktur.

 Ganos (Işıklar) Dağları bir kez daha karanlığın içinden aydınlığa süzülüyor. Güneş bulutların ağırlığı ve inatçılığı yüzünden biraz geç doğdu. Doğmadan önce yaydığı kızıllık, mavilik, insan denen canlıya sabahın tazeliğinde sunulan en güzel hediyelerden birisidir. İşte bu aydınlıktır Çoban Aldatan Kuşlarını daha da coşku ile ötmelerini sağlayan.

 Gölgede kalan tepelerde, küçük çataklarda beyazın el dokunulmamış karları duruyordu. Karların beyazlığı, serinliği Ganoslara öyle bir yakışıyor ki… Marmara Denizi sakin günlerinden birini yaşıyor. Sanki deniz, yokmuşçasına ışınların ressamlığında renkten renge bürünüyor. Uzansak tutacakmışız gibi yakın duran tepelere ayak bastıkça insan denen canlının sınanmasını sizi saran çamaşırlarınızın ıslanması ile anlıyorsunuz.

 Kuytuluk yerlerde, karların erimeye başladığı alanlarda karlar gibi beyaz kardelenler hayat bulmuş. Doğanın şaşmaz bahçesi yine şaşmayıp kardelenleri ölümden yaşama taşımış. Hemen yanlarında dağ sümbülleri, sarıçiğdemler…

 Uzun kış günleri güneşli bir bahar gününe ve de kırlara çıkmış insanlara bir dünya gününde daha şansı veriyor. Onlarca sporcu yamaç paraşütü yapmaya gelmişler. Rengârenk paraşütleri, insan denen canlının uçmaya duyduğu büyük aşkla pırıldayan gözleri görülmeye değer. Piknik yapmaya gelenlerin en dikkat çekici olanlarından bir aile uçurtmalarını havalandırmaya çalışıyorlardı. Otuz yıl geriye gittim; uçurtmalarımızın bir gelin gibi süzüldüğü İpsala tepelerine; baharın bu zamanlarında uçurtmalarımızı alıp boş tarlalara koşup mutlu çocukluğumuzun mutlu tatminlerine, coşkulu zamanlarına…

 Ganos Dağları sadece Tekirdağ şehrinin değil, bütün yörenin kaderini değiştirecek bir güzellikte. Şehir yöneticilerinin, yöre insanlarının ve bu şehri sevmiş her türlü canlının yapacağı katkı sayesinde buraların yağmalanması engellenir, her türlü spor yapılması özendirilirse bu yöre kendi altı çağını, insan denen canlının alın teri ile olan mutlu aşkını yaşama fırsatı bulur.

 Yamaç Paraşütü iyice oturmuş durumda. Şimdi yürüyüş sporları, at sporları, bisiklet, motor, sualtı, teleferik gibi doğanın kalbi deşilmeden, büyük özen göstererek bu bölge ülke adına uluslar arası bir güzelliğe ve üne kavuşabilir.

 Özen ve temizlik deyince içim burkuluyor. Ganoslara gelen sporcular, piknikçilerin büyük çoğunluğu tipik ülke insanı davranışları gösteriyor. Temizliği lafta, imanı lafta yaşatma sanatını en iyi bildikleri belli; çünkü her taraf pislik içinde. Onların bıraktığı artıklar o kadar çirkin ve o kadar kötü duruyor ki Ganosların ağladığını hissediyorum.

 Çoban Aldatan Kuşları kimi Ardıç ağaçlarına, kimi Meşe ağaçlarına konuyorlar. Erkek muhteşem serenadını yapıyor dişisini etkileme adına. Günle birlikte tepelere tırmanırken yetenekli dostlarım her an sürprize hazır olmamızı anlatıyorlardı bana.

 Verdiğimiz ilk molada Yunus usta yine kendi el emeği ile yaptığı kırmızı şarabı, yanımızdan ayırmadığımız kadehlerimize döktü. Ve yine o bildik seslenişini yaptı;

“şarabı içerken ilk önce filizi, sonra yaprağı, dalı ve kökü, sonra da toprağı düşüneceksin.” Kadehlerimiz günün güzel güneş ışıkların ile birlikte kalktı. Ve birlikte minnettarlığımızı sunduk doğaya, sevgiye, sevgililere; kötülükten öte düşünen bütün canlılara.

 İki kadeh kırmızı şarap, soylu insanoğluna neler yaptırmaz ki, diğer yetenekli arkadaşım Tamer Kaptan gençlik yıllarına geri döndü ve ünlü İtalyan şarkısını söylemeye başladı;

“ Lasciate mi cantare/Con la Chitarrra in mano/Lasciate mi cantare.” İtalyan sanatçının mutlu bir İtalyan gururu ile İtalya sevdası ile yazılan şarkı eşliğinde bizde mutlu Türk nezaketi, merakı ve mahcubiyeti aynı zamanda öğrenme, gezme aşkı içinde yürüdük tepeden tepeye. Yürüdük, küçük vadilerden öteki vadilere doğru.

 Yunus ustanın on parmağında on marifet vardır. Her gezginin edinmek istediği arkadaşlardan! Rakım 800 metrelerde güzel bir serinlik var. Hemen ötemizde ardıç ağaçları! Gölgede kalan yerlerde beyaz; bembeyaz kar yığınları güzel bir gösteri yapıyor. Güneş, tıpkı çocukluk günlerimizin nineleri gibi şımarttı bizi. Yunus usta ateş ve balık hazırlığı yaparken tıpkı çocukluk günlerinde olduğu gibi toprağın bağrına uzanıp, güneşin şımarıklığına aldanıp küçük bir uyku; ölüm ile yaşam arasında harika bir buğu gibi…

 Ganoslar Dağlarında gün, geceden başlar. Çoban Aldatan Kuşları gecenin içinden seslenirler sevgiliye. Günü geceden başlayıp öyle sonlandırdık. Bir gezgin gördüğü, öğrendiği en küçük şeyle mutlu olur. Bizde öyle mutu olduk; mutluluğu terk etmiş bütün insanlara nispet yapmadan…

 Günün bütün güzelliğine rağmen gün sonu yapılan en faydalı iş Yunus ustanın ektiği küçük bir çam ağacı oldu. Belki bir gün Ganoslar Dağına Yeni Köy üstüne uğrayan bir gezgine gölge yapacak, küçük bir esinti ile birlikte tabiatın türküsünü söyleyecek küçük bir çam ağacı Yunus ustanın üretici elleri ile dikildi.

 Var etmek, yok etmekten çok öte; çok insanca… Var etmek, yok etmenin yanında her zaman soylu bir duruş yapar; soylu sessizliğinde…

 Güven Serin



















17 Mart 2012 Cumartesi

SEVGİ

Kamera; Güven  Akrapol-BERGAMA

Zafer getiren Athena'ya ve babası
Zeus'a adanmış tapanaklar vardı burada.
Ne saygı ile ne de sevgi ile yaklaşıldı
taş-mermer yığını gibi görünen kurtarıcı
uygarlık kalıntılarına; ne büyük bir acı ve
ne büyük bir kayıp...

Kamera; Güven  Akrapol-BERGAMA

 Sevmek için saygının yavaşlattığı
zamanın durağında gezinmek gerekir.
Öğüt vermek düşündürücüdür. Esas
olan öğütleri aramaya çıkan insanda
gizlidir.

SEVGİ



 Eskiler; “zorla koyunlara giden köpek kurt getirir” derlerdi. Sevgi denen şey de zorla yaratılamaz. Sevgi adına minnet de beklenemez! Beklenen ve beklenmesi gereken minnet, kişinin vicdanı, görgüsü ve iç dünyasının sağlıklı oluşu ile yakından ilgilidir. Beklentiler adına verilecek bir şey de değildir…

 Bütün ömür minnet-sevgi bekleyerek ömür geçiren insanlara hem saygı duyup, hem de onlar adına üzüldüğümü söylemek isterim. Sevgiye dayalı beklentiler daima şaşırtır insanı. Olgunlaşmamış, kıvama gelmemiş, beden toprağında kök salmamış hiçbir duygu bütün ve istikrarlı bir sevgiye dönüşemez. Adı sevgi gibi görünse de en ufak bir rüzgârda, şimşekli bir yağmurda kaybolur gider…

 Öyleyse nasıl bir şey bu sevgi? Nasıl üretilir ve ortaya çıkar? Alınır mı? Satılır mı? Biliyorum zor bir soru. Düşündürücü! Bolluk içinde kıtlık yaşadığımız dünyada sevgi kenara itilmişe benziyor.

 Sırf süs olsun diye doldurulan kitaplıklar gibi doldurulmak istenen bedenler; ne hazindir ki sevgi ile dolmuyor. Ruhlarımız kırk yıl önce yaşayan elleri nasırlı, pantolonları yamalı insanlar kadar temiz değil. Muhteşem bir dönüşüm yaşıyor 21.yüzyılın güzel insanları. Elbette hızlı dönüşümün baş dönmesi, mide krampları da olacak.

 Eğer sevgi satılsaydı, sevgi dükkânları olsaydı büyük iş yapardı. Ama aynı okunmayan kitaplarımız, aranmayan dostlarımız gibi olurlardı; tozlanmış, sayfaları açılmamış, notlar tutulup hatıralar oluşturulmamış…

 Aslında sevgi doğal ortamlarda, günlük yaşam düzenimizde alınıyor da satılıyor da. Bazen çocuklarımızın, bazen torunlarımızın, bazen akrabalarımızın ve bazen de dostlarımızın sevgisini kazanmak için adı maddiyat olan bir sürü harcama-gösteriş içine giriyoruz. Zor gün yatırımı gibi bir şey… Öyle ya, ben sana yardım ettim, sen de bir ömür minnet ile bana gülücükler açacak, kalp gözlerini önüme sereceksin beklentisi ile beklemiyormuş gibi…

 Bana soracak olursanız dostlarım; sevginin kurtarıcısı saygıdır. Saygı, sadece sevginin değil, insanın da kurtarıcısıdır. Saygı ile başlamayan sevgi tükenmeye mahkûmdur. Oldubittiye gelir ve bir gün geldiğinden daha hızla gider. İzini bile bulamazsınız sevgi komasına girer de içinden çıkamazsınız!

 Saygı, sevgi için önemli bir duraktır. İnsan denen canlının şüphe içindeki beynini besler, öğretir ve sağlıklı karar vermesine yardımcı olur. Saygı, sevgi için zamanı bile yavaşlatır. Zaman, kendi bildiğini okuyamaz o zaman. Saygı, onu kendi limanına çeker ve sevgiye bir veya birkaç şans ver der!

 Saygının yavaşlattığı zamanda yer değiştirme limanları en güzel yerlerdir. Şüphe ile baktığımız, hatta sayıp ona fırsat vermeseydik hiçbir zaman sevemeyeceğimiz bir sürü insanı saygının soylu hatırına severiz. Çünkü yavaşlayan zaman içinde sevmediğimiz, önemsemediğimiz, peşin hükümlerle uzak tuttuğumuz insanların nice meziyeti çıkar ortaya.

 Meziyetler, davranış biçimleri, samimiyet, istikrar, insancıllık, dik duruşlar saygının zamanı yavaşlattığı limana uğrayan bir sürü seçenektir. Hepsi de sevgiye ulaşmak için bir can simidi gibi beklerler orada. Yosun kokan liman, saygının limon çiçeği kokusu ile karışır ve kendine has, biraz yasemin, biraz nergis, biraz karanfil ve biraz da gül karışımı muhteşem bir sevgi kokusu çıkar ortaya…

 Böyle bir sevgi, insanı insanlaştırır. Yaşamın hangi yaşta, hangi bölgede, hangi dinde, dilde olduğunun ötesine geçirir. Yıldızları, ayı, güneşi, yağmuru, rüzgârı, çiçekleri ve şairleri daha iyi anlamaya başlar; yepyeni bir gezegenin Âdemi, Havva’sı gibi yeniden yepyeni hayatlara şans vermek için büyük oyalanma içine girersiniz.

 Unutmayın dostlarım; “ zorla koyunlara giden köpek kurt getirir.” Bu sefer bütün koyunları telef ettirir, yününden, yapağından, etinden, sütünden, kuzusundan da yararlanamazsınız. Köpeğiniz koyunlarla birlikte gitmek istemiyorsa: “eyvallah” deyip, kavalınızın sesine, kırların soylu kokusuna bırakın kendinizi; yeni doğmuşçasına…


   Güven Serin


















15 Mart 2012 Perşembe

GÜN AĞARIRKEN

IAN MCEWAN

Bir gazetenin Kitap Dergisi;14. Sayfa
önümde duruyor. Otübüsün yönü
İstanbul istikametine doğru.
Bir derginin sayfasındaki
Güneşi arayan adama bakıyorum
bir de dışarıda bekleyen kızını
uğurlamak isteyen adama. Benzerlik,
şimşekler, gök gürültüsüne yakın
iç seslenişler, alkışlar;
gün ağarırken her şey güzel...

GÜN AĞARIRKEN




 Gün ağarıyordu. Otobüsün yönü İstanbul istikametineydi. Tekirdağ şehri, şehrin koynuna sokulmuş insanlar derin uykudaydı. Soğuk vardı dışarıda. Hava durumu tahmincileri günün yağmurla ıslanacağını söylüyordu.


 Otobüs yolcu almak için durdu. Ön kapıdan gözleri bile görülmeyen bir kadın bindi. Kadın olduğu sesinden belliydi. Bir kadın, otobüse binen kadın geride bıraktığı adama seslendi;

“ Baba, sen git artık. Kendine de dikkat et!” Kadın bu seslenişi, bu uyarıyı yaparken, otobüsün basamağına takılan ayağı düşürüyordu onu. Yüzünü örten siyah şalı çıkardı. Hemen arkamdaki koltuğa geldi.


 Camdan dışarı baktığımda kadının babası hala orada duruyordu. Dimdik, mutlu ve huzurlu bir yaşamın kahraman bir savaşçısı gibi gözlerini kısmış kızını uğurlamanın ciddi bir görev bilinci ile bir heykel gibi orada duruyordu. Ara sıra kızına elini kaldırıp; “ hoşça kal kızım” anlamına gelen uğurlama işaretini yapıyordu.


 Otobüs yolcusunu aldığı halde hareket etmedi. Bir iki dakikalık duraklama, hemen arkama geçen kadını; (sonradan öğrendiğim kadarı ile doktor hanımı) rahatsız etti. Neden kalkmıyor hâla bu otobüs? Merakî içinde kendi nazik üslubu ile seslendi.

 Dışarıdaki adam hâla orada, otobüsün kalkmasını kızına yapacağı son bir işareti bekliyordu. Elimde okuduğum derginin onuncu sayfasında on altıncı yüzyılda yaşamış Montaigne ile yirminci yüzyıl yazarı Stefan Zweg’in dostluğunu anlatıyordu.


 Yolun yolcusu olduysanız, koşullamalardan, hükümlerden de sıyrılmışsanız, günün taze olduğu saatlerde taptaze görüntüler, sesler, işaretler duyar ve görürsünüz. Gün tazeyken uyananlar daima kendi ödüllerini alırlar. Belki bir tüy kadar hafif, nemli ve soğuk-besleyici, belki bir yel kadar şımartıcı ve serinletici…


 Otobüs yolcusunu aldığı halde duruyordu. Bir gazetenin verdiği Kitap Dergisi de dizlerimin üstündeydi. Onuncu sayfasında takılı kaldım. Aralarında yüzyılların farkı olduğu halde iki yazarın, iki düşünce insanının dostluğuna demir atmış bir durumda

Zweig Montaigne’yi kendine dost ve rehber seçmiş. Bunu da şöyle özetliyor;

İnsana her yaşında ve her dönemde seslenen yazarların sayısı azdır. Homeros, Shakkespeare, Goethe, Balzac, Tolstoy gibi- ve bazı yazarlar da vardır ki, ancak belli zaman geldiğinde kendilerini bütün anlamları ile açar. Montaigne, onlardan biri…”

 Gün ağarıyor ve Ali Bulunmuş elimdeki derginin sayfasında Montaigne’yi anlatmaya devam ediyor:


“ Montaigne’nin asıl sevdiği şey, insanlarla bir arada olmaktı; zaten kendini hep bu ilişkilerde ve bu arada, kendi ifadesine göre erken yaşlardan başlayarak çok çekici bulduğu kadınlarla ilişkilerine adamıştır. Canlı hayal gücü sayesinde kolayca anlaşmaktadır. Asıl hoşlandığı şey ise kavga amacıyla ya da önyargılardan ötürü değil, flöre (kılıç oyunu) oyunu saydığı tartışmadır.”


Zweig’de hayranlık uyandıran yönlerinden biri, Montaigne’nin yaşam felsefesi:

asıl zevkim bulmak değil, aramaktır.” Dolayısıyla çok sevdiği Sokrates gibi kendini aramaya koyulur.


Ben kimim? Diye sorar kendine. Aslında aradığı ‘Ben’i ya da kendisi değil, aynı zamanda İNSANDIR” (…)

 Gün ağarıyordu otobüs yolcusunu aldığı halde daha kalkmamıştı. Doktor Hanımın babası Ahmet Bey’de dışarıda antik zamanların gösterişli, gizemli bir heykeli gibi bekliyordu. Zaman tazeydi henüz. Otobüs de kalkmamıştı. Dışarıda duran kısık bakışlı kararlı adam 82 yaşına girmişti. 82 koca yılı okuyarak, merak ederek doya doya yaşamış ve hâla önemli bir savaşın komutanı gibi otobüsün kalmasını bekliyordu.


Doktor Hanım, belki de dördüncüye-beşinciye tekrarladığı sözü yine tekrarladı:


“ Baba, git artık. Bekleme, sen git.” Doktor Hanım ile babası Ahmet Bey’in arasında kalın bir cam vardı. Birazdan mesafelerde girecekti araya. Ama yıllara dayalı sevginin, saygının izleri iki yüzde de dikkatli bir ressam titizliğinde çizilmişti.

 Ahmet Bey iyi bir okur; günde üç gazete okuyup da yetmez diyen okurlardan… Aynı zamanda mektup yazmaya meraklı bir insan. Torunlarına mektup yazarak ulaşıyor. Mektup sanatına inanmış ve devam ettiren son kahramanlardan.


 Elimde bir gazetenin verdiği Kitap Dergisi; on dördüncü sayfasındayım. Eray Ak, Ian McEwan’ı anlatıyor. Ian McEwan’ı gösteren bir de fotoğraf bakıyor bana. 55-60 yaşlarında beyaz saçlı, kısık bakışlı bölgesini koruyan, dünyaya da eziyet etmeyecek kararlı bakışın fotoğrafı günün taze ödülünü de vermiş oluyordu.

 Yaşadığım heyecan inanılmaz. Derginin on dördüncü sayfasındaki Ian McEwan’ın fotoğrafı ile dışarıda bekleyen adam (Ahmet Bey) aynı bakışlarda; aynı kısık, kararlı ve ne yaptığın bilen bakışlarda buluşmuşlardı.


Dergideki fotoğrafı doktor hanıma gösterdim. O da şaşırdı; “ ah, aynı babamın bakışları!”


 Yazmak ve okumak; birbirini tamamlayan insanı insan yapan iki uğraş… Kitaplardan yoksun bir dünya düşünemiyorum. Montaigne kitaplığı için; “Krallığım” der.


Haldun Taner usta da şöyle seslenir;

“Siz dünyanın bir ucunda tüm gözlerin üzerinize çevrildiği bir yerde, biz dünyanın öteki ucunda ayrı uluslardan olsak da, aslında yazarlar sadece kendilerinden oluşan tek bir ulustur… Çünkü nerede bir acı varsa, yüreğimiz aynı anda sızlar.”



 Gün ağarırken otobüs de yolun yolcusu gibi yolun içinde akıp gitmeye başladı; gönülden gönül’e akan ırmaklar gibi…


  Güven Serin






















13 Mart 2012 Salı

ÜRPERTİCİ GÜZELLİK

SABANCI MÜZESİ

Rembrandt ve Çağdaşı Hendrick Sorgh
Dost bakışlı satıcı kadın



SABANCI MÜZESİ

Müzeciliğin öncüsü olan Sabancı Müzesi
sanat adına doludizgin yol alıyor.
Her yerde savaşın kaleleri yükselirken,
Emirgan'da sanatın kalesi yükseliyor.
Minnettarım.Önünde eğiliyorum ve
ellerim acıyana kadar...


SABANCI MÜZESİ

Rembrandt ve Çağdaşları


Ama,
Ama,biraz sonra
yola çıkıp
Sana geleceğim
Kuş gibi yüreğim...
Gözlerine anlatacak gözlerim
ve dudaklarım


ÜRPERTİCİ GÜZELLİK




Her şey, her yan ürpertiyor insanı.
Denizden esen kuzey rüzgârı,
Elinde bir demet sümbül ile nergis tutan kadın;
Kokuları, bakışları ile ürpertiyor erkeği.


Kadın ile erkek, kendi ritüellerini yapmak için
İçlerinden tekrarladıkları isimleri;
Kutsuyorlardı denize attıkları çiçeklerle birlikte


Martı bilinen şımarık martı değil,
köpek de
Eğriye doğruya havlayan köpek değil.
İnsanlaşmışlar sanki!


Martının, köpeğin insanlaşması iyidir, güzeldir.
İnsanın köpekleşmesi neden kötü?
Kötülük insanın kendisi…


Yakın, daha yakın, ürperti daha ürperti oluyor.
Göz, gözün içinde,
Kalp kalbin atışında,
Dudak dudağın…
Soluk soluğun içinde ürperiyor.


Güneybatı ufuk çizgisi, bir ışık doğuruyor;
Kırk yılda bir doğan ince bir ışık;
Kutsuyor sevgiyi, adı konmamış sevgilileri.

 Güven Serin

















8 Mart 2012 Perşembe

KUĞUNUN ÖLÜMÜ

Kamera; Güven   Paşaköy-İpsala

Canlı olmak ve canlı olmanın hakkını
hissederek vermek ayrı bir şey...
İnsan en güzel eserlerden birisidir.
Ama en şaşırtanı da odur... Bazen
eser yaratır, bazen ise eserleri
yerle bir eder. Ne uğruna?
Büyük saltanatlar, yani büyük güçler
uğruna. Büyük hazineler, büyük
ordular adına...
Ne Mısır, Ne Roma, Bizans,
Osmanlı, Sümerler, Moğollar
dayandı büyüklük oyununun
ayakta duruşuna.
Ama, şairler, yazarlar, filozoflar
sihirli bir kalıcılkla süzüldüler
zamanların arasından bu zamanlara...

Sinan, eser yaratırdı. Yaratılmış
eserdi Ayasofya. Yıkılma tehlikesi
yaşıyordu. Sinan, ölçtü,biçti ve
bilgi emekle, marifetle birleşti;
Ayasofya'nın yıkılmaması için
payandalar(destekler) yapıldı.

Büyük eserleri korumak için
büyük çözümler ve büyük
marifetler gereklidir...


KUĞUNUN ÖLÜMÜ


 Erkek kuğu çırpınmaktan yorulmuştu. Sol kanadı kırık, beyazken kırmızıydı… Aynı zamanda kalbi sancı yapıyordu zarif damarlarına. Zamansızdı, sırası hiç değildi…


 Kıyıya çok az kalmıştı. Biraz daha çırpınırsa kurtulacak, tekrar dönecekti yaşama. Ümitleri, heyecanları tamdı yaşam adına… Öyle ya dişi kuğu yanında, hemen arkasındaydı. Onu hatırlayınca gülümsedi hiç sancı yokmuşçasına.


 Biraz daha çaba göstermeli son bir deneme daha yapmak istedi erkek kuğu. Olanca canı ile salladı kanatlarını, vurdu suya beyaz ve kırmızıyı. Bir kanat sütbeyaz, bir kanadı kan kırmızısı…


 Çırpındıkça suyu dalgalandırıyor, dalgalar onu kıyıya biraz daha yaklaştırıyordu. Erkek kuğu dişi kuğuya bakacak oldu hayata çırptığı kanat yorgunluğunda. Gördüğü manzara dehşet içinde bıraktı onu. Dişi kuğu da bitkindi yorgundu. Nazlı başı suya düştü düşecek, erkek kuğunun dalgaları ile iyice boğulacak durumdaydı.


 Erkek kuğu kıyıya çıkma kararını bir kenara bırakıp sağlam kanadı ile son bir gayret içinde dişisinin arka tarafına geçti. Güçlü zamanlarındaki gibi, deli bir istekle dişisini kıyıya doğru itti. Kanat kanada, beden bedene dokunmuştu hayat ile ölüm arasındaki yerde.


 Dişi kuğu zarifti, güngörmüştü. Nazlıydı suyun üzerinde süzülürken. En hoyrat bakışları bile sakinleştirecek güveni veriyordu. Dişi kuğu kurtulmuştu. Erkek kuğunun bulunduğu yere baktığında bu sefer dehşete kapılma sırası ona gelmişti. Yere hiç düşmeyen başı, suya gömülüyordu. Su; beyaz, kırmızı ve grilik içinde yutuyordu erkeğini.


Son halka, suyun üzerindeki son halka da büyüdü ve sonra büyük suyun içinde kaybolup gitti.


 Soğuk suyun ölüme davet edişi bir başkaymış! Erkek kuğu suyun üzerinde süzülür gibi süzülüyordu dibe doğru. Her şey güzel ve farklıydı ışığın çeşitli oyunlar oynadığı katmanlarda. Yeşil daha yeşil, turuncu daha turuncu, sarı daha sarı…


 Ölüm böyle bir şeymiş, dedi erkek kuğu. Yaşam suyun üstündeydi, şimdi ölüm suyun altında başlayacaktı. Son bir dokunuş ve bakış, dişisinin kurtulduğunu biliyordu. Mutluydu… Gerçekten ölüyor muydu? Yoksa yaşam içinde perde açılıp, perde kapanıyor ve tekrar açılmak üzere sahneden mi çekiliyordu.


 Ölüme birkaç saniye kala canlı beden ne büyük koşular, antrenmanlar yapıyordu. Nereden aklına geldiyse Kalender’i düşünüyordu. Kalender kişnedi mi kişnemedi mi? Olacak iş miydi bu? Ölüm saati bile Kalender’i Haldun Taner ustanın zekâ-bilgelik kokan hikâyesini hatırladı. Şişhane’ye yağmur yağıyordu.


 Ve Kalender kişnedi… Olan oldu bir kere; Kalender kişnedi. (Kalender temizlik işlerinde çalışan beygirin adıydı.)


 Yaşarken bir hayvanın kişnemesinin nelere sebep vereceğine tekrar güldü erkek kuğu. Oysa gülünecek bir şey yoktu. Abidin Dino gibi ayaklarını sallayamamıştı Rumelihisarı’nda. Kız Kulesine yüzerek geçmemişti karşı ki kıyıdan. Gece fener sallayacak Rahibe Hero ve ona her akşam yüzerek kavuşacak Leandro geldi geçti aklından.


 Ama en çok kadim zamanlarda yaşanmış hikâyeyi merak etti. Sevdiğini görebilmek için otuz iki dişini tek tek, çektiren adamı! Yaptığı enayilik miydi yoksa yeni bir buluş mu? Bu da Kalender’in kişnemesi gibi kaybolacaktı milyar yaşındaki gezegenin milyarlık yazılımları arasında.


 Dün Şişhane’ye yağmıştı yağmur. Bugün ise Tekirdağ’a yağıyor. Yoldan gelip geçen zavallı beygirler ancak ölümleri sayesinde kurtulacaklarını çoktan öğrenmişler. Kişnemeyi bile unutmuşlar…


Tıpkı gülmenin, eğlenmenin ayıp sayıldığı güzel ülkemin soylu insanları gibi!


 Merak bu ya aynı ülkemin merak uzmanı insancıkları gibi bende merak ettim; Kuğu öldü mü? Yoksa ölmedi mi?
Evrenin yasalarında ölüm; yaşam, yaşam da ölüm mü demek? Merak işte…

 Güven Serin













7 Mart 2012 Çarşamba

SES ve SESLER

Kamera; Güven    EDGE ile BULUŞMA

Latife Hanım ve Aziz Bey
Biri şarkılara hayat verir, diğeri
müzik aletine. Sımsıcak iki insan,
biri gezgindir, diğeri ise evcil.
Birisi şarkılarda hayat bulur,
diğeri fıkra ve şiirlerde...

Kamera; Güven   LATİFE HANIM

Sesin, seslenişin adıdır o.
Tabiata yakışır da hiçbir fazlalık
göstermez uyum adına...

Tahir olmak da ayıp değil
Zühre olmak da ayıp değil,
diyor Latife Hanım. Bütün iş
yürekte...


 

SES ve SESLER


 Gündüzün birkaç derecelik sıcaklığının yerini gecenin dondurucu soğuğu almıştı. Market görevlisi iki genç erkek dışarıda bulunan boş kasaları içeri taşıyorlardı. Evlerine; sıcak odalarına dönecekleri zaman yaklaşıyordu.

 İki genç adam, dondurucu soğuğa karşı birkaç tane önlem almışlardı. Üzerlerinde kalın kazakları vardı. Aynı zamanda yaptıkları işleri çok hızlı yapıyorlardı. Çalışmaları hızlandıkça bedenlerinin savunma silahları onları koruyacak ısıyı da arttırıyordu. Güzel bir anlaşma…

 Genç erkeklerin giysileri kalın olmasına kalındı. Yaptıkları işi de çabuk yapıp, soğukla başa çıkıyorlardı. Ama kırmızı kazaklı olan genç erkek, bir çözüm daha bulmuştu; gecenin dondurucu soğuğu ile baş etmek adına. Bu çözüme ben; “soğuktan korunma türküsü” ismini verdim.

 Kuru soğuğun etkisi o kadar büyüktü ki sokak ve caddeler çoktan boşalmıştı. Birkaç dükkânın ışıkları yanıyor ve birkaç insan da hızlı adımlarla evlerine doğru koşuyorlardı. Market görevlisi erkek de bir an önce bitirmek istediği işi ve soğuktan korunma adına hızlı hareketlerine uyumlu hızlı bir türkü söylüyordu. Türkünün hiçbir kelimesi anlaşılır gibi değil; çünkü bu “soğuktan korunma türküsü.” Yani, hareketin yanında sesin de enerjisine, dostluğuna sığınmanın hareketi…

 Çocukken bizleri korkutulan yerlerden; “mezarlık, ıssız yerler” geçerken, korkumuza meydan olacak yüksek sesle mırıldandığımız dualar vardı. Hangi dua olduğunu bile anlamadan, hızlı hızlı ve mümkün mertebe sesimizi, sessizliğin korkusuna duyuracak bir şekilde, ensemizdeki ürpertinin ipeksi nemleri ile birlikte yakarırdık büyük kurtarıcıya.

 Ses ve sesler insan denen canlıyı korkulardan koruyacak önemli dostlardır. Bu yüzden, en ıssız yerlerde, en ucube bölgelerde bile duyacağımız bildik bir hayvan sesi bile büyük moral olur titreyen bedenimize. Hele hele bir insan sesi; bir insan ıslığı veya türküsü duyuluyorsa uzaklardan; Dante ile Virgil; iki şairin sesini duymuşçasına sevinirsiniz. Bu şairler, Orhan Veli’de, Cemal Süreyya’da, Can Yücel de olsa; boyunlarına sarılmak için bacaklarınız poponuza vuracak şekilde anlara doğru koşarsınız.

 Kısacası dostlarım, ses ve sesler ölü yerlerde; yaşamın olmadığı yerlerde ortaya çıkmazlar. Yaşamın olduğu her yerde ses ve sesler varır. Bazılarını duyar, büyük çoğunluğunu duyamayız. Bir ağacın içinde en çalışkan işçi gibi alnından ter akan, evine mutlu dönecek insan gibi bir kurt işler mesela. Üzerine bastığımız ve bize buğday, mısır, arpa, yulaf veren toprağın altında solucanlar işler. Böcekler işler. Daha bir sürü canlı işler de biz bu işleyişleri duyamayız.

 Sessizlik, ölüm gibidir. Ölü diyarlar gibidir… Yaşamın ve yaşamların olmadığı yer gibi ürpertir insan denen kahraman canlıyı. Korkusuz bir çocuk olmadığım halde, birçok ıssız yere girip çıkmışlığım oldu. Bir kahraman edasında olmasa da seslerin bana doğru yolu gösterip, rehberlik etmesi ile oldu. Kırların ve sessizliğin içinde bize arkadaşlık yapacak sesleri anlamaya başladınız mı geceyi; gecenin hayvanları gibi görmeye, işitmeye başlarsınız. Kuşların uçuşları, ötüşleri, böceklerin gece içinde bir görünüp bir kaybolmaları; gece adına, iyi ve kötülük adına bir şeyler söyler.

 Gecenin ölüm sessizliği içinde bile sesler vardır. Uzaktaki köpeğin havlamasının biçimi bile size gece adına, alacağınız yol adına bir şeyler anlatır. Bende bu sesler sayesinde birçok kez geçemeyeceğim, başka zaman geçmek istemeyeceğim ıssız yerlerden korkuları olan insanlar gibi geçtim. En büyük yardımcılarım, sessizliğin ve gecenin rehberi olmuş, ahenkli, yardımcı iyi seslerdi…

 Böyle olağan ve huzurlu gecelerde; ne cinler, ne periler, ne hayaletler boy gösterirler. Köpekler olağan seslenişlerini yaparlar. Kuşlar uyumlu bir şekilde öterler. Böcekler her zamanki telaşsız orkestraları ile gecenin seyircilerine şarkılar söylerler.

 Sesler her zaman bir şeyler anlatır bize. Ölüm sessizliğinin içinde bile. Sokağımıza sığınmış küçük köpek yavrusu da aç olduğunun şımarık ağlamasını yapıyordu. Onu rahatsız edecek büyük bir köpek geldi mi bir bebek; ölümcül bir sesleniş ile ağladığını; yardım isteme seslenişini yapıyor.

 Kumrular kargalar gibi güçlü yuva yapamazlar. Hatta yuva yapmayı hiçbir zaman ustalığa çeviremezler. Bu konuda kargalar, kırlangıçlar, leylekler, bülbüller büyük ustadır. Ama kumrunun uçtuğu gibi; uçarken çıkardığı ipek dokunuşlu sesler gibide karga, kırlangıç, bülbül, leylek uçamaz. Kanat çırpışın tınıları kulağınıza çok hoş gelir. Sanki kumrunun kanatlarından değil de çağlar öncesi bir müzik aletinden geliyor gibi.

 Bülbülün uçuşunu duyamazsınız ama ötüşünü duyup da oradan ayrılamazsınız. Bir savaşın her ölümlerin olduğu zamanlarda bile unutulan savaşlardan geriye kalan; unutulmayan seslerden birisi de ölümün kol gezdiği, barut kokularının ortalığı boğduğu zamanlarda bile bülbül sesleri; barışı ve yaşamı hatırlatır insana.

 Güzel sesler, huzur verici seslenişler sayılamayacak kadar çoktur. Ama bir ses var ki ölümlü insanı ölümsüz yapar; SEVGİNİN SESİDİR bu ses. Yakılmaz, yıkılmaz, yok edilemez; sevgiyi var eden insan istemediği sürece…

 Güven Serin