26 Ocak 2022 Çarşamba

ALÇAK BAHÇE DUVARI NE ÇOK ŞEY ANLATIYOR

 

Kamera; Güven Moda İstanbul
Kamera; Güven Moda İstanbul

                        ALÇAK BAHÇE DUVARI NE ÇOK ŞEY ANLATIYOR!

 

  2008 yılı, sonbahar günleri olmalıydı Atıfet Sokak’tan geçip içimizin içimize sığmadığı anların yaşandığı vakit Yusuf Kamil Paşa Sokağa gelmiş, efsane sanatçının eviyle buluşma, kavuşma gerçekleştirmiştik…

  Küçük bahçesinin en belirgin yeşil rengi Palmiye ağaçlarınınkiydi. Zakkumlar, sarmaşıklar, bahçeden diğerine atlama hürriyetine sahiptiler. Sanatçının evini, komşu apartmandan ayıran duvarın yüksekliği bazı yerde bir, kimi yerde ise yarım metre kadardı.

  Evin görünüşü, hemen karşısında bulunan All Saints Moda Kilisesi gibi, sımsıcak renk ve mimariden ibaretti. Birisinde ilahi bir arayışın ilahileri, tütsüleri yükselirken gökyüzüne, diğerinde ise şarkıların notaları, melodileri, piyanonun sesiyle taşıyordu bahçelerin yeşilliklerine doğru;

  “ Bana yolun seç diyorlar/Bozuk yolu seçer miyim?/ Eğri eğri, doğru doğru/ Seçemezsen geç diyorlar/Ben yolumdan geçer miyim?/Eğri eğri, doğru doğru/Benim yolum bana doğru/Hiç yolumdan döner miyim?”

  Yüzlerce şarkı sözü doğdu buradaki evin müzik kokan odalarında. Her seslenişinde Barış Manço Moda adresini verip, mektup yazmalarını istedi, ona gönül vermiş gençlere…

  Moda Yusuf Kamil Paşa Sokağa Barış Manço’dan geriye kalan izleri aramaya gitmiştim; gittiğimin amacını tam manasıyla anlamlı hale getirip sofraya koyamadan, farklı zamanlarda birçok kez daha gidip geldim Moda’nın sokak ve caddelerine…

  Aklımda kalan hep o bahçeli ev ve evin yarım metrelik duvarıydı! Niçin? Hiç mi bahçeli ev görmemiştim o vakitlere kadar?

  İstanbul’un birçok semtinde dolaşmış, yalı ve konakların neredeyse üç-dört metrelik bahçe duvarlarından sonra yarım metrelik bahçe duvarları olan evin komşusu olan apartmandan çıkan birisine selam verdim Yusuf Kamil Paşa Sokak köşesinde.

—Barış Manço ile karşılaşır, görüşür müydünüz?

—Elbet, komşumuz olurdu. Her sabah evden çıkarken karşılaşır selamlaşırdık.

  Bahçe duvarlarının yüksek olmayışının ana sebebi bu olmalıydı insanlığı en samimi bir şekilde arayan sanatçı için? Ve sonra, bahçenin hürriyeti geliyordu; rüzgârı, güneşi gönlünce almalıydılar yeşilin kökleri sahipleri olan bitkiler, ağaçlar…

  Yusuf Kamil Paşa Sokak üzerinde apartmanların yanı başında duran sanatçının güneş alan aydınlık eviydi orası. Üzerinde “ Dikkat köpek var!” uyarıları olmayan, duvarları, evin rüzgârını, güneşini ve komşularını kapatmayıp, öldürmeyen bir ev…

  Aynı vakitler eski bir tanıdık ile karşılaştım Moda yakınlarında bir dinlence yerinde. Bilgisi ve görgüsü, denizlerin ötesine uzanıyordu. Evindeki kütüphanenin kitap sayısı çoktan beş, on bini geçmiş, sekiz on kitap da yazmıştı. Ne olmuş geçmişse?

  Anlatayım o zaman. Önce bahçe duvarlarını yükseltmiş evinin, sanatçının tam tersi. Sonra, komşularını, tanıdıklarını, akraba ve arkadaşlarını bir bir ayıklamış hayatından.

  Sonra? Sosyalliğin duvarlarını bahçesinin duvarlarından da yukarı taşımış! O…Bu… Şu… Ona göre herkes; “ Peş para etmez”  bir halde…

  Bir dergide okumuştum; “ Kültür Zehirlenmesi” denen şeyi. Bilgiyi iyi rafine etmez ise insan, karıştırırsa yaşamın diğer alanlarından öte tutar, koparırsa kendisin; zehirlenmeye başlar, diye…

  Görünen o ki, sanatçının evinin duvarlarında büyük bir sır yatıyor. İnsanlık, komşuluk, doğallık sırrı olabilir mi bilemedim…

   Onca öğretiler, zenginlikler önce bahçe duvarlarımızı yükseltiyorsa, bilmem kaç bin kitap okuyup, yüzlerce ülke gezdikten sonra dahi, içimizin acısını, sıkkınlığını ve insana, insanlık yolunda bakışımızı hoşgörüye taşıyamıyorsak; belli ki, beynimiz ve kalbimiz; yüksek duvarlar yüzünden rüzgârı ve güneşi alamadığı gibi komşuların selamını da göremiyordur…

 Güven SERİN 

 




18 Ocak 2022 Salı

YAŞLANMAYA VAKTİM YOK

 

İNTERNET

                                       YAŞLANMAYA VAKTİM YOK

 

  Haldun Dormen’in yeni kitabının ismi; “ Hiç vaktim yok!” felsefesinden beslenen bir dokunuş ve yaşama dair bir seçenek; “ Yaşlanmaya Vaktim Yok”

  Biz ne kadar böyle söylesek de, bir şekilde bedenimiz yaşlılığın izlerini taşımaya, göstermeye başlar. Belki de yaşlanmayan şey; düşünceleri üreten o muhteşem beyin nöronlarımızdır; kim bilir…

  Eski insanlar; “ Dinlenmeye vaktim yok! “ derlerdi. Anlamazdık onları… Ayla Dikmen’in şarkı sözleri benzeriydik özel anlatıcıları anlamama halleri;

“ Anlamazdın, anlamazdın/ Kadere de inanmazdın/ Hani sen acı veren/ Kalpsizlerden, olmazdın?”

  Anlaşılmamak, kendimizi yeterince anlatamamaktan da besleniyor gibi! Nesiller arası kavganın sebebi de bu düşünce olmalı! Haldun Dormen’i tam manasıyla “Dadı” diziyle sevdim. Neredeyse yetmiş yaşlarında rol aldığı bu dizideki oyunculuğu, sanatsal sunumu, sahne sanatları alanındaki ustalığının zirve yapmış haliydi.

  İzmir Devlet Opera ve Bale Elhamra Sahnesi ile tanıştığım zamanlar, çok yakınında bulunan Sahne Tozu Tiyatrosu Haldun Dormen Sahnesi ile de tanışma fırsatım oldu. O gün, bugün her İzmir seyahatim, bu iki sanat merkeziyle bir araya gelip, kendi evrimim için yürümek-yol almak ile devam etmekte…

  Sahne Tozu Tiyatrosu genç bir sanatçı (Çağlar İşgören) tarafından kurulmuş olunsa bile sanat danışmanlığını Haldun Dormen üstlenmiştir. Bu sorumlulukla kendi felsefesine de ne kadar sahip çıkmış olduğunu düşünebiliriz.

  Ne diyor Haldun Taner; “ Çoluk çocuk beni ziyaret eder mi diye kara kara düşünmek yerine, vakit artık çok geç demeden, ideallerin peşinden giderek, yaşam felsefemde ‘hiç vaktim yok’ düşüncesine ulaştım. Bu düşünceyi sahiplendim.”   

   Doksan yaşını geçmiş bir insanın “ Yaşlanmaya Vaktim Yok “ felsefesinin yaşama verdiği önem ve değer, bütün bunların yanında üretmenin akışı, kendi yatağını bulup, enerjisini denizlere, okyanuslara taşıma isteğini de düşünebiliriz…

  Çevremizde bulunan yaşı henüz 50 bile olmayan insanların kırılıp-döküldüğünü, yalnızlığa büründüğünü görünce şaşırmıyorum artık. Neden diyecek olursanız; yaşam, her ne kadar basitlikten besleniyorsa da, sanattan da, bilimden de, tarihten, felsefeden ve bütün bunları bir potada hamur hale getiren hareketten de besleniyor. Kişinin sabit bencilliği, önyargıları ve tembelli de varsa; dökülme, paslanması ve kendi kendini zehirlemesiyle birlikte hız kazanması kadar doğal bir şey olamaz…

  Hareket etmeyi sadece seyahat etme, bir şehirden bir şehre, bir ülkeden diğerine gitme anlamında söylemiyorum. Bedenen hareketin iyi geleceğine dair hiç kimsenin aksi düşüncesi olmasa bile, fikren hareket sağlayamıyorsak, düşüncemiz, düşlerin içinden geçip gerçeklere, gerçeklerden sıkılıp, düşlere yaslanmıyorsa; sıkıntı var demektir.

  Bu yazıyı kaleme alırken eski bir arkadaşımın oğlu telefon açtı; atölyeme beni ziyarete geleceğini söyledi. Bir süre sonra da geldi. Yazıma ara verip onu dinlemeye başladım. Yaşı, birçok insanın “genç” diyeceği yaştaydı. Milyonlarca insanın özlemini duyduğu işi, evi, arabası ve yedek akçeleri de vardı. Ama bütün bunların yanında onun kendi ifadeleriyle bir derdi vardı;

  “ Sıkılıyorum: Yalnızlıktan, hareketsizlikten, işimden başka bir şeyler yapamamaktan ve yeterince sosyal olamamaktan…”

  Belki de bir mucize bekledi benim atölyeme gelerek. Ona tılsımlı bir söz söyleyeceğimin umuduna kapıldı. Ama hiçbiri olmadı. Herkesin yolu ve yolculuğu farklıdır. Özellikle iç sıkıntısını duyanların yaptığı şey; üzerimize bindirilmiş olan safraları atmakla bir ömür geçirmiş insanlar için yaşın-başın ve sıkılmanın bir önemi yoktur. Nedeni ise çok basit; tıpkı sanatçı Haldun Dormen’in düşüncesi hâkimdir; “ Yaşlanmaya, sıkılmaya” vakitleri yoktur…

  Cahil dediğimiz, okumamış “köylü” dediğimiz eski insanların da sıkıntıları yoktu. Daha doğrusu, sıkıntıya ayıracak zamanları olmuyordu. Beş altı çocuk büyütmenin yanında, ihtiyarları bakmak, evin suyu ve aşı, ahırdaki hayvanlarla, tarla, bahçe, konu komşu ile uğraşan insanların kavga etmeye bile zamanı olmazdı…

  Bu yazının-çalışmanın doğum amacı, yola çıkan her yolcunun keşfedeceği şeyi, yazı yaşamım ve orta yaş ömrümün evirilme sürecinde kendi hissiyatımı da dile getirmektir. Sanatçının felsefesine yerden göğe kadar katılmış olmam, kendi felsefemi de yaratmamış olmamdan dolayı değildir. Tam aksine, sanatçının düşünceleriyle yan yana gelen felsefemi de bundan önceki yazılarımda, dostlarım arasında sıklıkla dile getirip, epey şaşırttığım insanda olmadı değil;

  “ Benim kavga edecek, polemiğe girecek, kin güdecek zamanım yok!” sözlerim, birçok insan için belki bir şiir, bir uydurma veya gerçeklik taşımayan laflardan ibaret… Ne desek boş;

 “ Anlayan sivrisinek saz, anlamayana davul zurna bile az” sözü bile yetmez; kendi yoluna koyulmamış, kendine yol almak istememiş insanlara. Onların koruyucu sözleri, meşhur sloganları var ya nasıl olsa;

  “ Paran var; huzurun var(!) “ Ne garip bir huzur; her daim birinden bir medet ummak, bir garip, bir yapay iltifat bile olsa…

 Güven SERİN

  


13 Ocak 2022 Perşembe

KAN KURUYUNCA,HER ŞEY SONA ERER

 

Antalya Kaleiçi,Karalioğlu Parkı

Phasalis Antik Kenti

                                   KAN KURUYUNCA, HER ŞEY SONA ERER

 

   İsterse başınızdan yetmiş yedi bin bela geçsin, eğer taze akıyorsa, ıslaksa kan; ya acıların en katmerlisini çeker, ya da bunların deneyim denen en yüce ikram olduğunu öğrenir ve anlarsınız…

  Bir katilin, bir kadına vurduğu yetmiş yedi bıçak darbesi, darağacına giden masum bir delikanlının uçsuz bucaksız umutları, başı ezilen şair Sabahattin Ali’nin kafa-tasından sızan kanlar, gurbet acısını, memleket sevdasına çevirmiş Nazım; hepsi kan kuruyunca sona eren nehrin sularında yıkandılar, arındılar; kuruyunca kanları…

  Kan kuruyunca hesap sona erer. Kin, nefret, kızgınlık, ihtişam, şehvet, onur, gurur; kan kuruyunca biter; soluk olup gider; evrenin içinde kaybolup giden diğer elementler, gezegenler, yıldızlar gibi…

  Henüz kan taze iken vardır öfke. Umutlar, sevdalar, kurnazlıklar; henüz kan taze iken vardır neşe, kahkaha ve hüzün; henüz kan taze iken…

  Şair, Baudelaıre henüz kan tazeyken seslenir;

“ Her zaman sarhoş olmalı

Her şey bunda: Biricik mesele bu…

Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken,

Zamanın korkunç ağırlığını duymamak için,

Durmamacasına sarhoş olmalısınız…

Ama neyle?

Şarapla, şiirle, ya da erdemle, nasıl isterseniz.

Ama sarhoş olun.”

  Şair, yitip giderken kendi zamanında; “ Yararlı bir adam olma” kalıplarını nazikçe değil, tekmeleyerek kapı dışına atmış;

  “ Yararlı bir adam olmak, bana her zaman iğrenç bir şey gelmiştir.” Sözleriyle dışa taşan, kendine yürüyen, özgün bir insanın taze, hırçın, açık sözlü kan akışı içinde dile gelmiştir.

  Henüz kan taze, kan ıslakken, konuşmuş şair; korkulardan, aferin-lerden, rütbelerden sıyrılıp, öldürmüş; gururu, beklentileri; devirmiş nice süslü sözleri, yok etmiş bilinen insancık tabularını…

  Kan kuruyunca her şey biter; sona erer. Neşe, hüzün, kin, nefret,istek,arzu,güç,ihtişam; her şey; bir soluk,bir esinti ve bakış içinde, mevsimler gibi solar…Kan kuruyunca; gözyaşı,erdem,sağduyu,sezgiler,yalvarışlar,yakarışlar ve iç dünyamızın sarhoşluğu; her şey sona erer; kan kuruyunca…

  Henüz tazeyken kan, bir dava uğruna Burgazada’dan bağırır aylaklığın şairi Sait Faik;

“ Sana nasıl bulsam, nasıl bilsem,

Nasıl etsem nasıl yapsam da

Meydanlarda bağırsam

Sokak başlarında sazımı çalsam

Anlatsam şu kiraz mevsiminin

Para kazanmak mevsimi değil

Sevişmek vakti olduğunu…”

  Ne yazar ki hazır değilse insanlık, kendi kendine yürümeye... Boşa kürek çekmenin, insana özgü bir oyun olduğunu, nasıl öğretse Şekspir; yaşamın koskoca bir sahne olduğunu ve hiç durmadan inenlerin, binenlerin bulunduğunu…

  Her şey sona erer; kan kuruyunca; yaratıkların hırıltıları bile; şeytanın kör bakışı, yüce yaratıcının uçsuz bucaksız evreni; kan kuruyunca sona erer…

  Nasıl demeli, etmeli bilinmez bir şey bu. Milyarlarca kez denendi; henüz vakit erken, henüz kuşlar uçuyorken… Kan ıslak, kan taze, soluk neşe, umut, yaşam kokuyorken; ötüşünü duyup kuşların, yuva kurma telaşı içinde ve o büyük sahnenin oyuncusu, yönetmeni, ışıkçısı, bekçisi, seyircisi olmanın erdemiyle bir yumak, bir hamur olma becerisini; nasıl demeli; henüz kan ıslak, kan tazeyken…

  Charles Baudelaıre, şiiridir geceyi dinleme teklifi;

“ Bak göğün balkonlarından, geçmiş seneler

Eski zaman esvaplarıyla eğilmişler;

Hüzün yükseliyor, güleryüzle, sulardan.

Seyret bir kemerden yorgun ölen güneşi

Ve uzun bir kefen gibi doğuyu saran

Geceyi dinle, yürüyen tatlı geceyi.”

   Her şey sona erer kan kuruyunca: Sen! Ben! Onlar! Cicili-bicili, değerli-değersiz her şey yitik bir soluk, doğmayacak bir güneş gibi; her şey sona erer, kan kuruyunca…

 Güven SERİN 

 

 





10 Ocak 2022 Pazartesi

ÖLÜM,ÇOK YAKINIMDAN GEÇİP GİTTİ

 

İNTERNET

                                    ÖLÜM, ÇOK YAKINIMDAN GEÇİP GİTTİ

                            

            (Hayat kısa/Kuşlar uçuyor )

   Kim bilir kaç yıl oldu, ölümün körüklü bir belediye otobüsü kılığında yakınımdan geçip gitmesini bir türlü unutamadım…

   Sahne Ingmar Bergman’ın filmindeki gibi başlamasa bile nedense onu hatırlatıyor bana. Kara bulutların dolaştığı bir anda şövalyenin karşısına insan kılığında dikiliyor ölüm. Ve şövalye soruyor;

-        Kimsin sen?

-        Ben ölümüm, diyor siyahlar giymiş can alıcı adam görünüşündeki ölüm…

  Ya benim yaşadığım, hemen kıyıcığından geçen, bir kasırga gibi ruhumu yalayan halk otobüsü kılığındaki ölüm nasıldı?

   O gün İstanbul Sarıyer’deydim arkadaşım Metin ile birlikte. Sarıyer’de Sadberk Hanım Müzesi ziyaretini henüz bitirmiş, müzenin ağzına kadar dolu tarihi değerleri karşısında şaşırmış vaziyette karşıdan karşıya geçmek, uygun bir yer bulup karnımızı doyurma peşindeydik.

  Metin benden birkaç adım gerideydi. Ellerimizde broşürler, sırtımızda çantalar ve kafamızda bir sürü antik objenin, eserin öyküsüyle yüklü mü yüklüydük. Sol tarafıma bakmak aklıma bile gelmiyordu.

Sağ tarafa takılı kalmış vaziyetteydim. Oysa asıl tehlike sol taraftaydı… Gereksiz bir şekilde sağdan araç gelmediği halde o taraf ve ileriye bakarak oyalanıyor, son saniyelerin geldiğinin farkında bile değildim.

   Bir yandan da arkadaşım geliyor mu diye güya onun ayak seslerini veya seslenişini duymak istiyordum. Ruhum ve bilincim, çoktan terk etmişlerdi bedeni... Belki de bir başka boyutta bir gezinti yapmaktaydılar…

   Atacağım bir yarım adım, ömrümün sonunun adımı olacakken, o yarım adımı atmadan önce öyle, bilinçsiz bir şekilde sola baktığımda, epey yokuş olan caddeden aşağı gelen ve freni patlamışçasına ağzına kadar yolcu dolu olan halk otobüsü, yanımdan kasırga gibi geçti gitti.

  Tam da o anda bilincim ve ruhum geri döndüler. Donup kalmış olan bedenime sarıldılar. Biraz telaş yapıp tam aksine ileri fırlasam, o yarım adımlık hareketi yapsam, parçalarım kim bilir hangi yana savrulacak?

  Birçok insandan dinlediğim gibi birçok öyküden de haberim var; “ Basiretim bağlandı, hiçbir şey yapamadım!” diye birçok insanın anlatımları gibi, sağgörü tamamen kaybolmuş vaziyette yarım adımlık kurtuluşu, ölümün kıyıcığından geçişi yıllar geçse de taptaze anıyor, bir şekilde paylaşmanın sosyolojik, psikolojik deşarjını yaşıyorum…

  Bergman’ın filmindeki ölüm, filmin kahramanı için gelmişti.

  “Benim için mi geldin? “ diye sorduğunda ölüme;

-        Uzun zamandır senin yanındaydım, cevabını verir ölüm.

  Yine yazmadan, düşüncemi açıklamadan geçemeyeceğim. Ömrümüze dâhil olan zamanları-yılları, bağlanmış basiretlerimizi zincirlerinden kurtarmak tam olarak ne demek? Neyi açıklar ve anlatır çok uzun ömür süren bir insan?

  Romalı şair, bilge Vergilius gibi en sonunda; başyapıt olan Aeneas Destanı isimli eserini  “ Yakın/Yok edin “ der mi? Ve ardından; “ Bunca yıl yazdım, önerilerde bulundum, uyardım; ne değişti?” der hasta yatağında sayıklayan bilge şair.

  Tıpkı Vergilius gibi bu soruyu soruyorum kendime. Ama bana ait eserleri, bunca yıllık günlük köşe yazılarını yakın demek şöyle dursun, hiçbir anıya-hatıraya bile el sürdüremem. Teklif dahi edemem…

  Anlamaya çalıştığım bir duygu bu; evren genişliyorsa, onun en küçük yapı taşlarıyla ruh bulup can kazanmış insan da genişlemeye muhtaç… Evrenin parçası olan milyarlarca yıldızı içinde barındıran Galaksiler gibi insan da dönüşüm içerisinde evrelerini tamamlamak için:

Doğuyor… Ölüyor… Dönüşüme, döngüye eksiksiz ve şaşmaz bir şekilde dâhil oluyor/olmuş…

   Ve bütün parçaları tamamlamaya zaman bulamıyor… Bazen görülen rüyaları ve bazen kurulan sıra dışı düşler; o küçük parçaların bir kısmı olma ihtimali var mıdır yok mudur diye düşünmeden edemiyorum…

  Yıllar önce Sarıyer’de Sadberk Hanım Müzesi yakınlarında hemen yakınımdan geçen ölüm bana ne verdi diye düşündüm! Tıpkı şairin dizeleri gibi bir öğreti verdi;

  “ Hayat kısa/ Kuşlar uçuyor “

 Güven SERİN 

   


7 Ocak 2022 Cuma

BİLMEMENİN ÖYKÜSÜ

 

İNTERNET


                                                  BİLMEMENİN ÖYKÜSÜ

   

     Edip Akbayram’ın sesinden yıllarca dinledik Gidenlerin Türküsünü. Bilmenin, acı çekmenin, özlemin, sevincin türküleri yakılıp öyküleri yazıldı da Bilmemenin Öyküsü yazıldı mı, türküleri yakıldı mı bilmiyorum…

   Sanatçının seslendirdiği türküde, kavuşamamak ve gidenler çaresizliğin gözyaşları anlatıyorken, Bilmemenin Öyküsünde ise, adı üstünde; “Bilmemek” yazılıyor, şehrimin kıt kanaat olan okuma kültürü üzerine…

    Öğrenme merakınız artıyor, kütüphanenizde hızla kitap sayıları çoğalıyorsa, bilin ki Bilmemenin Öyküleri de yazılmaya başlıyordur…

   Birkaç gündür küçük bir kuşun peşinde koşuyorum. Sanırsınız ki daha önce hiç buralarda, şehir merkezinde görmedim onu. Ya o küçük kuş çok utangaçtı mümkün mertebe insandan uzak yaşıyor, ya da insan yaşam alanına yeni giren bir tür…

   Yöremizde yaşayan diğer kuşlara benzetemedim onu. Bülbül desen değil. İskete, Serçe, Çobanaldatan, Saka değil… Birkaç gün peşinden koşup fotoğrafını çekmek istedim. İnsanlarla olan mesafesini o kadar titiz bir şekilde koruyor ki, on beş yirmi metre yaklaştığınız anda bir o kadar öteye uçuyor.

   Küçük bir kuş; alaca kanatlarının yanında upuzun bir kuyruk, göğsü beyaz ve diğer yanları gri, sarı ve tam olarak seçemediğim renklerden oluşuyor. Çok hareketli; günlük nafaka peşinde olduğu kadar, insan denen canlıdan da çok korkuyor…

   En sonunda ülkemizde yaşayan kuşların fotoğraflarına bakmaya karar verdim. Yüzlerce fotoğrafı incelediğimde İspinoz ile Dağ Kuyruksallayan arasında ikilem yaşadım. Gördüğüm kuş ile fotoğraflarına baktığım kuşlara daha dikkatle bakınca, şehir merkezinde özellikle insanların geçtikleri alanlarda ürkek, mahcup ve telaşlı bir şekilde gezinen küçük kuşun Dağ Kuyruksallayan kuşu olduğuna karar verdim.

   Alın size cehaletimin bir parçasını daha. Kaç kuşu tanıdığımı düşündüm. Kaç ağacı ve çiçeği? Ne kadar azdı, bölgemizde yüzlerce kuş ve bitki türü olduğunu düşününce… Ülkemiz ise bitki ve kuş yönünde sınırları zorlayan bir zenginlik içerisinde…

   Alışkanlıklarımızdan vazgeçmeme, tanıdık ve ezber sözlerle konuşma alışkanlıkları, bir parça “ Bilme “ ile çalım satma o kadar yaygın ki kendi kendimiz kandırdığımız gibi çevremizi de körletiyoruz!

     Niçin mi; bildiğimizi sandığımız öyküler, nesneler, objeler, farklı yaşam türlerini hiç bilmediğimiz çıkıyor ortaya…

   Dağ Kuyruksallayan kuşu tam da ismi gibi bir saniye bile yerinde durmadığı gibi kuyruğunu da dümen vazifesi gibi kullanıyor. Serçe kadar bir kuş! Muhtemelen kışın yöremize gelen göçmenlerden…

   Bilmemenin Öyküsü hiç bitmeyeceğe benziyor. Ne kadar çok merak, o kadar çok öğreti ve büyüyen boşluk… Sanırsınız ki insan evrenin bir parçası; tıpkı onun gibi genişlemeye, sonsuzda hızla ilerlemeye yazgılı…

   Sanırım bu yüzden, insan sıkıştığını sandığı gezegene sığmıyor artık. Yer çekimini yendi bir kere, eninde sonunda açılacak başka yıldızların gezegenlerine doğru; bir daha geri dönmemek üzere…

   Bir arkadaşım Beethoven’in 9.Senfonisi’ni dinledin mi hiç? Diye sorunca; duymuş olduğum, belki de dinleyip de dinlemediğim farkında olmadığım eser için; “ Dinlemedim” dedim.

   “ Dinle “ deyince, öyküsüne baktım. Bir başka Bilmeme Öyküsü… Sadece bu eseri iki yıl sürmüş sanatçının yazması. Tam da kulaklarının hiçbir şekilde duymadığı ve on bin kişiye tanıtıp kendi yönettiği eser–9.Senfoni 300 kişiden oluşan orkestra ve korosuyla eserini icra ediyor…

   Ayakta alkışlanıyor Beethoven; dakikalarca… Bir yandan Bilmemenin Öyküsü, diğer yandan ise duymayan bir sanatçının mucizesi… Beethoven sıklıkla şu sözcükleri tekrarlıyormuş;

 “ Sanatın kalbine nüfuz edin. Çünkü ancak sanat ve bilim insanı, tanrısal boyutta yüceltebilir.” Tıpkı, Bilmeme Öyküleri peşinde koşmak gibi bir şey; alkışsız yücelme… Mülksüz zenginlik… Sınırların dışına çıkma sanatı…

 Güven SERİN 

 

 

 


4 Ocak 2022 Salı

YEDİ KAPILI TEB ŞEHRİNİ KURAN KİM?

 

İnternet


                       YEDİ KAPILI TEB ŞEHRİNİ KURAN KİM?

     

  Öyle görünüyor ki dünyadaki adalet dengesi ve seçimi adil olmadığı, yoksulluk ile zenginlik arasındaki o büyük uçurumlar kaldığı sürece sanat da hep yaşayacak… Sanatın özüyle beslenenlerin biricik amacıdır; ezilenin, dışlananın, sesini çıkarmayanın yanında-yakınında olmak…

   Brectht’in “ Okumuş Bir İşçi Soruyor “ şiiri, insanlığın var oluş sürecinden beri var olan saf gerçeklerin altını çiziyor; şiirin eşsiz tatları, tuzlarıyla…

   “Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?

Kitaplar yalnız kralların adını yazar.

Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?”

   Dünyanın ilgisini çeken, Dünya Miras listesine giren o muhteşem yapıların arka bahçesine; tarihin, bilimin zarif işçiliği ile girince ortaya ne çıkıyor sizce?

   Teb şehri, kim bilir kaç yüz, bin yıl önce yaşamış uygarlıkların bitmemiş, devasa kalıntıları üzerine kurulan o muhteşem şehir; diğer büyük yapılar, şehirler gibi onları da kuranlar; yapı ustaları, yapı işçileri…

   Boşuna didinmiyor şair boyuna yıkılan ve yeniden yapı ustaları, yapı işçileri tarafından ayağa kaldırılan Babil için;

 “ Birde Babil varmış boyuna yıkılan,

Kim yapmış Babil’i her seferinde?

Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar?”

   Tam da buraya getirmek istiyordum sözümü. Yapı işçilerine. Mısır Kralları-Firavunları devrinde yapılan büyük tapınakların bir tanesinin yakınlarında 5 bin işçinin gömülü olduğu mezarlık bulundu. Tarihçiler, bilim insanları binlerce yıl önceye uzanan mezarlığı ve orada gömülü olan ölü bedenlerin kemiklerini incelediğinde daha da şardılar.Niçin mi? Mezarlıkta gömülü olanların neredeyse tamamı; 8 ile 25 yaş arası çocuklardan,genç insanlardan oluşuyordu.

   Niçin genç yaşta ölmüşlerdi acaba? Şairin sorusuyla cevap arayalım;

 “ Ne oldular dersin duvarcılar

Çin Seddi bitince?”

   Tıpkı, görkemli Mısır yapılarının işçilerinin başına gelenler, Çin Seddi işçilerinin, ustalarının da gelmiş olmalı! Gencecik yaşlarda, hatta çocuk zamanlarında, ağır yükler, yetersiz beslenme ve barınmalar sonucu; en çok yaşayanı, yani en yaşlısı 25 yaşına kadar yaşayabildi…

   Bugünün dünyasında, Okumuş Bir İşçi sormuş olsa; AÇLIK, YOKSULLUK sınırı nedir? Tam manasıyla cevap veren olabilir mi? Ve yine sorsa, tıpkı ABD’li gazetecinin sorusunda olduğu gibi;

   “ Afrika’nın yerin yedi kat altından toprağın bağrını deşip çıkarttığınız elmasları, yine yerin yedi kat altındaki kasalarınızda saklıyorsunuz! Niçin?”

   Bu sorunun erdemi, inceliği ancak yarı derviş, yarı filozof birisi tarafından anlaşılır ve okuna bilinir. Bir de sanatın özüyle mayalanmış sanatçılar kendi eserleriyle savunurlar; binlerce yıldır yaşanan DEHŞET derece adaletsiz olan bu uygulamalara tam manasıyla ses çıkartmayan bütün ahlakçılara, hukukçulara, siyasetçilere, askerlere ve başları eğik halklara karşı…

   Tekirdağ Süleymanpaşa sahilinde 2017 yılında girdiği yarışmada ödül alan Kostarikalı sanatçı tarafından yapılan bir heykel var. Sanatçı Uluses Jımenez, eserine; “ Barış Şarkısı” ismini vermiş. Müziğin birleştirici özelliklerinden yola çıkarak…

   Düşünce ne kadar duru ve saf sanat adına… Bir yandan da fazlasıyla doğru… Eksik bir parça ise insanlık durduğu sürece tamamlanamayacak gibi; “ Yeterince adalet…”

   Şair bir türlü durmuyor durulmuyor;

 “ Yüce Roma’da zafer anıtı ne kadar çok!

Kimlerdir acaba bu anıları diken?

 İşte bir sürü olay sana.

Ve bir sürü soru.”

 Güven SERİN