31 Mayıs 2016 Salı

GANOSLAR ve KUŞ SESLERİ...


Kamera; Güven   Ganoslar Diyarı


Kamera, Güven  - Ganoslar

Geceyi içine çekmiş/ Gün henüz üzerine düşmemiş...

GANOSLAR ve KUŞ SESLERİ

  Tekirdağ’ın gözbebeği olan diyar; Ganoslar (Işıklar Dağları) Tam olarak hiçbir yazarın, çizerin anlatıp aktaramayacağı efsanevi yer…

  Ganosların şaşırtan yanı; o kadar çok ki… Doğa burada öyle bir canlı,r yanıltıcı sürprizler hazırlıyor ki; bir parça kulağınız, gözünüz, eliniz; onlara etki eden duygu bütünlüğünüz varsa; şaşkın bir sarhoşsunuz demektir…

  Aşağıdan baktığınız herhangi bir tepe karşısında insan gururuyla yaklaşmanız size oldukça soylu bir pahlılığa patlayabilir. Hemen çıkarım dediğiniz tepenin onlarca yıl kullanılan; belki de Tanrı ve Tanrıçalar zamanına giden o gizli patikaları; Rumlar ve Yeniköy, Uçmakdere insanları tarafından da kullanılmıştır.

 Mayıs Ayı kuş seslerinin; yani Kara Tavukların, isketeler, bülbüller,ardıç kuşları; belki guguk, ibibik kuşları da…

 Yunus Usta ile böyle bir zamanda kuşların çığlık çığlığa göğe yükselip, kendi doğaları gereği yuvalarını kurup nesillerini devam ettirmek için harcadıkları çabaya tanıklık ettik. Yeniköy’ün doğusundan eski patikalardan tırmandığımız yamaçlar; önce koruluk, sonra masalımsı bir meşe ormanına dönüştü.

 Katırtırnakları, kendi kolonisini oluşturmuş küçük ıhlamur ağacı topluluğu ve ardıçlar… Burada ardıç kuşuna ayrıca minnet duygularımı yolluyorum. Erozyon için, doğanın doğallığına, her türlü hayvana ev sahipliği yapan ardıçlar onların da sayesinde yayılıyor; toprağın kıymetini bilen, ona muhtaç tepelere ve dağlara…

 Orman Bakanlığının bir sloganı var; Orman, su varsa hayat var…

  Mayıs ayı kuş sesleri için niçin önemlidir? Kuşların evrimsel süreci, dönüşümü ve yolculuğuna bir bakmak gerekir. Eş seçimi, yuva kurmaları; çılgın bir hikâyenin türkülerine dönüşüyor.

 Hazirana girmeye hazırlanırken, henüz eş bulamamışların telaşı ise ayrıca dinlenmeye değer… Hâlbuki onlara insanca nasihat versek; “ acele etme be kardeşim, bekârlığın tadını çıkart.” Desek; kim bilir bize ne türküler yakacaklar; evliliğin o muhteşem telaşı için…

 Yeniköy’ün, Uçmakdere’nin ve bölgede ki Ganos Diyarının neredeyse tüm köylerinin doğası, yeşillik şölenine dönüşmüş. Azalan; neredeyse biten çiftçiler, köylüler; bu tabiat harikasının bonkörlüğünü de ortaya çıkartıyor.

 Dağların güneye bakan tarafları ayrı bitki örtüsü; kuzeye bakan tarafları apayrı bir dünyayı gözler önüne çıkartıyor. Hele, derin vadileri; başka bir mucizenin devamını aktarıyor; yaz kış, hayvan bakımı, sebze, meyve yetiştirmenin ve insana doğa ile buluşup, kaplıca, ilaç; huzur aktarım merkezi olabilecek yerler; bu yerler…

  Lili Marleen türküsü nasıl dilden dile yayılıp, onlarca dile çevrilip tüm insanlığa ait olmuş bir destansı türküyse; Ganoslar Diyarı da Tekirdağ’ın; Tekirdağ insanının onur duyup, tüm ulusa ve insanlığa armağan edeceği bir yer…

 Buranın gizlenmiş, unutulmuş hikâyeleri gibidir bitki örtüsü… Biraz bakıp, biraz korursanız; toprağın altından hiçbir zaman görmediğiniz bir çiçek, ağaç filizi veya bir böcek; sanki en ilkel çağların devamını anlatmak için; bende varıp ey insan; beni fark et; incele, görevimi anla; bilgi ve görgüsünü veriyorlar…

 Ganos Diyarı yeniden doğuyor…  Var olan tohumlar önce koruluk, sonra orman olurken; çoktan göçmüş kuşlar yeniden evlerine geri dönüyorlar. Doğa, insanla daha da güzel… Doğa insansız da yapabilir; ama insan doğasız ASLA yapamaz…

 Kuzey Buz Denizi ilim dünyasını şaşkına çeviriyor. 20 yıl sonra hiç buz kalmayacağı düşünülüyor. Ve sorumlusu insan olarak kabul ediliyor. İnsan; bitmeyen açlığı ve henüz kazanamadığı deneyimi; neleri kaybettiriyor; hangi cennetleri cehenneme çeviriyor; bunu yine zaman çizelgesinin kapanış anı göreceğiz…

 Henüz vakit erken iken, henüz Ganoslarımız yemyeşilken; ıhlamurları çoğaltmalı, adaçaylarının dem keyfini her yudumda; toprağın, suyun yaşama olan hediyesine minnetten öte, harekete geçmeliyiz…

  Şair ve yazar Hans Leip’in cephede 1915 savaşında yazdığı Marlene Dietrich’ün üne kavuşturduğu Lili Marleene türküsü;

Kışla kapısı önünde fener/ Eskiden de oradaydı, şimdi de orada / Orada tekrar görüşsek ya / Dursak tekrar lambanın altında/ Tıpkı eskisi gibi, Lili Marleen/ Tıpkı eskisi gibi, Lili Marleen

 Güven Serin 




26 Mayıs 2016 Perşembe

CELLAT AĞLADIĞINDA...


"Ölüm son çare! ölümü yedekte tutacağız! "


CELLÂT AĞLADIĞINDA

  Lübnanlı yazar Amin Maalouf “ ölüm son çare!” anlatımını şöyle destekler;

“ Ölüme son çare olarak bakmalısın! Hiç kimsenin seni alıkoyamayacağını bil! Ama ölüme gidebileceğin için onu yedekte tut! Sonuna kadar… “

  Felsefenin zirvesine oturmuş Sokrates tam da böyle yapmıştır. Ölüm zamanı geldiğinde zehir dolu tası büyük bir soğukkanlılıkla istemiştir.

 Sokrates ölüm zamanını beklerken onun ölümü için baldıran zehri hazırlayacak cellât da ona oldukça insani hisler besler.

  Zaman gelmiştir. Cellât ölüm tasını getirdiğinde ağzından şu sözcükler dökülür;

“ Burada geçirdiğin zaman içinde seni tanıdığım kadarıyla, sen buraya şimdiye kadar getirilenlerin arasında en cömert, en nazik en iyi adamsın… Getirdiğim mesajın ne olduğunu biliyorsun; Güle güle arkadaşım, kaçınılmaz olana katlanmaya çalış.”

  Cellât bunları söyledikten sonra gözyaşları içinde arkasını döner ve hücreden çıkar… İşte tam da burada devreye filozofun yaşam felsefesi girer devreye. Yani yaşam kadar ölümün de kutsal olduğunu kaçınılmaz bir şey olduğu için, yasa ve adaletin yanlış da olsa karar vermesini soğukkanlılıkla karşılar ve elinde zehir dolu tasla cellât içeri girer. Sokrates;

“ Evet, dostum, sen bu meselelerde uzmansın, şimdi ne yanmam gerekiyor?”

“ Sadece iç ve bacaklarında bir ağırlık gelene kadar hücrende dolaş.”

Cellât işini iyi yapmış, hazırladığı baldıran zehri bir süre sonra görevini yapmıştır; Sokrates sevdiklerinin ve cellâdının gözyaşları arasında ölüme geçmiştir.

 Ölüm, soğuk, ölüm sonsuza uzanan büyük mesafe! Birçoğumuz en yakınımızda gördüğümüz zaman kâbus sanırız. Olamaz! Olmamalı! Hâlbuki biz doğmadan önce da vardı ve doğduktan sonra da her an her yerde yer değiştirir canlar…

 Sonra çağımızın başka düşünürü girer devreye; Amin Maalouf;

“ Diyelim ki gece bir kâbus gördün. Bunun bir kâbus olduğunu bilirsin! Ve kurtulmak için başını biraz oynatman yeter. Her şey daha basit daha dayanılır hale gelir. Ve bir bakarsın en korktuğun şeyden zevk alır olmuşusun.

   Hayat seni korkutuyorsa, içini yakıyorsa; en yakınların çirkin maskeler takmışsa hayat BUDUR de! İkinci kez çağrılacağın bir oyun olduğunu söyle! Zevk verici ve acı çektirici bir oyun. İnanç ve aldatmaca oyunu… Maskeler oyunu.

  Onu sonuna kadar oyna! İster oyuncu olarak, ister izleyici olarak…”

 Evet, dostlarım; ölüm son çare; ama yedekte bekleyen bir şey! Bunu bildikten sonra bize düşen en güzel şey; yaşamın oyuncusu olmak… Bazen seyircisi, bazen oyuncusu ve bazen yöneticisi…

 İnanın bana; hangi bölümünde olursanız olun, içene katacağınız bir parça maya, edebi ve felsefe içtenliği yoksa bu muazzam oyunu baştan kaybetmiş, yaşayan ölüler gibi yaşamın her anından zevk almaktan öte eziyet görürüz.

 Dikkat edin kendinize; bir parça duraklayıp sorgulayın. Sürekli ağlanan, şikâyet eden insandan tam olarak kim hoşlanır? Hâlbuki sıradan bir insanın, en altta bulunan bir canlının küçük bir espirisi, gülümsemesi, hoşluğu ne kadar önemlidir bazen…

 Tam da burada, herkes çok önemlidir; öneme dair güzelliklerin farkına varmasıyla birlikte, en altta sanılan çobanın bile ne büyük öneme sahip olduğunu, en güzel koyunları, oğlakları yetiştirerek, en güzel çayırların yakınında, en değerli köpekleri ve kavalıyla, özenesi bir hal alır.

 “Ölüm son çare… Ölümü yedekte tutacağız; sonuna kadar…”

 2400 yıl önce, yaşamın 70’li yıllarında yaşlılık ile felsefenin en güzel zamanı Sokrates bunu biliyordu; onu ölüme gönderenlerin fermanı onu şaşırtmadı; savunmasında, ölüme değil, adaletsizliğe dikkat çekti.

 Sık sık önemsenmeyi, anlaşılmayı isteriz. Hâlbuki ilk önce önemseme ve anlamak parkurundan geçmemizi önerir yaşam. Tam da burada biz ayrılırken bu diyardan belki de bizi sevmeyenler bile cellâdın ağladığı gibi ağlayacaktır; adil, cömert bir yaşam izleri bıraktığımız için…


 Güven Serin 

24 Mayıs 2016 Salı

ÖZGÜRÜM


Nikos Kazancakis

Hiçbir şeyi UMMUYORUM!
Hiçbir şeyden korkmuyorum!
Özgürüm...


Zorba-Seyretmeye öncelikli olmaya devam
edecek Nikos Kazancakis klasiği...

ÖZGÜRÜM

 Özgürlük anlayışını, düşüncesinin ve sahiplenmek için çok çaba harcadı insanlık. Uğrunda nice savaşlar, uğraşlar verildi. Daha ne kadar verileceği de belli değil…

 Özgürlüğü içselleştirmeden, kelime manasını ruhuna kazımadan en ufak ayrılışı, haykırışı özgürlük saymak yetmiyor bana. Uğrunda bir ömür almanın yanında, geriye bıraktığın eserler de, sözden öte eyleme, kültüre dönüşmeli.

  20. yüzyılın en önemli filozoflarından, yazarlarından birisi kabul edilen Nikos Kazancakis özgürlüğü en üste taşıyan insanlardan sadece birisi. Baştan sona onun arayışıyla, edebiyat ve sinemanın eyleme ve insanlık gösterisine dönüşen haliyle gözler önüne serdi.

 Kazancakis Kan Kanseri olduğunda Almanya’da tedavi görürken öldü. Ortodoks Kilisesi mezarlığa defnedilmesine izin vermedi. Girit’te bulunan mezarının taşına şu üç cümlenin yazılmasını istedi;

Hiçbir Şey Ummuyorum
Hiçbir Şeyden Korkmuyorum
Özgürüm…

  Ona sorulduğunda; “ Ben aslında entelektüel değilim. Ben sadece yazı yazıyorum. Ama yazarken kalemime mürekkep değil kan bulaşıyor.” Bu duyarlılığı anlamak zor biraz! İnsanoğlunun bir ömür beklediği ünlü olma, kariyer yapma fırsatları, gururu, çalımı da yanına alırsa, eline damlayan kanı, gözyaşını göremezsin.

 Sanatın ve sanatçının farkı tam da burada ayrılıyor; toplumların, çevrelerinin eksik, eskimiş ve kokmuş taraflarını onarmaya çalışırlar; sadece budur onların yazıya dönüşen ruhsal, edebi ve göksel haykırışlarının amacı…

 İster ilime, ister sanata adanmış olun; eninde sonunda bırakacağınız en küçük eser bile insanlığın mirasıdır. Polonya’dan ayrılmak zorunda kalan ve ilk Nobel Ödülü olan kadın, aynı dalda iki Nobel Ödülü almış insan olan Marie CURİE de insanlık yolculuğunda adanmışlardan birisidir.

  Radyoaktive alanında yaptığı çalışmalarla ilgili olarak iki farklı alanda Nobel Ödülüne hak sahibi olmuştur.

 Hayatını deneylere, kimya ve fizik alanındaki gelişmelere bırakan Marie Curie bir konuşmasında hiç eskimeyecek bir sesleniş yapıyor;

 “ Daha fazlasını yapamasak da, her birimiz bir parça bilgi kırıntısı yakalaya bilirsek, insanlığın GERÇEK hakkında ki rüyasına, mütevazı ve yetersiz olan bir şeyler katabiliriz.

  Karanlığımız içinde görünen evreni şekillendiren büyük planın belirsiz ışıkları, bize parça parça gösterilen bu küçük mumlar sayesinde olacaktır.

  Bilimin öyle güzelliklere sahip olduğuna ve ruhani gücünün, bütün dünyayı şeytanlardan, cahillikten, fakirlikten, hastalıklardan ve savaşlardan kurtaracağını düşünenlerdenim.

  Gerçeğin belirgin ışığını arayın! Belirgin yeni yollar arayın! İnsanlığın görüş alanı çok uzak olmasa bile, İLAHA ADALET bizi hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmayacak.

  Her çağın kendi rüyası vardır. O halde dünün rüyalarını bir kenara bırakın. Bilginin meşalesini alın, geleceğin sarayını inşa edin.

 Nikos Kazancakis de baştan sona vazgeçmediği şey; VAROLUŞU sorgulamak! Bundan dolayı da Papa; yani Vatikan’ın, Ortodoks Kilisesinin tepkisin alıp dışlanmıştır.

 Kazancakis’i dünyaya tanıdan Zorba isimli romanı olurken, daha sonra sinemaya aktarılmasıyla, ünü daha da arttı.

 Ben Özgürüm, demenin uçsuz bucaksızlığı, kırıntıları mum ışığına dönüştürmekten geçtiği bellidir. Kazancakis de hayatı boyunca bunu yapar. Ve bir söyleminde; “ Hayatımda hiçbir zaman Zorba’nın önünde utandığım kadar utanmadım.”

 Kendi yazdığı kitap kahramanlarının, kendi ruhunu, geçmişiyle bugünü; kısacası olgunluk dönemini çok iyi anlatıyor.

 İster Kazancakis’in Zorba isimli kahramanı gibi sirtaki, isterseniz, kasap veya çiftetelli ile özgürlüğünüzü, müziğin ritmiyle tüm dünyaya ilan edin; isterseniz; bir başka şekilde! İyiye, daha güzele ulaşmanın her daim harekete, bilgiye, görgüye muhtaç olduğunu unutmadan; unutturmadan yola koyulmanın erdemiyle;

 ÖZGÜRÜM, demenin demi, soğuk bir kış günü size sunulan çayın demi, kokusu kadar önemli olmalıdır…

 Güven Serin 


17 Mayıs 2016 Salı

KARA KARTAL



KARA KARTAL

  Kızımın odasına girince kendi elleri parmaklarıyla hazırladığı Kara Kartal çalışmasına baktım. Beyaz kâğıt üzerine siyah ve kalın bir yazı ile etrafını da çeşitli semboller; yıldızlar ile süsleyerek bir flama gibi tam da yattığı yerden göreceği bir yere yapıştırmış.

  Kara Kartal Beşiktaş’ın simgesi bir kuş; göklerde süzülen güzel bir hayvan. Bülbül ötüşüyle, nazik ve küçüklüğüyle ne kadar saygı duyuyorsa, kartal da büyüklüğü, beslenme zincirinde en üste bulunması nedeniyle ayrı bir saygı duyuluyor.

 Gökyüzü ve kuşlar insanlığın başından beri ilgi, korku ve merak uyandırmıştır. Sporun ticarete döküldüğü bu zamanda yine de insanların vazgeçemediği spor dallarının en üstünde bulunur futbol…

  Babadan gönüllü bir mirastır Beşiktaşlılık. Gönle akan yönü sezgisel olmakla birlikte, siyahın beyaza, beyazın da siyaha olan birlik olma; yer ile gök, gece ile gün gibi bir serüveni de içene alması olabilir mi diye düşünürüm zaman zaman…

 İçimdeki muhalif taraf, ezilene, ikinci, üçüncü hatta yarışa hiç katılmayan, ruhani bir yarış içinde olanların birinciliğine adanmış bir felsefenin de ürünü olabilir siyah beyaz renklere tutulup, babadan miras alınan bu tutku.

 Fanatik Beşiktaşlının benimle dalga geçeceği de belliyken, baştan beri olan tutkum; oldukça sessiz ve ilgisiz… Sevmişim ya bir kere; uzak, yakın, ilgi veya ilgisiz; sportif ve ahlaksal açıdan iyiyse; yüreğim kabardığı gibi ilgim de artıyor.

 Bu ilginin en yüce, yüksek olduğu zamanlar 1980’li yıllardır. Belki de o hissedişlerim, futbol alakam hiçbir zaman ortaya çıkmayacak…

 Süleyman Seba’ın istikrarı, ciddiyeti ve mütevazılığı sanki bütün sevginin en tavan yaptığı anların en yükseğiydi. Kendi yağıyla kavrulmanın, kendi toprağında yeşermenin, rekabetin estetik ve ahlakla birleştiği engin düşlerin zamanı…

 Futbol üzerine tezler, doktora öğrencileri 1980’li yılların projelerini bin bir titizlikle hazırlasa; ortaya çıkacak şey; olduğun gibi, ya da göründüğün gibi ol arkadaş… Yapaylıktan, spora ticareti, hilebazlığı bulaştırmaktan kaçın; kaçın ki tarihin sayfalarına karanın da, beyazın da, sarının, kırmızının, yeşilin, laciverdin, bordonun, mavinin de spor, sporcu renklerinden öte hikâyeleriyle anılansın, şanlarsın…

 Beşiktaş’ın Osmanlı Sporla oynadığı maçı izlemek için Saki’ye gittim. Küçük bir yer ve yüzü gülmeyen esnaf… Beşiktaşlı taraftarlarla doluydu. Gencinden orta yaşına kadar… Biram ve ciğer, bir parça kuru soğan ve erken gelen goller sezonun bitimine bir hafta kala Beşiktaş’ın Şampiyonluğunu müjdeliyordu.

 İçimde eksik olan bir şeyler vardı! En az şampiyon kadar rakiplerin seni kovalaması, bir yandan dibe çekmek isterlerken, aynı zamanda düşlerin yükseğine itmeleri en az şampiyonluk kadar önemliyken, Beşiktaş’ın mabedi denilen İNÖNÜ stadı parayı veren düdüğü çalar misali bir şirket ismine dönüşmüştü.

 Ve ben Beşiktaş’ın Şampiyonluğuna herkes gibi dıştan değil de içten sevinmeye devam ediyordum; sporun başka taraflarına adanmış, belki de orada tutkulu bir esaret içinde kalmış sessiz bir ruhun, hakiki yarışlara, terlere, ahlaki bir güzellik içinde rekabete dâhil olan her şeye minnet duymanın büyük veya küçük algılarıyla maçın ikinci yarısını beklemeden rüzgârın olduğu yere Yelken Kulübe gittim…

 2015–2016 yılının şampiyonu Beşiktaş… Kızımın önceden hazırladığı Kara Kartal yazısına bakıp, kara düşüncelerden, kara bahtlardan, kara günlerden korkan insanın, Kara Kartalın gücüne nasıl da muhtaç olduğunu irdeledim.

 Beyazlığa, ışığa tutkuyla bağlı olduğumuzu her fırsatta belli eden insanlar olarak, iş güç gösterisine gelince bilinçaltımızda ki o büyük kurtarıcının korkutucu pençelerinin, ölümsüz bir bedeni olması ve aynı zamanda KARA olmasını isteriz. Çünkü beyazın korkutamayacağını, pençelerinin eksik, tüylerinin dökülmüş olduğunu; beyazın ancak barışçıl bir görevi olduğunu sanırız…

 Benim karam ve beyazım aynı zamanda rakiplerinin gözyaşlarını da silmesini bilen, sadece yüce bir krallıkla oyalanmaktan öte sporun, ahlakın, evrensel coşku ve ritmin rakipleri tarafından bile alkışlanan kartalının simgesi olan spor anlayışıdır.

 Gezdiğim, gördüğüm, okuduğum, dinlediğim her şeyde; insan ve insanın birbirine olan muhtaçlığı çıkıyor karşıma. Onanma, alkışlanma; o seslerin, naraların yüce bir anlam kazanması, insanın tümüyle anlam kazanıyor; taraflı, tarafsız, rakip; siyah veya beyaz; mavi veya sarı, kırmızı…

 Kara Kartal; kızım Doğa’nın beyaz kâğıda yıldız sembolleriyle kazıdığı gibi; Kara Kartal; Süleyman Seba’nın, Rıza, Metin, Ali, Feyyaz, Sergen, Samet, Hakkı, Sabri, Recep, Ulvi ve şimdinin Gomez’i, Quaresma’sı, Tolga’sı, Atiba’sı, Oğuzhan’ı, Olcay’ı;

 Klasik manada hak edilmiş, dökülmüş terlerin kahramanları; insanlığın estetiğe, coşkuya, alkışa, küfre, bağırmaya, nara atmaya ihtiyacı olmasaydı, bu isimlerin hiçbir anlamı olmayacağı belliyken; Sizleri,

KUTLUYORUM…

 Güzel gollerinizi, coşkunuz, arkadaşlığınız, başka sahalarda tek vücut oluşunuz, ayrı bir kupayı, alkışı, nişanı ve size adanacak hikâyeyi hak ediyor…

Güven Serin 





  



16 Mayıs 2016 Pazartesi

DİLENCİNİN HAZIR CEVAPLIĞI


Kamera; Güven

İzmir Arkeoloji Müzesi-SPORCU


DİLENCİNİN HAZIR CEVAPLIĞI
----------------------------------------------------

  Genç bir adam: İzmir kordonda gece çökmüş olmasına rağmen, şehir ışıklarıyla, mekânlardan duyulan müziğin olduğu yerde ağır ağır ilerliyor. Kot pantolonun arka cebi yarıya kadar bozukluk para dolu olduğu için pantolon sola doğru çekiyor.

 Dilenen adamın tek derdi ve önüne kim çıkarsa tekrarladığı şey; parmağınla bir işareti yaparak; “ ekmek parası için 1 lira! “

 Oysa kot pantolonun sol arka cebi, onun istediği 1 lira ile dolu. Yanına yaklaşıp, ekmek parası için istediği 1 liralarının arka sol cebinde olduğunu hatırlatınca hemen söylediği şey;

 “ Ağabeyciğim evim kira”


  Dilencinin büyülü gözleriyle göz göze kalmaktan korkup, hemen uzaklaştım oradan. Uzaklaş masam, bir lira değil, kira parası üzerime kalacak…

Güven Serin 


12 Mayıs 2016 Perşembe

SEN BİR HAYALPRESTSİN


Kamera; Güven
Eski Foça...


SEN BİR HAYALPERESTSİN
--------------------------------------------------

  Tekirdağ sahilinde uzun uzun yürüyüşe çıkmış, ılgın ağaçlarına bakıp, önünüzdeki kadim denize ve adalara bakıp, uçsuz bucaksız gökyüzünün galaksileri arasında yolculuğa çıkmış olsanız; size ne derler?

 Oğlum sen bir hayalperestsin… Oscar Wilde’nin Ernest karakteri ile Gılbert arasında geçen diyalog da bunu anlatıyor.

  “Sen bir hayalperestin!
Evet, haklısın, ben bir hayalperestim. Çünkü bir hayalperest, yolunu ancak ayışığı sayesinde bulabilen kişidir ve işte bu nedenle hak ettiği ceza, gün doğumunu dünyanın geri kalanından önce görmesidir.
  Sence bu bir ceza mı?
Bu onun hem cezası, hem de ödülü. Aaa, bak Ernest, şafak sökmüş bile. Perdeleri çek ve pencereleri iyice aç. Sabah serinliği ne kadar hoş! “


 Bu kadar uzun ömürlerde, acaba bir kez olsun sabah serinliğini o perde ve pencerelerinin sonuna kadar açıklığını, açıklıktan önceki şafak vaktini, Mayıs zamanı bülbüllerin vadilerde çağrılar yaparak yaşama davet ettiğini, kendi tanıklığımız ile sahiplenmek, kendimizi bilinen ödüllerden öte onurlandırmak zor olmaması lazım!

Güven Serin