31 Aralık 2021 Cuma

YENİ YIL,YEPYENİ UMUTLAR GETİRSİN

 

İNTERNET

                            YENİ YIL, YEPYENİ UMUTLAR GETİRSİN

 

  Bu tür temenniler kulağa çok hoş gelse de, gelişen, dönüşen ve çok hızla teknolojik yenilenmeler karşısında ilerleyen insanlık; artık sözlere ve sloganlara ağzına kadar doydu.

  İşsiz ve parasız insanın insanlık yolculuğundaki yolu; buruk, kırgın ve belki de anlayışsız olacaktır. Çok duyarım, özellikle dünyevi malı, mülkü edinmiş olan insanlardan;

   “ Para olsa ne olacak! Önce sağlık ve huzur olsun. Bizde var da ne oldu?”

  Tamam, da önce doyuma ulaşmak, yarınların garanti altında olduğunu bilmektir bu söylemin gölgede kalan gücü. Acısı olana acısızlığı anlatmak ne mümkün? Ağrıları olana hoşluğu, zarafeti anlatmak ne mümkün?

  Açlıkları fazla olan insanlara da TOK olmayı anlatmak çok zordur. Huzuru, hoşluğu, dinginliği, sağlık ve huzurun getirisini anlatamazsınız. Hatta umutlarını yitirmiş, milyonlarca hapa esir olmuş, düşünceleri donuklaşmış topluma da anlatamayız; şehirlerin kütüphanelerini, şehir tiyatrolarını, şehir operalarını ve insan ruhuna iyileştirici etki yapan seyahatleri…

  Yeni yıla girmeden ve girdikten hemen sonra; “ İyi yıllar; sağlıklı, huzurlu zenginlikler dilerim.” Mesajları, seslerini çok duyarız. Yine duyacağız! İyi ama toplumsal dengeler bozulmuşsa, insanlar arasındaki farklılıkların katmanları iyice açılmış ve gerilmişse bu güzel sözler ne anlam taşır? Taşıyacaktır…

  Ülkemizdeki siyasetçilerin diline bakarsanız yalnızlığımızı, uygar dünya ile aramızdaki büyük farklılıkları da anlayabilirsiniz. Her uygar dünyanın liderleri zamanı geldiğinde hatta gelmeden bile istifa edip normal, sıradan, basit hayatlarına geri dönebiliyorlar.

  Ya bizlerde? Bol vaatlerin, bol şikâyetlerin, kavgaların diyarlarında; “ Yepyeni yıllar ve yepyeni umutlar” diyebilmenin hakkını verebilir mi bizlerin haykırışları; zarafet, anlayış ve sevgi taşır mı?

Herhangi gelişmiş ülkenin tanıtımıyla ilgili belgesel izlediğimde acaba diyorum; “ Burası bir başka gezegen mi?”

  Kısacık ömürleri, kavgalara, küskünlüklere ve hep ertelenen umutlara adamış insancıklar topluluğu, çok sesli senfoni orkestra müziğini düşünebilir mi? Mimarinin incecik katmanlarında mutlu, huzurlu bir şekilde yüzebilir, gezinebilir mi?

  Gelişmiş ülkelerin eski yapıları ve yeni yerleşim alanları belgesellerinde gördüğüm en hakiki gerçek; İNSAN ve TOPLUM her daim başköşeye konmuş.

  Binaların güneşi, rüzgârı, manzaraları hep düşünülmüş. Yani dikey değil yatay, bahçeli binaların yanında; doğa, neredeyse doğanın en vahşi halleriyle birlikte bütünleşmek isteyen uygarlıkların ilerleyişini görmek; dehşet derece duygulu kılıyor insanı…

  Bunca eski medeniyetin üzerine oturmuş değerli halkım, bu kadar kadim geçmişe sahip sevgili ulusum; gelinen noktada, büyük işsizlikleri, sıkıntıları yaşıyorsa; mutluluğum, tadım ve tuzum hep yarım kalacaktır. Bütünün o muhteşem parçası asla ama asla tamamlanmayacaktır…

  Demek isterim yine de;

  “ Mutlu yıllar, yepyeni umutlar… Umutlar ile geleceğin öncüsü olacak şehirler, kasabalar ve köyler; mutluluktan sarhoş olmuş, eğlenceleri karnavala dönüşmüş insanlar ülkesi olalım…”

  Bütün bu umutları gerçeğe taşıyacak en önemli ölçü; bilime ne kadar sarılıyoruz? Ve sarılacağız?

  Mustafa Kemal ATATÜRK’ün gençliğe dair o evrensel sözü her şeyi anlatmıyor mu; ?

  “ Gençler, bir gün benim fikirlerimle çelişkiye düşerseniz; BİLİMİ seçiniz…”

Güven SERİN  



28 Aralık 2021 Salı

TİYATRO SANATI AĞIR İŞÇİLİKTEN AŞAĞI KALMLAZ

 

İnternet

                 TİYATRO SANATI AĞIR İŞÇİLİKTEN AŞAĞI KALMAZ

 

  Bir tiyatro ve öykü yazarı tiyatro sanatını anlatmak için;

  “ Maden işçiliği mi daha ağırdır, yoksa tiyatro sanatçılığı mı? Elbet maden işçiliği! Ama tiyatro sanatçılığı da insanı yıpratma bakımından ağır işçilikten aşağı kalmaz.” İfadelerini yıllardır tiyatronun yakınında birisi olarak, yitirmiş olduğu tiyatro sanatçıları; arkadaş ve tanıdıklarının genç yaşta ölümlerine dikkat çekiyordu.

  Antalya Şehir Tiyatroları bekleme salonu duvarında, tiyatro sanatını anlatan bir yazı asılıydı. Fransız tiyatro yönetmeni Ariane Mnouchkine’nin ifadeleri, bütün çıplaklığı ve gerçekliğiyle anlatıyordu maden işçiliğinden aşağı kalmayan tiyatro sanatını;

“ İmdat!

Tiyatro yetiş imdadıma!

Uyuyorum uyandır beni

Karanlıkta kayboldum, yol göster bana ya da bir ışık yak

Tembelim, utandır beni

İlgisizim, vur bana

Aldırış etmiyorum, yok bu halimi

Korkuyorum, cesaret ver bana

Cahilim, öğret bana

Canavarım, insancıllaştır beni

Yüksekten atıyorum, gülmekten öldür beni”

  Diye devam eden tiyatro öğretileri, gelmiş geçmiş tüm zamanların insanlığını-sosyolojisini anlatıyor. Söz konusu insansa, bire bir insan karşısında sahnede olmak varsa, tiyatro sanatı ve sanatçısı en ağır yükü, gönüllü bir yazgı tercihi içinde kabullenmiştir…

  Tiyatro’nun, edebiyatın her daim içinde olan Keşanlı Ali Destanı’nın yaratıcısı Haldun Taner en yalın gözlemlerini anlatıyor tiyatro adına;

  “ Tiyatro sanatçılarının yaşam öyküsüne bir göz atın. Altmışını aşan oldukça azdır. Çoğunluk dünyadan genç yaşta ayrılır. Bu belki de yüksek voltajlı yaşamın bir kefaretidir. Yıpratıcı bir mesleğin, önünde sonunda bünyeleri yakması, yıkması sonucudur.”

  Sevgili okuyucu dikkat ederseniz yaşam içerisindeki sahip olduğumuz birkaç rolü bile tam hakkıyla yerine getiremiyoruz. Tam manasıyla fikrimizin, bilgimizin, deneyimin olmadığı; babalığı, anneliği, eşliği, kocalığı üstleniyoruz üstlenmesine ama yarı kör ve yarı ezber yöntemlerin itme ve kakmaları, hatta kargaşaları içinde; “ Kervan yolda düzülür” mantığı, yetmezlik içerisinde, yaşam boyu üstlendiğimiz birkaç rolün kırık, buruk çırpınışları içerisinde hiçbir şey anlamadığımız ömürler sürüyoruz.

  Ya tiyatro sanatçısı? Her sahne bir başka rol, her rol, bir başka düşündürme, güldürme, aydınlatma ve uyandırma sanatıyla yüklüyse, sizde bu yükü gönüllü kabul etmişseniz; eninde sonunda güveneceğiniz tek şey sinirleriniz olacaktır.

  Dayanaklarınızın enerjisi, kalıcılığı ne büyük alkışlarda, ne de binlerce mumluk spotların göz alcık ışıklarındadır! Sanatçı gücünüzün bir tek beslenme şekli var; işinize dört elle sarılmış olmanın gayreti ve sinirlerinize hâkim olmak…

  Dumas hiç de haksız değil görüşünde;

“ Tiyatro oynamak her gece yüzlerce insanla aşk randevusu almaya benzer.”

  Söz tiyatrodan ve tiyatro sanatçılarının ağır yaşamlarından açılmışken, her ilimize, her ilçemize tiyatro binasının, sahnesinin yapılmamış olması da ayrı bir kayıp değil de nedir?

  Sözü yine ustaya, Şişhaneye Yağmur Yağıyordu eserinin yazarına bırakıyorum;

“ Tiyatro terapidir, lafını unutmayalım. Sahne çoğu zaman dertlerin, mızmızlıkların, ruhi dağınıklıkların bittiği yerdir. Orda insan derlenir toparlanır.

  Sanki sahnede ölüm gelmez gibi inanç vardır. Bu inanç boşuna değildir. Ölüm oranı çok yüksek bir meslek olmasına karşın, sahnede ölen oyuncu şaşılacak kadar azdır.”

  Medeniyetlerin altın çağları denen zamanlardaki şehir devletlerine bir bakın; tiyatro en görkemli köşeye kurulmuştur. Kütüphane, çarşı, meydan, eğlence yerleri gibi; hepsi insanın daha az hasta olması, daha huzurlu yaşaması adına doğmadıysa niçin doğmuş olabilir?

Güven SERİN 




21 Aralık 2021 Salı

GÜNBATISI

 

İNTERNET

                                                  GÜNBATISI

Hafiften bir rüzgâr,

Denize baktığım sağ taraftan.

Sanırsınız güneyin lodosu.

Batının nemli sıcak esintisi,

Soğuk güne karşılık…

Mahkûmlar topluluğu;

“Eğ başını/Eğ başını “

Yükselttiler seslerini, ağır yükleri,

Ayaklarına dolanan zincirler…

Oturduğum yerin kapısında bir kadın,

Emanet bir paket bıraktı esnafın eline.

Sonra!

Günbatısı yönüne,usul usul yürüdü.

Karşımda, denizin hemen yakınında,

Çınarların oynaşması,

Zeybekler eşliğinde.

Ya kadının saçları?

Bir havalanma, uçuşma ki,

Şiir, şarkı, öykü tadında…

 Özgürlüğe susamış,

Ağır forsa Jaan Valjean

 Haykırdı;

“ Eğ başını/Eğ başını

Nihayet özgürüm artık!

Ne tuhaf lezzeti var.”

Dünya hali,can sıkısı.

Şiir, öykü, şarkı tadında;

Bir dünya varken, bakıp görmemek…

Esti Günbatısı, sanırsınız lodos.

Dalgalandı genç kadının saçları,

Sevgiliye gider gibi,

Bir çocuğun bayram sevincinde,

Çınar ağaçlarının, zeybek ritmleri

 Sessizliğinde…

 Güven SERİN 

 


20 Aralık 2021 Pazartesi

HİKAYECİ

 

İNTERNET

                                                        HİKÂYECİ

                  ( Evren değişimdir; yaşamsa kanı )

  Ne garip ilaçtır seyahatlerde görülenlerin, dinlenenlerin yıllar içerisinde insanın ruhundan bedenine süzülmesi…

   Epey zaman-yıl oldu bu anının yaşanması. Yıl bilmek kaçtı! Henüz, Haydarpaşa garı kapanmamıştı. Güney Kurtalan Ekspres gece yarısına doğru hareket etti rayların üzerinden. Benim için son durak Kayseri’ydi. Yataklı vagonun içerisinde, kayboluş heyecanı içinde bilmediğim, görmediğim topraklara-kültürlere doğru; demir ve çelik sesleriyle şarkılar söylüyordu Kurtulan Ekspres…

  Ovalar geçtik süzülerek… Dağlar, tüneller derken Erciyes Dağı göründü onlarca kilometre öncesinden. O zaman gördüm Selçuk diyarının şehri Kayseri’yi. Geniş, bakımlı yolları, parkları ve meydanları, tarihi çarşı ve mekânlarıyla bütün zamanlara hitap ediyordu.

  Gezinin birinci ayağı Kayseri; tarifsiz deneyim, dönüşümlerle tamamlanmış, otogardan bindiğim minibüs içerisinde Ürgüp’e doğru yol alıyordum. Yanıma oturan yaşlı adamın, uzun beyaz saçlı hali, bilge bir Kızıldereli bilge bir ihtiyar gibi, duru, donuk ve güven veren yüzü konuştu benimle;

-        Nereden gelip nereye gidiyorsun evlat?

-        Tekirdağ’dan Kayseri, oradan da Ürgüp diyarına…

-        Hoş gelmiş, sefa getirmişsin bizim diyarlara.

  Sohbetin gönüllü oluşuna yollar dayanmaz. En sıkıcı yolculukları bile vazgeçilmez yetmezlik içerisinde sonlandırır demlenmiş bir sohbet… Yanımda oturan ihtiyardı ihtiyar olmasına ama kendini koymamış, bırakmamış, atletik, dinç ve bilge bir insan…

  Köy Enstitüleri, Malatya Akçadağ mezunuymuş. O günün kültürünü almakla kalmamış, tüm yaşamı boyunca kendisini gönüllü bir şekilde insanlığa adamış.

  “ Ben hep öğretmen, hep öğrenciyim” derken haklıydı. Bildiklerini, bilgelikle söylerken, aniden susup kendi aradığı cevaplar, öğretiler için bana sorular soruyordu. Sevinmişti yerel basında yazmam, yazı sanatının beş bin yıllık hatırına buralara kadar gelmeme.

“ Yedi uyuyanların nasıl öyküsü ve öncelikleri varsa, yedi sanat dalının da öncelikleri, görevleri vardır evlat!” derken, kozasında dönüşen, ihtiyar bedenden çocuğa dönüşen bir canlılık, duruluk içerisinde ruhsal ve fiziksel değişimler yaşıyordu.

  En fazla kötülük, kötü düşünce üzerinde durdu. Kötülüğün bir çığ gibi, çığa benzerliğini anlatırken;

“Nasıl?” dedim.

  “Anlatayım evlat” diyerek sanki yepyeni bir inayet içerisinde

  “ Dağlara, uçurumlara yağan karlar bir süre sonra yerçekimi yüzünden aniden aşağı doğru kayarlar. Bir parça yük, tonlarca ağırlığa dönüşür önüne gelen her şeyi yerle bir edecek güce dönüşür.

  Kötülük böyle bir şey mi?

—Evet evlat.

—Kötülüğün yoğunluğu, şiddeti, ağırlığı arttıkça, verdiği ve vereceği zararlar, acılar da artar…

— Bu sebepten dolayı, çığ, sel, deprem denen bütün felaketleri bilim, sosyoloji ve felsefe yardımıyla anlamalıyız. Anlaşıldığı vakit felaket denen şeyler, kötülük de anlaşılmış ve onun içinde önlemler kendiliğinden alınmış olur…

—Nasıl?

—Günümüzden 2500 yıl önce yaşamış Demokritos;

“ Evren değişimdir; yaşamsa kanı.” Derken haklıydı evlat.

-        Nasıl?

-        Marcus Aurelius’un felsefesinden küçük bir bölüm ile anlatmak isterim sana;

“ Hepimiz tek bir amaç için birlikte çalışıyoruz. Kimimiz bilerek, anlayarak, kimimiz bilinçsizce, sanırım Herakletius’un ‘uykuda bile olsalar evrende olup biten her şey için çalışırlar, katkıda bulunurlar’ dediği kişiler gibi. Herkes, evrende olup bitenlere kendince katkıda bulunur. Hatta olup bitenden durmadan yakınan, onu önlemeye ve ortadan kaldırmaya çalışanlar bile; çünkü evrenin böyle insanlara da gereksinimi vardır. Öyleyse hangi yolda olacağına karar ver. Çünkü evreni yöneten, senden nasıl yararlanacağına, seni hangi gruba koyacağını çok iyi bilir.”

-        Bütün bunları nasıl ezberlediniz?

-        Hikâyeciyim ben evlat; bütün olup bitenleri ezberlemedim; sadece özümseyip hangi gruba dâhil olacağıma karar verdim; öteden beri…

Güven SERİN  

 

 

 

 


14 Aralık 2021 Salı

UTANMA BİLE UTANDI UTANMAZLIKLARIN KARŞISINDA

 

Kamera; Güven Tekirdağ

               UTANMA BİLE UTANDI UTANMAZLIKLARIN KARŞISINDA

                     ( Tut kendini yüreğim! Tut kendini… )

  Nasıl olur demeyin sakın; “Utanma” sözcüğü bile dile geldi bunca utanmazlıkların karşısında; UTANDI… Büzüldü… İçi acıdı; inkâr etmek istedi bunca olanları; bu bir kâbus, trajedi olmalıdır, diye…

   Mersin’de yaşayan küçük Müslüme’nin ölümünü hangi söz tam olarak anlatır? Utanma bile utanmaz mı böyle hallerin karşısında. Tıpkı, Ege ve Akdeniz’de sürekli yaşanan göçmen facialarındaki ölümler gibi utanmanın bile utandığı haller…

   Rus edebiyatında bir eserde şöyle bir diyalog yaşanıyor;

   “ Hilebazlığın üç yüz çeşidini biliyordum; adam üç yüz birinciyi bulmuş namussuz!”

   Utanmanın çeşitlerini saymaya kalkamayız; çünkü iyice dibe vurdu utanmazlığın bin bir çeşidi… Her duyduğumuzda irkiliyoruz; “ Bu kadar da mı?” diye…

    Ege Denizi’nde Yunanistan’a geçmek isteyen küçük kızın sahile vuran cansız küçük bedeni ve onun ayakkabılarını elinde tutan jandarmanın düştüğü ve gördüğü hatırlıyor musunuz? Yıl 2015,o görüntülerin karşısında tüm dünya; utanmıştı güya! Utanma bile utandığı halde, bir türlü sona ermiyor utanmalar…

  Tam olarak şu soruyu sormadığı zaman bu diyarların insancıkları olan bizler; “ Felsefe nedir? Niçin gereklidir?” Hiçbir zaman erişemeyeceğiz uygar dünyaların menzillerine…

  Oysa felsefe ne korkulduğu gibi, ne de kaçınıldığı gibidir dostlar. Nedir felsefe;

  Varlık, evren, insan ve bilgiyle ilgili düşüncelerin bütünü. Bir bilimin ve bilgi alanının temelini oluşturan ilkelerin bütünü. Evreni, dünyayı yorumlama biçimi; dünya görüşü.”

  Öyleyse, bunca kurban, çığlık, korkunç acılar ve utanmazlıklar yaşanırken niçin sormuyoruz; NİÇİN? NEDEN? İnsanın sadece midesini değil de görgüsünü, ahlakını,    ruhunu, bilgi dağarcığını aç bıraktığımız için olmasın?

  2016 yılında Tekirdağ sahilinin batı tarafına usulca bir heykel yerleştirildi. Bulgaristanlı heykeltıraş Velısav MİNEKOV Ekrem Eşkinat’ın belediye başkanlığı döneminde düzenlenen yarışmada, kazanan sanatçılardan birisiydi. Kurtuluşa göç edenlerin, denizi geçemeyenlerin yaşadıkları trajediye adanmış “ Alın Yazısı “ isimli heykel halene orada duruyor; usulca…

  Bu heykele bakıp Müslüme gibi nice acının canını, bakışını, masumiyetini de görebiliriz her daim. Ve bitip bilmeyen bu korkunç ölümlerin sorgulamasının yapılmasının kaldırılan Köy Enstitüleri yerine açılması gereken Şehir Enstitülerinde utanmanın bile utancı ile yüzleşebilir bu utançların hepsini tarihin mezarlarına gömebiliriz…

  Bazı yazıları yazmak çok zor oluyor. Zorlanıyor bedene hükmeden ruhun derin sorgulaması. Tam olarak hangi sözcüğün yeterli olacağını düşünüp, hiçbirinin yetmeyeceğini düşünmeden edemiyorum…

  Trajedilerin anlatıcısı, insana ve insanlığa aktarmak ve utanmanın bile donmuş halini anlatmak isteyen Şekspir’in Hamleti şöyle haykırır yaşadığı ve hissettiği acıları anlatmak adına;

“ Ey göklerde yaşayanlar! Ey dünya! Daha ne olsun? Cehennem önüme mi gelsin? Ne yüz karası şey bu?

  Tut kendini yüreğim, tut kendini! “

  Müslüme’den geriye kalan tek şey: Utanma bile utandı bu utanmazlığın karşısında… Ya bizler? Sadece seyirci koltuğunda ve henüz bize sıçramamış olan trajedilerden uzak bir halde…

  Romalı şairin 2050 yıl önce seslenişi neleri anlatıyor acaba;

 “ Açık denizde çılgın rüzgârın coşturduğu çılgın dalgalarla boğuşan insancıkları, huzurlu bir kıyıdan seyretmek ne hoştur…”

  Bütün okullara: ilkokula dahi felsefe inmiyorsa,bütün illere ve ilçelere şehir ve devlet tiyatroları kurulmuyorsa; daha çok ama çok trajedilere söz arayacağız; utanmanın bile utanması yok diye…

Güven SERİN  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


13 Aralık 2021 Pazartesi

BE HEY,KARA MAÇA BEY

 

İnternet

                                                   BEHEY KARAMAÇA BEY

 

  Yazı yaşamımın elle tutulur hali, Akçakaya kardeşlerin (Cihat ve Mithat) Habertrak gazetesini kurmalarıyla başladı. Cenap Kürümoğlu’nun satın almasından sonra ise çıraklıktan kalfalığa doğru yol aldım, alıyorum…

   Yazıyla uğraştıkça okumaya da sarıldığım bellidir. Her ikisinin ayrılmaz, ayrılamaz bütünün parçaları olduğunu da öğrendim…

   Yazı sanatıyla zengin olan yoktur. Büyük ve tutumlu yazalar ve belli yandaşlığın içinde olanlar hariç. Hatta yeterince yan gelirlerin yoksa Orhan Kemal, Orhan Veli’nin durumuna düşebilir, sıklıkla aklınıza hüzün türküleri de getirebilirsiniz. Bir yandan takdir görür, size imrenenleri, teşekkür edenleri bilir, duyarken, bir taraftan da size acıyanları, küfür edenleri duyar ve görürsünüz…

   Ne yalan söyleyeyim dostlarım; yazı sanatı dünyanın en lezzetli işlerinden birisidir; uçsuz bucaksız ormanların yeşilliklerini, bereketlerini ve evrenin görkemi içinde yol alan galaksiler gibi serüvenlerin keyfini bile sürmeniz mümkündür…

   Duyuyorum tabi; “ Aç ayı oynamaz” düşünceleri hâkimdir toplumlarda. Haksız da sayılmazsınız... Söylemeden geçemeyeceğim; dünyanın en lezzetli yemeği nedir sorusuna şu cevap verilmiş; “ Açlık”

   Açlığın sadece “ Mide” açlığı olmadığını söylemek isterim. Eğer açsanız yazının içindeki patikalardan yürümeye, oradan derin vadilere, kanyonlara uzanmaya, dağların ürpertici yükseklikleriyle rüzgârlın deli estiği tepelere çıkmaya, düşünemezsiniz diğer maddi kazançları... Hepsi uzak, çok uzak kalır sizlere…

   Sıklıkla uğradım dükkâna yine uğradım. Birkaç parça ürün aldıktan sonra ücreti ödemek için kasaya geldim. Erken saatlerde dükkânın sahibi duruyordu kasada. Devamlı ve istikrarlı her müşterisine tebessüm etmeyi seven, kızdığında veya devamlılığı olmayan müşterilere de sözünü sakınmayan dükkân sahibi, paramı öderken konuştu benimle;

 -        Demek her gün yazıyorsun?

-        Haftada altı gün

-        Neler yazıyorsun?

-        Daha fazla, sosyoloji, sanatsal ve şehrin sorunlarıyla ilgili yazılar.

    Kısa konuşmamızdaki esnafın bana bakışı her ne kadar tebessüm yüklüyse, daha önce gördüğüm nice bakış gibi; “ Küçümser” bir anlamı da saklayamıyordu. Bakışlarında sessizce şunları da söylüyordu iri yarı, kızdığında kaba-saba olan, ama alacağına ve vereceğine karşı oldukça dürüst esnaf; Yazıyorsun ama boşuna… Kaç kişi okuyor ki gazete köşesini… Üstelik yazarların birçoğunu görüyorum; meteliğe kurşun atıyorlar…”

  İri yarı esnafın bakışlarında yukarıdaki bildik anlamlar yüklüydü yüklü olmasına, benim tebessümüm, dükkânda caddeye çıkışımda ise başka ifadeler vardı; her zamankinden daha da heyecan, coşku içinde;

  “ Behey Karamaca Bey! Yazı sanatına, ömürlerin yetmeyeceği kitapları yazanlara minnettarım. Benim kavgamı, kişisellikten kurtaran, gökyüzü ile yeryüzü arasında bir damlacık ömrüme; benciliklerin, kibrin, pis gururun karşısında yüzleşmeyi her daim hatırlayıp, etrafımla değil asıl kavgamı kendimle başlamama yardımcı olan, kendime doğru yürürken, yaşadığım yerin de farkına varmanın yüceliğine teşekkür ederim…”

  Bunun gibi bir sürü içsel süzülüş içerisinde caddenin karşısına geçip, denize uzanan Eski Vali Konağı Caddesi kaldırımında yürürken, Nazım Hikmet’in bir toplantıda genç yazarları küçümseyen, daha doğrusu büyük bir gaf yapan Yakup Kadri için yazdığı şiire gülümseyerek tutundum;

“ Behey!

Kara boynuz gibi kaşlı

Mukaddes Apis başlı

                         Adam;

Behey!

Karamaça Bey!

Sen şiirin büyük sözlüğüyle konuşuyorsun

Ben asaletten anlamam

Şapka çıkarmam konuştuğun dile,

Düşmanıyım asaletin

Kelimelerde bile…

 Behey”

Karamaça Bey! “

Güven SERİN  

 



10 Aralık 2021 Cuma

TRT 2 'DE SANAT VAR

 



                                          TRT 2’DE SANAT VAR

                                

                                  ( Faroe Adalar’ından yayılan esinti )

  

   Birkaç yıldır TRT 2 ülke genelinde eksik olan,85 milyon için yeterli olmayan sanat etkinliklerine başladı. Güzel ve önemli paylaşımlar-yayınlar da hayli yapılıyor.

   Bir düşünsenize dostlarım, antik zamanların “Altın Çağlar “dedikleri yıllarda ki şehir devletlerinin başköşesine tiyatrolar, kütüphaneler oturtulmuş. Yani, felsefenin olduğu yerde sanat da, spor da var…

   Ya şimdi? Cumhuriyetimiz kurulduğu yıllardaki sanat çıkışları, daha sonraki hükumetler tarafından yerine getirildi mi? Sanmam…

   Niçin mi? 81 ilimizin yanında en az illerimiz kadar kalabalık nüfusu olan ve onlardan daha fazla yüzlerce ilçemiz var. Kaç tanesinde sanat yapılan mekânlar, özgün yapılar; kurum ve kuruluşlar var? Kaç ilimizde opera ve tiyatro binası var?

   Devlet ve Şehir Tiyatrolarının sayısı bellidir; öteden beri Devlet ve Şehir Tiyatrosu açılmış illerimizin dışına çıkabildik mi?

   Birkaç gün önce evde geçirdiğim dinlenme süresi içinde can sıkıcı dizi-lerden, hiçbir şey vermeyen tartışma programlarından kaçmak için açtım TRT 2’yi. 2020 yılında çekilmiş programın yarısına rastlasam da hani o meşhur söylem gibi tam; “ Sanat, müzik, kültür ziyafeti” bu kadar olur…

   Program sunucusu müzisyen Fuat Güner’in müzik ve sanat adına gittiği yer Faroe Adaları'ydı.

   Danimarka Krallığına ait adalar topluluğu olan Faroe Adalar’ının en sevilen; şarkıcı, söz yazarı ve aktristin konuğuydu Fuat Güner. Sanatçılarla yapılacak programlara lezzet katan öne önemli şey; programı yapan ve sunan kişinin de sanatçı olması. Fuat Güner de böyle sanatçılarımızdan birisi; yani her şeyi; duruşu, görgüsü, müzisyenliği, yabancı dil bilgisiyle sanırsınız ki kırk yıllık arkadaşına konuk olmuş…

   İşe yaramayan, vakit ve insan ömürleri çalan, korkunç derece insana huzursuzluk veren diğer yapımları düşününce bu programa “sığındım” dersem yalan olmaz…

   Atlantik sularının doğal, sessiz adacıkların huzurlu kültürleri ortasında, kendine özgü sesi, soluğu, yorumlarıyla, geçmişte bugüne uzanmış bir Şaman şarkıcı soluğuyla birlikte müziğin bütün esintisini de dünyaya üflüyordu…

   Bir işin hakkını vermek ve o işi severek, inanarak, zevk alarak yapmak ne büyük mucize…

    Neredeyse tüm dünyanın insanlarının koşturmaca içerisinde, kazanç elde edeceğiz diye bin bir türlü sıkıntı yaşamaları yanında bir de “ Ne iş olsa yaparım” mecburiyeti içinde sadece yaşamın fiziksel-mide tarafında kalan insanlarımızın, kendine has ve özgünlüğünü, hünerlerini ortaya çıkarması mümkün görünmüyor…

   Faroe Adalar’ından tüm dünyaya ses, nefes, ahenk veren, bir şamanın huzurlu evrimini yapan Eivor Palsdottir şarkısında bir şeyler anlatıyor;

 “ Gözlerinin anlattığı hikâyeleri anlayabiliyorum

Kaderimi ellerinden okuyorum

Şimdi kendimi bu düşüşe teslim ediyorum

Umarım yere çakılmama izin vermesin

 Sen…

 Tek gördüğümsün

Senin için…

Pervasızca düşüyorum

Ben en sarp dağları aştım

Yedi denize yelken açtım

Bunca zamandır seni arıyordum

Her bir zerremde

Şimdi kendimi bir düşüşe teslim ediyorum

Umarım yere çakılmama izin vermesin

 Sen…

Tek gördüğümsün”

  Şarkının sözleri, seslenişin güçlü anlatımı, Atlantik akıntıları gibiydi; sürekli, istikrarlı ve özgün; dünyayı dolaşmaya kararlı bir döngü haykırışı…

 Güven SERİN 

 

 


8 Aralık 2021 Çarşamba

KARAÇALILI ÇOBAN SABRİ

 


Karaçalı Köyü Süleymanpaşa Tekirdağ




Karaçalılı Sabri  Tekirdağ

            KARAÇALILI ÇOBAN SABRİ

           ( Bu Acı Adam, Tatlı ve Nüktedandı )

 

    Karaçalılı Sabri’nin köyü yakınlarındaydık birkaç gün önce. Göğe yükselen kavak ağaçlarının hemen kıyısında temiz bakımlı bir çeşmenin yalaklarının yakınında, koyu bir gölgenin gün ışığında andık Karaçalılı Sabri Çobanı.

  Karaçalı’dandı yanımıza gelen çiftçi. Hem şehirde, hem köyü-mahallesinde yaşıyordu; yaşama tutunduğu, geçimini sağladığı, çocukluğunun anıları gereği. Tanıyordu üç dört yıl önce ölen kendi köylüsü olan Çoban Sabri’yi.

  Karaçalılı Sabri’yi sadece “Çoban” unvanıyla anmak yetmez! O bir sanatçıydı; kavalı, zurnası, davullar eşliğinde çalınan oyunların en görkemlisi, coşkusunu taşıyan, aktaran bir oyuncuydu…

  2400 yıl önce Çanakkale Assos’da yaşamış Aristoleses gibi: “ Nasıl bir hayat yaşamaya değer?” felsefesinin peşinden koşmuş, sıradan insanların korkak kalıplarından sıyrılmış bir insan. Barışıktı kendisiyle; fazlasıyla barışık…

  Onun köylüsü ile sohbet ettik çeşmenin başındaki kör kuyunun taşı üzerine oturmuş iki arkadaş kılığında. Koyu gölgelerin kavak hışırtıları altında… Bilir misiniz kavak ağaçlarını? Karaçalılı Sabri gibi; oyuncudurlar. En ufak bir yel esintisine duyarlı, daha genç yaşta kocamış şair, Rimbaud’un iç sıkıntısı, hüzün ve acılar eşleğinde haykırışı olan dizeleri;

  “ Neşideler bitti artık: Geri dönmek yok atılan adımdan. Katı gece! Yüzümde tütüyor kurumuş kan, Hiçbir şey yok ardımda.” İlgilendirmez esintinin sesini işiten kavak ağacı ve yapraklarını.

 Karaçalılı Sabri’nin de umurunda bile değildir toplumun bin bir çileden, yükten ibaret olan korkuları. Islığı, kavalı, zurnası ve oyunculuğu yeterde artar insan olmaya… Geç evlenmiştir evlenmeye tez kavuşmuştur çoluk-çocuğa. Üstelik terk edilmiştir; karısı tarafından…

  Bunları dert saymak, o korkunç yükleri kabullenmek yerine manilere, şehrin silik, ürkek, kımıltısız tarihine bir tarih, bir parça coşku eklemek için güldürü sanatıyla haykırmış gölgesinden utanan herkese;

“ Evlendiğim vakit kül oldum/ Bacanak geldi gitti/ Kardeşi geldi gitti/ İki yüz elli keçi vardı bitti/Anam ağlıyor/Ablam ağlıyor/Sattık tarlayı o da bitti/Sonra karı da gitti…”

  Birçok insanın yüzleşemediği ve birçok insanın “Berduşluk” dediği yaşam serüveninin içinden akıp geçti Karaçalılı Sabri. Kavalı, zurnası, nükteleriyle birlikte; acıları, hüzünleri, yüzsüzlükleri neşe eğledi; Karaçalılı Sabri…

  Şair Yusuf Ziya Ortaç’ın dizeleri sanki onu anlatıyor;

“ Bu acı adam, tatlı ve nüktedandı.”

  Altına oturup peynir ekmeğimizi yediğimiz kavak ağaçları, suyunu içtiğimiz beyaz badanalı köy çeşmesi, hemen ötedeki ıhlamur, söğüt, meşe, karaçalı korulukları, Sabri’nin yaşamını anlatıyordu…

  Esintilerin içinde,evrenin uçsuz bucaksız bir köşesinde,varlığını tam olarak sorgulamamış insan kalabalıkları arasından sıyrılan; ıslığı,kavalı,nükteleriyle neşeli izler bırakan bir Çoban; Truvalı Çoban’dan daha,çok daha sonra kendi tarihsel görevini,gönüllülük içinde yapmış olmanın derin duyguları içinde yaşamış bir insanı aktarıyordu biçilmiş buğday tarlaları içinden gelen anız kokuları…

  Bir başka şair, Ahmet Kutsi Tacer, Karaçalılı Sabri’nin anısına tekrar ediyordu şiirini ve insanın doğaya olan yüce muhtaçlığını;

“ Uçsuz bucaksız uzayan kır/ Kimi yerde nadas, kimi yerde anız”

  Karaçalılı Sabri’yi tanımış olan köylüsü, ilk önce onun berduşluğunu ifade etse de, dinledikçe sanata, şehrimize yaptığı kattıklarını; utandı bir parça söylediklerinden.

   Benzemedikleri için bir berduşa, parası-pulu yok sayılan bir sanatçıya; yokluğun hükmünü süren neşeli bir kral gibi esti geçti kendi şarkısıyla birlikte Çoban Sabri. Bir evi bile yoktu ölüm saatinde. Akşamdan söylemişti sekiz kişiye sekiz çay.

  “ Ölmezsem bu gece, sağ kalırsam güne, yine eğleniriz hep birlikte” dedikleri son sözleriydi. Eski bir minibüs eviydi onun. Erken kalkmasına alışık komşuları, geç olduğu halde uyanmayışını merak edip, eski-viran minibüsün kapısını çaldıklarında işitemediler Sabri’nin kavalını, zurnasını ve yaşama dair neşesini. Zorlayınca kapıyı, gördüler Karaçalılı Sabri’nin sessiz yatan sonsuza uzanmış bedenini.

  “Neşideler bitti artık: Geri dönmek yok atılan adımdan!”

Rimbaud gibi haykırıyordu Karaçalılı Sabri; sessizliğin tonlarından, sanatın ruhundan tüten bir soluktan; haykırıyordu uçsuz bucaksız evrenin ihtişamı karşısında ezik-büzük insancıklardan farklı bir hayat sürmüş olmanın heyecanından ötürü…

Güven SERİN