22 Eylül 2021 Çarşamba

BU DÜNYAYA KAZIK ÇAKMAK İSTİYORUM

 


İnternet


                          BU DÜNYAYA KAZIK KAKMAK İSTİYORUM!

 

  Ne kadar iddialı bir söz! Sonlu olmanın türküsünü söylemek yerine; “ Belki aradan sıyrılırım!” umudu her insanın içgüdülerinde varmış…

   İnsanlar hasta olmayıp, büyük kayıplar yaşamasa kimse ölümü ağzına bile almaz. Sizin anlayacağınız, bir yerde “Dünyaya kazık kakmak” için kalmak, yüzyıllarca yaşamak ister…

  Bilimsel araştırmalar da bunu gösteriyor: Herkes ölüme inanırmış, ama kendi öleceğine inanmazmış… Sıklıkla ölümden söz edenlere inanmayın siz. Ölümü aşağılamak, karşısındaki insanı ölümle korkutmaktan başka bir meseleleri yoktur. Zaman kaybıdır, onların söz ettiği ölümün sizden çalacağı o değerli vakitler…

  Öykülerde, destan ve masallarda saklıdır ölümün sırları. Bulabilene, bu muazzam şifreyi anlayabilene aşk olsun! Antik zamanlardaki Tanrılar, Tanrıçalar, ölümsüzlüğün kendisiydi. Ve bu yüzden o ölümsüzlerden korkulduğu gibi aynı zamanda insanlara yardımcı olmaları istenirdi. Yapılan tapınaklar, şuurlu ve şuursuzca sunulan kurbanlar; hep o ölümsüzlerin hışmından kaçmak, korunmaktan başka bir şey değildir…

  Homeros’un destanlarına da girseniz, Sümer Medeniyeti’nin bıraktığı, yazı diliyle bugüne ulaştırdığı Gılgamış Destanı veya Antik Mısır Dönemleri, İnka, Aztek, Likya, Bizans, Roma uygarlıklarında da öyledir…

   Gılgamış’ın peşinden koştuğu ölümsüzlük otu, bu dünyaya kazık çakma isteğinden başka bir şey değildir… İngmar Bergman’ın Yedinci Mühür filmindeki karakteri Orta Çağ şövalyesinin ölümü yenmek isteği, ölümle satranç oynayıp zaman kazanması da dünyanın-YAŞAMIN eşsiz oluşundandır…

  Özellikle öteki dünyayı işleyen insanları nazikçe ve koşul koymadan dinleyin! Her saat, her gün öteki dünyadan, cennet ve cehennemden söz ederlerken dahi “ölümsüzlük hapı” bulundu diye söylense, ilk önce koşa koşa, ömrün bu dünyada devam etmesi adına bir güzel tercihlerde bulunurlar…

   Yanlış bir tercih de değildir, eşsiz bir gezegen olan, evrenin uzak köşesinde, kendi saman yolumuz denen yerde sıkışmış, uzay boşluğu ile hapsedilmiş olan bu dünyanın bütün nimetleri; havası, suyu, güneşi bile diğer dünyaları tanıdıkça ne kadar mucizevî bir anlam taşıdığını öğreniyoruz…

  Bu arada yakın arkadaşım Özkan Öğretmen; Özkan Papatya’dan da söz etmek isterim. Dünyaya kazık çakmak istemesinden değil, dünyadaki normal yaşam süresini uzatma oyunu, tıpkı Bergman’ın filmindeki ölüm meleği ile satranç oynayan Orta Çağ şövalyesinin kazanma isteğidir onun dileği. Fazla bir şey de değildir; 176+10 yaş gibi… Yani, iki yüzyılcık gibi bir süre…

  Dünyaya kazık çakmak, deyimi özellikle mala, mülke, güce, gurura düşkün olanlar için söylenir. Onları bu ıslah olmaz çalımı-güç zehirlenmesi, bir yerde kırılmak istenir… Bu başlığı atarken çalışmama, kendimin de kazık çakmak niyetini açığa vurdum…

  Böyle bir şeyi nasıl yapacağım peki? Hasan dedem: 61 yaşında, babam Yusuf: 58 yaşında, Şerif dedem ise onlardan daha genç yaşta ölmüş ve onların ölümlerini biliyorken, böyle bir isteğim; bir parça fantezi sayılmaz mı?

  Açıklayayım dostlarım! Bu şehirde; yani yaşadığım kentte geçirdiğim kırk yıllık ömrün bir yerde borç ödemesi, ayrıca beden ve ruh sağlığımın zengin ve sıhhatli olması adına yazıyorum. Neredeyse hiç durmadan…

  Nicelik ile nitelik arasındaki farkı okuyucu; yani sizler belirlersiniz. Bir de gelecek kuşaklar… Yazı sanatın şöyle bir ödülü var; sanata yaklaşmışsa kendi ölümsüzlüğünü de yakalar. Yani yazı sahibi öleli bilmem kaç bin yıl olsa bile, bir şekilde onun ruhunu besleyecek, devamlı güncel kalacak bir serüven başlar: Dünyaya kazık çakmak gibi bir şey…

  Bugün Sokrates’i hiç durmadan anıyorsak; 2400 yıl denen zamanı önemsemeden onun felsefesinden besleniyorsak; söz ile yazı sanatının kendi ödülünü, kazığını bu dünyaya çaktığını da iddia edebiliriz…

  Aynı şeyleri; Yunus, Mevlana, Neyzen, Nasreddin Hoca, Dante, Virgil; Cervantes, Balzac için de pekâlâ söyleyebiliriz. Hepsi, sanatın, kültürün kazığını çakıp da gitmişlerdir; gidebildikleri yer neresi olursa olsun, evrenin ve evrensel olanın, insan eli ve ruhuyla yarattığı en büyük ölümsüzlük ödülünü de alarak…

Güven SERİN 

10 Eylül 2021 Cuma

KAÇINILMAZ BİR KADER MİDİR GÜÇ TUTKUSU?

 


İnternet

                      KAÇINILMAZ BİR KADER MİDİR GÜÇ TUTKUSU?

 

                                            ( Vatandaş İçin Medeni Bilgiler )

    Adına ister; gayret, takat, fizik, düşünce, direnebilme yeteneği, sınırsız, mutlak nitelik deyin, ister başka şey; görünen o ki, insan denen canlının sadece kendi geleceği değil, dünyanın bile geleceği güçler dengesiyle birlikte eviriliyor…

   İngiliz tarihçi H.G.Welss’in 1920’de yayınladığı Federal Bir Dünya Devleti kurma düşünceleri: Tek dilli, tek yerden yönetilen FEDERAL BİR DÜNYA! İlk bakışta kulağa ne kadar hoş geliyor. Sınırlar için kavga olmayacak oluşu, ordulara yapılacak büyük harcamaların ortadan kalkması; dayanılmaz bir çekicilik oluşturmuyor mu?

  İngiliz tarihçi kitabını yayınladıktan sonra, bir başka İngiliz arkeolog Howard Carter ise kendi büyük keşfini ortaya çıkartmak için Mısır’da Krallar Vadisi’nde henüz mezarı bulunamamış çocuk kral; Tutankhamu’nun mezarını kazmak, bulmak için destek-Para ve bir başka şekilde kendine lazım olan gücün peşindeydi…

   Buldu da; uzun araştırma ve kazılar, bin bir türlü çilelerden sonra tüm dünyanın ilgisini çekecek olan Tutankhamu’nun sırları, cazibesi, onunla birlikte binlerce yıl önce mezar odasına konmuş eşyaları gün yüzüne çıktı.

  Biz yine İngiliz tarihçinin Federal Bir Dünya Düzeni fikrini savunan eserine dönelim. Mustafa Kemal Atatürk bu kitaptan haberdar olur ve 1925 yılında Türkçeye çevrilmesini ister. Mustafa Kemal Atatürk’ü farklı kılan şey de burada gizlidir; gücün nerede ve nasıl kullanılacağı ayrı bir strateji ve öznesi istemektedir. Bu kitaba karşılık 1930 yılında Mustafa Kemal Atatürk’te bir kitap yayınlar; Vatandaş İçin Medeni Bilgiler.

  Wells’in Federal Bir Dünya düzenin önünde bir sorun kabul ettiği “Ulus Devletleri” ve onların ordularını sınırlama fikri karşısında Atatürk;

  Orduların sınırlanmasından veya büsbütün kaldırılmasından söz ediliyor. Bunu işitirsiniz ve hep işiteceksiniz. Bu çok insanlıksever bir düşüncedir. Bu düşüncenin uygulandığını görmek gerçekten arzu edilir; ancak mümkün değildir. Bu olasılık hep parlak bir ideal olarak kalacaktır.”

  Bu düşünceleri bir kitapta toplayan Atatürk, günümüzden 91 yıl önce bu uyarıyı yapma, hatırlatma ve aynı zamanda yazı diline döküp, kalıcı hale getirme iradesi, ülkesine, vatandaşına verdiği değerin önemidir.

   Bugüne gelecek olursak, dünyayı yönetmeye kalkan Federal bir güç olan ABD’nin insanlığa sunduğu miraslara, sıradan, basitçe baktığınızda bile korkunç gerçekleri görürsünüz; her daim savaş ekonomisi ve böl, parçala, küçült ve kendine bağlı kıl…

   Güç böyle bir sarhoşluk, şaşkınlık ve taşkınlık da oluşturuyor. Çevremizde de kişisel manada güç sarhoşluğuna, kargaşasına düşmüş yüzlerce, binlerce insan görmemiz mümkün. Görünen o ki, bu doğal dönüşüm, durdurulamaz evrimsel ve sosyolojik dönüşüm; her daim güçler dengesinin enerjilerinin birbiriyle dalaşmalarına, anlaşmalarına ve zaman zaman geri çekilip, vakit kazanmalarıyla sonuçlanan ayrı bir satranç oyunu…

  Bu sınama, dalaşma ve savaş oyunlarında kim bilir kaç millet yok olup gitti. Bugün, Sümer’lerden kalan tabletler olmasaydı onlardan haberimiz bile olmayacaktı. Hititlerin heykelleri, yerleşim yerleri, Mısırlıların yazı dillerini, taşa, mermere kazıyıp geleceğe iletmeleri; hepsi ayrı bir güç dengesinin sunumu, sahne şöleni değil midir?

  Tekrar, İngiliz arkeolog Howard Carter’in yıllarca mücadele edip de ulaştığı zafere dönmek istiyorum. Yapmış olduğu büyük keşif tüm her yerde yankılandı. Çocuk kral Tutankhamu’nun mezarını; el değmemiş halde bulması ve tüm dünyada bir simge haline gelmiş Ölüm Maskesi’yle yüzleşmesini gösteren belgeseli izledim.

  Tutankhamu’nun mezarında binlerce nesne vardı; diğer yaşamda kullanılmak üzere. Ama en muhteşemleri som altından yapılmış 10 kg ağırlılığındaki maskeydi. İhtişamı, zarafeti, işçiliği göz kamaştırıyordu. Bu mezarı kim bulursa bulsun tarihe geçeceği, dünyaca ünlü olacağı bellidir. Çünkü bu da bir güç keşfi, tanıtımı ve AYRICALIĞI değil midir?

   El değmemiş olana dokunmak, en pahalı, en değerli ve en zarif eşyaları keşfetme başarısı: İsmini, som altından olan maske gibi ALTIN haline dönüştürmek; belki de güç dengesi içerisinde en ZARARSIZ, tam tersine geçmiş ile gün ve gelecek adına çok faydalı bir iştir de…

  Tutankhamu’nun mezarı açıldığında, paha biçilmez nesneler ve çocuk kral görüntülenip, kayıt altına alınırken İngiliz arkeolog Carter, som altından maskenin üzerine kralın öldüğü yıl bırakılan çiçeklerden oluşmuş çelenge gözü takılıyor. Bütün zenginliğin yanında, sıradan, basit çiçeklerden oluşmuş bu çelenk; keşfinin zirvesinde, zaferini kutlarken, başka bir hüzün âlemine taşıyordu Carter’ı!Neredeyse 3500 yıl önce yaşamış, soluk almış, ordulara, halkının, sosyal kültürel yaşamına yön vermek istemiş “çocuk kral”ın insanın mumyasının yanında bırakılmış olan 3300 yıllık çiçekler; sanki o zamana açılan bir kapının çağrısını yapmakta.İnsan denen canlının gücünün sınırlarını çizmekte ve hatırlatmaktaydı 3300 yıllık kurumuş mumya çiçekler…

  Ve evrimin, kaçınılmaz bir kader gibi başımıza diktiği gücün en korkuncu-zalimi; ölümsüz bir iştah ile her daim elde etme yarışında KAZANMA hırsı içinde olan krallar, imparatorlar…

  Bütün bu vahşetlerin oluşumunda, işçilerin, çiftçilerin, sanatçıların, zanaatkârların, öğretmenlerin, doktorların, mimarların, mühendislerin, avukatların doğrudan doğruya hiçbir kabahati, günahı ve kusuru yoktur sessiz kalmalarından başka…

  Sonuç, birbirine bağlı ve değer veren milletin, güçlü ordusu, polisi, jandarması olmazsa olmazıdır… İyinin, zarafetin, bilimin, sanatın, sosyal hayatın, inançların da en değerli koruyucusu güçler dengesidir. Gücü saf kötülüğüyle anmak yerine, doğma, oluşum sebepleriyle, tarihçilerin insanlığa düştükleri dipnotlarla anlamak, anlaşılır kılmak, aynı zamanda bütün milletlere bir armağan bırakmak değil midir?

    Sanırım, bu büyük sahnede, gerçek manadaki yönetici doğanın kendisidir. İnsanın saldırı ve vahşetinden nasibini alan doğa, belki bunu da ayrı bir yem olarak sunuyordur gaddarlıkta sınır tanımaz güç sahipleri; güç karşısında için için yanıp duran biz insancıklara…

 Güven SERİN 

 

 


8 Eylül 2021 Çarşamba

NİÇİN HEP ACI ŞEYLER YAZAYIM?

 

İNTERNET

                                      NİÇİN HEP ACI ŞEYLER YAZAYIM?

 

   Sabahattin Ali vahşice öldürülmeden önce yazmış olduğu öykülerden birisi “ Bahtiyar Köpek” isimli öyküsüdür. Öyküsüne başlarken pembe düşlere dalmış dostlarını da göz önünde bulundurarak şöyle söylüyor;

  “ Niçin hep acı şeyler yazayım? Dostlar, yufka yürekli dostlar bundan hoşlanmıyorlar.”

 Rumen kökenli, Fransız yazar ve filozof Emil Cioran neredeyse tüm yaşamını kitaplara adamış. Geldiği noktada ölümünden beş yıl önce da yazmaya, okumaya son vermiş. Bunu da şu gerçekliğin hissedişiyle açıklıyor;

  “ Tükenmişlik duygusunu hissettim… Evrene verip veriştirmekten bıktım… Çok okudum. Bu bir çeşit firar gibiydi…”

  Sabahattin Ali ise henüz yazmanın altın çağlarındaydı. Onun firarı canını kurtarmak için Bulgaristan üzerinden yurt dışına çıkmak-kaçmaktı. Bilmiyordu, çok yazanı ve terazisi hassas olanın dağıtacağı adaletin başına iş açacağını. Sadece başına iş açmak mı, başı ezilerek öldürüldü…

  Ülkemizdeki vahşetlerin hep bir karanlık yüzü vardır. Onlarca-sının katili, katillerine bu korkunç cinayetleri ihale edenler bir türlü yüce adaletin karşısına çıkartılamadı…

   Düşünürünü, sanatçısını, gazetecisini, yazarını ölüme terk eden bir hükümet, diğer milletler karşısında sonsuza kadar yaralı bir yan-vicdan taşımayı da kabul etmiş demektir…

  Emil Cioran;  “ Küçük bir kültürün içinde doğmuş bir insanın gururu her zaman yaralıdır.” Sözlerindeki ifadeyi, kendi sanatçısını, düşünürünü koruyamayan hükümetler içinde, onların etkisi altında kalmış olan adalet için de söyleyebiliriz. Eksik kalmış, aydınlatılamamış cinayetler, bizleri ve bizlerden sonra gelenleri yaralı bırakmış ve bırakacaktır…

 Daha otuzlu yaşlarda durmadan yazıyor Sabahattin Ali. Kırklı yaşların henüz başında ise yazgısı, başı ezilmesiyle yazarlığı son buluyor. Sanırım, böyle bir şey; küllerinden doğmak…

 Bu söz, antik kentler ve geride bıraktıkları eserleriyle birlikte, tekrar tekrar gün yüzüne çıkartılan medeniyetlerin geride bıraktıkları için geçerli görünse de, gerçek manada sanatçı erdemine ulaşmış, sanatın en hakiki besini olan evrenin ölümsüz iksirini içmiş insanlar için, Sabahattin Ali için, Emil Cioran için de geçerlidir…

  O yüzden, başını ezdiler, bedenini çürümeye terk ettiler, adını silmek istediler ama bir türlü başarı sağlanamadı; başaramadılar... Neredeyse seksen yıldır kitapları en çok satan, okunan bir yazar; oysa henüz kırk bir yaşında ezilmişti başı; o vakitler bir ıssızlığın içinde, kalleş, hoyrat bir elin sımsıkı tuttuğu kudurmuş bir kaya, sopa ile öldürülmüştü…

  Emil Cioran gibi bıkmamıştı yazmaya ve okumaya. Gezmeye, ailesi ile eğlenmeye ise hiç bıkmayacak bir heyecan duyuyor, daha fazla insan, yöre tanımak ve daha fazla öyküyü, edebi dünyamıza pınar tadında suları olan ırmaklar taşımak istiyordu…

 Bahtiyar Köpek isimli öyküsünde yufka yürekli dostlarından, insanlardan söz ediyor. Ona;

 “ Hep acı şeyler yazıyorsun, artık tatlı, pembe şeyler yaz!” diyen dostlarına şu hatırlatmayı yapıyor; belki de tüm insanlığa yapılan bir uyarı, muhteşem bir kalk borusu çalıyor hiç durmadan;

  “ Hep acılardan, çıplaklardan, dertlilerden mi bahsedeceksin? Geceleri gazete satıp izmarit toplayan serseri çocuklardan; bir karış toprak, bir bakraç su için birbirini öldürenlerden, doktor bulamayanlardan; hakkını alamayanlardan mı söz edeceksin? Yazacak, iyi güzel şeyler kalmadı mı? Niçin yazılarında bütün insanların benzi soluk, yüreği kederli? Bu memlekette yüzü gülen bahtiyar insan yok mu?”

  Yazar, yufka yürekli, pembe düşleri olan dostlarını düşünmüş olacak ki, o da onlara kıyamamış; Bahtiyar Köpek isimli öyküsünü yazmış. Eti, sütü, vitamini, minerali, şampuanı ayrı ayrı ve özel bakıcıları olan bahtiyar köpek; ne çok mutluymuş; üstelik de gönlü kederli değil, benzi de soluk hiç değil…

  Seksen yıl sonra gelinen noktada aynı öyküler bize bir şey fısıldamaktan öte adeta haykırıyorsa; hak arayanlar sona ermemiş, adalet saraylarının büyüklüğü, sayısı azalmamış, hapishaneler hızla görkemli hale geliyorsa, ne söyleyebiliriz ki, başka bahtiyar köpekleri, kedilerin öyküsün anlatmaktan başka…

Güven SERİN