29 Temmuz 2010 Perşembe

BULUŞMA

Kamera; Güven 
Tekirdağ Gençlik Merkezi
Ustamız,gazeteci Zeki Ağabeyimiz.Aynı zamanda
Kent Konsey Üyeliği de şehrimizin
biraz olsun güzelleşmesi adına emek
harcıyor.

Kamera; Güven
Soldan; İl Genel Meclis Başkanı Münür Karaevli,
Habertrak Gazetesi sahibi Cenap Kürümoğlu,
Ogün, gazete yazarı Zeki Varan,Tekirdağ
Belediye Başkanı, Adem Dalgıç,gazeteci,
Serap Çakır,CHP Milletvekili,
Enis Tütüncü.
Siyasetçi ve gazeteci buluşması buna
denir:))


Kamera; Serap Hanım

Bir buluşmada, samimiyet,nezaket,zarafet,
siyaset,felsefe ve bir de çam ağaçları varsa;
o buluşmanın hatırına bir kaç bira içilir,
belki bir kadeh rakı da, da mutlu
oluna bilinir...

BULUŞMA



İç kuşkusuz buluşmaların anlamı ve gücü büyüktür. Buluşma; nezaket, müzik, zarafet, siyaset ve felsefe ile yoğrulmuşsa; anlam daha güzel ve kalıcı olur. Belliğimize yerleşmiş buluşmanın anlamını, gereğini duygusal bir şekilde anlatan Türk Sanat Müziğinde olduğu gibi;

“ Elbet bir gün buluşacağız, bu böyle yarım kalmayacak. İkimizin de saçları ak, öyle durup bakışacağız.” Bu güzel şarkı buluşmanın ikili anlamını; kadın ve erkeğin harika bekleyişinin ödülünü anlatır.

Yaz gününün yoğun telaşı bir başka buluşmanın haberini telefonda hatırlattı bana. Telefondaki ses; Cenap Bey’in sesiydi. Gün sonunda gazetecilerin, basının, siyasetçilerin buluşacağının haberini verdi. Gelir misin, dediğinde bu buluşmanın içine balıklama atladım. Hâlbuki gün sonu ve gecede yapacağım işler vardı. Ama bir şey daha vardı ki, Tekirdağ’ımızın yaşam biçimini yakından etkileyen yöneticiler ile yan yana olacaktım. Öyleyse bu buluşma kaçırılmazdı.

Gün güneşin etkisinden, aydınlığından geceye geçmediği vakitte; Habertrak Gazetesi sahibi Cenap Kürümoğlu, Kent Konseyi Yürütme Kurlu Üyesi Zeki Varan ile birlikte buluşma noktası Gençlik Merkezine gittik. Yer Tekirdağ Belediyesine ait. Tekirdağ’ın eski mezarlığının hemen altında AKP Beleyesi zamanında başlatılmış, CHP Belediyesi yönetiminde son halini almış şehir gençliğimiz için bir devrim olabilecek aşamaya gelmiş bir sosyal tesis… Gençlik Merkezinin çam ağaçları ile buluştuğu alanda, Gazeteciler ve Basın çalışanlarının Bayramını kutlama kokteyli verildi. Bu buluşmayı düzenleyen, buluşmaya ev sahipliği yapan Tekirdağ Belediye Başkanlığına gönül teşekkürlerimi sunuyorum.

Yazımın başında da belirttiğim gibi bir buluşmada, nezaket, müzik, zarafet, siyaset ve felsefe varsa; tadına doyum olmaz. İşte Tekirdağ Gençlik Merkezinde, Tekirdağ Belediye Başkanlığımızın ev sahipliğinde böyle bir buluşma yapıldı. Bu buluşmayı övgüler ile gölgelememek adına her kelimeyi buluşmanın nazik ve zarif hatırına büyük bir dikkatle yazıyorum.

Siyasetçiler, yöneticiler ile çok yakın çalışmalar yapan ve zaman zaman, ters düşen birbirine küs olan gazeteciler ve basın çalışanları; bugün, güzel bir günün ortak anısının tarihi imzasını atmış oldular. Böyle buluşmalar ne hazindir ki oldukça az ve yetersiz kalıyor. Elbette insan, insanlığın kaderini değiştirecek akla sahiptir. Demokratik bir toplumun değişemezleri, vazgeçilmezleri olan politikacılar, gazeteciler ve basın; her fırsatta buluşmak zorunda. O zaman, halka anlatılacak, halkı aydınlatacak, yanlışı düzeltecek gazeteci ve basının doğrudan bilgilendirmesi sağlanmış oluyor.

Gençlik Merkezindeki kokteyl yüksek çam ağaçlarının gün ile güneş ile buluştukları serin gölgede yapıldı. Tekirdağ Belediyesinin yöneticileri, zarif hanımları karşıladı bizi. Yanımdaki usta Zeki Varanı tanımayan yoktu. Bendeniz köşesine girmiş, köşesinde köşe kapmaca oynayan mütevazı kalem; böyle buluşmaların rengine, sesine, neşesine daha yeni yeni karışıyorum. Zeki Beye, Cenap Beye gösterilen hürmet bana da gösterildi. Belediye çalışanları, Belediye yöneticileri Gazeteci ve Basın Bayramı havasına çoktan girmişler. Nazik, şık ve samimiydiler.

Kemanın harika seslenişi, güneşin çam ağaçları ile sunduğu koyu gölge; insan ile siyasetçi, gazeteci, basın ile buluşuyordu. Bir yerde yaşlı ağaçlar, müzik, mimari ve samimiyet varsa; bir çocuk bile kandırır beni. Elbette bu kandırmayı; ikna, iyi niyet; ortak bir buluşmanın inancı için kullanıyorum…

Yazımın başında zarafet dedim ya! Bu sözcüğün üzerine ısrarla durmadan edemeyeceğim. Gençlik Merkezinin rengi, neşesi olan kadınlardı. Hiçbir ayrım vermeden, hiçbir isimi öne çıkarmadan hepsi oldukça şık ve zariftiler. Bir yerde, bir buluşmada, her şey olabilir. Müzik, yiyecek, içecek ve sohbet. Ama kadın yoksa o yer; asla ama asla doldurulamayan bir eksiklik yaşayacaktır.

CHP’nin değerli yöneticileri ile buluşmak, konuşmak, şehrimiz için eğrileri, doğruları irdelemek aç bir çocuk gibi doyurdu beni. Belediye Başkanımız Âdem Dalgıç’ı başkanlığına biraz daha ısınmış gördüm. Bize ayırdığı zamanda, bizle konuştuğu konularda; duyarlı, meraklı ve heyecanlı bir insan portresini de gözlerim ile görmüş oldum. Şehrim adına, bu şehrin kimsesizliği adına sevinmeme, ümitlenmeme harika bir gerekçe olmuştur…

CHP Millet Vekili Enis Tütüncü vekilin kendisi, vekilin asile olan mütevazı kişiliği ile Bayramımıza yakışır bir samimiyette sohbetin önemli konuklarından birisiydi. Tüm ısrarımıza rağmen bir kadeh rakı içmese de, yiyecek ve sohbetlere kattığı neşe, anlam önemliydi. Bendeniz, Zeki Bey ve Cenap Bey ile sık sık kalkan kadehlerde insana ve insanlığa sağlıklar diledik. Gördüğüm bir şey daha var ki, CHP’nin yakaladığı rüzgâr; Kemal Kılıçdaroğlu esintisi, tüm yöneticileri heyecanlı bir telaşa, hazırlığa itmiş. Bu beni de heyecanlandırdı. Yıpranmış, saldırı gücünü arttırmış ve hızla yanlışlara giden bir AKP’nin gidişine dur diyecek CHP ülke insanı için çok önemli işler yapması bekleniyor. CHP cumhuriyetimizin, demokrasimizin tamamlayıcısı, dengesi ve olmazsa olmaz bir gerçeğidir. Demokrasilerde ülkeyi yönetenler rakipsiz, denetimsiz kalırsa; o ülkenin, gideceği yolu, varacağı durağı düşünmek bile istemem…

Gençlik Merkezi buluşması, Gazeteciler ve Basın Bayramı için düzenlenen kokteyl bir başka buluşmaların sözlerini de netleştirdi. Gençlik Merkezi yöneticilerinden Meclis Üyesi Hasan Önbey’in “hoş geldiniz” samimiyeti, verdiği kısa bilgiler, buraya sığmayacak kadar önemli ve uzun. Bir başka günde sadece Gençlik Merkezine özel bir yazı çalışması adına Hasan Önbey Bey ile anlaştık. Çünkü bu sosyal tesis daha şimdiden 1000 genç insana hizmet vermeye başlamış. 19 branşta spor imkânı olan, yüzme havuzu ile birlikte şehir insanımıza çok önemli katkılar sağlayacak bu yeri çok yakın bir zamanda gezeceğim.

Belediye Başkan Yardımcısı Mehmet Özen vaktinin büyük bölümünü masamızda geçirdi. Müziğin, çam ağaçları kokusunun, şıklığın, zarafetin, samimiyetin olduğu yaşam ile ölümün hemen yanı başında olan bu yerde; İmar ve Şehircilikten sorumlu Belediye Başkan Yardımcısı Mehmet Özen’den şehrimiz için zamana yayılı projeleri duymak ta, çam ağaçları serinliği gibi geldi.

Yiyecek ve içecek ile dolu bir masa ve çam ağaçlarının serin gölgesine eşlik eden keman sesi. Bir de masanızda, asilin vekili Enis Tütüncü, Belediye Başkanı Âdem Dalgıç, Başkan Yardımcısı Mehmet Özen, İl Genel Meclis Başkanı Münür Karaevli, Habertrak Gazetesi Sahibi Cenap Kürümoğlu, Kent Konseyi Yürütme Kurulu Üyesi Zeki Varan, gazeteciler Serap Çakır, Nijat Ayvaz varsa; kemanın sesi, rakının, biranın da yudumu anlamlı olmaz mı?

Laf aramızda günün en şık hanımı kimdi dense; kavga tanrıçası Eris’i kızdırmak da istemem! Yoksa Hera, Afrodit ve Athena’nın yaşadıkları kavgaları yaşarız; kim bilir…

Bizi kapıda karşılayan şık ve zarif belediye çalışanları, yöneticileri Başkan Yardımcısı Rüya Hanımı, Başkan Yardımcısı Yiğiteri, Kent Konsey Başkanı Levent Gündoğdu’yu da ayrıca selamlıyorum.

Güven










27 Temmuz 2010 Salı

ÇAM AĞAÇLARIMIZ ÖLÜYOR

Kamera, Güven  
Çınar Ağaçları
Devlet Hastanesi bahçesinde bulunan
yaşlı çınarların keyfine diyecek yok; şimdilik...


Kamera; Güven
Çam Ağacı o kadar güzel ve
o kadar endamlı ki,sizi
üzen kahverengi kurulukları çok
dikkatli bakınca görüyorsunuz...
Bu güzel ağaç;bizim soylu
akciğerlerimiz için yıllardır
oksijen üretiyor. Ya biz;
onun için ne yapabildik!

Kamera; Güven
Doğa Irmak yaşlı çınar ağacının hemen
yanında kuruyacak ağaçlar için
belki de en temiz hüznünü susarak
yapıyordu...

ÇAM AĞAÇLARIMIZ ÖLÜYOR



Tekirdağ şehrimde yeşilin buruk hüzünleri yaşanıyor. Yaşlı çam ağaçları nedenleri belli olmayan ölümlere teslim ediliyor. Güzel ülkemin bin bir boğuşması içinde çam ağaçları da sessizce veda ediyorlar. İlkönce, en heybetli olan çam ağacının en yüksek yerlerinden başlıyor ölüm… Yeşil, kahverengi ölüme dönüşüyor…

Daha birkaç gün önce Vilayetimizin tam karşısında Namık Kemal Anıtının hemen önünde kuruyan bir çağ ağacının gövdesini keserek kaldırdılar. Büyük gövde beş altı insan boyundaydı. Güzel ve nazikti. Zararı yoktu oksijen üretmekten başka. Kuşların sevgili ev sahibesiydi. Geniş ve heybetli dalları vardı. Yazın da yeşil, kışın da yeşildi. Kışın yağan karları harika bir gösteriş içinde sunardı.

Aynı günün akşamüstü Devlet Hastanesine bir dostu ziyarete gittim. Sağlıklı bedenimin şifalar arındığı hastanede hüzünlü bir mutluluk tattım. Yatan, inleyen, sedyede taşınan insanlar vardı etrafta. Gece gündüz işini yapan, hasta bakıcılar, hemşireler, doktorlar vardı. Hastanede intizam-düzen ve aynı zamanda şifa bulmanın hemen kıyısında ölüm kokusu da vardı…

Kaza geçirmiş tanıdığa geçmiş olsun dileklerimi sunduktan sonra hastanenin bol oksijenli bahçesine geldim. Genç ağaçların şımarık keyiflerinin yaşandığı yerde yaşlı-bilge ağaçların fısıltıları da vardı. İki büyük ve muhteşem görünüşlü çınar ağacının az ilerisinde görkemli bir çam ağacı yükseliyordu sonsuz maviliğe. Yaşı yüzyılı çoktan geçmiş olmalı. Bizim gibi kim bilir kaç insan geldi geçti yanından. Kim bilir kaç kuş, yazın gölgesinden, kışın da sığınak halindeki dallarından faydalandı. Alttan bakınca sağlam ve sağlıklı bir görünüşü var. Yüksekliği 25–30 metre civarı olan çam ağacının hemen alt dalında bir karga dinleniyordu. Günün yorgunluğu tünediği güvenli dalda dinlenceye çevriliyordu. Ağacın üst dallarında bir kumru ailesi yaşıyordu. Tepesine doğru serçelerin haylaz sesleri duyuluyordu. Üç ayrı kuş aynı ağaçta günün son demini geceye-huzura taşıyorlardı. Görmediğim kim bilir kaç kuş-böcek daha yaşıyordu heybetli çam ağacında.

Çam ağacının en tepesine baktığımda serçelerin haylazlıklarından başka bir şey gördüm. Çam ağacının güney bakan kısmında en tepelerinde ölüme giden kahverengilik başlamıştı. Yaklaşık 2–3 metrelik bölüm kuruyordu. Yeşil, kahverengiye ölüme doğru yol alıyordu. Ölüm, topraktan, köklerden değil; en tepeden; gökten gelmeye başlamıştı. Bu ölümün ayak sesleri şimdilik ne orada yaşayan kuşları, ne de o hastanenin görevlilerini ilgilendiriyordu.

Ali Kaptanın teknesini Ege’nin maviliğine sürerken yardımcılarına seslenişi geldi aklıma; “ Vira Çapa” diyerek teknenin motorlarını çalıştırışını, ağır ağır maviliğe doğru yol alışımızı hatırladım. Ben de çam ağaçları için; “ Vira “ dedim.

Vira Bismillah dedikten sonra ilk işim Devlet Hastanesinin en yetkilisini yani Başhekimi aramak oldu. Bir kere vira demiştim. Geri dönülmezdi. Baş Hekim yerinde yoktu. Yardımcıya yönlendirildim. Yardımcı Hekim iyi niyetli bir yönlendirme ile Müdür Yardımcısına yönelmemi söyledi. En sonunda bir muhatap bulmuştum. Ama aradığım yer hastaneydi. İnsanların kurtarılmaya çalışıldığı, her gün gelen yüzlerce canlının şifa aradığı bir yerdi orası. Recep Bey, gazete için bir haber yapacağımı duyunca hafifçe şaşırdı! Bu haber de neyin nesiydi? Nereden çıkmıştı Allahın sıcak ve terli yaz gününde… Ama haberimin yaşlı ve hasta bir çam ağacı ile olduğunu duyunca gülümsediğini fark ettim. Kim bilir ne bekliyordu Recep Bey? Hangi şikâyeti, hangi insani sorunu soracağımı zannediyordu? Ama insanların insan olmada kendi sorunlarını çözebileceğini biliyordum ben. İnsanlar zaten yeterince bağırışı-kargaşayı, arayışı ve kurnazlığı yapıyordu. Benim derdim, Bir yüzyılı çoktan tamamlamış ama daha kim bilir kaç yüzyıl yaşama hakkı varken bilinmeyen bir nedenle hastalanan görkemli bilge bir çam ağacının kurtarılmasıydı.

İşin içinden Recep Bey’de çıkamadı. Çam ağacının neden hastalandığını bilmiyordu. Ama ağaçları önemsediğini söyledi. Yapabilecekleri bir şey varsa yapmaya hazır olduklarını da samimi bir ses tonu ile anlattı. Peki dedim ve Namık Kemal Üniversitesinin Ziraat Fakültesini aradım. Yeni yönlendirmeler, yine telefon üstüne telefon vermeler. Kimi peyzaj bölümüne, kimi yardımcıya, kimi hizmetliye bağladı beni. Ama bir kere “vira “ demiştim. Geri dönülmezdi! O sekreterden bu sekretere telefon çaldırırken en sonunda sorumlu bir bayan sesi; “ buyur “ dedi. Aman Allım en sonunda aradığım buldum mu diye sevindim… Aradığım bölüm BİTKİ KORUMA bölümüydü. Öyle ya; bitkilere önem veren, akademik çalışmalar yapan Fakültemiz, çam ağacının derdine de derman bulurdu elbet!

Ziraat Fakültesindeki görevli kadının sesi; yeterince zamanının olmadığını da hatırlatıyordu bana. Hiç zaman kaybetmeden çam ağacının hatta ağaçlarının hastalıklarına, ölümlerine girdim. Ben daha sözümü bitirmeden kadın görevli; “ ama neden siz” dedi. Nasıl yani! Yani diyorum ki bu çam ağaçları neredeyse o kurumlar bize yazılı bir dilekçe versinler. Biz gider inceler sorunları çözmeye çalışırız. Efendim, ben bir gazete yazısı hazırlıyorum. Asıl sorunum, şehrimizde kuruyan ve o zamana kadar oldukça sağlıklı olup da ölen çam ağaçlarının neden yok olduğudur? Sizin böyle bir çalışmanız var mı? Şehrimizde son beş yılda onlarca çam ağacı, hem de oldukça sağlıklı olanlar kurdu yok olup gitti. Üniversiteniz olarak böyle bir çalışma içine girdiniz mi?

Görevli bayan; hâla çam ağacına takmıştı! Neden çam ağacı da, buğday, fasulye veya başka bir bitki değil, dedi. O an, telefonun bir ucunda olan ben; karın ağrısına tutuldum. Beklenmedik bir ter boşandı bedenimden. Görevli kadın, çam ağacına gösterdiğim vefanın sorgulamasını yapıyordu. Bir türlü vereceği küçük bilgiyi, desteği vermiyordu. Neden çam ağacı da bir başka bitki değil?

Evet, görevli kadın haklıydı. Neden sarmaşığı, karanfili, gülü, sardunyayı, zakkumu, gelincik çiçeğini araştırmıyor, onlar için sorular sormuyorum da, yaşı çoktan bir yüzyılı aşmış heybetli bir çam ağacını ve onun benzerlerinin ölümlerini sorguluyordum! Bu nedenler, bu kuşkular, bu kurnazlıklar ve bu sorumsuzluklar bitmediği sürece; ne yüzde yetmişimiz, ne yüzde doksanımız aptallıkla suçlansa, ne de korkunun bin bir türlüsü yaşatılsa; daha çok yol alırız; uygarlığın ayak seslerinin hayaline doğru…

Güven



24 Temmuz 2010 Cumartesi

MANKURT

Kamera; Güven   Göztepe Oyuncak Müzesi
Çocuklar Mankurtlaşmasın diye kendini
çocuklara adayan bir adam; Teo.
Teo,selam olsun sana...

Kamera, Güven  Göztepe Oyuncak Müzesi
Çocuklar Mankurtlaşmasın diye; ilim-fen,
felsefe,sanat öğretiliyor.

Mankurtlaşmanın çığ gibi
yayıldığı bu dönemde Mankurtlaşmamış,
Tanrı'nın güzel zekasını ilimden,tarihten,
sanattan,felsefeden,tabiattan ayırmamış
soylu insanlara; Sevr Antlaşmasını,Lozan'ı ,
Çanakakle'yi,Kurtuluş Savaşını
unutmadıkları, unutturmadıkları için;
TEŞEKKÜRLER ediyorum.
Sizlerin önünde eğiliyorum ben...


MANKURT



 Türk Dil Kurumunun Mankurt açıklaması; Ulusal kimlikten uzaklaşan, içinde bulunduğu topluma yabancılaşan, şeklindedir. Mankurt hikâyesi ise Türk Dil Kurumunun anlatımından çok öte ayrı bir dramın da yeryüzünde yaşanmış olabileceğinin ürpertisini veriyor insana.

Sakın durduk yerde bu Mankurtluk da ne oluyor demeyin! Çünkü ne pembe gözlüklerim, ne de siyah bir kalbim var benim. Gördüklerimi, duyduklarımı, okuduklarımı kendi iradem ile harmanlayıp yazıya dökmektir amacım. Yaşadığımız bu zamanda hayatımız garip hale gelmeye ve hızla yalnızlaşmaya başladıysak; bunun bir tek amacı da var diyemeyiz. Sadece hükümeti suçlamak, sadece muhalefeti yetersiz bulmak; Mankurtluğa giden yolda harika bir teselli ikramiyesi değildir.

Mankurtluğu isterseniz Türk Dil Kurumunun dili ile isterseniz burada anlatacağım hikâyenin mecaz anlamı ile karşılaştırıp öyle kabul edin. Her iki kabul edişin yolculuğu bile kalbinde biraz sevgi olan insanları düşündürüyordur. Beni oldukça düşündürüyor. Bazen bu düşüncelerin yorgunluğunu ciddi bir şekilde hissediyorum. Kimse de bana bu görevi vermedi. Ama insanın insana olan duyarlılığı, hayata olan sorumluluğu coşmaya görsün…

Ne hazindir ki ülke gündemimiz siyasetten başka bir yöne oturmuyor. Siyaset, şehit ve kaza haberleri; toplumun üzerindeki bir parça iyimserliği bile eritiyor. Sanki gökten sürekli asit yağmurları yağıyor. Bir çocuğa bir resim çiz desen; çok merak ediyorum; iyinin pembe, yeşil, sarı, mavi, beyaz renklerini kullanabilecek mi diye?

Neredeyse 24 saat tartışıyoruz güya! Medyada en başköşede en baş aktörler; kimi bilerek ve bilgisinin alın teri; kimi ise harika bir ideolojinin yozlaşmış yönleri ile tartışıyorlar. Bazen gülerek, uzlaşarak ayrılırlarken, bazen de kavgaların en soylu olanı, en çirkin olanı ile ayrılıyorlar bol ışıklı televizyon mekânlarından.

Sonuç! Tartışmalarında taraftarları oluştu. Sen haklı, ben haklı… Bizimki nasıl da lafı oturttu dün akşam! Gürdün mü nasıl da önüne baktı haddini bil deyince… Diye devam eden ve ülke sevgisi, insanlık sevgisi, insan sevgisi kokmayan alışılmış ezberlenmiş davranış biçimleri. Peki, bunca zamanını telef eden halk; ne yapsın? Ne yapacak? Kime inanacak? Zekâsı ve öğretileri, bunca karışık işleri kaldırmaya, irdelemeye yetecek mi? Hadi yetti diyelim; bu zekânın bunca dalavere-alavere arasında kendini koruma gücü nasıl oluşacak?

Sivil Kurumların güçlenmesine, yaşamasına ve oluşmasına uzak bir topluluğumuz var. Herkesin merak ettiği bir tek şey var; komşusu ne zaman batacak? Ve ondan sonra, tanıdık bildik uzak duruşlar… Vah, vah deyişler…

Bu ülke Mankurtluğun savaşını veriyor. Bilginin bol almasına, kitabın, gazetenin ucuz olmasına kanmayın siz! Bu ülke insanı Mankurtluğa adım, adım gidiyor. Gerçekler, güzel ve soylu gerçekler ; “gün” gibi ortada. Ama biz, ne olursa olsun yine bildiğimizi okuyacağız. Bildiğimiz duyumlar ve yozlaşmış ezberler olsa bile!

Bu arada sevgili okuyucu; unutmadan Mankurt ile ilgili sanat haberimi de hatırlatayım. Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın sergilediği “Mankurt” adlı oyun, Rusya Saint Petersburg’da düzenlenen “ Uluslar arası Tiyatro Festivali”nde birincilik ödülü kazandı. Bu güzel sanat olayı sayesinde Mankurtluğu daha iyi anlar ve irdeleriz inşallah…

Kırgız yazar Aytmotov’un anlattığı gibi “Mankurt” gen mühendislerinin laboratuarında üretilme gayreti içinde oldukları insan ile hayvan arası yaratıktır.

Hikâyesi; Vahşi bir kavim olan Juanjanlar, yanlarında kalanlara çok kötü davranırlardı. Kurbanlarının kafalardaki saçları ilk önce kazırlar sonra sivri bir alet ile saç diplerini kanatırlarmış. Tam da bu esnada hemen oracıkta canlı bir deve kesilirmiş. Deve oğlu devimizin boyun bölgesinden alınan deri “mankurt” haline dönüşecek çokbilmiş insanoğlunun kafasına geçirilirmiş. Bu mankurt adayları uzak ve sessiz bir yere getirilirmiş. Tutsaklar kafalarını yere sürtmesin diye tahtadan kalıplar yapılıp onların günlerce güneşin altında kalmaları sağlanırmış. Ne büyük bir insanlık gösterisi… Elbette büyük bölümü inleyerek, bağırarak ölüyormuş. Ya kalanlar! İşte onlar da MANKURT efsanesini doğuruyorlar. Yani artık, geçmişleri ile hiçbir şey bilmiyorlar. Sadece emre itaat edecek, efendilerinin söylediklerinden dışarı çıkmayacak harika canlılara dönüşüyorlar.

Böyle bir hikâye olur mu, mankurt çok hoş bir efsane diyenlere şunu demek isterim! Etrafınıza bir bakın! Sokağımızdaki insanların kaçını tanıyoruz? Ya apartmanımızdaki insanların kaçı ile selamlaşıp kaçının ismini biliyoruz? İyice düşünün! Ne kadar çabuk kuşkuya kapılıp, ne kadar çabuk nefret ediyoruz. Sevgi, bilgi, felsefe, ilim ile beslenmiş bir topluluk; sevgiyi, insanlığı, diğer canlıları bu kadar çabuk yok eder mi? … Soruyorum; yok eder mi?

Adım adım mankurt oluşumuna doğru gidiyoruz. Bugünkü mankurtlaşma belki hikâyedeki gibi deve derisine sarılı ve güneşin altında çıplak ve yaralı bir beden ile bekleme değildir elbet! Bugünkü mankurtlaşma; hukuka, cumhuriyete, felsefeye, sanata, ilimlere, folklarımıza uzaklaştırılmanın desteği ile yapılıyor haberiniz ola. Ve bugünkü acımasız efendilerin makyajları, mülkleri, destekleri, güçleri oldukça yerinde…

Hiç telaşsız, her kez yapabileceği, taşıyabileceği bir işi yapmaya başlamalı. Vurdumduymazlığımızı, bana ne, kültürünü bir kenara bırakıp; ulus olma, insan olma bilincimizi fark etmeliyiz? Artık daha fazla dinlemeli, daha fazla okumalı ve daha fazla çalışmalı! Sürekli içini oyduğumuz devletimizin bizim olduğuna savaşsız zamanlarda da inanmalı…
Güven























21 Temmuz 2010 Çarşamba

YAŞLI ADAM ve ÇİÇEKLER

Kamera; Güven -      Tekirdağ
Tozu ile,eğri-büğrü yollarıyla sevdiğim şehir.

Ah bu liman, bu deniz olmasaydı; ben bu şehri
severmiydim vazgeçilmez ana kokusu
gibi! Severmiydim doğanın dağını,
tepesini,çölünü,ırmağını,ormanını
sevdiğim gibi...


YAŞLI ADAM ve ÇİÇEKLER



 Her çiçeğin kendine has kokusu, rengi ve hikâyesi vardır. Kimi çiçek, yükseklerde yaşamayı sever. Kimi ise alçaklarda renk sunar, koku yayar. Bazıları yamaçlara, bazıları tepelere yayılmayı uygun görür. Çiçekler olmasaydı bizi büyüleyen ve hayatı biraz daha anlamlı hale getiren kokular olur muydu hiç? Karanfilin yanık kokusu, yasemin çiçeğinin gizemi ve duruluğu, gülün baş döndürücü kokuları olmasaydı bize bu duyarlılığı vere bilirler miydi?

Çiçekler, belki de insanoğlunun hayatında en güzel ve en vazgeçilmez gerçeklerdendir. Ovaların, yaylaların, bayırların, dağların muhteşem süsü ve güzelliği olan çiçekler…

Aslında bu çalışmam küçük beyaz bir yasemin çiçeğinin bende bıraktığı derin izin etkisinde yapılan bir çalışmadır. Belki de yasemin çiçeğin o hüzünlü hikâyesi, o yaşlı adamda olmasaydı ben de böyle bir yazıyı şu an düşünmeyecektim.

Gün yeni doğmuş daha şafağın bıraktığı çiğ damlacıklarının izi bile duruyordu. Küçük sahil kasabasının tahta masalı, tahta sandalyeli çay bahçesinin taze çay koktuğu yere geldim. Çay kokusu, çocukluğumun dedelerimizin tahta sandalyeli kahvelerinin çay kokusunu anlatıyordu bana. Normal hayatımın ¾ lük zamanı bana şunu öğretti ki; kokular insan hayatında çok önemlidir. İnsan ne sevdiği kokuyu, ne de sevmediği kokuyu unutur! İsterse üstünden bin yıl geçsin. Harika beynimiz, koku hücrelerimiz onu bir şekilde bir yere hapseder.

Çay bahçesi sarmaşık, güller, karanfiller, yaseminler ile doluydu. Gelen kokular bir çiçeğe ait olmaktan çıkmış, tüm çiçeklerin ortak kokusu oluşmuştu. Ayırt edilen en önemli koku; taze çay kokusuydu. Yaşlı kahveci bu saatte çayı hazır hale getirdiyse belli ki şafak vakti gelmişti buraya. Kahveciliğin en önemli şartı da erken gelip çayı demlemektir. Çayı usulüne göre demleyip dinlendireceksiniz. Ortalığı temizleyip-toparlayacaksınız…

Denizden taze yosun kokuları çayın ve bahçedeki çiçeklerin kokularıyla buluşuyordu. O ana kadar fark etmediğim yaşlı adamı çayımı yudumlarken fark ettim. Temiz giyimli titiz bir adam olmalıydı. Denize, sanki denizden çok ötelere bakıyordu. Onun da masasında dumanları tüten bir çay vardı. Yarısına kadar içilmiş aklına geldikçe küçük bir yudum alıyordu. Yan tarafta duran boş sandalyede bir baston, bir de palto duruyordu. Masanın üstünde kaşe bir kasket ve siyah bir el çantası…

Yaşlı adamın kıyafeti gençleri kıskandıracak kadar uyumlu ve yakışmıştı. Bej rengi kaşe pantolon üstüne siyah bir gömlek ve onun üstüne de beyaz renkli süveter giymişti. Kısa kesimli saçları ve daha bu sabah olduğu sakal tıraşı yorgun yüzünü, çökmüş omuzlarını imrenerek seyrettim. Sanki bu adam benim yaşlı halimin bana özel bir sunumuydu. Bakımlı ve titiz… Hayata dair büyük pişmanlıklara iç çekmeyerek bakan ve hayatı sevmişliğin güzel onurlu yaşlı hali…

Yaşlı adamın masasına gitmeye can atıyordum. Küçük bir selamın bu işi çözeceğini de biliyordum. Ama ya yaşlı adam, sabahın bu tenhalığını kendine özel bir dinlenme zamanı sayıyorsa! Diye düşünürken, yaşlı adamın davetkâr sesi; “ Hoş geldin evlat” diye seslenişi rüyadan da uyanmama neden oldu. Yaşlı adam gerçekti… O konuşuyordu. Ve bu fırsatı kaçırmamalıydım. Selamına selamla karşılık verdim. Masasına gitmek için izin isteyince; “ Elbette gelebilirsin lütfen.” dedi. Masasına yanaştığımda nazikçe toparlandı. Ayağa kalkarak elimi sıktı. Eli, sımsıcak bir dost eliydi. Bu adama hangi açıdan bakarsanız bakın; size güven ve şefkat dağıtır görünüyordu.

Yaşlı adam kahveciye dönerek; “ İsmet, bize iki kahve yap.” dedi. Bizden başka müşterisi olmayan kahveci sanki bizi beklermişçesine hemen geldi. Hemen. Sizin ki nasıl olsun kardeşim.” Kahvemin nasıl olacağını öğrenen kahveci koşturarak ocağa gitti. Esinti kokuların da estiriyordu. Taptaze yosun kokuları içinde taptaze bir sohbete başladık.

Buralı mısın amca? Artık buralı oldum evlat. Çok zaman oldu geleli. Çok uzun bir zaman… Yalnız mı yaşıyorsun? Ben yalnızlığı severim evlat. Yalnızlık güzel ve onurludur…

Yaşlı adam cebinden sigara ve çakmağını çıkardı. Çakmak, yılların ağırlığını rengini solarak göstermişti. Yaşlı adam, bir çakmağa bir denize baktı. İç çekişiyle birlikte yüzü de değişti. Sanki kıtalar yer değiştiriyor, yaşlı adam; kendi kıyametini bu küçük zamanda gerçekleştiriyordu. Kıyamet sonrası büyük sessizlik… Hiç konuşmadan kahvelerimizi içip sigaralarımızı yudumladık.

Sen nerelisin evlat? Batı’dan amca. Ben batıdan Trakya’dan geldim buraya. Ama bilesen ki; ben şuralıyım, ben buralıyım; bana göre şeyler değil bunlar. Yaşlı adam gülümsedi. Hafifçe başını salladı. Ve “ Anladım evlat anladım sen dünyalısın yani.” Birlikte güldük. Az konuşup da çok anlamak-anlaşılmak ne muhteşem bir duygu…

Ne o benim adımı, ne ben onunkini merak ediyorduk. Ne mesleklerimiz, ne, ne kadar kazandığımız umurumuzdaydı. Biz, o anın keyfini, samimiyetini, güvencini yaşıyorduk. Bir limana sokulmuş iki tekne gibiydik. Anılarımız, coşkularımız ve anlamı acılarımız vardı anlatacak. Ama her insana açılmayan çok güçlü kapılar ile kapanmış gönül odalarımız da vardı.

Yaşlı adam sanki beynimi okumuşçasına ; “benim neden burada olduğumu, bu tenha kasabayı neden tercih ettiğimi merak ediyorsun değil mi evlat?” Evet, anlatmak istersen dinlerim amca. Kocaman ve çok ağır ahşap bir kapıyı açar gibi hiç acele etmeden gönül kapısını ardına kadar açtı.

 Muhteşem kapıdan gönül odasına girerken kutsal bir yere girerken duyduğum ürpertiyi hissettim. Güvenilmek, gönülden davet edilmek; ne yüce, ne paha biçilmez bir şeydi! Oda ardına kadar açılınca, renkler ve kokular, acılar, coşkular kucakladı beni. Ve asıl önemlisi; yaşlı adamın yarım kalan bir aşk hikâyesi ve göğsünün üstündeki cebinde küçük bir bez kesede duran artık toz hale gelmiş yasemin çiçeğinin kuru yapraklarıydı…

Güven 

20 Temmuz 2010 Salı

KİM KİMİ KANDIRIYOR



Kamera; Güven  Muradiye Camii Manisa
Usta; Mimar Sinan

+
Kamera, Güven   Muradiye Camii
Tam tamına 425 yaşında.
Yeşillikler içinde bir bahçe ve Tanrı'ya daha
yakın olabileceğinin felsefesine inanılmış
bir mekan. Baz insanlar Tanrı'yı taş bir
yapının sanat süslemelerinin yanıbaşında
bulurken; bazı insanlar dağlarda, vadilerde
bulabilir. Önemli olan; Tanrı'yı gök
gürlemesinden önce de hatırlamak,sağnak
yağışın tatını da Tanrı ile birlikte çıkarmak...

KİM KİMİ KANDIRIYOR



Atalarımız; “ çok söz yalansız, çok para haramsız olmaz.” demişler. Elbette başka sözler de söylemiş atalarımız; “ Söz gümüş ise sükût altındır.” gibi… Sanki konuşmamaya, haklarımızı aramamaya, doğru tepkileri zamanında göstermemeye yemin etmişiz! Büyülü bir el; bu halkı lanetli bir senaryonun içine atmış da biz harika bir oyun oynuyoruz…

İktidara yani başbakanımıza göre her şey yolunda gidiyor. Rakamlar yalan söylemez! Her şeyimiz rakamlara göre ayarlanmış. Büyüyen bir ekonomimiz varmış… Dünyada önemsenen bir ülke olmuşuz… Bugüne kadar yapılan yatırımlar TÜM Cumhuriyet dönemi yapılmamış…

Bir başka rakamlar da, açlık sınırından, fakirlik sınırından söz ediyor. Yani 1500 TL’nin altında kalanlar aç! Yani; 2500 TL’nin altında kalanlar fakir. Bir başka bakanımız İzmir’den sesleniyor. Değerli halkını önemsediğini onların derdinin halkının “EKMEK” derdi olduğunu söylüyor. Keşke bütün dertler ekmek için olsaydı. Elli yıl önce yaşayan dedem için yılda on çuval un ve beş teneke yağ temin etmek; bir kışın rahat geçeceğinin habercisiyken; şimdiki zamanda sadece ekmeği düşünüp şükür etmek; uygarlığın en büyük ayıbı değil midir? Elbette muhtaçlık insanı adam eder. Muhtaç edeceksin ve sonra da büyük adamlar kılığında “ekmek” dağıtacaksın…

Aynı zamanlarda doğup ve birbirine yakın zamanda ölen iki insandan söz edeceğim. Birisinin son yolculuğuna, uğurlamasına Başbakan, Başbakan Yardımcısı, İçişleri Bakanı, Bakanlar, Vali ve Büyükşehir Belediye Başkanı katılır ve cenazesi büyük adamlarımız ile taşınırken, diğerine sanatçı ve yakın dostları katılmış sanatın soylu gözyaşları içinde uğurlanmışlardır.

II. Abdülhamit’in en yaşlı torunu Osman Nami Osmanoğlu Fatih Camii’nde kılınan cenaze namazı ile toprağa verildi. Cenazede iktidarımızın en güçlü kişileri de neredeyse tam kadro katıldılar. Başbakanımız, Başbakan Yardımcımız, Bakanlarımız, Valimiz, Emniyet Müdürümüz ve ismini sayamadığım bir sürü büyük erkân… Osman Nami Osmanoğlu’na Allahtan MERHAMET diliyorum…

Başbakanımızın demokratik açılım toplantılarının son konukları kadınlardı. Başbakanımız, yumuşak ses tonu, babacan bakışı ile adeta dert yandı. Derdi çok birikmiş başbakanımız güzel ve bakımlı kadınlarımız ile dert ortaklığı yaptı.

Başbakanımız adeta içimi acıtarak o merhametli ses tonuyla; “Kapılarını bize kapatanların kapısını çalmaktan kaçınmadık. En az kapısını çaldığımız 3’tür. 3 kez kapısı çalınmıştır ama kapısı çalınanlar en büyük hakaretleri yapmıştır. Bakınız değerli arkadaşlar bu ülkenin başbakanı Necip Fazıl Kısakürek ile Nazım Hikmet Ran’ı aynı cümle içinde yan yana kullanmıştır. Kıyamet kopmamıştır! “

Acaba Sayın Başbakanımız bu ülke insanının Necip Fazıl Kısakürek için de, Nazım Hikmet Ran için de sevgi ve saygı beslediğini bilmiyor mu? Bu ülkenin siyasetçisi soylu siyaseti raydan çıkarmasaydı bu ülke insanı sağ ve sola, karanlığa, yobazlığa ve oldukça kalın örtülerin altına da bu kadar büyük istekler ile girmezdi.

Aynı yaşlarda ve aynı zamanlarda farklı yerlerde yaşamış iki insan ölüyor. İkisinin de yaşı 80’geçmiş. Birisi, bir dönemin büyük geçmişine imza atan atalarımızın en yaşlı torunuyken, diğeri de Ege’nin efsaneleri içinden doğup gerçeğin harika sanatına dönüşmüş sanatçısı, yazarı, bestecisi olmuştur.

Büyük besteci, yazar; Selmi Andak gök kubbenin uçsuz-bucaksız maviliğinin altında sıcak bir yaz günü sanatçı ağırlıklı sevenleri ve dostları tarafından uğurlanırken, Sultan II. Abdülhamit’in en yaşlı torunu da Fatih Camii’nden en güçlü erkân tarafından; Başbakanımız, Başbakan Yardımcımız, Bakanlarımız, Valimiz, Emniyet Müdürümüz, Siyasetçilerimiz tarafından uğurlanmıştır.

İki insana da Allahtan RAHMET diliyorum. En içten ve en samimi dileğimle…

Acaba diyorum; kim kimi kandırıyor? Nazımı da, Necibi de aynı cümlede anan ve her ikisi için de yüksek saygı besleyen değerli Başbakanımız ve her fırsatta ağlayan Başbakan Yardımcımız neredeyse tüm hayatını müziğe, sanata adamış bir efsanenin cenazesinde bulunmaktan dolayı büyük onur duymazlar mıydı? Yoksa orada olup, Selmi Andağın sanat dolu tabutunu taşısaydılar; KIYAMET KOPAR tabanlarının ekseni kayar mıydı? Diye düşünüyorum ben!

Güven



















19 Temmuz 2010 Pazartesi

EKSİK BİR ŞEYLER VAR

Kamera; Güven -   Çeşme

İnsan, bir şehirde en iyi veya en mütavazı yerde
kalabilir. İnsan, en iyi veya en nütavazı besinleri
yiyebilir. Ama insan; o şehrin arka sokaklarını,
tepelerini, yalnızlığını fark edememiş,tepelerde
yaban keçisi gibi dolaşamamışsa; eksik
bir şeyler kalacaktır kendinde :))


EKSİK BİR ŞEYLER VAR



Yakın bir tanıdığım çok kısa zaman önce zengin oldu. Milyonlarca insanın uğruna öldüğü, taklalar attığı, yalanlar söyleyip kurnazlıklar yaptığı paraya sahip oldu. Her gün fakirleşen, fakirliğe “hak getire” diyen milyonlarca canlı…

Fakirliği onurlu bir seçim hakkı görüp, maddiyatın yüksek tepelerine çıkmayanları da alkışlıyorum. Zenginliği bir erdem sayıp yükseklerde gezinenleri de selamlıyorum. Alkışlıyorum alkışlamasına, selamlıyorum selamlamasına ama “Eksik bir şeyler var!”

Ülkemiz insanı daha eğitimli, daha okur-yazar oldu. Kitapların, gazetelerin, tiyatro biletlerinin satışında eksik bir şeyler var… Reklâmı bol, tanıtımı bol kitap ve filmler ilgi görürken, hayatın harika gerçeğine, folkloruna gönül açmış eserler ve sanatçılar küstürülmüş bir şekilde görmemezlikten gelinir. Eksik bir şeyler var!

İzmir’de yeni kurulacak üniversitenin ismi kıyametin tartışmalarını hatırlatır. CHP’li Milletvekilleri Atamızın annesinin ismi ZÜBEYDE HANIM olsun diye önerge vermişler. AKP’li vekiller de bu önergeyi kabul etmemişler. Sanırım kendilerince çok haklı sebepleri vardır! Bu değerli zatlar; cumhuriyetin kurucularına, küllerinden doğuşuna katkı sağlamış insanlara bir türlü gereken saygıyı-sevgiyi duyamadılar; “ Eksik bir şeyler var.”

Yedi birincisinin olduğu LYS sınav sonuçlarına göre 10 bin kişi de sıfır çekmiş. 784 bin aday da 180 puanı aşarak üniversiteli olmaya hak kazanmış. Eğitim, yaz-boz tahtası haline geldiği sürece; eğitim, taptaze ideolojiler koktuğu sürece; her ilçeye bir üniversite de açsak; isimlerini en sevdiğimiz insanlar ile onurlandırsak; denge bir türlü çoğula yayılamayacaktır. Zoraki yükselişin desteğini alan çocuklar, ezberin kamçı ve korkusunu yiyen gençler; yarınların harika güvencesi olamayacaklardır; “Eksik bir şeyler var.”

Çocuklarımızı aynı vatanımızı sevdiğimiz gibi sevdik. Onların kulu-kölesi oluruz. Onlara canımızı veririz. Çocuklarımız daha doğar doğmaz; kulluğu, köleliği öğrenir ve öğretilirse; canların çok kolay gidebileceğine inanırsa; eğitimin o harika sörflerini yaşama doğru yapabilirler mi? Eğitim ve öğretimin insana açılan kapısı sadece dolarlar, muhteşem zenginlikler olarak algılanırsa; bitmeyen işkence taptaze bedenlere yaşarken de acılar vermez mi? Verir elbet verir. Çünkü ; “eksik bir şeyler var.”

Her gün, hemen hemen her yerde, birkaç kişi bir araya gelip “ne olacak bu ülkenin hali” derler! Derler demesine ama az ötede bir vatandaş ; “ne oluyor” kuyusuna düşse, bir başka vatandaş; “ ne oluyor” bataklığında çığlık atsa, bir orman yeni tutuşmaya başlasa, ağır ağır bir dağ kaysa, yaşlı bir çınar kesilse; uykuya yatmış uykunun bile onurlu tadına varmamış pişkinler yine de bir çözüm bulamaz. Ne oluyor diye diye, ülkenin içine edilir, ülkenin soylu halkı birbiriyle yabancılaşır da hâla “NE OLACAK” derler. Bu ne olacak deyişleri güzel dünyada bir arpa boyu yol almaz çünkü “Eksik bir şeyler var.” …

Büyük kalabalık bir türlü büyük felsefelere, büyük düşünürlere, düşüncelere yakın saymaz kendini. Öteki, beriki derken, nerede duracağını, nasıl bir hayatın kendi ellerinde olduğunu algılayamadan hayatın büyük kalabalığı içinde yapayalnız yaşar ve ölürler. Büyük ve çılgın kalabalıkların ne zengini, ne de fakiri onurlu bir yaşam sürerler. Zengin malını saklamak ile meşgulken, aç ve fakirler; zenginin malı züğürdün çenesini yorar misali; hem çeneleri, hem bedenleri, hem de ruhları çalışmamışlığın yorgunluğu içinde ölürler.

Zenginlik üç kuşağa yayılıp sürmedikçe, alın teri, disiplin ve bilgi ile yoğrulmadıkça; fakirliğe, kargaşalara gebedir. Fakirlik, bilgiye, öğretilere, çalışmalara, doğruluğa, gerçeğe uzanmadıkça; karnı şiş tokluğu hayal edip ; “aç tavuk kendini buğday ambarında görür.” türkülerini sayıklayacaklardır.

Birileri çıkıp büyük kalabalığa artık oyunun bittiğini, gerçek hayatın başladığını; gerçek hayatın içinde çalışmanın da, dinlenmenin de, sanatın da, sporun da, kitapların da olması gerektiğini anlatmadıkça; “ Eksik bir şeyler “ kalacak…

Bir ses, bir soluk ve binlerce sesi, soluğu duyar gibiyim; “ Koyun can derdinde, kasap et derdinde.” Be adam! Diye sesleniyorlar. Elbette seslenecekler; öyleyse; EKSİK BİR ŞEYLER VAR…

Güven

17 Temmuz 2010 Cumartesi

MADEN İŞÇİLERİ (TEMİZ ÖLÜMLER)

Kamera; Güven            Spil Dağı-Manisa

Yaşanan kargaşalar, büyük kalabalığın
büyük kurnazlığı, sevginin katledişi
korkutuyor beni. Ve ben; bu korku ile
birlikte göç etmek istiyorum dağların
yalnızlığına. Ve ben bu yalnızlığın
kalabalığa iyilik amaçlı olduğunu
biliyorum. Ama anlatamıyorum!
Öylelyse bende eksik bir şeyler var!

MADEN İŞÇİLERİ (TEMİZ ÖLÜMLER)



Genç anne sokakta oynayan kızına seslendi; “ Ayça, oraya oturmayın kızım! Az önce oraya kediler oturdu.” Hijyen maddelerinin en bol olduğu bu zamanda titiz bir anne de çocuğunun sokakta bile oturacağı yerin hijyenini düşünmek zorunda!

Seçme ve seçilme hakkı ne kadar anlamlı ve ne kadar insani! İnsan ülkesini yönetecek, çocuklarının kaderini değiştirecek yöneticileri Cumhuriyetin harika varlığı sayesinde kendi seçiyor. Aslında “ kendi seçiyor” sözü, sözcükleri içime tam oturmasa da eylem olarak, kendi elleri ve ayakları ile oy sandığına kendimiz gidiyoruz. Ama ne hazindir ki beynimiz ve beyni yöneten nöronlar bizim kontrolümüzde olmadığı için seçilmişler; bir seçkinlik kutsanmışlığı içinde bizleri; güya yönetiyorlar… Onlar kendi geleceklerini, kendi yakınlarının kaderlerini sevgili halklarından daha fazla önemsiyorlar. Bunun kanıtı mı? Bakın; ölen insanların nasıl ve ne şekilde uğurlandığına ve kalanların hüzünlerine bir bakın!

Titiz bir anne, sokakta oynayan kızının oturacağı yeri bile özgürce seçebiliyor. Ve o yerin çocuğu için ne kadar sağlıklı ve ne kadar güvenli olup olmadığının kararını kendi isteği ile veriyor. O yer uygun değilse bir başka yeri özgür iradesi ile istiyor.

Ya maden işçileri! Seçebilecekleri bir başka işleri var mıydı? Eğer daha güvenli, daha temiz başka işler olsaydı bu işçiler göz göre göre; ölüme, karanlığa, gaz odalarına, zalimliğe giderler miydi? Tekrar soruyorum giderler miydi? Sevgili asil yöneticilerimiz… Bu işçilerin evlerini geçindirecekleri bir başka işleri yoktu. Cumhuriyet sayesinde seçme ve seçilme hakları vardı ama çalışacakları işlerini seçme hakları olmadı ve olmayacak gibi görünüyor. Aynı gösteri, ayni ayinler ve aynı ağıtlar; yüzyıllara gebe kalmış gibi devam edecek! Çünkü seçme ve seçilme hakkını kullanan siyasiler; bir şekilde kandırdıkları halklarının güvenliğini, sağlığını SAMİMİ bir şekilde düşünmüyorlar.

Siyasiler, bürokratlar yeterince samimi, yeterince vicdanlı olsalardı, yedi ayda 77 kişi sadece madenlerde ölür müydü? Bu bir yazgımıdır alla aşkına… Değerli bir yönetici çıkıp utanmazca konuşabiliyor. Zonguldak’ta ölen işçilerimiz için mübarek zat şöyle diyor; “ Bu işçilerimizin ölümü çok temizdi. Çok acısız bir ölüm yaşadıklarını zannediyorum.” diyor… Allah Aşkına; nasıl bir mantığının felsefesine sahip olduk. Hangi zalimlik, hangi inanç; körü körüne ölümleri; “ TEMİZ ÖLÜM” olarak adlandırır da moral olsun diye bu aymazlığı yapar! …

Ölüm yazgının istemediği bir zamanda, önlemlerin eksik bırakılıp, rantın en yüksek hesaplandığı zamanlarda geliyorsa; bu ölüm için temiz bir ölüm diyebilir miyiz? O zaman bütün kirli insanlar ölmek için maden işçisi olmalı! Öyle ya; sonları temiz ve acısız bir ölümle noktalanacak. Ne harika bir son… Hani bilim adamlarının araştırdıkları eceli ile ölüm gibi. Ağrısız, acısız ve sessizce… Ama maden ocaklarındaki kirli ölümler böyle mi? Hiç sanmıyorum! O ölüm, temiz olabilir mi? O ölüm ağrısız, sancısız olabilir mi? Hiç sanmıyorum. O ölümlerde, o karanlığın içine gizlenmiş kara suratlarda, kara bakışlarda; aydınlığa merhametli bakışlar yok mu? Kim bilir o karanlığın içinde, aydınlığın sesine, güneşine nasıl da imrenerek baktılar?

Bir parça ekmek adına çok genç yaşta ve beklenmeyen bir zamanda yaşanan ölümler… Geride kalan ağıt yakıcılar… Kaderin rüzgârı ile çok küçük yaşta karış karşıya kalacak çocuklar… Hangi kurum, hangi soylu yönetici; bir babanın kaybının yarattığı büyük boşluğu giderecek görkemli yeteneğe, vicdana sahiptir?

Genç bir anne, sokakta oynayan kızının nereye oturacağını bile düşünüyor. Ve onun güvenliğini, sağlığını kendi seçme iradesi ile daha iyiye taşıyor. Bir baba, ülkesinin eğitimine güvenmiyor; oğlunu dış ülkelerde ve görkemli burslarla okutuyor. Bir baba, oğlunu daha genç yaşta gemi ticaretine alıştırıyor. Çünkü çok kârlı bir iş… Bir anne çıkınında çok büyük sayıda altınlar bırakıyor. Ve o anneye, nereden buldunuz dendiğinde, annemin çıkınından çıktı diyerek; Cumhuriyetin harika özgürlüğünden yararlanıyor.

Ve bir şehir, o şehrin sürüler halinde bağıran insanları; din adına onlarca insanı ateşe veriyorlar. Ateş ve taş; tüm günahları yok eder inancı ile ölüme koşuyorlar. Bir hükümet, yol yapımınla övünürken, daha yollar on yılı bile doldurmamışken; yamalı bohçaya dönüyorlar… Tekirdağ-Keşan yolu her gün tamir ediliyor. Güya uluslar arası bir yol! Güya bir bölümü yeni yapıldı? …

Zonguldak, Balıkesir, Keşan ve değer madenlerde ölen kara gözlü, kara suratlı ve kara bakışlı işçiler seçecekleri başka bir iş olmadığı için Cumhuriyetimin hür ülkesinde ağıtlar eşliğinde ölüme gidiyorlar…

Güven

16 Temmuz 2010 Cuma

BİR ÇİFT GÜVERCİN HAVALANSA

Kamera; Güven -     Çeşme
Bir çift güvercin havalansa ve
onlarcası, yüzlercesi çiçek kokulu
ormanlara konsa.
Bir çift güvercin havalansa ve
binlercesi, milyonlarcası dağlara
konsa...

Kamera; Güven-  Çeşme
Resimler, ruhun bedene, bedenlerin ruhlara
aktığı resimler...


BİR ÇİFT GÜVERCİN HAVALANSA



Cumhuriyetin Pazar ekinde oldukça dikkat kesildiğim bir hüzünlü hikâye okudum. İnsan, onlarca makale, haber, ilginç olay okur da birkaçından etkilenir. Belki de o günkü ruh halimiz, duygu yoğunluğumuz ile de yakından ilgilidir. İnsanlık tarihinin ilginç ve acı olayları saymak ve anlatmak ile bitmez. Ama bize düşen, unutulmuşluğu, hatırlanması gerekeni ve de hatırlanmış olandan insani ve insanca bir ders çıkarmaktır.

Bir şaire, Melih Cevdet Anday’a bir şiir yazdıracak kadar önemli olan nedir? Yahudi asıllı iki Amerikalının suçsuz yere ölümleridir.

Julius Rosenberg ile Ethel Rosenmerg’in Ruslara Amerikan silah fabrikasındaki atom bombasının sırlarını verdiler diye suçlanmışlardır. Benin doğmamış olduğum, babamın daha çok küçük yaşlarda ninem tarafından şımartıldığı yıllar. Demokrat Partinin ezici bir oy çokluğu ile iktidara geldiği ve ne hazindir ki çokluğun demokrasiye katkı sağlayacağı yerde tek adamlığa, hoyratlığa ve Amerikan yardımlarına alıştırılmaya başladığımız yıllar…

Julius ve Ethel 1950 yılında tutuklanırlar. Yargılanmaları üç yıl sürer. Her türlü konuşturma taktiği bir türlü sonuç vermez. Çünkü suçsuzdurlar. Ama ne yazık ki Amerika ve Rusya arasında muhteşem bir kavga vardır. Ve ajanlar oyun içinde oyun oynadığı görkemli yıllar…

Amerikan ajanları Rosenberglerle pazarlık üstüne pazarlık yapmaya başlar. Suçlarını kabul ederlerse ölüm cezalarının kaldırılacağı söylenir. Rosenberg çifti bu teklifi reddeder. Özür dileyip af talep etmeleri karşılığında evlerine, çocuklarına kavuşabilecekleri söylenir ancak Ethel “ Ya suçsuzluğumuza inanan milyonlarca insan ne olacak?” diye bur teklifi kabul etmez. 19 Haziran 1953 tarihinde elektrikli sandalyede idam edilirler.

Rosenbergleri suçlayan yakın akrabaları yıllar sonra onların suçsuz olduğunu söyler. Ne yazık ki suç, kabul edilmiş iki insan daha kargaşanın, büyük paylaşımın kurbanı olmuştur. Her devrin kurbanları, sunak taşları olmuştur. Her devrin sessiz ve onurlu ölümleri ardında bir parça iz ve kokular bırakmıştır. İşte bu izler şairlere, ressamlara, yazarlara ilham besinidir. Melih Cevdet Anday da bu hüzünlü olayın kendinde oluşturduğu duygular üzerine bir şiir yazmış;

Bir çift güvercin havalansa
Yanık yanık koksa karanfil
Değil bu anılacak şey değil
Apansız geliyor aklıma

Neredeyse gün doğacaktı
Herkes gibi kalkacaktınız
Belki daha uykunuz da vardı
Geceniz geliyor akıma

Sevdiğim çiçek adları gibi
Sevdiğim sokak adları gibi
Bütün sevdiklerimin adları gibi
Adınız geliyor aklıma

Değerli okuyucu dostlarım; işte böyle; bir şiir, bir şarkı ve belki bir resim; unutuldu sanılan ama çok küçük bir iz bırakmış masum ve onurlu ölümleri hep hatırlatır. Ve dünyevi olaylar bu hatırlanışlarda çok önemsiz kalır. Bunca kargaşa, bunca kurnazlık niye? Dersiniz…

Çok yakın zaman önce ölüm yıl dönümleri alınan Sivas’ta yakılan güvercinler de geliyor aklıma. Karanfilin yanık yanık koktuğu genç ve korkusuz Denizler, Pir Sultanlar, Nesimiler

gelir aklıma. Hepsi de sanat ile iyilik ile beslenen iyilere zarar vermeyen güvercinler değil miydiler?

Şimdi bir sürü güvercin havalansa ve biz o güvercinlerin ardından yanık yanık karanfil kokuları duysak. Baş döndürücü yaseminleri toplasak ve hep birlikte kol kola tutuşup; Orhan Veli’den, Âşık Veysel’den, Yunus’tan, Pir Sultan’dan, Mevlana’dan şiirler okusak…

Hazır duygulanmış, geleceğe köprü olmuş eskilere Yunus’a verelim sözü. Yunus bir şeyler desin bize.

Yalancı dünyaya konup göçenler
Ne söylerler ne bir haber verirler
Üzerinde türlü otlar bitenler
Ne söylerler ne bir haber verirler

Kiminin başında biter ağaçlar
Kiminin başında sararır otlar
Kimi masum kimi güzel yiğitler
Ne söylerler ne haber verirler

Güven























14 Temmuz 2010 Çarşamba

ÇOK YORGUNUM KAPTAN

Kamera ; Güven   Pegasus ve Ali Kaptan
Tam Yol İleriiii :))

Kamera; Güven- Teknemiz Pegasus Yol Alıyor
Işığın deniz ile dansı...

Kamera; Güven   Efsanelerin Denizi Ege
Hoşçakal Çeşme.Merhaba Ege
Merhaba mavilik, yeşillik ve sonsuzun değişimi;
merhaba...
Kamera; Güven    Eşek Adası ve duru bir koy

Kamera; Güven     Eşek Adası
Şimdi şu anda Barış bu adada olsaydı, bu güzel
hayvanlar için yazdığı o anlamlı şarkıyı
o sevecen bakışı ile söylerdi.
Arkadaşım Eşek;
Kaç yıl oldu saymadım köyden göçeli
Mevsimler geldi geçti görüşmeyeli
Hiç haber göndermeden o günden beri
Yoksa bana küstün mü unuttun mu beni
                                Barış Manço

Kamera; Güven    Eşek Adası ve Balıklar
Lütfen suyun muhteşemliğine bakar mısınız?
Büyük usta ne güzel çalışmış buralarda. Ve ne
büyük bir ibretsellik! İnsandan uzak doğa; ne bir günah,
ne bir kargaşa yaşanıyor. Halbuki bu diyarlarda da
her gün; ölüm ve yaşam var...

Kamera; Güven     Pegasus ve Eğlence
Tekne gezisi olur da şarkılar-türküler olmaz mı?
Solist olduğunu sonradan öğrendiğimiz bu
mütavazı bayan çok hoş ve duygulu
şarkılar söyledi.

Turkuazın içine dalmak...



                                  ÇOK YORGUNUM KAPTAN



Mehmet Bey’in ailece işlettiği teknenin kaptanı Ali Kaptandır. Yılların derin izler bıraktığı Ali Kaptan. Egenin maviden, yeşile, siyaha, türkuaza dönüşen sularındayız. Teknemiz oldukça gösterişli dışı ahşap kaplı bir tekne. Taşıdığı yolcu sayısı 180 kişi.

Pegasus isimli tekneye biner binmez kaptan köşkünün bulunduğu yere çıktım. Bakımlı teknenin güçlü motorları çalıştığında kuzeyden de güçlü bir rüzgâr esiyordu. Rüzgâr bedenimi yalarken, güneş ile ısınan bedenimin mavilik ile kurduğu dengenin içindeydim. İşte bu yüzden her insan, ne yapıp etmeli kendi bütçesine göre çok küçük de olsa tatil yapmalı. Yani, bulunduğu yerin biraz uzağına gitmeli. Tatil, ilah ki lüks bir şımarıklık değildir. Her bütçeye kalınacak yerler, yenilecek besinler var. Zaten, asıl sorun mideden çok beyin olmalı…

Pegasus’un dümenine geçen Ali Kaptan yanında çalışan genç adamlara; “ vira çapa” diyerek seslendi. “Tamam, mı, gidiyor muyuz Ali Kaptan” dediğimde; “ Tamamdır yol göründü. Tam yol ileri” dedi. Kulağa gelen hoş müzik, dalgaların sesleri, martı çığlıkları ve neşelenmeye can atan insanların görüntüleri; hepsi bir bütün halinde günün sürprizlerine gidiyor gibiydiler. Sanki ben hem onlarla, hem de değildim. Hem zamanın içinde, hem de dışında gibi… Ben de onlar gibi etten ve kemiktendim oysa! Ama ben, daha çok gözleme dayalı çok sesliliği, çok görüntülülüğü elemek, irdelemek, arıtmak peşindeydim. En arınmışı, en arı olanı; kaleme değerli okuyucuma ulaşmalıydı.

Ali Kaptan teknenin motorunu tam gaz çalıştırıp rotamızı Eşek Adasına çevirdi. İlk uğrayacağımız yer; namı diğer; Eşek Adası. Hani gözleri ile bakışları ile ün salmayıp, eşekliği ile yük taşıması, sopa kaldırması, zavallılığı ile anılan eşeklerin emeklilik adına sığındığı adaya gidiyorduk.

Ali Kaptan dümenin başında denizin şakaya gelmeyecek önemseme içinde ileriye bakıyordu. Ben hemen yakınında rüzgârın içinde, maviliklerin biraz üstündeydim. O an ne düşündüm! Nazım Hikmet’in Mavi Liman isimli şiiri geldi aklıma. Cem Karacanın güçlü sesi ile yorumladığı;


Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.
Seyir defterini başkası yazsın.
Çınarlı, kubbeli mavi bir liman!
Beni o limana çıkaramazsın…

Ege Denizinde olacaksınız ve bir de denizin üstünde ilerleyen bir teknede… Ve rüzgâr sizi bir dakika ara vermeden yalarken, siz; ışığın harika gösterimini sonsuza uzanan renkleri; türkuazı, maviyi, yeşili, siyahı izleyeceksiniz de duygulanmayacaksınız! Işık, muhteşem bir gösteriyi deniz ile birlikte hazırlamıştı. Ne büyük bir gösteri! Ne muhteşem bir korku! İnsanoğlu kirletmeyi başardı ama derinlerine tam manası ile inemediği gizemli dünyada daha nesli tükenmemiş milyonlarca canlı yaşıyor. Biz, bu canlıların en üstünde oturan biz; daha kim bilir kaç insanlığı öğrenmek için kim bilir kaç milyon canı katledeceğiz…

Sanatçı yorulmuştu ve dinlenmek için mavi bir liman özlemiyle yanıp tutuşuyordu. Ve üstelik de çınarları, kubbeleri ve maviliği olan tertemiz bir liman; Eşek Adasının güney tarafında bizi bekliyordu. Evet, çınarları yoktu. Ama insan beyni küçük makiliğin ağaçlarını da çınar gibi görebilir. Evet, kubbesi yoktu ama isterse insan; yukarı bakıp, o sonsuzu kubbe niyetine kulana bilir! Ama limanımız maviydi, türkuazdı, yeşildi…

Namı diğer Eşek Adasına gelip de eşek oğlu eşekleri görmeden gitmek var mıydı? Elbette yoktu. Benim bildiğim kadarıyla emekliye ayrılan eşeklere son bir lütuf olarak sunulmuştu bu ıssız ada. Üzerindeki makilikler, yeşil ile suyun varlığını da anlatıyordu. Yıllarca yük taşımış, sopa yemiş, hor görülmüş eşeklere son bir iyilik; bu ada da özgürce yaşama hakkı verilmiş. Buraya kadar her şey normal de; insanoğlu bu özgürlüğü de tam anlamıyla yapmamış. Güya eşeklerimiz özgür! Değiller. Onları koruyacak, besleyecek ağılları var. Suları ve yemleri önlerinde duruyor. Rahatlarına diyecek yok. Yıllarca sopa ve küfür yiyen eşekler şimdi keyif içinde ürüyorlar.

Kısacası eşeklere özgürlük adına, hayatlarının sonbaharları adına verilen bu ada; sanki eşek üretme çiftliğine dönüşmüş. Yaşlı eşekten çok yeni doğmuş sıpalar var. Eşek yavruları çok şirinler. Durmadan şımarıklık yapıp annelerini rahatsız ediyorlar. Sizin anlayacağınız sevgili dostlarım; burası yan gelip yatma yeri değil. Eşeklerimiz burada sayın başbakanımızın beklentilerine, isteklerine büyük bir ciddiyet içinde karşılık veriyorlar. Hem yan gelip yatmıyorlar, hem de başbakanımızın dediği gibi en az üç çocuk! İşte bizim yaşlı eşekler bile en az üçer sıpa doğurma ve doğurtma becerisini göstermişler. İnanın ben bu işe şaştım… Demek ki, mavi bir liman, temiz bir hava ve bol yiyecek, içecek; eşekleri bile aşka getiriyor…

Her şey yaşam; yaşamak ve yaşatmak için! Doğanın en güzel formülü bu! Yaşam, yaşamak ve yaşatmak için, tüm canlılar ile birlikte harika ve korkutucu bir değişim geçiriyor. Biz bu değişimin hangi tarafındayız ve hangi tarafının maviliğine, yeşiline, siyahına akıyoruz; bunu öğretiler, bilgiler, genler ve kaderimiz belirliyor. Hiçbir akıl; başlı başına kendi buyruğunun sonsuz mutluluğunu yaşama kudretine sahip değil…

Ege, mavilik, yeşil, türkuazın, siyahın ışık ile denizin marifetini insanüstü konuşturduğu gizemli diyar. Alçakgönüllü tepelerine, mavi koylarına, Ali Kaptanlı teknelerine gidilmeli ve hayatın o korkunç yüküne birkaç günlük de olsa REST çekilmeli.
Güven

12 Temmuz 2010 Pazartesi

SANAT KOKAN KİLİSE

Kamera; Güven     - Çeşme
Çeşme limanından Sakız Adası seyri

Kamera; Güven   Çeşme Kilisesi-Temmuz

Heykeltraş Nihat Bey, çırağı Doğa'ya
heykel yontma sanatını öğretiyor. :))
Arka plandaki resimler Nurdan Hanımın.
Sanatın koktuğu mekanlar,bir başka
oluyor...

Kamera; Güven     Diler Hanımın Sanatı
Bu resmi Diler Hanımdan izin almadan çektim
ve yakalandım. İnce bir eleştiriyi hak ettim:))
Sanatçının eleştirisi de "sanat" gibi oluyor:))
Resimlerin güzelliği karşısında flaşı kapatmayı
unutmuşum. Dağdan gelip bağdakini
kovma misali; sanatın içine balıklama
atladım. Elbette daha çektiğim
ilk resimde arkamdan bir bayan
sesi; "nasıl güzel çıktı mı?" Bendeniz
yemi yutmuş hiçbir şeyden haberi olmayan
saf çoban misali; fotoğrafa baktım ve;
"flaşla pek iyi çıkmamış" deyip bir de
flaşsız çektim. Ve o an, baltayı da
taşa vurduğumu anladım. Tam da Diler
Hanımın ince ince gülümsediği an da
ona döndüm özrümü illettim. Ve ceza olarak
bu resimden başka hiçbir resim çekmedim:))
Kamera; Güven 
Mehmet Culum ve Jean Culum
Sevgili yazarımız geçen yıl bıraktığım neşe-
huzur içindeydi. Eşi Jean, harika bir
ev sahipliği gösterdi. Kendi marifeti
ürünleri içtik ve yedik.
Yazarımızın bugüne kadar üç
kitabı yayınlandı. Azap Ağa,
illah ki okunmalı

Kamera; Güven     Alaçatı-Mehmet Bey'in güzel evi.
Ressamları, heykeltraşları koklayan, seyreyleyen
Doğa, bu kez de yazar olan Mehmet Bey'i kokladı.

Kamera; güven
Yönetmen; güven
Oyuncular; Mehmet Culum ve Jean Culum :))
Ayrılırken bizi dış kapıya kadar uğurlamaya
gelen Mehmet Bey Ve Jean'a fotoğraf
çekerken; " Lütfen el sallarmısınız" dedim.
Mehmet Bey, gülümseyerek " oh oh bizi bir de
konu mankenliğine soyunduruyorsun"
"Elbett bu fotoğrafları çok pahalıya sadacağım ben."
Gülümsedik uğurlama için kalkan eller ile birlikte.

Eller, her uğurlayışta sevginin özleme açılan aynı
zamanda buluşma vaktinin duasını eden eller...




                                    SANAT KOKAN KİLİSE



Çeşme’nin viran yapısında sanat ve sanatçının bol olan zamanındayım. Tesadüf bu ya Temmuz ayı, Çeşmenin viran kilisesinin sanatçılar ile buluştuğu bir ay. Ve ben o sanatçıların, göz nuru döktükleri eserlerinin tam da yakınında oldum. Onlarla konuştum, eserlere bıraktıkları kokuları kokladım.

Sanatçıların sanatlarını sergiledikleri yapı Rumlardan kalma bir kilise. Zamanında görkemli bir yapıymış. Şimdilik taş olan duvarlar ve üst çatı sağlam görünüyor. Turizmin bu kadar önemli olduğu Çeşme, turizmine oldukça katkı sağlayacak bu yapıyı onarmamak; hangi vatanperverlerin sağduyulu akıllarının ürünüdür bilemiyorum. Çokbilmişliğin, zalimliğin bir başka vurdumduymazlığı…

Yapının viranlığı, yöneticilerimizin pişkinliği bir yana; yapının içinde geçici de olsa sanatçıların eserleri sergileniyor. Bir fotoğraf sergisi, iki resim sergisi ve bir de heykel sergisi ilk gördüklerim. Fotoğraf sergisinin sanatçısı hariç tümüyle konuştum.

Soyut resimlerin sanatçısı Nurdan Hanım ile resimleri, sanatı hakkında uzunca bir sohbet yaptık. Viran kilisenin dökülmüş duvarlarına dayanmış resimler; sanki geçmiş ile gelecek arasında bir köprü gibi duruyorlardı. Zamanın tüm kirleri, acıları, sevinçleri tuvale akmıştı. Mor ve lila rengin bolca kullanıldığı eserler soyut sanatın gösterimini yapıyorlardı. Sanatçı beyninin kıvrımları arasındaki derinliğe girmiş ve oradan süzülen gerçekleri resim sanatı ile buluşturmuştu.

Korkuyu Beynime Hapsettim. Evrenin Ruhu Dünyaya İndi. Teğet Geçen Vurgun! Deprem gibi anlatımlar sanatçının bazı resimlere verdiği isimler. O ana kadar birkaç kez gezdiğim, uğradığım mekânın soyut resimleri; sanatçının bilgi vermesi ile soyuttan oldukça somuta dönüşüm yaptı. Anlamsız duran ve anlamlandıramadığımız renkler, şekiller; sanatçının sanata akan felsefesi ile oldukça anlamlı hale geldi.

Özellikle soyut alandaki sanat çalışmalarında rehberlik hizmeti oldukça önem arz ediyor. Daha fazla sanatsever istiyorsak, göze ve aynı zamanda gönüllere de hitap edecek bilgileri aktarmalıyız. Sesli veya yazılı… Film gösterileri ile desteklenen ve resimlerin oluşumundaki hikâyenin anlatımı; sanatı ve sanatçıyı sanatsevere daha da yaklaştırıyor. Bu ülke insanı bu kadar zorlanıyor, bu kadar sıkışmışsa; sanat ile sanatseverin buluşamamasının eksikliği vardır. Sanatçı, kendi mesafesini korumuş, sanatını sadece eserlerine aktarmıştır. Hâlbuki sanatçının sanatı; sanatseverler ile anlam taşır. Sanatseverler de doğuştan olanlar hariç; çok azdır. Bu ülkenin güzel insanı sanattan çok savaşı ve kargaşayı sever!

Bu yüzden; sanatçıya, soylu yöneticilerimize oldukça anlamlı görevler düşüyor.

Diğer sanatçı Diler Hanım ise aynı atölyeyi paylaştığı Nurdan Hanımın tam tersi bir çalışmanın eserlerini sergiliyordu. Onun eserleri oldukça somut anlamları, çizimleri anlatıyordu. Oldukça güçlü renkler; gece hayatını, eğlence hayatını ele alması, viran kiliseyi mutlu edecek kadar güçlüydü. Sanki onun resimleri sadece tuvale yansıyan boya ve çizimden ibaret değil; o eğlence mekânların tüm ahalisini de viran yapıya getirmiş gibiydi. Keman Çalan Kız, Limanda Dinlenen Küçük Kayıklar, Kahvehane Eğlencesi, Gazino Şenlikleri ve oldukça coşkulu çıplak kadın resimleri. Kimi aynanın karşısında, kimi hamamda, kimi de tuvalin karşısında ruh bulmuşçasına viran kiliseyi bir başka şekilde mutlu etmişlerdi.

Diler Hanım ile tanışmamız ters başlasa da gelip gittikçe anlamlı bir dostluğa dönüştü. Ben her uğrayışımda o, görevini en disiplinli asker gibi yapıyordu. Neredeyse tüm gün eserlerin hatta arkadaşlarının eserlerinin bile başında bekleyerek geçiriyordu. Yorgun bedeni ama sanat dolu gözleri ümit saçıyordu. Evet, yorgundu, yılların yükü sırtındaydı ama yükünün birazı tam karşımda; inanılmaz figürlerin dansını muhteşem gösterimini yapıyorlardı.

Viran kiliseye her gelişimde bir türlü göremediğim heykel sanatçısı Nihat Atagöz’ü nihayet son akşam yakalama fırsatım oldu. Kendisi Çeşme’de yaşayan bir sanatçıydı. Çeşme gurubunun sanatçılarından… Kibirsiz, konuşmayı, bilgi vermeyi, sanatının sanatçıdan sanatsevere akacak enerjisini her an aktarmaya hazırdı. Bir sorup on dinledim. Heykellerin kompozisyonu ona özgüydü. Günümüzün insanlarını, hikâyelerini anlatsalar da sanki mitolojik çağların gün yüzüne çıkan heykelleriydiler.

Nihat Bey’e sordum; “ Neden heykelleriniz genelde hüzünlü bakıyor?”, Nihat Bey; “ Zaten günümüzde hüzün bol değil mi? Ben de eserlerimde hüznü, acıları, yalnızlıkları anlatıyorum.”

Nihat Bey’in verdiği cevap, bir sanatçının toplumcu yönünü anlatmaya ve onu anlamama katkı sağladı. Sanatçının eserleri hakkında sıkılmadan bilgi vereceğini bilmem; onun yanına oturmamı, yanı başımda sanatını yaparken izlememi sağladı. Otuz santimlik çamur kütlesi, bir süre sonra sanatçının elleriyle, bıçağıyla şekillenmeye, insan bedenlerine benzemeye başladı. Heykel sanatının ilk adımı; çamuru işlemek ile başladı. Ayağımız ile üstüne bastığımız toprak-çamur; bir süre sonra önünde saygı ile eğileceğimiz sanat eserlerine dönüşüyordu. Elbette bir saatlik bir olay sonucu değil…

Nihat Bey, bu eserlerde anlattığınız kompozisyon önceden mi belirliyorsun?, Nihat Bey; “ Büyük çoğunluğunu heykeli yapmaya başladığım zaman belirliyorum. Parmaklarımın vereceği kompozisyon ne anlatmak istiyorsa onu anlatıyorum. Çoğu zaman çalışmaya başlayana kadar ne yapacağımı bilmiyorum. O an çamuru şekillendirmeye başlıyor, ruhumu ve onun anlatmak istediği kompozisyonu esere aktarıyorum. Ve ortaya ilginç ama oldukça anlamlı eserler çıkıyor.”

Nihat Bey’in çalışmaları oldukça anlamlı eserlerdi. Bir karikatür sanatçısı titizliğinde küçük bir anlatımla oldukça ilginç ve manalı konulara dikkat çekiyordu.

Nihat Bey’in yeni bitirdiği çalışmalardan birisi hemen arkasında duruyordu. Belki o an, onlarca güzel eseri içinden onu daha güncel ve daha anlamlı buldum. Eser, ağzını kocaman bir şekilde açmış ve kocaman dişleri olan bir figürün duyarlı bir kompozisyonuydu. Eserde ilginç olan; kocaman bir ağız ve büyük dişler değil. Açık olan ağzın içinde bir insan bedeni yutulmak üzere! Bir başka insan üst dudaktan yukarı tırmanıyor. Bu seferlik ağzın içinden mideye gitmekten kurtulmuş. Bir başka insan da, ağzın alt dudağından aşağıya sallanıyor. Belki de bir dil hareketi ile kocaman ağzın bedeni o adamı da yutacak birazdan…

Bazen halkın milyonlarcası bir araya gelse, tepinseler, küfretseler, çığlık atsalar veya yalvarsalar. Bir sanatçı milyonlarca insanın sürüden ibaret kalan davranışlarının tümüne bedel duyarlılığı bir heykelde bile anlatabilir.

Bazen bir heykel, bazen bir resim, bir fotoğraf veya bir karikatür olur; sanatın anlattığı. Sürüleşmiş, akıldan uzaklaşmış ve sadece yönlendirip ezbere yaşayan kitleler; bir sanatçının küçük bir heykelde, resimde, karikatürde anlattığı kadar etkili olamaz. Bu da sanatın ilahi gücü olmalı…

Güven