30 Ağustos 2021 Pazartesi

BÜYÜK TAARRUZA TANIKLIK EDEN SANATÇI

 


Ethem Tem

                           BÜYÜK TAARRUZA TANIKLIK EDEN SANATÇI

                                  

     Batılı, uygar bilinen milletlerin yayılımcı politikaları, Birinci Dünya Savaşından sonra da hız kaybetmeden devam etmiş, en sonunda bir avuç yere kıstırılmış Türkleri canından bezdirecek hale getirmiş, en değerli şehirlerde İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan bayrakları asılmıştı.

  Sanmışlardı ki bin yıldır söylenen türkü susacak, yerini ağıtlara bırakacak… Verilen Milli Mücadele'nin yedek subayıdır Etem Tem. Aynı zamanda tek fotoğraf makinesi olan kişiydi. Görevi, bir milletin yazgısını değiştirecek olan olayı; KURTULUŞ Savaşını belgelemektir.

   Etem Tem işini o kadar çok seviyor ve yapıyordu ki, onun çektiği o fotoğraflar, bir belge olmaktan çok öte taşındı. Hele bir tanesi var ki, ona Kurtuluş Savaşının Abidesi dendi…

   Roman, öykü, şiir, resim, heykel, müzik; hepsi insana ait olan düşünceyi, yeteneği, gayreti, sezgiyi anlatır. Etmem Tem’in o gün, Kocatepe’de çektiği fotoğraf ise bir Milletin esaret ile özgürlük arasında kalan anını anlatıyordu. Zamanı durduran, mitlere uzanan ve gizemli bir vücuda bürünen fotoğraf; Mustafa Kemal Atatürk’ün Kocatepe’deki tarihsel duruşu; deri çizmeleri, uzun parmakları ağzında Büyük Taarruz sırasındaki ölüm-kalım mücadelesine yürüme anı…

   Büyük Taarruz kaybedilseydi sadece Mustafa Kemal Atatürk kaybetmeyecek, Orta Asya’dan Anadolu’ya, Rumeli’ye gelmiş, buraları Vatan bellemiş koca bir Millet kaybet edecekti… 

   Çabuk unutan milletimizi, çektiği fotoğraflarla hep uyanık tutmaya çalışan bir asker, insandır Etem Tem… İyi bir fotoğraf kendi zamanının tanıklığını yaptığı gibi, zamanlar ötesine de öyküler taşır. Geçmiş ile bağ kurup, geçmişi ölü olmaktan kurtarır şimdiki zamana taşır… Kurtuluş Destanına en iyi tanıklık eden fotoğraftır Etem Tem’in çektiği o muhteşem anın fotoğrafı…

  Şairi; Nazım’ı da etkileyen şey bu değil midir; gecenin içinden süzülen bir ordu-Millet, karanlığa esir düşürülmeye çalışılırken, şafağa hürriyetini de eline alarak çıkmıştır. Akdeniz'e kadar sürülecek düşman ve savaşın edebi tarafı Nazım tarafından şöyle anlatılır;

  Büyük Taarruz

Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu

Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki

Şayak kalpaklı adam

Nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden

Güzel, rahat günlere inanıyordu

Ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,

Birden bire beş adam sağında onu gördü.

Paşalar onun arkasındaydılar.

O, saati sordu.

Paşalar ‘ üç ‘ dediler.

Sarışın bir kurda benziyordu.

Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.

Yürüdü uçurumun kenarına kadar,

Eğildi durdu.

Bıraksalar,

İnce uzun bacakları üzerinde yaylanarak

Ve karanlık akan bir yıldız gibi kayarak

Kocatepe’den Afyon ovasına atlayacaktı…”

 Zoraki Millet olmuş ülkelerde, geçmiş ile gelecek arasında bağ kurmak için bir sürü olay kurgusal bir anlatımla, adeta mitleştirilir. Ya bizim geçmişimiz? Bırakın birkaç bin yıl öteyi! Sadece YÜZ yıl geriye uzanıp Kocatepe’ye gitsek-varsak ve o anın havasını ciğerlerimize taşısak; ne olurdu?

   Sadece haritalar üzerinde paylaşılmış bir ülke değildi yüz yıl önceki Türkiye. İstanbul, İzmir ve daha birçok şehir işgal edilmişti. Her şey; düşmanın lehine görünüyordu. Tam olarak da bu anı anlamalıyız! Her şey bitti sanılırken KURTULUŞ nasıl ve ne şekilde olmuştu?

  Osmanlı askeri, insanı, yöneticileri birçok yerde mağlup olmuştu. Kaybetmişlerdi. Ordu ve insanlar; yorgun, bıkkın ve yaralıydılar. Acılar kim bilir kaç kez kabuk bağlamıştı…

  Etem Tem’in çektiği o fotoğraf tam manasıyla Nazım’ın şiirini de, bizlerin kurtuluşunu ve ne kadar kolay unuttuğumuzu da anlatmıyor mu? Böyle değerli anılar-şanlı hatıralar kaç Millet’in geçmişinde, öykülerinde vardır ki?

  Etem Tem, o günün fotoğraflarını Mustafa Kemal Atatürk’e gösterdiği zaman, özellikle Kocatepe’deki fotoğrafı gören atamız; - Aferin çocuk. Aman bu fotoğrafları iyi muhafaza et. Daha İzmir’e gideceğiz…

 Güven SERİN 



27 Ağustos 2021 Cuma

YORGUN,BİTKİN SÖZCÜKLER

 


İnternet

                                      YORGUN, BİTKİN, VİRAN SÖZCÜKLER

                                  

                   ( Dolayısıyla Düşünmeyi Reddediyorum!)

    İnsanlar insandan kaçmaya başladı. Bir parça kendi niteliğini arttırıp da yaşamını kaliteli bir yere oturtmaya çalışanların kaçışı daha da hızlanmışa benziyor. Çünkü neredeyse yoklar…

   İki tanıdığın veya daha fazla insanın birbirini görür görmez; “ Nasılsın? (Bildik ve beklenen cevap)-İyiyim! Ya sen?” Hemencecik ayaküstü sohbette bile, sağlığı, maddiyatı, konu-komşuyu yoklayıp kendimize bir parça “ Teselli malzemesi” toplama telaşı…

  Bu tür hal-hatır sormaları, kendi saflığı içerisinde, muazzam bir samimiyet hissiyatı içinde yapanlara sözüm yoktur… Onların sorularına “Can kurban” dersek, pek yerinde olur. Görünen köy nasıl kılavuz istemiyorsa; bitkinlik, baygınlık, çirkinlik, yozluk veren soru sözcükleri, merakları da öyle; daha başlamadan bitiriyor sürecek olan değerli buluşmanın samimiyetini.

  Dikkat ederseniz çevremizde bu tür konuşmalar sürüsüyle var. Hemencecik merak edilen sağlık! Sosyal ve psikolojik durumumuz! Soran kişinin sanki o an size yardıma hazırmış gibi görünen sahte ciddiyeti; korkunç bir trajedinin başlama anı gibi; ne konuşulsa para etmeyecek; çünkü sorular ve cevaplar; ruhsal, zihinsel, maneviyattan, vicdandan, olgunlaşmadan çok uzak…

   Bu tür seslenişleri, diyalogları her gün hemen hemen her yerde dinliyorum. Sözcükler fazlasıyla yorgun, bitkin ve viran… Sanki ömürlerini çoktan doldurmuşlar. Aslında hiç de öyle değiller; yenilenmeye, beklemeye, demlenmeye, mayalanmaya ihtiyaçları var; o kadar…

  Sanırsınız ki sadece diplomalar onaracak sözcükleri.Onlar kaldıracak ayağa,binlerce yıllık seslenişlerin mucizevi anlamlarını.Hiç de öyle olmuyor maalesef...Bu problemi,yaşadığımız bu muazzam kaybı; ne diplomalılar ne de diplomasızlar çözeceğe benziyor…

  Telaş kaçma ve saklanma üzerine olunca, durumu idare edip; suya sabuna dokunmayıp, ne şişin ne de kebabın yanmasını istemiyorsak, ortaya beklenen o mucize; sözcüklerin kraliçesi; samimiyet, kültürel birliktelik doğmuyor…

  Sadece sözcükler viran, sadece sözler yorgun ve bitkin olsa çok iyi. Sinsilik de kol geziyor, viran, çaresiz sözcüklerin yanı başında.

  Geçtiğimiz yüz yıl içerisinde bir yazar-düşünür belki de o yüzden haykırıyordur;

“ Zincirlerim çirkinlik, üzüntü, sefillik, yaşlılık ve ölümdür. Hangi devrim beni bundan kurtarabilir?”

  Yenilenmiş bu sözcüklerin menziline bir bakar mısınız? Uçsuz bucaksıza giderken dünyaya da öylesine uğramış, biz dünyalıları kendine getirmek için öylesine olmayan bir SESLENİŞ; yüce bir çağrı sanki…

  Oysa büyük burukluk, kısırlık, küskünlük, viranlık taşıyan sözcükler ve onların geldikleri yerler; köyler, kasabalar, şehirler de buruk, bitkin ve viran şimdi… Kütüphaneleri doldurmak lüks ama kızdığımız, öfkelendiğimiz insanlara bedel ödetmek, pusuya yatmak, şantaj; sanki bu viranlığın içine hapsolmuş…

   Bir silkine bilsek, kırgınlıkları, kızgınlıkları ve öfkeleri; sosyoloji, psikoloji ve fizyoloji biliminin kenarcığından geçerek değerlendirsek; ne çok şey değişirdi sözcüklerin diri ve heyecanlı olmaları üzerine…

  Tiyatro yazarı Eugene Ionesco ile yapılan bir söyleyişi sanatçının felsefesini tüp çıplaklığı içinde not düşüyor insanlık mirası denen kütüphaneye;

  “ Konuşuyoruz, giyiniyoruz, makineler üretiyoruz. Bunun nasıl mümkün olduğunu anlamıyorum. Yani, tahammül edemediğim şey; cehalet… Hiç tahammül edemediğim şey ise; âlimlerin daha da karmaşık cehaletleri… Cehalete mahkûmum…”

Güven SERİN  

 

 

 

 

  


26 Ağustos 2021 Perşembe

BALIKESİR HAVRAN BÜYÜKDERELİ KARA HASAN

 


Kamera; Güven


                                    HAVRAN BÜYÜKDERELİ KARA HASAN

       Yiğit lakabıyla anılır derler ya, Havranlı Kara Hasan’la daha yeni tanıştım. Bez bir çanta sol elinde, içinde yedi sekiz kilo zeytinyağı ve birkaç kilo zeytinyağı sabunu; “ Zeytinyağcı geldi” diye seslenen naif sesiyle girdi yaşlı çamların altında oturduğumuz çay bahçesine.

  İlk hali gibi son hali de gözü tok insanlardan birisiydi. Buyur etmeden buyurmayacak olan, her üretici gibi bir parça nazik bir mahcubiyet içinde, dişlerini yaptıracağı nedeniyle ağzında tek bir dişi olmadan usulca sokuldu buyur ettiğimiz masaya.

  Önce cigarasını çıkardı masaya. Misafir olduğunu unutup “ Merhaba-yın akadeş “ diyerek ikram etti içmediğimiz sigara paketinden. Çay teklifimizi nazikçe bir kenara bıraktı. Nelerin var dediğimizde masaya koyduğu bir ve iki kiloluk zeytinyağlarını tanıttı. Bir de beş kiloluk soğuk sıkım dediği diğer zeytin yağını tüccar kurnazlığı içinde değil, üretici samimiyeti içinde anlatı.

  Dinledikçe Havranlı Hasan'ı; sonradan yaşını da öğrendik; daha elli dokuzunda olmasına rağmen, lakabını aldığı kara yüzündeki çocuk halde sadece çocuksu bir bakış değil, insanlığın temel kanunu olan şey; kendini evlatlarına adamış bir insan taşıyordu.

  Çarçabuk saydı üç çocuğu olduğunu. Gezgin arıcı olduğunu, bal ve zeytinyağı konusunda ne bilgisi, hüneri varsa, hiç sakınmadan hepsini döküverdi yaşlı çamların altında bulunan masaya. Tıpkı kendi zeytinlerinden yağ ve sabuh haline getirdiği ürünlerini koyduğu gibi masaya bıraktı bildikleri, hiç gocunmadan, çekinmeden…

   Dişlerinin tamamını çektirmiş. Yeni diş yaptırmak için anlaşma yapmış Balıkesirli dişçi ile. Dostları tavsiye etmiş. İyi de pazarlık yapmış, pazarlık yapmanın saf gülüşü; kara yüzünde sonbahar esintisi, kırlara yayılan güz kokuları gibiydi…

   Karısı ve küçük çocuğuyla birlikte Marmaraereğlisi yakınlarında bir tarlaya koyduğu arılarıyla kırk gündür buradaymışlar. Karşı kıyıdan bu kıyıya arıları, kısacası geçimleri olan bal için geliyorlarmış. Çiçek balını yeni süzmüşler-sağmışlar.

  Yeni ürünü olan çiçek ballarını da satmış. Bunca emeğin, üç kişilik iş gücünün muhasebesini düşünmeden memnun… Kurmuş oldukları kooperatifin iyi iş çıkardığını, onlar için soğuk hava deposu yaptırdığını, sattığı ürünleri karşılığı çeklerini cebine koyduğunu, alın teriyle iş çıkaran mutlu insanların neşesi içinde anlattı.

 Buradan Koru Dağlarına çam balı için gidecekler birkaç gün sonra. Balıkesir Havran Büyükdere Köyü’nün büyük çoğunluğunun arıcılık yaptığını Havran Büyükdereli Kara Hasan’dan öğrendim. Zeytinleri bu yıl pek verim vermemiş. Geçen yılın yarısını bile alamayacaklarını da Kara Hasan’ın sözlerinden öğrendik…

  Masamıza oturduğundan itibaren esen samimiyet karşısında şaşırdım kaldım. Üretin insanların tokluğunu ne çabuk unutmuşum…

    Onların, özgün gülümsemelerini, terlerinin kötü kokmadığı gibi; nektar, buğday, çavdar, çimen, toprak, kekik koktuğunu hepten unutmuş gitmişim…

  Böyledir şehir-kent olmayan şehirde yaşayan insan halleri. Ne şehirli önceliği, özelliği ve özgünlüğü oluşur, ne de gelmiş olduğu köyün, kasabanın kokusu kalır geriye…

   Nasıl derler: İki arada bir derede; kararsız, gururlu, komik bir gösteriş içerisinde, beton, çelik ve karbondioksit gazları içinde yaşayan insancıklar demeti; kokmayan, bulaşmayan, yörüngesinden ebediyen çıkmış bir gök taşı misali…

  Havran Büyükdere Köyü’nden di Kara Hasan. Asıl işi öteden beri arıcılık ve zeytincilik; babasından-atalarından gördüğü gibi; cömert, göçebe, yerleşik, gezgin ve her şeyden önce; tabiat kokan bir kara yüz; içinde büsbütün unuttuğumuz, kaybettiğimiz insanlar vardı…

Güven SERİN 

 

 

 

 

 

 




20 Ağustos 2021 Cuma

HATIRLANMAK İSTER İNSAN

 


İnternet


                                         HATIRLANMAK İSTER İNSAN!

 

                                             ( Kasap Celal De Öyle…)

      Bazı insanlar için yaşam sadece kazanmak üzerine kurulu bir düzen, sonsuza uzanan bir köprü gibi görünürken, bazıları; yaşama hakkını yaşama ve yaşatma sanatına dönüştürür… Fakat her bir şahıs-kişi bir şekilde anılmak, yaşatılmak, kalıcı izler de bırakmak ister; kendi kabiliyeti, hatta yetmezliği, kimsesizliği içinde…

   Bana en ilginç gelenler ise, yaşam sahnesini her daim pazarlık konusu yapanlar. Yaptıkları işe büyük kavramlar yükleyip, en büyük alkışı ve kazancı bekleyenler. Hele bir de isimlerinin önünde “sanatçı” ,”aydın” sıfatları varsa daha da komik duruma düşerler.

   Bir zamanlar kendilerini sanatçı görüp sanata yakın uğraş içinde olan iki kişiyle konuşuyorduk. Yeterince anlaşılmamaktan, kazanamamaktan, ünlü olmadıklarından yakınıyorlardı.

   Onlara bildik bir sözü söyledim; “ İyi sanat, eninde sonunda kendi başının çaresine bakar.” Dememin vereceği etkiyi düşündüm. Beklediğim gibi olmadığı gibi bana hokkalı bir cevap verdiler;

   “ Ağabey, bize ne bizden sonra gelecek ünden, şandan, anılmadan! Biz yaşarken zengin, ünlü olacağız ki tadına doymayalım!”

   Ne diyeyim? Bu inanç içinde olan insanların yolu açık olsun demekten başka bir şey gelmez elden. Biz bugüne dönelim. Kasap Celal’e kadar uzanalım. Her zamanki gibi Ekrem Bey atölyeme uğradı. Ortak konumuz ve sorumluluğumuz yaşadığımız yere-şehre karşı olan duyarlılığımız. Bir haber için ona sormuş olduğum sorular karşılığında ; “ Hadi gidip yerinde görelim, arabam sahilde” deyince yola koyulduk.

   Tekirdağ Süleymanpaşa Hürriyet Mahallesi ve çevre yolunu gezdik. Okuyucular tarafından ısrarla anlatılan, ilgi bekleyen sorunları yerinde gördük. Fotoğraflayıp konu hakkında detaylı bilgi sahibi oldum. Oradan da Kumbağ’ın yolunu tuttuk. İlk işimiz Esnaf Şükrü’yü ziyaret etmek oldu. Gazetemizin ve duyarlı insanların yardımıyla Gül Bakım Merkezi’ne kaldırılan, acınası halden kurtarılan şehrimizin yıllardır esnaflığın yapmış insanı ziyaret ettik.

   Esnaf Şükrü’nün buraya alınması neredeyse 7–8 ay oldu. Kendini bilmez durumda, iyice bakımsız bir haldeyken şimdi onu görmeye gelecek olanları kapıda bekler halde. Bir çocuk kadar sevinçli, mutlu ve unutkan bir vaziyette gelecek olanları gözlüyor… Kapıdan, ayaküstü konuşmalar sonunda Kumbağ merkezine gittik.

   Liman bölgesi; kayıkların, balıkçıların, yazlıkçı ve yerli halkın bir arada yaşadığı yere geldik. Masaların tamamı doluydu. İğde ağaçları etrafa muhteşem kokular gönderiyordu. Güvercinlerin büyük bölümü karınlarını doyurmuş yere konmuş aylaklık ediyorlardı.

   Bir masada tek bir adam oturuyordu. Çayını içmiş yüzünde maskesi. Ekrem beye, izin isteyip şu beyefendinin yanına oturalım, dedikten sonra izin isteyince; “ tabi, buyurun” diyen tok ve kararlı bir ses.

   Masadaki oturan kişi bize yabancı olduğu gibi biz de ona yabancıydık. Üstelik yıllardır bu limana gelir güvercinler gibi kimi aylaklık eder, kimi tanıdıklarımla sohbetler ederim. Daha önce hiç görmediğim adam, meğer on beş yıldan beri özellikle yazları Kumbağ’da oturan emekli bir küçük esnaf; kasap-mış.

  Çaylar söylenip sohbet için ilk adımlar atılınca, bize yabancı olan adamın yüzündeki maske inince, yuvarlak, esmer, bıyıklı, ürkek bir insan tanıdım. Çok kısa süreliğine ürkekliğinin nedenini araştırdım kendimce. Bölgeler arası suçlamalar, kuşkulardı bu ürkekliğin sebebi. Bir de bizim yabancı oluşumuz…

   Yarım saat sora Kasap Celal ile öteden beri tanışan insanlara dönüştük. Bir torunu olduğunla kalmayıp, kaç yıl kasaplığı yaptığından tutun da kızı ve oğlunun ne iş yaptığına kadar birçok özel konuların dinleyeni de olduk.

  Birkaç ay önce kalp krizi geçirmiş Kasap Celal. Bir parça ürkekliği de ondan sayıla-bilinir. Ölmeyip, yaşadığı sevinci, bunca ölenlerin yanında şimdilik görmüş olduğu tedavinin ürkekliği, sevinci gizlemesinden, belki de nazır değecek oluşu korkusundan da…

   Bir çırpıda dinledim Kasap Celal’i. Ömrü İstanbul’da geçmiş. Daha on yaşında ticaretin, esnaflığın içerisinde bulmuş kendini. İyi çalışmış, iyi kazanmış ve tutmuş bir insan. Bildik manada herkesin “ aferin adama, çalışmış, kazanmış ve tutmuş; ne mutlu ona!” diyeceği bir insan…

   Ama asıl konu onun kasaplık mesleğine geçince anlatmaktan öte sohbeti adeta yaşıyordu. Bir kuzuyu, bir koyunu, bir danayı nasıl kestiğinden, dinlendirip birkaç gün sonra o hayvanın özel bıçaklar yardımıyla nasıl işlendiği, hazırlandığını dinlerken, azcık kasaplığa ilgim olsaydı hemen bu işe merak sarar, peşinde koşardım.

   Kalp krizi geçirme anına, ambülans gelip özel hastaneye gidiş zamanına geldiğimizde ayrı bir anlatı içine girdi. Yuvarlak, esmer yüzündeki çocuksu tarafı daha ciddileşti. Doktorların anjiyo yaparken ne düşündüğünü seslendirdi, birçok insanın dünya sahnesinde yapmış olduğu seslenişler benzeri;

   “ O an, doktorlar bana müdahale edip, tedavimi yaparken şu sözleri söyledim kendime; Heyy Kasap Celal! Geldin gidiyorsun! Şimdi ölsen, seni gömdükten sonra kimse hatırlamaz bile! Evin 900: Bin, işyerin: 900 Bin, araban pahalı, birikimin var; ama ölüm de yanı başında; şu an ölsen kim hatırlar seni?” 

   Doktorların kontrolünde yarı baygın halde ölümü böyle seslendirmiş Kasap Celal. Bir yerde herkesin kalbinde, genlerinde olan, belki de insan olmaya dönüşen evrimin bize hediye ettiği en gerçekçi şey; hafıza ve hatırlanma isteği…

   Ülkemizin kurucusu, hürriyetimizin geri kazanılmasında en büyük emeği olan o koca komutan; Mustafa Kemal’in en zarif, en basit isteklerinden birisi değil miydi; “ Beni hatırlayınız!” dileği…

   Velhasıl dostlar; hatırlanmak, anılacağını bilmek değerli bir şey. Yaşarken, yaşatma bilinci, yaşadığımız yerlere “YAŞAM” katma becerisidir hatırlanacak oluşumuzun müjdesi…

Güven SERİN 

17 Ağustos 2021 Salı

ERBABI YAPARSA?

 


internet
                                                

                                                    ERBABI YAPARSA!

 

                                ( Eh, erbaptır, dedik, verdik dizginleri eline… )

    Yazımın başlığı argo dünyası içinde yüzenleri için hemen akla gelen sözcükleri hatırlatıyor olabilir; “ Erbabı yaparsa yorgan bile titremez…”

   Demek ki ustalık her alanda önemli bir şey… Atilla İlhan için erbap şu anlama geliyor;

 “ Eh, erbaptır, dedik, verdik dizginleri eline, halt etmişiz. Dolapçının, fırıldakçının biri çıkmaz mı?”

   İşin erbabı olamayanın insanın başına neler getireceğini bilmek istiyorsanız herhangi bir iş için “usta” diye evine çağırdığı,”erbap” diye geçinen insanların geride bıraktığı facia anılarına bir kulak veriniz…

   Atölyeme sıklıkla uğrayan bir tanıdık böyle bir erbap arayışı içerisinde evinin banyosunda yaşanan bir su sorunu için şehrimizdeki çok bilinen, çok iş yapan işyerine gitmiş.Banyosu için gerekli parçaları aldıktan sonra o büyük,o ünlü yerde çalışanlara sormuş;

 “ Sizin burada su ustası-erbabı var mı?” ; “ Olmaz olur mu ağabey” dedikten sonra, Hüseyin ustaya seslenmiş. Hüseyin usta bizim tanıdığın yanına gelmiş. Durumu dinlemiş; arkadaşımızın anlattığı soruna; “ Kolay, şu gün, şu saat hallederiz” dedikten sonra, bizim tanıdık tamir-tadilat için gerekli malzemeyi aldıktan sonra işin erbabı verilmesi nedeniyle sevinerek evine dönmüş.

   Güya erbap diye geçinen su tamircisi söz verdiği günün öğlen vakti bizim tanıdığı aramış;

  “ Abi, çocuğum hastalandı. Ben işe gelemeyeceğim. Ama yerime başka bir erbap-usta yollayacağım.”

   Tanıdık, peki dedikten sonra gelemeyecek olan erbabın yollayacağı diğer erbabı beklemeye başlamış… Bu arada yukarıdaki erbap mazeretine halk dilinde; “ Usta yalanı-erbap yalanı” derler. Nedense bu mazeret hep geçerli olur; “ çocuğum hastalandı.” Hani, eski zamanlarda “ elektrikler yoktu örtmenim, o yüzden çalışamadım” mazereti gibi ünlü bir yalandır vesselam…

   Biz konumuza geri dönelim. Erbap gelemeyince diğer erbap gelmiş. Genç bir erbap; güya! (…) Bizim tanıdığın içine bir şüphe düşmüş. Yapılacak iş epey titizlik isteyen su işi. Bir yanlışlık nelere yol açmaz?

   Tanıdığın gençlere olan güveni, inancı ağır basmış. Banyoda yapılacak olan işi göstermiş. Genç erbap, İngiliz anahtarını tutuşundan, çözeceği vidalara olan yabancılığından bu işe uygun olmadığın işin başında belli etse de, bizim tanıdık yiğitliğe el sürdürmemeye, laf söyletmemeye karar vermiş…

   Genç erbap uğraşmış, didinmiş, büzülmüş, sıkılmış bir türlü iş olmuyor. Mazereti ise alınan malzemenin tam ayarda olmadığını söyleyerek o günü kapatmış. Tamam, demiş tanıdık; yarın sizin işyerine gelir, senin önerdiğin malzemeyi alırız. Yarın akşama bu işi çözeriz.

  Bir gün sonra, genç erbabın istediği malzeme alınmış. Akşam vakti diğer gecenin senaryoları bir bir yaşanmış. Genç erbap, yine işi çözememiş. Çözememeyi bırakın; duvardan gelen ana borudaki saplamayı da kırmış.

   “Erbap olmayınca yorgan da oynar, komşular da duyar,”Halk söylemini bir kenara bırakalım nazikçe. Genç erbabın sıkılması, utanması ve mahcubiyeti karşısında bizim tanıdık, yine yiğitlik yapıp;

   “ Üzülme be kardeşim; böyle böyle pişeceksin sen.”

   Fakat genç erbap, tam erbap olmasa bile karakteri sağlam.”Bu işi ben üstüme alıyorum. Kabahat benim ağabey. Ben sana başka usta bulacağım ve bütün masrafı üstleneceğim.” Diyerek, birkaç gün geciken, bir gün suların akmamasına sebep olan, bir işin erbabı olmazsa, evin bile yıkılacağı iş, sosyolojik bir deneye dönüşmüş.

  Sonu ise tıpkı Şekspir’in oyunu olan; “ Sonu nasıl biterse bitsin, yeter ki iyi bitsin!” felsefesiyle bitmiş. Geriye kalan şey; erbap olan insanlar her alanda olması şart. Ülkemizin yönetimine sahip her alanda, erbap kişiler bu zengin, bu kadim ülkeyi nasıl uçurmazlar?

  Yaşadığımız bir sürü aksaklık, dünya ülkeleri arasında ah geliştik ah gelişeceğiz kaygıları ve bir türlü bitmeyen dış mihrak saldırıları her daim her alanda erbap denen o büyük meziyete uzak kalışımızdan kaynaklanmıyor mu acaba?

   Selimiye, Süleymaniye, Şehzadebaşı, camilerine bakınca ne görüyorsak; işin erbabına verilecek her yapıt-görev-sorumluluk; bir eser olarak görünecek, yükselecektir bu toprakların bitmeyen, dinmeyen çileleri içinde yaşayan insanlarımıza…

Güven SERİN  



6 Ağustos 2021 Cuma

KİRLENME KORKUSU GEÇERSE

 

İNTERNET


                

                 

                                      KİRLENME KORKUSU GEÇERSE!

  

   Çocukluğumdan kalan bir anı; antik kentlerin, acılarından, sızılarından, kanlarından, kirlerinden arınmış hali gibi, öylesine duruyor zihnimde…

   İpsala'nın Çarşamba günü önemlidir. Halk pazarının kurulduğu,22 köyün bir günlüğüne ihtiyaçları için bir araya geldiği büyük eğlencedir çocuk yaşlarındaysanız. Sebzelerin, meyvelerin kokuları kadar pazarcıların bağırışları, seslenişleri de iç içe geçer; markalı her canlı adına…

   Çocuk zamanlarda “Bütçe” nedir bilmiyor insan. Hoş, iktisat okuduğum halde bugün tam olarak bütçe istikrarı yakaladım da diyemem… Gelelim çocukluğumdan kalan anıya. Gün Çarşamba günüydü. İpsala’da kurulan halk pazarına gitmeye karar verdim. Babamdan bir miktar para aldım. Ev için alış-veriş yapacak, çok az kısmı ile Arnavut kültürünü bize kadar taşıyan meşhur pastacıda dondurma yiyecektim; güya!

   Evdeki hesap çarşıya uymadı. Sebze ve meyve almak yerine, savurgan ve haylaz her çocuğun yapacağı şeyi yaptım; bana verilmemiş olan bir işe soyundum. Eski-püskü pantolonlar, gömlekler satan bir seyyar pazarcının yere dökmüş olduğu pantolonlar dikkatimi çekmişti. İstediği fiyat terzilerin dikeceği, dükkânlarda satılanların çok altındaydı. Fakat ikinci el eski bir pantolon almak için bana para verilmemişti. Elimdeki para kısıtlıydı. Kahve renkli ve bol bir pantolon gözüme ilişti. Elimdeki paranın neredeyse büyük bir kısmını pantolona verip onu satın aldım. Ev için ise zar-zor birkaç kilo meyve aldıktan sonra eve geri döndüm.

   Bu alışverişin sonunu tam hatırlamıyorum ama babamdan güzel bir azar yedim. Olsun… Bir pantolonum olmuştu ya; gerisi haylaz bir çocuk için olsa olsa bir serüven olur… Pantolon bana büyük, bol gelse bile beni en çok mutlu eden şey; onun kirlenmesinden, yırtılmasından korkmuyordum. Sanki bedavaya almış, sanki ona bir şey olursa ne annemin, ne babamın kızmayacağı bir hürriyet hali yaşadım o bol, büyük kahverengi pantolonu giyince.

   Pantolonu giyer giymez evimize en yakın olan kırlık alana; bayır denen yere gittim. Etraf, sadece baharat kokularıyla şenlenmemişti o günün bol olan insanlar da kırlar-daydı. Buğdaylar çoktan biçilmiş, bostanlar olmuş, ağaçlar meyve vermiş, susamlar biçilip demetler haline getirilmiş, çırakmanlar kurumaya günün ve güneşin altına bırakılmıştı. Tıpkı biz çocuklar gibi; olgunlaşmak için kırlara, güneşin, rüzgârın altına bırakılmıştık…

  Oldukça sağlam, gür,yüksek ve yaşlı bir meşenin yakınında oynayan mahalle arkadaşlarımın yanına geldim.Yüzümdeki sevinç,ayağımdaki kahverengi bol pantolondan ötürüydü.Korkmadan yerlere oturdum.Korkmadan yuvarlandım.Kirlenme korkusu kalkınca ne kadar çok doğaya yakın oluyor insan! Oysa canlı olanın korkusu hep vardır. Bittiği an savunmasız kalır…

   O gün savunmam yoktu giysiler adına. İkinci el aldığım o kahverengi pantolon sanki sihirli bir giysiydi; özgürlüğü vermişti; orası, burası batmadan, kirlenmeden rahatça oynama, etrafı hissetme hürriyeti…

  Tekirdağ’da henüz güneşin sokağa çökmediği serin saatlerde tanık oldum; kirlenme korkusunu yenen genç kızın sokak içinde apartman girişindeki basamaklara, korkusuz oturuşuna. Temizliği, kirliliği bir kenara bırakmış, rahatça oynuyordu akıllı görünen telefonuyla. Aynı anda da konuşuyordu bir başka mesele adına; sanki kırlara çıkmış, kendini tabiata teslim etmiş bir çocuk huzuru içindeydi…

  Aykırı şair Rimbaud ne diyordu dünyaya seslenişinde;

 “ Ben işkence altında şarkı söyleyen ırktanım! Ben! Ben ki her türlü ahlaktan muaf, müneccim ye da melek olduğumu söylerdim, toprağa ayakbastım, arayacağım bir görev, kucaklayacağım kaba bir gerçeklik var.”

 Güven SERİN 

 

 

 


4 Ağustos 2021 Çarşamba

DOĞANIN ÇIĞLIĞI

 

İnternet

                                             DOĞANIN ÇIĞLIĞI-(ÇIĞLIK)

              ( Küçük Bir Çocuğun Sessiz Çığlığı)

 

   Geçtiğimiz ekim ayından beri masamda duran kitaplardan birisidir; Sanatın Kısa Öyküsü isimli çalışma: İçinde kimlerin başyapıtları yok ki? (…)

  Birkaç gün önce çok küçük bir video izledim. Yeni çekilmiş; bir çocuğun doğum günü kutlamasını ailesi paylaşmış… Güzel bir pastanın yanında anneni ve komşuların da yaptıkları börek-çörek ve kurabiyelerle dolu bir masa ve pastanın üzerinde yanan mumları söndürmesi için teşvik edilen beş yaşlarında bir erkek çocuk. Yanında altı yaşlarında ablası olan bir kız çocuğu ve genç anne ile babanın dayanılmaz telaşı… Her iki çocukta da anne babasının telaşından eser yok; hissiyatları donmuş gibi…

   Sanki çocuk bütün olup bitenleri anlamış gibi, kameraya ne bir gülücük veriyor, ne de mumları söndürecek bir nefesi görüyordu kendinde. Tıpkı, Edvard Munch’ün meşhur ismiyle; “ Çığlık” isimli tablosundaki gibiydi çocuk; donmuş, kitlenmiş, doğallığı olmayan bir kutlamaya dâhil olmak, kameraya girmek istemiyor gibi; sessizliğin çığlığı yankılanıyordu.

  Genç anne de, baba da art niyetsiz, nice insanın kapıldığı serüvene kapılmış, onların da paylaşacakları bir video olsun diye inanılmaz heyecanlı ve neredeyse çocuğun yerine üfleyeceklerdi pasta üzerinde yanan mumları. Birkaç ailede konukları vardı bu heyecanlı anın paylaşımı adına.

  Hemen yakınlarında bir başka genç anne ve oğlu, iki üç yaşlarında olmalıydı. Karşılarındaki manzarayı izliyorlardı. Oraya hem dâhil, hem de dâhil değil gibiydiler; yaş günü kutlanan erkek çocuk ve yanındaki ablası gibi, sıra dışı mutluluk tablosunun içine süzülemiyorlardı…

   Niçin acaba?

   Bir parça tahmin yürütsek kime ne zararı olur? Üstelik bu manzaranın duygu yükü o kadar büyüktü ki, orada konuk bulunan genç anne ve onun iki yaşındaki oğlunun özenci, o mutlu tabloya katılmak için mumları üflüyor-muş gibi ağzını, dudaklarını ve yüreğini oynatması; sıradan basit bir kutlamanın ağlama törenine dönüştüğünü söylemek isterim.

   Bir yandan doğum günü kutlanan çocukların heyecansızlığı, bir yandan da oradaki konuk küçük çocuğun; “ Bende buradayım! Beni de fark edin! Bende üflemek istiyorum mumları!” demesini görmeden geçip giden genç anne ve baba…

  Çağımızın akıntısı o kadar büyük ki; kim bilir neleri kaçırıyoruz hemen önümüzden geçip giden yaşam nehrinin içinden… Oysa bize ait olan yaşam; BİRİCİK… Ve hiç kimse vazgeçilmez değil… Kalıcı da değil… Tam olarak, görmediklerimiz de gizlenen bir yaşam, bir heyecan, bir coşku var da niçin göremiyoruz? Bu telaş niye? ( …)

  Genç annenin ve babanın telaşı daha az, deneyimi daha fazla olsaydı, orada bulunan o küçük masum; iki yaşındaki erkek çocuğu da kendi çocukların arasına bir davet edebilseler, bir de onu sarmalaya bilselerdi, yapaylığın o yüce havası kim bilir nasıl dağılır, evrenin nazik ve çocuk çığlıkları duyulurdu…

  Edvard Nunch’in Çığlık ( Doğanın Çığlığı ) isimli tablosu gibi birkaç çalışması olmuş. Dostları ona şu soruyu sormuşlar;

  “ Bu resmi-eseri yaparken neler hissettin?” Sanatçı o günkü ruh âlemini şöyle yorumlamış;

“ Yolda iki arkadaşımla yürüyordum, güneş batıyordu, birden bire gökyüzü kan kırmızısına büründü; kendimi tükenmiş hissettim. Durdum ve yakında bulunan parmaklıklara yaslandım. Arkadaşlar yürümeye devam ettiler. Ben, korku içinde tir tir titreyerek kala kaldım, doğanın içinden geçen sonsuz çığlığı içimde hissettim…”

  Tam da burada şunu söyleyerek yazıma son vermek isterim. Genç anne ve babanın art niyetsiz ve deneyimsiz; sosyoloji ve psikolojiden uzak törenlerini izlerken, mutluluk heyecanı yaşamayan çocukları ve oradaki misafir küçük çocuğun içindeki katılım, paylaşım heyecanını izlerken; Munch’un hissettiği SONSUZ ÇIĞLIĞI hissettim dersem yalan olmaz…

  Yoğrulmanın, dönüşümün, değişimin peşinde koşanların yazgısıdır bu çığlıkları hissetmek; kaçamaz, kaçınılmaz…

 Güven SERİN