30 Mart 2017 Perşembe

LATİN YARDIM SEVERLİĞİ





LATİN YARDIMSEVERLİĞİ 
-------------------

  Bir tablo; yağlı boya resmi… Günümüzden 400 yıl önceye gitsek de, insanı şaşırtacak kadar değerli bir şeyi anlatıyor. Açlığa mahkûm edilen yaşlı adamı… Ve onun ölmesine razı olmayan, yeni doğum yapmış kızının, babasını ziyaret saatlerinde gizliden gizliye, bebeğine süt verdiği memesinden beslemesi…

  Kırılmaya yüz tutmuş, çoktan kırılmış sanat, sanatçı ve felsefesine bakış anlayışımıza; tartışmaya açsak bu eseri; kaç üniversite, aydın, siyasetçi ilgi alaka gösterir? Kim bilir ne çok taş atacak olan çıkar ortaya.

  Oysa; ısrarla taş attığımız, felsefesinden, sanatından uzak durduğumuz batının,bilimine,ilmine muhtacız;hem de vazgeçilmez bir şekilde. Beni şaşırtan da kendini muhafazakâr çizgide görenlerin en çok batı ürünlerinden faydalanırken, küfrü basması…

 Pieter Paul Rubens’in Latin Yardımseverliği çalışması, insanın kanını donduracak kadar anlamlı ve düşündürücü… Söz konusu; yaşam ve yaşatmak olurken; bilinen tabuları, sakıncaları, utanmaları; utanmazlıktan ayırmak, üst derece bilgi, görgü ve düşünce gerektirdiği ortada…

Güven Serin 

27 Mart 2017 Pazartesi

NE GÜLÜYORSUN?


Hoşköy Tekirdağ Yolu...



Hoşköy-HORA FENERİ

Neredeyse iki yüzyıl yaşa ilerleyen,tarihi niteliği
resmi hale gelen fenerimiz;oldukça hasta...

NE GÜLÜYORSUN?
-------------------


  Kim bilir kaç zaman oldu Horatıus’un bu seslenişi yaptığı andan beri! Nasıl da içlenmiş, büyük evrimsel zahmet içinde düşüncenin dehlizlerinde dolaşırken, en yorgun, belki de bir parça kırgın bir halde seslenmiştir zamanlara;

 “ Ne gülüyorsun? Anlattığım senin hikâyen.”

Kaç yazar, kaç şair anlatıp durdu; insanın olduğu her yerde; nice hikâyeyi; insana dair… Peki, ama hikâyecinin, hikâyeye kurban olan insana çıkışma hakkı nereden geliyor? İnsan olduğundan; tahammül sınırlarının koptuğu anda; sözcüklerin sanatına sığındığından…

  Hikâye anlatıcısı mıyım ben? Sanmam… Denediğim, bu işe hazırlandığım yalan mı? Değil… Bunca sesin arasında, büyük evirilme yaşanırken; her şey kıyamet gibi çokken; hikâye anlatıcı gibi, kırılmam, içe kapanmam doğru mu? Katiyen, değil…

  O zaman; yazgının bize hazırladığı yola dürüstçe koyulmalı; insan dürüstlüğü nasıl oluyorsa; hem kurban; hem de anlatıcı olarak… Montaigne benzeri veya Nietzsche uykusuzluğu hissedercesine; Belki Yunus Emre kabullenişi…

  Hiç kuşkusuz, yeni bir yol yaratıyoruz 21.yüzyılın kâbusları arasından, o büyük karmaşanın içinden sıyrılacağız;100. Maymun teorisini, gerçekmiş diyerek şarkılar söyleyeceğiz; biz de Horatıus gibi seslenirken zaman, boyut aralıklarına; hikâyesini yazdığımız, anlattığımız insanları gizlice dürteceğiz; hadi diyeceğiz; bu sefer olacak…

Güven Serin 


21 Mart 2017 Salı

GÖRME BİÇİMLERİ ve JOHN BERGER


   GÖRME BİÇİMLERİ ve JOHN BERGER
-----------------------------

    Sanata adanmış insanları, insanlığa uzanan ırmaklara benzetiyorum. Kütüphanelere benzetiyorum. Toprağa, rüzgâra, yağmura benzetiyorum. Hiç kuşkusuz, sanatlarıyla uzanırlar sonsuzun dolambaçları arasına.

 Akan büyük nehirleri görecek, nehrin sularından beslenecek başka üretken insanları beklerler. Tıpkı insan eliyle her türlü anlatı, gözlem çeşitlemesinin olduğu kütüphaneler gibi. Yağan yağmur, esen rüzgâr misali; hiçbirisi doğrudan insana fayda sağlamaz.

 Bu değerleri, faydaya; üretime dönüştüren yine insandır. Rüzgâr uğultusuna şiire de, hikâye sanatına da dönüştüren insanken, rüzgârı, elektrik enerjisine; yel değirmenine, rüzgârgülüne de dönüştüren insandır. Nehirlerden akan suları, bağlara,bahçelere,göletlere,küçük derelere yönlendirdiği gibi…

  John Berger; Görme Biçimleri sanatını üst seviyeye taşıyan yazar, şair ülkemize üç kez gelmiştir. Onu anlatan, Gökyüzü Mavi Siyah kitabı, aynı zamanda John Berger’in şiirini, felsefesini ve ülkemizde ki keşiflerini de aktarıyor. Sanki büyük bir ormanın içinde veya okyanusun derinlerinde kaybolmuşçasına hazinelerimizi ortaya çıkartır Berger.

 Nelerdir bu hazineler? Mesela; sabaha kadar okduğu, ona hediye edilen Fransızcaya çevrilmiş Sait Faik’in öykü kitabıdır. Ülkesine dönerken uğradığı Edirne şehri ve Selimiye’dir. Aklından hiç çıkmamış, sesleri duyumsadığı Selimiye… Sinan eseri… Türküler üzerine konuştuğu Yaşar Kemal’dir. Kumkapı’da gece ritmine, eğlencesine tanıklık ettiği Kör Agop’un Meyhanesidir. Şeker Ahmet Paşa’ın Orman’da Oduncu Tablosu…

  Başka? Cihat Burak, Can Yücel, Mehmet Ulusoy sohbetleridir. Necdet Yaşar ve Reşat Uca’dan ney, tambur, kemence dinletileridir. İstanbul Film Festivaline Jüri Üyesi olarak geldiğinde izlediği film; Hakkâri’de Bir Mevsim’dir… Latife Tekin, Tomris Uyar tanışmalarıdır…

  Görme Biçimleri böyle bir şey; günü kurtarmak yerine; tüm zamanları birbirine ekler. Yaratıcıdır. Tok gözlü ve ölümlü olmanın ölümsüz hissiyatını taşır… Tıpkı, Hakkâri’de Bir Mevsim filminde, öğretmenin yazgısını sorguladığı gibi;

“ Sanki uzun yıllardan bu yana burada yaşıyorum. Yoksa burada mı doğdum ben? Burada mı öleceğim? Hiçbir şey şaşırtmıyor beni. Adeta uyuştum… Unuttum her şeyi. Her şeyi… Geçmişi, kentleri…”

 Güven Serin 

14 Mart 2017 Salı

DAMITILMIŞ YAŞAMLAR




                                           DAMITILMIŞ YAŞAMLAR


 Bir ömür süren, birkaç ömür sürmesini istediğimiz; hatta ölümsüzlüğü bile içimizden geçirdiğimiz bize ait olan soluk alıp verme işini ne kadar önemsiyoruz bilemiyorum?

  Yazın hayatının, okuma, görme, dinleme davranışlarının karşılığı olan irdelemeyi yapmak istiyorum sayın okuyucu. Bir insan ömrünü; ömürlerimizi ortalama 70 yıl sayarak. Olmadı, çok az bulduysanız 90 yıl sayalım. Yüze ne kalmış; bir on yıl; hadi 100 yıl diyelim…

  Ortalama ömrümüzün 100 yıl olacağını düşünürsek, yüz yıllık koca ömrümüz hatırına biraz mizansen ve oldukça gerçeğe yakın bir çalışmayı birlikte yapalım! Hazır mısınız? Sanırım…


  100 yaş; tam olarak, yani yaklaşık olarak 36.600 gün ve gece demek. Kulağa belki çok, belki çok az geliyor. Ama işin matematik tarafı budur. 36.600 gür ve geceyi aşan bir yakınım; anneannem halen hayatta. Bir yüzyılı geride bırakan Ayşe ninem… Halen, kaygıları, heyecanı, alfa insan oluşa yakınlığı aynı…

  Kas kuvveti, duyma, görme eskisi kadar olmasa da, meramını anlatacak, hatta canı sıkılırsa bir güzel kavgasını da verecek sıhhatte… Ona sordum; Ayşe nine; ne anladın bu koca hayattan? Başından nice badireler geçtiğini, zorlu yaşama nasıl direndiğini, yaşamın son demlerinde bile et, sarımsak, yoğurt yeme zevkini kimseye bırakmadığını da dinledim.

  Biz, bize ait olan 100 yaşına gelelim. 36.600 gün ve geceye… Üçte birinin uyuyarak, dinlenerek geçtiğini bildiğimiz; bu bilgi ışığında bize kalan 70 yaş; 25.600 günün peşine düşelim.

 Tamam o zaman;beyaz önlüklerinizi giyip düşünce salonuna geçelim. Kaygılarımız, tasalarımız, uyuklamalarımız, kızgınlıklarımız, köşeye çekilişlerimizi 25.600 günden düşmeyeceğim. Çünkü daha da azalır. Zaten üçte birisi uykuya gitti.

  25.600 günün neşe, hüzün, heyecan içinde; kütüphane, kitaplar, eğlence, eğlendirme, yeme, içme, gülme, ağlama; yani bol yaşam katkılarıyla geçiyor oluşuna göre olumlu ilerlemeye devam edelim. Bu ilerlemeyi yapacağız ama önce bir çiçek yağı laboratuarına uğrayalım. Önce gül fabrikasının kaynama-damıtma odasına geçelim.

  4 ton gül döktüler kazana. Kaynadı, damıtıldı ortaya çıkan gül yağı 1 kilogram. Kilosunun 6500–7000 euro olduğu gül yağının dört ton gülden olduğunu düşünürsek; parfümeri sanayinde ne kadar önemli olan gül yağının 4 tona karşılık, bir kilo, karşılığı bana şu düşünceyi sesli yapmaya; hatta sizinle paylaşmak isteyişime katkı yaptı.

 Ya kendi yaşamlarımızı damıtabileceğimiz bir kazan, makine, fabrika yapılsa;100 yıllık ömrün; 36.600 gün ve gecenin damıtılması gerçekleşse; geriye kaç gram veya kiloluk yaşam; yani paha biçilmez olan o şey çıkar?

 Geriye bir şey kalır mı? Bütün işlemi, çekip çeviren, bizim ölümlü yaşam sürerken ölümsüz olduğumuzun sarhoşluğunu yaratan, sıkıştıkça ona başvurduğumuz ruhumuzun tartımı, bu damıtma işlemi sonucu yapılabilir mi?

  En azından, bugüne kadar gelişen aletlerle ruhun tartısının yapılmayacağı gün gibi ortadadır. Kaynama ve damıtma işleminden sonra yüzde yetmiş olan suyun hemen buharlaşacağı kesin. Daha sonra buharlaşacak, gaza dönüşecek olanlar; yumuşak dokular ve en son olan katı dokular…

 Geriye kaç gramlık insan yağı-ömrü kalacak? Belki hiç! Belki, bunun cevabını insan bilimi ve diğer bilimler verecek. Yazgımızın bize baskı yapıp, evrimin, yaratıcının bize sunduğu zanaat, sanat, edebi, felsefi hünerlerim izin yapıta dönüşümüdür belki de 36.600 gün ve gecenin karşılığı olan insan yağı-yaşamı olan birkaç gramlık veya kiloluk değerli şey-şeyler…

 Güven Serin 
 

  

8 Mart 2017 Çarşamba

YAZGINI SEN BELİRLE


Yazgını Sen Belirle...

                                                 YAZGINI SEN BELİRLE


Bir başkadır çayın keyfi,
Şehirlerarası dinlenme tesislerinde.
Kâhin,
Şair,
Sanata, zanaata, adanmış Zeus’un kızı Athena,
Bakışları sarar vücudu…
Güneşi perdeleyen gözlükler,
Heykelsi benzeyişler, taklide aitlikler…

Yoldur yolcuyu tutkuyla sarmalayan.
Ağırlık, ağırlıksızlığa,
Paslar, cilalanmaya,
Kirler, temizlenmeye…

Kâhin kadının bildik yorumu;

Uzak denizden bir yelkenli,
Bir haberi getiren haberci…

Yazgını sen belirle!
Diye, yazacak mektubun satırlarında.

7 Mart 2017

Dünya kadınlarına adanmıştır…



 Güven Serin 








3 Mart 2017 Cuma

GANOSLAR-IŞIKLAR DENEN ÜLKE...

GANOSLAR-IŞIKLAR DENEN DÜNYA
---------------------

  Ne kadar çok önemsenirse o kadar gizemli hale gelen, şaşırtmayı seven tepeler diyarı. Sadece tepeler mi? Vadiler, yaylalar, yamaçlar, uçurumlar diyarı… Bu kadar mı? Rüzgârın, ışığın en saf olduğu yerde güneye ve güney batıya bakan adaçayları, kuzeye bakan ardıçlar, meşeler ve her yerde olabileceğini anlatan çam ağaçları…

  Ganosların hikâyesini anlatmaya koyulsanız; 2100 yıl öncesine, Romalı şair Catallus’a kadar; onun şiirlerinde ki Trakya, Marmara daha da gizem, çetrefil ve yabanlık görüntüsü verir.

  Ganosları şairler şiirleriyle, ressamlar resimleriyle, yazarlar hikâyeleriyle anlatmalı. Şehrimizi temsil eden Kültür ve Turizm Müdürlüğü de, Ganosların derinlerine inecek projeleri üretip, antik zamanlara, Ganosların anlatmış şairlere, hikâyecilere ve yollara, patikalara inmeli…

 Tıpkı Ganoslar gibi saflığın, koşulsuzluğun teslimiyeti içinde inmeye başladığınız bu yerin sizde uyandıracağı ilk hal ile son hal değişecek; avucunuzdaki bir yudum yaşamın ne kadar değerli ve doğal koktuğunu görecek oluşunuzu müjdeliyorum.

 Bazen şafak vakti, bazen öğle zamanı, kimi akşamüzeri… Bazen de bir kamp zamanı;meşe odunları çıtırtılar eşliğinde yanarken,tuhaf hayvan seslerini yorumlamaya,anlamaya başlar,burnunuza gelen kokuları ayırt etmeye başlarsınız;

Bu adaçayı kokusu? Şu ıhlamur, meşe kokusu… Çam kokuları… Kekik kokuları… Ve esas büyülü olan şey; hepsinin karışımları; bir olmuş kokular, bir olmuş vadiler ve yamaçlar, tepeler… Çözemeyeceğiniz bir güzelliğin içinde; tam da koynundasınız; onu korumak, kollamak farz olmuş;onun öz evladı sayılma onuruyla ödüllendirilmişsinizdir.

 Böyledir Ganoslar; daha bulunacak ve anlatacak çok hikâyesi var; bizden çok önceleri başlayan, çok sonralara inecek sırlar, hikâyeler ve mitler…

 Güven Serin 


Ganoslar... Mart zamanı;şafak vakti... Bir yerlerde gün
doğarken,bir yerlerde gün batıyor;aynı şey;
biri geceye,diğeri güne süzülüyor;farklı olan budur...


Ganoslar; güney kısımları sıcaklığı anlatırken,
kuzey tepeleri,soğuğu;zıtlığı ve varoluş kanununu
anlatıyor gibi...


Satranç ve şarap;bütün sırları,miktarlarında
gizlidir;Ganosların ölçülü,zarif,nazik halleri
gibi...


Ganoslar;ormanın içinde,gizlenmiş gibi duran
bir çeşme... Şimdi ancak çobanlar biliyor yerini;
Bir de Yunus Usta...Bu dağlara yakışıyor çeşme
ve Yunus Usta.