28 Şubat 2024 Çarşamba

DOĞAN SEYFİ ATLI HENÜZ YOLUN BAŞINDAYDI

 

İNTERNET

                       DOĞAN SEYFİ ATLI, HENÜZ YOLUN BAŞINDAYDI

    Doğan Seyfi Atlı kimdir derseniz: -Söylenecek çok sözümüz var, derim… Günümüzden 23 yıl önce sadece sporseverler, ailesi, akrabaları, arkadaşları değil tüm ülkeyi yasa boğan genç ölümün, geride bıraktığı efendiliğin, sporcu karakterinin de ismi; Doğan Seyfi Atlı’dır…

   18 numaralı formaya yeni kavuşmuş, Ege diyarının Denizli Birinci Lig Takımı Denizli Spor’a henüz tat vermeye başlamış, gollerini sıraladığı, Beşiktaş ve diğer büyük takımların transfer listesine aldığı zamanlarda 21 yaşında yaşama veda eden genç yeteneğin adıdır; Doğan Seyfi Atlı…

   1980 yılı Tekirdağ doğumlu olsa da, Edirne'nin İpsala İlçesi, Yeni Karpuzlu Beldesi’nin öz evladının adıdır; Doğan Seyfi Atlı… Kaderi babasıyla aynı yazılmış olmanın destansı acılarını yaşatan, yaşayan, geride dupduru güzellik, hüzün, enerji bırakan bir genç insan…

  Babası, Doğan Seyfi Atlı 5 yaşındayken trafik kazasında ölüyor. Ya kendisi? Babasının ölümünden 16 yıl sonra Aydın yollarında trafik kazasıyla sone eren bir yaşam, yetenek; sadece Yeni Karpuzlu, sadece Denizli şehrini değil, ülkemizin şehirlerini de henüz silinmemiş yaşlara, yaslara boğan, öyküsü yarım kalmış bir kardeşimiz…

  Doğan Seyfi Atlı’nın ismi birçok spor tesisine verildi.23 Şubat 2024 günü gezisi, son duraklarımızdan çay için durduğumuz yerin ismi de Doğan Seyfi Atlı’dır. Çaylarımızı getiren garson da Doğan Seyfi Atlı yaşlarına yakın olmalıydı. Güler yüzü, enerjik bakışıyla kısa sohbetimizden sonra mekânın ismini bir kez de ondan dinledim. Birkaç yüz metre ötede ise Yeni Karpuzlu Mezarlığı ve o mezarlıkta yatan: Her daim 21 yaşında hatırlanacak bir insan; Doğan Seyfi Atlı edebi sessizliğe gömülmüştü.

   Hep söylenir, hatırlatılır ya, gerçek ölüm artık seni bir kişinin dahi hatırlayamadığı, anmadığı zaman olur, diye… Bu tür sözler, inançlar belki de insanın özleme, yitirilmiş olan canlara yaktığı bir destanın başlangıcı, icadı bir teselli gibi görünse de, milyonlarca, milyarlarca insanın olduğu gezegenimizde, herkes-her insan Doğan Seyfi Atlı gibi yıllar sonra anılmaz; anılamaz…

  Samimiyet, sevgiyle, sportif zekâ ve gönül bağlarıyla anılan isimleri sanat eserlerine benzetiyorum. Edebi klasik eserler; öykülerini tüm dünya bilmek, öğrenmek ister. Ve öğrenilince, unutmamak, nesilden nesle aktarmayı gönüllülük, taptaze bir samimiyet içinde yapar; o ismi ölü değil, dipdiri tutarlar…

    Doğan Seyfi Atlı’nın büyüdüğü, amatör heyecan içinde top koşturduğu Yeni Karpuzlu, tıpkı Doğan Seyfi Atlı gibi, yeni doğmuş, yepyeni atılımlar yapıyor. Bakımlı evleri, sokakları, her zaman yaşam-hareket olan çarşısı, o gün içerisinde geçtiğimiz, gördüğümüz birçok köy ve beldeden çok öndeydi.

  Bir yere bağı, o yeri sevme biçimine sevdası olanlar bırakıp gitmek yerine yaşayıp yaşatmayı tercih ediyorlar. Doğan Seyfi Atlı da öyle; Yeni Karpuzlu’nun, Keşan Anafartalar Spor’un, Edirne ve Denizli Spor’un varlıklarına, onun isminden çok önceki var oluşlarına ayrı, sportif bir heyecan, genç bir coşku katıyor…

   Yeni Karpuzlu beldesinden, çocukluk arkadaşlarımın, sohbetlerimin olduğu diyarlardan 3 km doğuya geldiğimde karşıma çıkan yer bir başka anıların, izlerin, acı ve mutlulukların olduğu Paşaköy oldu…

    Viran, buruk, küskün bir halde; birçok yere bakmamak, görmemek için korkaklığa sığınarak geçip gittik; Frişka rüzgârının Tekirdağ’dan geçip gitmesi, şiirlere karışması gibi…

  Doğan Seyfi Atlı için yıllar ve yıllar sonra bir yazı kaleme alırken, doğa 23 kez kendini yenilemiş, gezegenimiz 23 kez yıldızının etrafında dönmüş, milyarlarca km yol almıştı.

  Nice Doğan Seyfi Atlılar; disiplinli, enerjisi ve sportif yeteneği yüksek çocuklar doğdu ve doğacak... Bu yazıyı kaleme alırken, hiç konuşmadığım, yakından görmediğim Doğan Seyfi Atlı’yı ona yakın, onunla bir gönül bağı kurmuş bir insan hassasiyeti, duyguları içinde yazdım. Duygularım, oldukça derin oldu. Yaşama tat katan nice genç ölümleri de düşününce daha da diplere inmeden edemedim…

 Güven SERİN 


 

 

 

  


27 Şubat 2024 Salı

GALA GÖLÜ MİLLİ PARKI FLAMİNGOLARI DANS EDİYOR

 



                    GALA GÖLÜ FLAMİNGOLARI DANS EDİYOR

  Yüzlerce, binlerce Flamingo, Edirne, İpsala, Karpuzlu, Enez bölgesi Meriç Deltası içerisinde bulunan Gala Gölü Milli Parkı olan, 6090 hektarlık alanı kaplayan, bölgeye toplanmışlar. Ülkemiz için çok önemli Milli Parklar içerisinde olan ve her geçen gün canlı yaşamı, turizm için önemi daha da artacak doğal alanlarımızdan birisini her yıl olduğu gibi bu yılda ziyaret ettik.

  Gelişen uygarlıklar hızla yapaylığın pençesinden kurtulmak için Milli Parkların yanında doğal yaşamı; besleyecek, koruyacak, yaşatacak alanları şehir, kasaba merkezlerine kadar; insanla, uygarlıklarla barış içinde olması için ciddi çalışmalar, koruma ve yaşatma önlemleri alıyorlar.

   Gala Gölü Milli Parkı henüz yirmi yıllık bir geçmişe sahip olsa da, hızla kuruyan, çoraklaşan dünyamız ve bu dünyada bizlerden milyonlarca yıl önce var olmuş kuşlar, böcekler, balıklar tıpkı insan gibi sulak, bataklık alanlara muhtaçtır.

  Gala Gölü Milli Parkı tam da kuşlar, diğer canlılar için; bir cennet… Açıklanan rakamları değerlendirip ortalamasını aldığımda sadece Gala Gölü Milli Parkı içinde yüzlerce canlı yaşıyor. Kimisi, Milli Park’ın yerlisi, kimileri de göçmen canlılar olup, tam da kış aylarının sona ermeye yakın, baharın başlamasına az kala birçok göçmen kuş sürüler halinde sulak alanlarına, sazlıklarına kavuşmuşlar…

  Yakın gelecekte buranın sembol canlıları haline gelmekle kalmayıp, başrol oyuncusu olacak kuşlardan birisi Flamingolardır. Bize sürpriz yapan, diğer geliş zamanlarımızda görmediğimiz Flamingoların dansı, ahengi, birlikte hareketleri saatlerce görülmeye, izlenmeye değer… Sürüler halinde göç eden, çok özel sulak, bataklık alanlarda yaşama, beslenme imkânı bulan Flamingolar artık Gala Gölü Milli Parkı’nın başrol oyuncuları…

  Buraya ait diğer göçmen kuşları da yok sayamayız! Küçük Orman Kartalı, Ak Kuyruklu Kartal, Kızıl Şahin, Kerkenez, Küçük Karabatak, Tepeli Pelikan, Saz Delicesi, Kaşıkçı, Kılıç Gaga, Gri Balıkçıl, Büyük Beyaz Balıkçıl ve daha yüzlerce kuş, böcek, canlı türü Gala Gölü Milli Park sakinleridir.

   Şehirlere yığılan insanlar, insanlık yolculuğuna devam edecekse, etmek istiyorsa, tıpkı gelişmiş ülkelerin yaptığı gibi; DOĞA ANA’yı çok ama çok iyi anlamak ve onur rıza olmadan hiçbir şeyi yapmayı anayasası olarak kabul etmek zorunda.

   Gala Gölü Milli Parkı, Milli Parka bakan tepeler üzerinde gelen misafirlere, doğa meraklıları için yapılan seyir alanı, kuş gözlemeye gönül vermiş insanlar için bulunmaz ve çok nadide yerlerden birisidir.

  Biraz ötede Balkanlardan doğan ve Ege’ye sessizce, Flamingoların tam tersi, usulca süzülen Meriç dupduru ve kadim bir geçmişten sonsuza akıyor. Enez tam bir rüya kasabası! Kalesi, tarihsel geçmişi, henüz gün yüzüne çıkmamış öyküleriyle; sadece arkeologları beklemiyor! Sosyologları da, yazar, şair, yönetmen ve her şeyden önce Paris’e, Roma’ya, Berlin’e, Londra’ya gitme merakını nazikçe bir kenara bırakan veya ekonomik gücü çok sınırlı aileleri de bekliyor.

  Özellikle seyir tepesi olarak altyapısı tamamlanan sadece gözlem yeri değil, ailelerin çocukları, akrabaları, komşularıyla harika bir gün, tükenen sonlu ömürlere çok güzel bir anı bırakacakları, piknik yapacakları ve daima serin rüzgârıyla, Flamingolar gibi dans bile edecekleri bir yerdir.

  Rahmi Bey ile gün sonuna doğru ilerlerken, çocukluğumun gözleriyle baktım; uçsuz bucaksız Enez, Karpuzlu, Paşaköy, İpsala topraklarına. Her yer su kanallarıyla, yaşamın kendisiyle kuşatılmış. Balkanlar yine kendi gizemli halleri; silueti içinde kırk, yüz, bin yıl önceki duruşu içindeydiler.

  Gala Gölü Milli Parkı sayesinde bir yörenin coşkusu, misafiri-turizmi çok daha fazla artacağı bellidir. Sorun, bu büyük mucizeleri, yaşam alanlarını doğal yaşamlara zarar vermeden iç ve dış turizmle buluşturabilmek…

    Bir gün, sürekli ilaçla alınan mahsuller; çeltik-pirinç bitecek bu diyarlarda. Ama doğal yaşam, doğru yönetilirse; turizm; belki de boşalan köy ve kasabalarımızı geri getirecek…

   Su kanallarının, çeltik tarlalarının ve Gala Gölü Milli Parkı Flamingo, Kuğu, Sığırcık ve Ak Kuyruklu Kartalların diyarından ayrılırken biz; halen dans eden Flamingoları son bir kez selamlayıp, buraya getirdikleri tat, tuz, renk, görsel şölen için minnettarlığımı da çocukluk anıları gibi orada, tertemiz tepelere, ovalara bırakıverdim…

  Bizim türkülerimiz, şarkılarımız bizleri anlattı. Hüzünlerimizi, sevinçlerimizi, kahramanlıklarımızı… Flamingoların dansı da, bu dansı ortaya çıkartan milletlerin öykülerini; hırsı, özgürlüğü, mutsuzluğu, acıları anlatıyormuş…

   İnsan denen canlı, doğaya bakarak, doğadan esin alarak ne çok şeyler icat etti. Belki de, kanayan vicdanlar, can yakan kaba ellerin bedenleri daha fazla doğaya çıkmalı ki, henüz vakit varken, yaşamın içinde hiç de lüks olmayan muhteşem eserleri görme fırsatını yakalasınlar…

 Güven SERİN 

 


  




20 Şubat 2024 Salı

BİLMEYE CESARET ET

 

İNTERNET

                                         BİLMEYE CESARET ET

      ( Bene Vixit, bene Quit Latuit-Saklanarak Yaşayan İyi Yaşamıştır )

  Bilmenin düşünceyi çağıracağını bilen Descartes, o meşhur sözü haykıracaktır; kâinatın işiten insanlarına; “ Düşünüyorum, o halde varım.” Descartes, bilginin, öğrenmenin, matematiğin şanlı öğretilerinden hiçbir zaman vazgeçemeyecek, ölene kadar özgürlüğü ve aklın yolunu savunacaktır…

 Bilmeye cesaret eden, aynı zamanda düşünen, sorgulayan insanların pek rahat edemediğini, özellikle güç-otorite sahipleri tarafından sevilmediğini biliyor, görüyor, duyuyoruz. Öyleyse bu işi nasıl yapacağız?

   Felsefeci Murat Erşen’in Descartes incelemesi ve sunuş yazısında Virgilius’tan verdiği örnek söz; “ Bene vixit, bene quit latuit “ Türkçe karşılığı;

“ Saklanarak yaşayan iyi yaşamıştır!” düşüncesi, Descartes’in “Bilmeye cesaret et” ve özgürlükçü anlayışı, çalışmalarıyla ters düşüyor görünse de yaşamda kalıp daha fazla üretmek için de kaçınılmaz bir tercih, buluş, yöntemdir diye ifade etmeden kendimi alamıyorum…

  Düşüncelerimizi, üretimlerimizi korurken, can ve canlarımızı, bir kez gelmiş olduğumuz dünyada insancıl huzurumuzu da koruyabilmek, bütün kötülüklere, olumsuzluklara, haksızlık ve adaletsizliklere rağmen üretme çabası, faydaya, değişim ve dönüşüme çaba göstermek da ayrıcalıklı bir tercih, başarı öyküsü değil midir?

  Görevleri başında çalışırken, yazı yaşamı, gazete köşesi yazılarımla dikkat çektiğim, uyarıp yazılar yazdığım şehir sorunlarında yeterince ilgi göstermeyen yöneticilere içten içe hep alınmış, kırılmışım... Emekli olduktan sonraki özgür düşünceleri, özgürlük alanları genişleyince, bizlerden daha fazla duyarlılık içinde olmalarını daha iyi anlıyor ve değerlendiriyorum. Nedeni sadece korkmak, yani “ Korkaklık” değildir… Hepsinin aileleri ve yaşamda kalmak için para kazanmaya ihtiyaçları var…

  Bu sabah haberlerde gazeteci Tolga Şardan’ın gözaltına alındığını duyunca, haber sunucusu “ Sırayla sesini duyurmaya çalışan bütün gazeteciler içeriye girecek gibi görünüyor. Gücü, otoriteyi destekleyenler hariç” demesi, insanın, insanlık yolculuğu içinde canını acıtıp, ruhunu burkuyor olsa bile, düşünce insanı için mücadele, canlı olan insanın içinde taşıdığı inanç gibi hep vardır; var olacak…

   2500 yıllık döneme çok kısaca ve belli hatlarıyla baktığımızda çok önemli düşünce insanları ya yargılanıp hapse atılmışlar, ya da yakılmışlar, idam edilmişlerdir.

   Görünen o ki, gücü kontrol eden, otoritenin başında olanlar “Bilmeye cesaret et “düşüncesini ve Descartes felsefesini sevemeyecek, benimsemeyecek, hoşlanmayacaklardır… Çünkü aynı Descartes “ De te fabula narrutur” yani “ Anlatılan senin hikâyendir.” Derken, düşünceden, bilgiden, bilmeden uzak insanı da bilmeye-öğrenmeye, sorgulamaya çağırır…

  Kimin başına bir dert, bir adaletsizlik gelirse gelsin aslında bu insanın hikâyesidir. Eninde sonunda uzaktan izlediğimiz, kimi üzülüp, kimi yalancıktan kıvrandığımız ve bazen de sessi, tenha yerlerde yeri göğü inleterek uzak kaldığımız bütün insanlık hikâyeleri, aynı zamanda bizim öz öykülerimiz; başka bir şey değildir…

  Düşünen, bilmeye cesaret eden insanın edebi, felsefi zenginlikle kucaklaşması aynı zamanda kızgınlıklarını, nefretlerini da tanımlayıp, öldürme değil yaşatmak üzerine muhteşem keşifler yapacağı bellidir. Kızdırmak, can sıkmak yerine umut vermek, her daim coşkuyu canlı tutmak, apayrı hüner, yaşam becerisidir; düşünen sorgulayan insan için…

  Roger Bacon; İngiliz filozof ve bilim insanı otorite ile çatışan düşünceleri yüzünden 14 yıl hapse atılmıştır.

  Giordano Bruna; İtalyan filozof, rahip, gökbilimci düşünceleri yüzünden görmediği eziyet kalmamıştır. Sekiz yıllık hapis yaşamından sonra ölüm kararı kendisine bildirildiğinde şu ifadelerle düşünce tarihine not bırakmış, adeta kazımıştır;

“ Ölümümü bildirirken siz benden daha çok korkuyorsunuz.” 17 Şubat 1600 de Bruna diri diri yakılmıştır. Nerede? Avrupa’ya giden turistlerin hayran kaldığı Roma şehrinde… Daha onlarca, yüzlercesi; ya bir tas zehir içirilerek, ya giyotin, ya da yakılarak; tarihin saygın sayfalarında düşünce, bilme, üretme sanatıyla yolları, kesişecek olanları bekliyor olacaktır…

   Düşüncesi yüzünden öldürülenler, hapse atılanlar tam da Descartes’in anlatmaya çalıştığı gibi hepsi “ Bizim hikâyemizdir” duysak da duymasak da, ya körlüğün, gafletin içinde upuzun ve çok besili yaşar keyif çatarız, ya da faziletin kısa yolculuğunda bir başka uzun dönemin şanlı anıları içinde anılırız…

Güven SERİN 


16 Şubat 2024 Cuma

BİZ GÖÇEBELER

 

İnternet


                                             BİZ GÖÇEBELER

             ( Bir Millet Büyükse, Kendini Tanımakla Daha Büyük Olur)

   Biz göçebeler neden kendi ülkemizi zenginleştirmek için değil de, büyük gayretlerle zengin olmuş memleketlere sığınma, kaçma rüyaları peşinde koşarız? Kendi özümüze yabancı düştüğümüz gibi, bin yıldır yaşadığımız Anadolu uygarlıklarına da yabancıyız; yüz yıllardan bu yana…

   Bir bakıyorsunuz filanca uygarlığın antik şehirlerini İngiliz, Alman Arkeologlar kazıyor. Ve bu arkeolojik eserlerin en güzellerini ülkelerine taşımışlar-çalmışlar. İşin bir başka garibi, sürekli bağırıp çağırdığımız, kötü bellediğimiz ülkelere evlatlarımızı yollayıp; “ Kendini kurtar” diyerek, bir başka göçebe kahramanlığı yapmayı doğru buluyoruz!

   Bulunduğumuz memlekete, yaşadığımız bu kadim topraklara göçebe bakışları yüzünden, en önemli antik zenginliklerimiz gelişmiş ülkelerin müzelerinde sergilenip, milyonlarca insanı kendisine çekiyor.

   Vasili Yan’ın Çifte Boynuzu İskender tarihsel romanında geçen bir söz hayli ilgimi çekti. Göçebeler üzerine bir görüşü, yüzlerce, binlerce yıl öteden bugüne; düşündürerek aktarıyordu;

 “ Göçebe hiçbir şeyi hemen söylemez. Onun sözü, stepteki patika gibi kıvrımlıdır ve yolda gördüğü her şeyi anlatmak için onun uzaklardan başlaması gerekir.”

   Tam da burada tarih bilimi, edebiyat, arkeoloji bilimini hatırlatmak istiyorum. Güya, göçebelikten yıllar önce vazgeçmiş, Kurtuluş Savaşı ile birlikte “Gidecek başka hiçbir yerimiz yok! Burası bizim öz vatanımızdır!” haykırışını; kanla, canla, fikir ve dehayla vermişiz! Öyleyse; niçin öncü ülkeler arasında değiliz? Neden bu topraklarda yüzyıllarca yaşamış, büyük uygarlıklar kurmuş değerlerin en hakiki anlatıcısı, aktarıcısı, savunucusu bizler olmayalım?

   Örneğin vatan dediğimiz bu toprakların üzerinde bizlerden çok önce yaşamış onlarca büyük uygarlıktan en önemlilerinden birisi de Likya Uygarlığıdır. Büyük Kadeş Savaşı yapılırken, Likyalılar Hititlerin yanında yer almışlar. Aynı Likyalılar bir başka büyük savaş; Truva Savaşı sırasında ise Truvalıların yanında yer almışlardır. Belki de Anadolu’yu savunma, sahiplenme aşkı böyle bir şey; tıpkı Çanakkale’yi, Büyük Meydan Savaşımız gibi zamanları göğsümüz kabararak yaşıyoruz.

   Bütün bu gerçekler, tarihin bütün sayfalarına yazılmış, insanlığın zihinlerine girmişse, biz bu değerli vatanın içinde en iyi mimariyi, en iyi mühendisliği, en iyi edebi eserleri, filmleri, tiyatroları niçin ilk önce kendi insanımız ve sonra insanlık için gün yüzüne çıkarmak için büyük devrimleri yapmıyor; yapamıyoruz?

   Ruhumuza işlemiş göçebelik, izin mi vermiyor? Hep bir yerlere göçme, hep bir şeylerden korkma içgüdüsü mü engel oluyor?

   Yapacağımız en görkemli şey; Orta Asya kültürünü ve yerli Anadolu kültürlerini kucaklamak. Onları anlamak. Mustafa Kemal Atatürk; “ Bir millet büyükse, kendini tanımakla daha büyük olur” sözünü, Anadolu’da gelmiş geçmiş bütün uygarlıklara sımsıkı, öz anamıza sarıldığımız gibi sarılıp, onları tüm kalbimizle; bilimin, sanatın, edebiyatın yardımlarıyla insanlığa göstermek ne yüce bir buluş olurdu…

   Sanıyoruz ki sürekli gelişmiş bir ülkeye gidip kendimizi kurtaracağız! Orada da hep göçebe, mülteci olarak görüleceğiz; istediğimiz kadar onlara benzediğimizi, onları taklit ettiğimizi düşünelim. Biz bu kadim toprakları boşalttıkça, gittiğimiz ülkelerin bilim insanları gelip onlar buraları keşfedip sahiplenecektir…

  Merakımız, kendi zengin kültürlerimiz ve yaşadığımız yerlerin önemini kavrama becerisi, değerli halkımız tarafından gönülden sahiplenirse, belki kayıp Orta Asya Kentleri ve onların içinde yüzyıllar önce kurulmuş kütüphaneleri, Anadolu’da yüzyıllar önce 23 Likya kentinin bir araya gelerek Demokratik Likya Birliği kurmuş olduğunu daha iyi anlar, kadınların da bu demokrasi şöleninde yerleri olduğunu anlar, kafamızdaki bir sürü paslı düşünce, dipdiri hale gelir…

   Biz Anadolu:- Biz Orta Asya demenin erdemi, sadece ve sadece tarih bilimiyle değil, felsefesiyle, edebiyatıyla, bildik bütün folklorik değerlerini de anlama becerisiyle ciddi, saygın ve onurlu bir değer kazanıp, belki de göçebeliğimize muazzam bir yerleşik düşünce şenliği de getireceğiz; kim bilir…

Güven SERİN  



15 Şubat 2024 Perşembe

DARBUKAYI ÇALAN ÇORBAYI İÇER

 

Kamera, Güven

                                     DARBUKAYI ÇALAN ÇORBAYI İÇER

  Şehirlerin aşina yüzleri, toplumların tadı-tuzu olan insanları vardır. Kimileri zanaatları, bazıları sanatları ve bazıları da oldukları gibi davranıp, herkesi şaşırtan hünerli hareketleri ve davranışlarıyla tanınır ve bilinirler…

  Kent kültürü, bilinci olmayan yerlerin yüzü soluk olur. Çıkınca çarşısına, meydanına, sahiline göremiyorsan tanıdık bir yüz, duyamıyorsan melodik bir ses; hiçliğin içinde kaybolmuş gezegenlere, yıldızlara dönmüş gibi yaşarsınız…

   Tekirdağ’ın bildik, tanıdık ve şehir insanları tarafından sevilen insanların bir bir yok olduğunu söylemek acı verse de gerçek öyle…

   Yağmur yeni dinmiş, yağmur damlacıklarının bazıları yere düşmemek için tutundukları saçaklardan, ağaç dallarından, demir korkuluklarından şımarıkça, ışığın da yardımıyla yakaladıkları anın gösterisini yapıyorlardı.

   Bld.Bşk.Şefik Gürsoy Üste Geçidi,ışık ve su birikintileriyle fotoğraf sanatçılarını davet eder haldeydi.Su damlacıkları oynaşırken geceye akan gün ile,yürüdüm geçtim yanlarından.Sahil,yaşamı sevmek,hatta küsmüş kişileri bir kez daha düşünmeye; yaşamaya davet edecek derece yağmurdan sonraki temizliğin kokusunu sunuyordu.

  Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi tarafından işletilen Tekirağaç Cafe boş bir masa, yüzümü dönüp selamladığım, deniz ve martılar biraz ötede… Martılar gibi biraz şımarmak adına çay ile birlikte elmalı bir soda söyledim, önce masanın silinmesini rica ettiğim çalışan arkadaşa.

   Eğer içindeyseniz zamanın, tutmuşsanız yazının elinden sevgiyle, o da bırakmaz peşinizi. Dışarıda, sigara içenlerle aramızda sadece bir cam var. Boşalan masaya genç bir çift geldi. Diğer çiftler gibi herkes kendi işine; cep telefonlarına daldılar…

  Sözünü ettiğim, kentlerin sazı-sözü, tadı ve tuzu sayılan darbukacı göründü. Çalar gibi yapıp, kendi sessiz ritmini tutarak dolanıyordu henüz dolmamış sahil sosyal alanlarında. Özellikle kadın ve erkeklerin oturduğu masalara bir başka yaklaşıyor. Daha nazik ve daha sessizce…

   Bir etkinlikte, Fransız öğretmenlerin “Şiir Komandoları” ismi adını verdikleri şiir şölenine şahitlik yapmış, hatta etkinliğin merkezinde bulunmuştum.(Saint Joseph Fransız Lisesi Moda )

  Ellerindeki kamış borularla oturmuş olduğumuz loş mekânda, kulağımıza kadar gelen şiirsel dil, kamış borular yardımıyla farklı bir algı, sanat şöleni yaratıyordu.

   Darbukacı da aynı yolu izliyor, hiç rahatsız etmeden masada oturan kadın ve erkeğin kulaklarının dibine kadar sokuluyordu. Yine öyle yaptı; tam da önümde yeni gelmiş genç kadın ve erkeğin kulaklarının dibine kadar; şarkısıyla beraber adeta darbukası ile birlikte; melodileri ve ritmi, mırıldanarak…

  Müziğin, ritmin mırıltısını duyan erkek ve kadın gülümsedi. Erkeğin morali iyi olmalıydı. Sese, yaklaşan darbukacı çalanı bekler bir halde, hemen ceplerini yoklamaya başladı. Beden dili, bir cebinde 10 veya 20 TL çıkmasını ister haldeydi ama nafile, kot pantolonun hiçbir cebinde bozukluk çıkmadı. İstemeyerek ama romantizmin ve darbukacının etkisi altında kalmış bir halde, arka cebindeki cüzdanına uzandı. Büyükçe bir kâğıt parayı uzatırken, darbukacının marifeti, gülümsemesi ve o işleri yaparken, benle göz göze gelip, bana da selam vermesi; günün resmi, hareketin ve çalışmanın çorba ve kazanç saatleriydi…

  Darbukacı aynı yaklaşımı birkaç masaya daha yaptı. Bu safer bir araya gelmiş erkek topluluğunu mutlu etti. Kimisi video çekti, kimisi özçekim-selfi, gülüşerek, paylaşacakları anın üstün keyfine keyif katan darbukacı ya onlar da büyükçe kâğıt parayı uzattılar. Bir değil birkaç çorba parası kazanan darbukacının zamanı çok kıymetli olduğu için, derhal başka denizlere yelken açtı. Ufukta sadece martılar ve bir başka denizden Boğaza doğru ilerleyen gemilerin gölgeleri vardı…

 Güven SERİN 



9 Şubat 2024 Cuma

TAVLA KÜLTÜRÜ ve YEDİ UYUYANLAR EFSANESİ

 




                     TAVLA KÜLTÜRÜ ve YEDİ UYUYANLAR EFSANESİ

  Yavuz Mahallesi Yaşar Erkan Sokak, bugün çok önemli bir mekâna ev sahipliği yapıyor: Tekirdağ Tavla Kulübü, fikri de, kulübün kendisi de burada; mücadele, yenilik peşinde koşan bir zekâ: Bülent YORULMAZ tarafından doğdu ve parıldamaya başladı.

  2021 yılında doğumu gerçekleşen Tavla Şöleni, Tekirdağ Dedecik doğumlu İstanbul’da yaşayan iş insanı Osman Bulut desteği ve ismiyle tarihsel yolculuğuna başlayalı sanki yüzyıllar olmuş…

  Neden diyecek olursanız anlatayım. Bu mekâna gitmeyeli neredeyse 1,5 yıl olmuştur. Yeteneğine inandığım Bülent Yorulmaz ve tavla kültürü içinde olan insanların alacağı yolu aşağı yukarı biliyor, bilinen yolculuklarını öyle veya böyle yapacaklarını garanti görüyordum.

   Tavla Kulübü projesi başlangıcında olan dört fikir yaşama geçmiş, yılda düzenlenen dört büyük turnuvayla saygınlığını göstermişti.

  Hora Feneri Bahar Şampiyonası, Ganos Dağı Yaz Şampiyonası, Istıranca Dağı Sonbahar Şampiyonası ve Ergene Nehri Kış Şampiyonası olarak başlayan Tavla Kulübü düşüncesi, felsefesiyle sadece eğlenmeye yönelik değil, Trakya bölgemizin çok önemli doğal güzelliklerine ve aksayan yönlerine de dikkat çekmeyi hedeflemiş, her daim doğanın, doğallığın ve sanatın da yanında olmayı zihin defterine kaydetmiştir…

   Yaklaşık 1,5 yıl aradan sonra Bülent Yorulmaz ve Tavla Kulübü dostlarına bir sürpriz yapmak amacıyla Yaşar Erkan Sokak yolculuğumu başlattım. Tintinpınar Caddesi üzerinde bulunan kadim tanıdık bakkal Cumhur'a selam verdikten 150 metre sonra 19 numaralı yere; Tekirdağ Tavla Kulübü mekânına geldim.

 

  İçerideki manzara, tavla kültürü, şenliği adına muhteşemdi. Benim hiç bilmediğim, izlemediğim takımlar ligi kurulmuş ve sahada dört tavla takımı; üçer kişiden on iki kişi mücadele veriyordu.

     Bülent Yorulmaz işinin başında, sadece bir zihin olmaktan öte mekânın işçisi, bekçisi, yöneticisi konumunda samimi duygularla karşılandım. Eski tanıdıklardan Ender ve Eser de oradaydı. Geriye kalanların hiçbirisini tanımıyorum. Çoğunluğu genç, dinamik ve güler yüzlü insanlardan oluşan yepyeni bir topluluktu.

  Bildiğim, aylardan beri uğramadığım mekânın bahçe kısmına geçtim. Kendime ancak şu sözcüğü fısıldayabildim; “ Yabancı…” İşleyen, dönüşen, sürekli yenilenen zihinlerin aldıkları yol, yakaladıkları başarı da çok daha büyük oluyor.

   Yabancılık hissiyatı içinde düşünmeye, kritik yapmaya bolca zamanım oldu. Güneşe uzak, ama henüz ölmemiş bahçe bitkileri yanı başımda. Bülent’in ikram ettiğim melisa çayı tam kıvamında. Mola zamanı bahçeye gelen tavla oyuncuları kendi aralarında verdikleri mücadeleyi, inanılmaz heyecanlar, taktikler içinde anlatıyorlar. Neredeyse oyuncuların, Eser hariç hiçbirisini tanımıyorum…

  Tavla Kulübü ve Bülent’in 1,5 yıllık zaman dilimindeki bu muhteşem değişim, dönüşüm karşısında hüzünlendim… Mekân ve gelişmeler adına değil; kendimin klasik yaşamı adına…

    Pandemi-Covid–19 esareti ve sonradan artan yaşam, seyahat giderleri karşısında neredeyse üç yıldır atölye ve yazılarla baş başa, hep aynı şeyi tekrarlayan olgun bir hüznün törenini,300 yıl uyumuş ve sonra uyandıklarında etraflarındaki gelişmeler karşısında şaşkına dönmüş, Yedi Uyuyanlar gibi bir efsaneye kadar uzandım…

   Şehrimizin gelişimi için bu tür sivil atılımlar, hareketler, sosyal ve kültürel kuruluşlara çok ama çok fazla ihtiyaç var. Bülent Yorulmaz’ın zihin yapısı, harekete ve değişime aç olan karakteri sessizliğe teslim olmuş, neredeyse hiçbir etkinliğe dâhil olmayan bir mahallede, bir güneş gibi doğup şehrini gün gibi aydınlatmaya başlamış; kutluyorum, alkışlıyorum…

 Güven SERİN 


 

  

 

   




8 Şubat 2024 Perşembe

DÖRT KÜHEYLAN ÇEKER ARABAMIZI

 

İnternet

Kamera; Güven

Kamera; Güven

                           DÖRT KÜHEYLAN ÇEKER ARABAMIZI

  Çalışmamın başlığı sanki mitoloji dünyası, çok ötelerden süzülüp de bugüne konmuş sözcük demeti gibi. Oysa bu sözün sahibi Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun kendisidir;

“ Dört küheylan çeker arabamızı: leke, çizgi, benek ve renk” resim sanatının özünü anlatmak ister.

  Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun liseli yıllarda okul müdürüyle yaşadığı sorunlar, neredeyse trajediyle son bulacakken, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun “ Talihimi yenmek için ressam oldum” sözüyle, İstanbul’a geliş öyküsünü ve yeniden dirilişini de özetler…

  Dört küheylan, sanatın özü olma yarışında öne çıkıyorlar. İbrahim Çallı, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Fikret Otyam ve Ahmet Selçuk Özbek Kızılışık, bu çalışmamın içinde ve onlara kendimi çok yakın gören bir insan hissiyatı içinde anlatacağım…

   Hepsini, tek tek inceler, anlamaya çalışırsak ortaya çıkan şey; yaşadıkları ülkeye, ait oldukları millete; sadece sanatlarıyla bağlı kalmamışlar. Kurmuş oldukları bağ, ruhlarıyla da, kalpleriyle de iç içe geçmiş ve öncü birer sanatçı-aydın olmanın yüksek erdemleriyle tüm zamanlara ait yaşama onurunu kazanmışlardır.

  Yukarıda isimleri geçen isimler sadece sanatçı olarak değerli olmaktan öte, insan yönleri, yaratıcı olmanın alçak gönüllü duruşlarıyla da kalıcılık kürsüsünde dimdik duruş sergilerler.

  İbrahim Çallı Anadolu’dan gelen ilk ressam olarak kabul ediliyor. Onun dönemine “ Çallı Kuşağı” deniliyor. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun da ve daha onlarca ressamın da öğretmeni İbrahim Çallı’dır. Muhaliftir, sözünü esirgemez.

   Sanatçı duruşu, yetiştirdiği öğrencilerin geride bıraktıkları binlerce eser ve en önemlisi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Cumhuriyet ormanının ilk sanat ağacı gibi, öteden getirdiği tecrübe, deneyim ve birikimleri, çok ötelere taşıma pırıltısı saçan bir yer…

  Yakından tanıdığım Ahmet Selçuk Özbek Kızılışık,Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun öğrencisidir.Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi öğrencisi olmuş; öğrenme ile yenilenme tutkularını sanatın sezgisel ve yetenek taraflarıyla bugüne ulaşmıştır. Sadece sınıflara, atölyelere-işliklere bağlı kalmamışlar, daima dışarılara çıkmışlar ve çalışmalarının birçoğunu şehrin farklı mekânlarında yapmışlardır.

    Bedri Rahmi Eyüboğlu kendi öğretmenleri İbrahim Çallı, Nazmi Ziya Güran gibi, ışığa koşmuşlar, ışığın gölge ve renk oyunlarını tüm kalbiyle kucaklayıp öğrencilerine sunmuşlardır.

  Uzun süredir tanıdığım Ahmet Selçuk Özbek Kızılışık, İstanbul Moda Saint-Joseph Fransız Lisesi sanat öğretmeliği görevinde, baştan beri gönüllüydü. Tanıdığı diğer büyük ressamlardan; başta Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan ne aldıysa, görüp öğrendiyse, kendi deneyim ve yaratıcılığını da ekleyip vermeyi, gerektiği zaman sadece öğretilere sığınmayıp, yanlışa tepki gösterip sorumluluk almayı başaran değerli bir öğretmen, sanatçı ve edebiyatçıdır da…

    Fikret Otyam, hocaları İbrahim Çallı, sonra Bedri Rahmi Eyüboğlu’dan aldığı dersler, öğretiler, kalp atışlarının tam manasıyla coşacağı, insani bir huzur arayacağı Anadolu’ya açılacaktır yaşamı boyunca. Anadolu insanının dertlerini dinlemekten öte çareler üreten ismin kahramanı olur. Güney Doğu Anadolu Bölgesi kadınlarının kara gözlü resimleri, Kara Gözlü Kadınlar olarak öne çıkar…

  Dikkat edersek Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi sadece bir okul olmaktan çok öte geçmiş, yaşamı anlamlı kılmak için çabalayacak, her türlü imkânsızlığı üretken, barışçıl bir dille ortaya çıkartacak filozofları da yetiştirmiştir.

  Okul dediğimiz yerler, sadece kitap ve sınıflardan ibaret olsaydı, belli kalıplara sıkışmış, belli mekânların dışına çıkamamış insanlar, ışıkları-eserleri pek cansız olurdu. İbrahim Çallı’dan, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Fikret Otyam ve Ahmet Selçuk Özbek Kızılışık’a kadar gelen zaman dilimi sadece 110 yıllık bir sürecin karşılığıdır.

   Bu değerlerin ortaya koydukları hünerler ise, neredeyse sanat dallarının tamamına taşmış, diğer sanat dallarıyla buluşmuş, bildik manada, hep halkın yanında, yakınında olma becerilerini üst seviyeye çıkarmışlardır.

  Bugüne geldiğimizde Ahmet Selçuk Özbek Kızılışık okulundan emekli olup, emekliliğin keyfini çıkartıyor diye düşünebilirsiniz! Hayır! Her gün okula, öğrencilerine, sınıfına, atölyesine gider gibi Moda kütüphanesine gidiyor. Belki de sanatını, tuvalden edebiyata taşımak için ömrünün tamamını içine alan bir eseri yazıyor; çalışıyor, düşünüyor, harmanlıyor…

Güven SERİN 

 

 

 

 

  








6 Şubat 2024 Salı

6 ŞUBAT DEPREMLERİ ANISINA; ARŞİV: PUSLU MANZARALAR

 

internet

                                     PUSLU MANZARALAR

 Yüzleşmenin erdemidir sinema. Duymanın, görmenin, dinlemenin ve hissetmenin yüceliğidir. Puslu bir kış günü tam da Yaşar Kemal’in öldüğünü duyduğum an; kar yerine kasvet, hüzün yağarken…

  Theo Angelopoulos’un Puslu Manzaralar filmini izlemeye başladım. 1988 yılı yapımı, Avrupa En İyi Film ödülünü almış 1989 yılında. Theo sinema sanatıyla evrimin ona yüklediği insanlığı ortaya çıkartıp, insanlığın zaaflarını, yanlış ve doğrularını anlatmaya çalışırken ben esnaflığın bedelini realizme sarılarak, romantizmi reddediyordum.

   Puslu Manzaraları sinema sanatına inanmışlar var olduğu sürece hep yaşayacak. Ama Theo öldü… Tıpkı İnce Mehmet’in roman sanatına inanmışların var olduğu sürece yaşayacağı gibi. Ama Yaşar Kemal öldü…

  Yaşlı bir kemancı çıkıyor sahneye. Nazikçe selamlıyor küçük adamı. Gam teline dokunuyor notaların… Küçük çocuktan başka kimse alkışlamıyor. Çocuk biliyor sanatın yaşama olan büyülü katkısını.

  Bir tiyatro oyuncusuna yine aynı çocuk soruyor; sen ne iş yapıyorsun? İnsanları güldürüyorum ve ağlatıyorum. Ne oynuyorsun? Rolümü! Diyor sanatçı; herkes kendi rolünü oynuyor güya! Yönetmeni, seyirciyi, yazarı; asıl olan kendimizi fark etmeden oynanan bir rol…

 Puslu bir gün! Sosyal Medya Yaşar Kemal’in öldüğünü duyuruyor. Bir efsanenin ardından herkes telaş eder. Tutunmak ister eteklerine. Nice el, dudak, göz, yürek uzanacak… Hâlbuki en iyi tutunma aracı sanattır. İçselleştirir yaşamı. Yaşamın dünyevi ölümle son bulacağını anlamaya çalışır. O ana kadar hazırlık içinde titiz bir sevda yaşar; yaşama dair ne varsa sevişir tümüyle; insanca, insanlığın erdemiyle…

  Abla ile erkek kardeşi hiç görmedikleri babalarını arıyorlar. Hiç görmedikleri babalarını rüyalarında görüyorlar. Bir efsaneyi, bilinmeyeni, gizemi ortaya çıkartıp dokunmak için. Duymak, dinlemek belki de sarılmak için…

 Daima yok olan aranır. Kaybolan, yitirilen çok az bulunan şey nadidedir. Bu toprakların puslu manzarasından çok güneşi, açık günü olduğu halde puslu manzaraların çığlıkları arasında televizyon ve bilgisayara muhtaçlık içinde o kapıdan diğerine, o pencereden diğerine çılgınlar gibi koşuyoruz; neleri kazanıp, neleri kaybettim düşüncesinden çok uzak; biyolojik yapımıza, kırılgan, nazik varlığımıza güç katmak yerine ciğerlerimize; yorgunluğu, bitkinliği, kırgınlığı doldurmakla meşgulüz…

 Puslu Manzaraların yönetmeni Theo Angelopoulos sinema sanatıyla adeta insanı donduruyor. Tabiatı öne çıkartıyor. Kar, yağmur, rüzgâr, deniz, dağlar; insandan çok önce var olan; büyük karanlıktan, sessizlikten ve sulardan sonra karaların ortaya çıkmasıyla var olan tabiat olayları ve nesneleri…

 Yönetmen gurura boğulmuş insanı insandan çok önce var olan görkem, gizem, saf ve doğal evren ile buluşturmak istiyor. Biricik yaşamın farkına varmak için bazen donmuş gibi durup, çevremizi dinlemeyi, anlamamızı, fark etmemizi istiyor.

 Yaşar Kemal gibi; en güzel, en özgün dünyamızın köylerini, mezralarını, kasabalarını roman sanatıyla, hikâye büyüsüyle anlattığı gibi…

  Ölüm, en hakiki gerçek! Pera Müzesi’nin güncel sergilerinden birisi olan Bizans’ta Şifa Sanatı da Hippokrates’in yüzyıllardır eskimeyen sözü gibi;

“ Hayat Kısa Sanat Uzun”

 Korkuyorum, dedi ses. Hemen yanında bir başka ses; Korkma sana o hikâyeyi anlatacağım; Başlangıçta karanlık vardı. Sonra ışık belirdi…

  Son Perde! Tiyatroda söylendiği gibi; büyük sahne, muhteşem seyirci… Kimi seyirci bile olduğunun farkında değil. Ve dünyayı yönettiğini sanan, kendini bile keşfetmemiş insancıklar…

  İç motorlarınız, milyarlarca hücreniz yaşam formuna sarılmışsa; puslu manzaralardan korkmadığınız belli. Çünkü ışık hep var…

 1 MART 2015

 Güven SERİN