27 Aralık 2019 Cuma

NURULLAH ATAÇ ÖLDÜ


NURULLAH ATAÇ




ORHAN KEMAL

                                 NURULLAH ATAÇ ÖLDÜ


   Nasıl bir yazgıdır ki, sanatçılar sanatlarıyla birlikte öldüklerinden sonra tekrar doğuyorlar. Sahiplenenleri okuyucular olduğu kadar, diğer sanatçılar da, ölen büyük bir yıldızın parçalarından doğan gezegenler gibi, sanatsal yaşamın peşinden koşuyorlar.

   Nurullah Ataç ile Orhan Kemal arasında onun ifadeleriyle ciddi çatışma yaşanırdı. Nurullah Ataç İstanbul Numune Hastanesinde son nefesini verdiğinde acı haberin tez yayılışı yaşandı. Orhan Kemal o akşam “Kafayı bir güzel çekerken” yani, çilingir sofrasını bir güzel hazırlayıp rakısını içerken bu haberi duydu.

  “Nurullah Ataç öldü” dedi haberci. Şairin ölümü vermişti vermesine haberci ama onca zaman Nurullah Ataç’a eleştiri yapan, bir yerde onu yerli yersiz eleştiren yazarın kalbindeki bir yerde bir şey doğdu bu acı haber karşısında.

   O ânı Orhan Kemal şöyle anlatıyor;

“ Dün gece, kafayı çekiyordum Fikret. Acı haber geldi. Nasıl üzüldüm tasavvur edemezsin. Meğer ne kadar severmişim onu! Oysa hiç sanmazdım bu kadar sevdiğimi.

   Peki, ama şimdi kime kızacağız? Kimin arkasından atıp tutacağız? Kızdırmak için kimi iğneleyip vereceği cevapları merakla bekleyeceğiz?”

   Orhan Kemal, Nurullah Ataç’ın ölüm acısını mektuplaştığı Fikret Otyam’a bu şekilde aktarır.

   Rakiplerimiz sandığımız insanların yüceliği ölümleriyle birlikte ayrı bir önem kazanır. Belki de bizi yaşama bağlayan şey rakiplerimizin çok iyi oluşudur? Düşünsenize bir kere, insanda bu hissiyat olmasa, daha ileriye, daha güzele ve faydalı olana nasıl ulaşırdı? En iyi rakiplerin en üretken olana yaklaşmaları rekabetin iyi ve sağlam oluşundan değil midir?

   Yıllardır köşemde yazıp duruyorum. Belki de çoğu zaman; “Kendim çalıp kendim söylüyorum!” Neden diyecek olursanız; bu alanda yazan, çizen ve rekabet eden kişi sayısı o kadar az ki; rakip olmak için birbirimizi bile merak edip takip etmiyoruz…

  Değişen zamanla birlikte değişen ilgi alanları, sosyal medyanın çılgınlıkları insanların birbirine olan meraklarını, rekabetlerini de değişime zorluyor. Meraksız, ölçüsüz, rekabetsiz yaşamın; yaşamların dadı da tuzu da olmuyor…

  Nurullah Ataç’ı ölümünden önce ziyaret eden Fikret Otyam gördüklerini şu şekilde anlatıyor;

“ Yatağına yanlamasına yatmıştı. Kaderine razı olmuş bir hali vardı. Beyaz üstüne kara çiçekli, bir yazma yorgan altındaydı. Küçük tepecekleri kitaptı, üç taraftı. Sigarasını, Kulüp sigarasını yedeklemiş. İlaç doluydu masanın üzeri. Elini tuttuğum zaman irkildim. Müthiş bir sıcaklık vardı.’Ya işte Fikret Bey, bu sefer yolcuyum…’,’Aman Nurullah Bey, ne biçim söz bu? Alt tarafı zatürree!’ ,’Yok, yok bu sefer yolcuyum, kurtulamayacağım.’

   Sık sık kucağımdaki fotoğraf makinesine bakıyordu. Çekeceksen çek, der gibiydi…”

   Fikret Otyam fotoğraf çekmeyi o kadar sevdiği halde, o ânın fotoğrafını çekememişti. Öleceğine bu kadar inanmış bir insanın son görüntüleriyle yüzleşememek miydi? Yoksa derdine çare bulamamış olmanın derin hüznü, sanatının da önüne mi geçmişti? Bilinmez…

   Fikret Otyam, yutkunarak “ Geziden yeni döndüm” der ve Nurullah Ataç’ın odasından çıkar…”Özür diliyorum fotoğraf makinesi için. İkimiz de sezmiştik bunun son olduğunu. Gazetemdeki son yazısını okurken tamamlamıştım kendimi.”

  Velhasıl dostlar; Nurullah Ataç öldü… Tıpkı, Abidin’in, Haldun’un, Orhan Veli’nin, Sait Faik’in Nazım’ın, İlhan’ın, Sabahattin’in, ölümleri ve öldükten sonra dirilişleri gibi bir ölümdü onunki…

 Güven SERİN 










24 Aralık 2019 Salı

GANOSLAR-IŞIKLAR DAĞLARINDA OLMANIN AYRICALIĞI


Kamera  ; Güven  Ganoslar-Işıklar Dağları



Kamera; Güven   Ganoslar



Kamera; Bülent Özkan Öğretmen ile
lodosun türküsünü dinlerken..



Kamera; Güven Yunus Usta
Manca hazırlığında


Kamera; Güven

Yunus Usta'nın kendi elleriyle yaptığı kırevi,
Lokman Bey ile birlikte...



Kamera; Güven   

Gezi grubumuzun hüzünlü şövalyesi;Bülent
                   
GANOSLAR-IŞIKLAR DAĞLARINDA OLMANIN AYRICALIĞI


   Coğrafi üstünlüğü bu kadar üst seviyelerde olup da TURİZM fakiri olmanın tarafında olmanın derin hüznüyle başlıyorum yazıma.

   Ege iklim özelliklerinden Karadeniz kıyısına; Istranca-Yıldız Dağları, İğneada Longoz ormanlarına kadar uzanan şehrin insanı olarak; doğamızın, kültürümüzün, coğrafi üstünlüğümüzün farkına varamadan evlerimize, işyerlerimize hapsolmuş hayatların tarafında ömrün sonunu bekleyip duruyoruz…

   Şairin seslenişinde ki gibi nasıl “Her şey yapılabilir bir beyaz kâğıda/Uçak örneğin, uçurtma mesela…” Diye devam eden uçsuz bucaksız düşlerin yaşama verdiği enerji; bizim doğamızda; Tekirdağ’ın ormanlarında, dağlarında; kırlarında ve insanında fazlasıyla vardı… Vardı diyorum; boşaltılan köylerimiz artık insana hasret… Artık marifete hasret…

   15 yıl önce başlayan Ganoslar-Işıklar Dağlarının sınanması ve kabul töreninin yapılmasıyla başlayan yolculuğumuz; Yunus Usta’nın büyük ve fedakâr katkılarıyla devam ediyor. Birçok gezi grubuna katıldım. İzmir dağları ve vadilerinde yürüdüm. Antalya’nın kanyonlarında, yüksek dağlarında onlarca kişiyle yürüdüğüm gibi, bir başıma yürüyüşler de yaptım. Ortaya çıkan sonuç; doğanın beslenmesine, doğal olana her daim muhtaç olduğumuzu görüp anlamak oldu…

   Ganoslar-Işıklar bölgesi; Kumbağ’dan başlayıp Gelibolu Bölgesine kadar inanılmaz manzaralara sahip, sıra dışı düşlerin ve dokunuşlarını hissedeceğiniz peri kızlarının, tanrı ve tanrıçaların da yaşadığı bölgedir. Güneşi, denizin üzerinden dağlara vuran ışıklarını, vadiler ve tepelerle oynadığı oyunları seyrederken, başka bir gezegende olduğunuzu hissetmeniz çok doğal…

   Kumbağ’dan tırmanmaya başladığınız an, çam, toprak, baharat kokularıyla soluklandık. Eğer, koşullu değil de sevgiyle çıkılan bir yolculuk hikâyesiyse sizinkisin; iyi bir doktorun, doğru tespitiyle bulanacağınız bir şifanın da sahibi olursunuz.

   Rahmet ile andığım Aziz Öğretmen’de yaşadığım, mutlu olup sağlıklı zamanlarında bizlerle Ganoslar-Işıklar bölgesinin güzelliklerini paylaştı. Kim bilir kaç kez kollarını açarak; minnet duygularını rüzgâr ile birlikte almış olduğu doğaya savurdu. Tamer Kaptan’da bizlerle bu dağların tepelerinde, eteklerinde yürüyüp, düşler ormanlarından geçti.

   Sadece mağaralarıyla milyonlarca turist çeken ülkeler var. Müzeye dönüştürülmüş hapishaneleri, tarihi fenerleriyle de turizmi canlandıran şehirlerimiz, ülkeler var. Sıra Tekirdağ'a gelince; bir sessizlik yaşanıyor. Sanki buranın İl Kültür Turizm Müdürlüğünün ellerini kollarını bağlamışlar! Sanki buranın aydınlarını karanlık hapishanelere tıkmışlar da öncü olarak kimsenin sesi duyulmuyor…

  Yamaç paraşütüyle canlanan Yeniköy-Uçmakdere bölgesi yöneticilerimizin, yatırımcılarımızın gerçek anlayışı, istikrarı ile bir türlü buluşmadı; buluşamadı. Oraya gelen insanlar, bu eşsiz doğaya çöplerini bırakıp, anıları, manzaraları, düşleri çalıp gitmelerinden başka bir şey yaşanmıyor…

   Gezi grubumuzun gönüllüleri; Yunus Usta ve Bülent Yorulmaz’ın fikrini aldıktan sonra gündüz kamp yolculuğumuz başladı. Lokman Bey ve Özkan Öğretmen’e yapmış olduğumuz “Katılma” teklifini olumlu karşılamaları sayesinde gezimiz beş kişiyle başladı.

  Gezi fikri, yaşadığımız yerde her zaman zahmetli bir duyurudur. Hazırlık yapmak, erken kalkmak ve bir fikri onaylayıp yolculuğa çıkma kararı başlı başına insanın zaferidir. Her gezi, kendi koşulsuz sevgisiyle başladığı vakit, maceradan öte bir okula, yaşam ile ölüm arasında ki o değerli zarif çizgiye; heyecanlı, eğlenceli zamanlara dönüşür.

  Yeniköy-Uçmakdere arası, bir yarımada gibi kıvrılarak içerilerden denize doğru sokulan yerlerde, çok az insanın bilip geçtiği yere pek zorlanmadan, ama çok dikkatli bir şekilde geçtik. Genelde yöre çobanlarının ve ekstrem yürüyüşçülerin geçeceği yerde; gündüz kampı için her şey var… Burada kendinizi doğanın kalbinde hissedersiniz…

  Gözünüz doymak biliyorsa, yaşamın sınırlarını, düşlerin sınırsızlığını bir parça anlıyorsanız; Ganoslar-Işıklar tam sizin için bir yer. Kamp ateşi için kuru odunlar toplandı. Kumbağ’da yapmış olduğumuz sabah kahvaltısı, öğlen için hazırlanacak kamp ateşi ve manzara sofrası için daha zaman vardı. Kuytu köşeleri, pırnalları ve meşeleri olan yer; insanın kendisiyle baş başa kalması için yeterli bir şifahane gibiydi…

  Bir süreliğine, herkesin kendisiyle baş başa kalıp, bir yerde kendisini doğa ile daha içten ve samimi olmak adına hepimiz ayrı yönlere dağıldık. Bülent, manzaranın fotoğrafını çekerken aynı zamanda lodos’un uğultusunu da filme almış. Özkan Öğretmen, yine yöremizin insanlarının emeğiyle yapılmış şarabından ilk yudumlarını almış, bulunduğu yerin güneş, rüzgâr ve insanla buluşmasının şiirini yazıyordu. Lokman Bey, kendi köşesinde, üç yüz metre aşağıda olan denize, karşıdaki Marmara Adası’na, kargaşadan uzaklığın getirdiği içsel onarıma sığınmıştı. Yunus Usta, her zaman olduğu gibi; marifetlerini çok yönlü bir şekilde ortaya koymakla meşgul; eski çoban kulübesinden kalan tahtalar ile yapmış olduğu ahşap masa; manzara yemeği için; hemen kamp ateşinin yanı başında inşa edilmişti bile.

  Yunus Usta’nın senaryosuyla Bülent Yorulmaz Papaz Andre rolünde küçük bir görüntüleme çekimi, daha sonra rap müziği eşliğinde küçük bir dans gösterisinin video çekimi, Yunus Ustanın köz üzerinde pişirdiği; patlıcan, biberlerle, sarımsak, yağ, sirkenin de eklenmesiyle ortaya çıkan yemeğin tadını ve oluşumu anlatan video çekimi gerçekleştirildi.

  Kendimize ayırdığımız altı saat, Ganoslar-Işıklar Dağlarının sofrasıyla bir arada olmanın şenliği her yolculuğun hasret içinde geri dönüşünde, her hastanın iyileştikten sonra sağlığa koşusunun müjdesini veriyordu ruhlarımızdan bedenlere geçen daha bir insan hallerimiz.

  Gelirken sabah kahvaltısı Kumbağ, dönerken ise dönüş kahvelerimiz Naip’de tanıdıklara ve tanımadıklarımıza selamla birleşip bir yaşayan hatıranın daha resmini yapmış olmanın sanatçı hisleriyle şehrimize geri döndük…

  
 Güven Serin 
 



 















21 Aralık 2019 Cumartesi

BEN SUAT DERVİŞ




                                   BEN, YAZAR SUAT DERVİŞİM

   Ülkemizin kabuk-rejim değiştirmiş Cumhuriyet’in ve demokrasinin doğum sancıları içinde var olmaya çalışan aydın bir kadının hikâyesidir; Suat Derviş’in hikâyesi…

   Onu anlatan hikâye şöyle Başlar ve biter; “ Yaşama ağzında altın kaşıkla merhaba dedi. Son nefesini yoksulluk içinde verirken, üzerinde saraylı annesinin hediyesi ipek sabahlık örtülüydü.”

  Her ne kadar öldüğünde TKP Genel Sekreteri Reşat Fuat Baraner’in eşi olarak bilinse de, kedi içinde öz iradesiyle baştan beri emeğin, emekçinin yanında yer almış önemli bir yazar-aydındır. Bu ülke, kendi demokrasisini oturtayım derken, canına okuduğu aydınlarımızdan birisidir Suat Derviş…

  Nazım Hikmet’in belki de baş eğdiremediği tek kadındır Suat Derviş. Nazım boyun eğdiremediği gönül verdiği kadına şiiriyle seslenir; “ Ağlasa da gizliyor gözlerinin/B:ir kere eğdiremedim bu kadının başını.” Başlı başına bir ömre sığacak başkaldırı ve sanatçı duyarlılığını anlatır Suat Derviş’in huzurunda…

   İdealist aydınlar zor olanı seçer. Kaybedeceğini bilerek bir çiçek gibi sonbahar zamanı savurun bütün tohumlarını. Bir çiçek, bir ağaç nasıl biliyorsa rüzgârın savurduğu tohumların toprağa düşünce tekrar yaşam açacağını, idealist aydınlar da öyle savurun bir sonbahar vakti tohumlarını; bir gün toprağa düşen tohumlardan birkaçının yeşereceğini, güneşle birlikte tekrar yaşamın içindeki o değerli süreci izleyeceğine yazgılı ve inançlıdırlar.

  Günümüzde yaşanan “Kadın Cinayetleri” devam ederken, bir kadının yolculuğunun öyküsünün başı dik kahramanıdır Suat Derviş. Bir gün, yolunuz İstiklal Caddesine düşerse Suriye pasajının yanında durunuz. Başınızı yukarıya doğru kaldırınız. Burada son günlerini viran bir dairede yaşayan görme zorluğu içinde şeker hastalığıyla boğuşan ve yetim maaşıyla kıt kanaat geçinen sanatçıyı; Suat Derviş’i hatırlayınız…

   İstanbul gibi şehirlerin şanlı gizemleri sadece coğrafyasından kaynaklanmaz. Boğazın güzelliği, iki kıtanın birbirine kavuşma arzusu yetmez İstanbul gibi efsane şehri anlatmaya. Bu şehrin öz evlatlarıdır onun koynuna sığınmış sanatçılar. Onların şiirleri, öyküleri, romanları maya çalar şehrin şehir olmasını tamamlar İstanbul…

  Sait Faik dokunmasaydı öyküleri, şiirleriyle Burgazada eksik kalırdı. Haldun Taner geçmeseydi Kadıköy’den eksik kalırdı. Dokunmasaydı Moda’nın sokaklarına Barış Manço, öksüz kalırdı. Çıkmasaydı “Kuş Yuvası” dediği Aşiyan tepesine Fikret, anlamsız kalırdı. Orhan Veli yaşamasaydı İstanbul’da, bir ses, bir soluk olmazdı İstanbul; gözlerimiz kapalı dinleyemezdik yeterince…

   İstanbul’un henüz kaybolmamıştı erguvanları ve sümbülleri. Bozacıların gece çökünce sokağa çıkıp “Bozaaaa” geldi diyen bağırışları “İnsan” kokardı henüz… Demokrasi doğum sancıları çekerken, kuşkular paranoya korkusuna dönüşmüş, yemiş, tüketmiştir aydınlarını dönemin kör, sağır idarecileri…

  Gücü elinde tutan halkı kandırmak için ses çıkartan, uyaran aydınlarına her türlü zorluğu çıkartan günün idarecileri, aydınlarını sürgün etmiş, yaşam çileleriyle baş başa bırakmak için her türlü hileyi, baskıyı bir meziyet gibi öne sürmüştür.

  Nazım Hikmet de sürgünde yaşayan ve ölen aydınlarımızdan birisidir. Bir şiirinde şöyle seslenir;

“Kapıları çalan benim
Kapıları birer birer…
Gözünüze görünmem
Göze görünmez ölüler.”

Ve bir başka şiiri Saman Sarısı devam eder uzun uzadıya derin mısralarıyla;

“ Vakıt hızla ilerliyordu, yaklaşıyordu gece yarılarına.
Yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığımız yoktu.

İki şey var ancak ölümle unutulur,
Anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü!

Ölüler bir SS mangası da olsa ölüler öldürmez.
Ölüler dirilerek öldürür, kurt olup elmanın içine girerek.”

  Suriye Pasajında hastalık, yoksullukla boğuşan Suat Derviş sanırsınız ki acıklı bir halde ve boyun eğmiş SS mangası öfkesini taşıyan dirilere. Katiyen eğmemiştir sanata yazgılı kalbinin, iradesinin asil boynunu; söylemiştir bir fısıltıyla; “İpek sabahlığı üzerime örtün” sözlerinden sonra o anlamlı sözü, dik duruşun aydın kadını anlatan kelimeleri;

“ Ben Suat Derviş, kimsenin karısı olarak anılamam; yâd edilemem…”


Güven SERİN 
 

 


17 Aralık 2019 Salı

AĞLATAN BAĞIŞ






                                           AĞLATAN BAĞIŞ


  Bitmeyen vahşet ve vahşetin ayak seslerini duyan insan çığlıkları… Kim bilir kaç kez adaletten yardım isteyen genç kızların, annelerin sırayla ölüm haberlerini duyuyoruz; ülkece…

    Her dinleyen, her vahşet kendi tepkisini yaratırken bile, apartmanların, sokakların ve hasta ruhların sessiz kuytu köşelerinde bir başka vahşet hazırlıkları yapılıyor…

   Ülkemiz, şehirlerimiz büyüyor, gelişiyor derken; araç ve apartman sayılarıyla birlikte ÜRKÜNTÜ haberleri de artmaya devam ediyor. Bir taraftan trafik cinayetleri, kuralsızlığın verdiği genç ölümler; diğer taraftan akıl almaz kadın ölümleri…

   Küçükçekmece Sefaköy’de yaşanan trafik kazası-cinayeti sonucunda ağır yaralandıktan sonra ölen,19 yaşındaki üniversite öğrencisi Begüm Kartal’da bu cehaletin, sefaletin kurbanlarından birisi…

   İbretsel ölümler, bunca insanı uyandırmaya yetmiyor; yetemiyor… İnsanın aklını zorlayan şey; daha ne kadar, kaç kişi ölmeli? Diye sorduğu soruya cevap alamayışımızın çöküntüsü kor olup aklımızı, ruhumuzu dağlıyor.

  Begüm Kartal’ın anne ve babası, kızlarının ölüm haberiyle yüzleşir yüzleşmez bir odaya çekilip, kızlarının organlarını bağışlamak hakkında düşünürler. Begüm, sağlığında her daim insancıl ilişkiler peşinde koşan bir kızdır. Bu sebepten dolayı on binlerce organ bekleyen hastaların umudu olması adına anne ve baba Begüm’ün organlarını bağışlamak için yetkili memurun yanına gittiler.

  İşte tam da burada, gözyaşı, insan denen canlının muazzam güzelliğiyle birleşiyor; Begüm’ün anne ve babası bağış için başvurdukları sırada bir şey öğreniyorlar; Begüm, organlarını çoktan bağışlamış…

   19 yaşında sönen nice hayatın bir parçasıdır Begüm Kartal. Üniversite öğrencisi ve insancıl mücadelesiyle tanınıyor. Kendi ölümünden çok önce bağışlamış olduğu organları şimdi dört insanda; dört Begüm’de yaşıyor…
                                                                                                                                   
  Burada, edebi dünyanın başka insancıl dehası devreye giriyor; Balzac;

 “ Bir ruhtan fışkıran bir sesi beklerken, kayalıkların arasında, kanatlarını açarken,’Başaracaksın!’ diye haykıran bir melek…”

  Acaba, uygar olmayı, insan öldürmenin vahşetini, barbarlığını, kavgalarla, yüce saldırılarla hiçbir uygarlığın yüce ve huzurlu bir yaşam yakalamadığını öğrenebilecek miyiz? Bunca cinayetin kusurları, bilimin yardımıyla, güvenlik kuvvetleri ve sağlık kuruluşlarımızın çabalarıyla önlenebilecek mi? Böyle bir irade-bilinç var mı bu eşsiz ülkenin kaderinde…



Güven SERİN 

12 Aralık 2019 Perşembe

İNGİLİZ ŞİİRİNİN BABASI: GEOFFREY CHAUCER






                     İNGİLİZ ŞİİRİNİN BABASI:GEOFFREY CHUAUCER

 

   Onun için “ İngiliz şiirinin, İngilizcenin saygıdeğer babası” diyorlar. Yazmış olduğu şiirler ve öykülerle günümüzden 600 yıl öteye uzansa bile, birçok edebi eserde karşıma çıkan “ İngiliz şiirinin babası” Geoffrey Chaucer’den başkası değildir.

  O’nun başarılı çalışmaları daha sağlığında anlaşılmış, değerlendirilip gereken saygı gösterilmiştir. Sırf bu yüzden öldüğünde mezarı Manastır’a gömüldü. Büyük bir şair olduğu ve kralın takdirini kazandığı için orada gömülmüştü.

  Edebi dünya, toplumların gelişimi gibi birbirinden etkilenerek yücelir ve yükselir. Her şairini, yazarın öncesi; etkilendi başka yazarlar ve şairler vardır. Tıpkı bugünün dünyasında hemen her kitapta karşıma çıkan Canterbury Hikâyeleri ve o öykülerden birisi olan “Baht’lı Kadın” yıllardır mitolojik öyküler gibi, uzayın uçsuz bucaksız köşelerinden seslenir gibi seslendiler.

  En sonunda bu değerli şairin ve yazarın büyük eserine kavuştum. Edebi dünyanın uzay genişliğinde olduğunu düşünürseniz; tıpkı galaksilerde olan milyarlarca yıldız gibi yıldızların, gezegenlerin olması da kaçınılmazdır. Peşinde koştuğunuz şey; daha farklı, daha gizemli, daha üretkenlik içeriyorsa; doymak bilmez bir açlığın pençesine düşmüş gibi edebi yolculuğunuz hiç bitmez…

  İşte bu yüzden, Canterbury Hikâyelerini okumam gerektiğini düşündüm. Yıllardır farklı eserlerde Canterbury Hikâyelerinden söz edilişi ve İngiliz edebiyatının en büyük şairlerinden birisi kabul edilen bir insanın; eşsiz insanlık hizmeti… Böyle kitaplar elinize geçtiği an okumak için can atsanız bile, bitirmemek için ağırlaşmayı evrensel bir duraklama içinde yörüngeye girip, için için yanan edebi ateşinizle yüzleşmek istersiniz.

   Bu hikâyeler her ne kadar Ortaçağ anlayışına dayanıyorsa da, daha yeni başladığım, ikinci hikâyede; yüzyıllar arası geçiş hakkını kazandım. Günümüzden 2800 yıl öteye; Trakya Kralı Lykurgos zamanına ulaştım.

  Hikâyenin içinde “Trakya” nın isminin bile geçmesi Trakya dünyasında doğup serpilen bir yazı insanı için ayrı bir hazine keşfidir. Esas, özlü bilginin kırıntılar şeklinde biriktirdiğini edebi dünyamın kırkıncı yılında öğrenmiş bulunuyorum.

  Trakya Kralı Lykurgos’u öyle bir betimlemiş ki, sanki dün yanından ayrılmış öyle;

 “ Trakya Kralı Lykurgos kara sakalı, parlak gözleri çakmak çakmaktır. Kaşları gür ve kalın, yarı aslana, hatta efsanevi bir canavara benziyor. Bacakları kalın ve kaslı, omuzları geniş, kolları uzundu. Ülkesi; Trakya’da adet olduğu üzere apak dört boğanın çektiği altın bir savaş arabasına biniyordu. Zırhı güneşte altın gibi parlıyordu. Kuzgun tüyleri kadar kara ve parlak uzun saçlarını geriye doğru taramıştı. Başına kolum kadar kalın taç takmıştı. Bu taç, değerli taşlar, yakutlar ve elmaslarla süslenmişti ve muazzam bir ağırlıktaydı. Arabasının yanında yirmiden fazla beyaz kurt köpeği koşuyordu. Öküz büyüklüğünde aslan ve erkek geyik avlamakta kullanılan hayvanlardı. Her birine burunluk takılmıştı, tasmaları da altındandı. Kafilesinde tepeden tırnağa silahlı, cesur yürekli, koç gibi yüz şövalyesi vardı. Lykurgos böyle ilerliyordu işte.

   Doru bir ata binmişti, asil hayvanın çelik koşum takımları vardı. Tuhaf desenlerle işlenmiş altın rengi bir kumaşla örtülmüştü.”

  Trakya Kralı Lykurgos bu hazırlıkları o günün bir başka efsanesinin yanında savaşa girmek için hazırlık yapıyorlardı. Atina’nın efsanevi savaşçısı Tehseus’dur bu kişi. Yanında güçlü atlara binmiş üç kahraman vardı Tehseus’un. Birincisi kalkanı, ikincisi mızrağı, üçüncüsü ise elinde saf altından yapılma bir Türk yayı tutmaktaydı.

  Dikkat ederseniz içinde geçen “ Türk yayı” sözcüğü beni heyecanlandırdığı gibi sizi de heyecanlandırmış olmalı. Atalarımızın geçmişi, yaslanmış oldukları kültürlerin izleri; bugünün dağınık, bezgin yapıda oluşundan çok öte, zanaate ve sanata, aynı zamanda mitolojik öykülere;2800 yıl önce bile tat verdikleri hiç şüphesiz zengin geçmişimizi ve yaşama biçimlerini de gözler önüne seriyor.

  İngiliz şiirinin ve dilinin babası Geoffrey Chaucer, kendi diline zenginlik katarken, dünya edebiyatına da ayrıcalıklı bir yerde olma hakkını ve ödülünü de almayı hak etmiş bir yüceliğe ulaşmıştır.

  Edebi parçaları sabırla, dikkatle biriktirirseniz, en küçük parçanın eninde sonunda değerli bir esere dönüşeceği kaçınılmaz bir hediye, evrimin şaşmaz bir gizemli ödülüne hak kazanırsınız. Mezarınızın soyluların yattığı yerde olmasından öte, çok ötelere ulaşan bir ruh zenginliği içinde, tüm zamanların tahtına kurulmuş bir halde neşe içinde evrenin boşluğunda dolaşır durursunuz…

 
Güven SERİN 

9 Aralık 2019 Pazartesi

VAKTİM OLSAYDI...






                                                    VAKTİM OLSAYDI!


  Keşke, sözcüğünün pişmanlığı “Vaktim olsaydı…” iç çekişinin acısı kadar büyüktür. Ölüm döşeğindeki insanların bazılarıyla yapılan son nefesten önceki bilimsel çalışmalarda “Dünyaya bir daha sağlıklı bir şekilde gelseniz ne yapardınız?” Sorusuna, ölüm döşeğinin saygın insancıkları şu yanıtları vermiş; “ Daha fazla seyahat ederdik… Daha fazla hoşgörülü olurduk… Kırılan, dökülenler ile fazla uğraşmazdık…”

   W.Shakespeare’nin (Şekspir’in) büyük yapıtı Hamlet’in ölmeden önceki yüce dileğinde, korkudan çok edebi bir saygınlık içerisindeki seslenişi şöyle devam eder;

“ Ölüyorum Horatio” Sadık dostu Horatio,Hamlet’i o halde izlerken,ölümü düşündüğü zehrin kalan kısmını içmek istediği de çektiği dost acısından bellidir.

  “ Vaktim olsaydı… Ama bu ölüm jandarma gibi yakaladı mı bırakmıyor insanı…” Yiğit Hamlet ölmeden önce en yüce dileği bir parça VAKİT” Ortalama bir insan ömründe olan bolca şey vakit değil midir? Yaklaşık 26 Bin gün ve geceye sahibiz… Doğumumuzdan başlayan bu vakit nasıl değerlendiriliyor?

  Yarısı uykuda, yarısı dünyayı, çevremizi algılayacağız derken, geçen kaprislerin kelepçelerinden…

  Vaktim olsaydı eğer;33 yaşında ölen kardeşimin gözlerinden daha fazla öperdim… Eğer vaktim olsaydı;58 yaşında ölen babamın doymadığım sesine daha fazla sarılırdım… Vaktim olsaydı; şefkatinden ağır bir yük, soylu bir alınganlık yaşadığım ninemi, küçükken beni sırtında taşıdığı gibi birkaç dakikalığına onu güldürmek için taşırdım…

  Eğer, biraz daha vaktim olsaydı; 61 yaşında ölen dedemin kemikli sırtını, ağrıyan, sızlayan bedenini biraz daha ovalardım, güçsüz, minik ellerimin gelişmemiş kaslarını daha çok çalıştırırdım…

  Vaktim olsaydı eğer; dünya ve ülkemizin klasikleri olmuş kitaplarını, yazarlarını, şairlerini başköşede tutmaktan öte onların ruhlarıyla her daim sohbete hazırlık yapar, çalışma masamda onlarla sohbetin en koyu olanlarına girişirdim…

   Vaktim olsaydı eğer; kütüphaneler-imde beni bekleyen kitapları, henüz okumadığım kitapları dahi iki kez okuyup, küçücük kırıntıları olan kültürleri, hümanizma adına genlerime akışını, Meriç ırmağını izlediği gibi izler, beden hücrelerimin salsa yapan dansçının dansını hissederek, flütlerin, davulların sesleriyle şenlenirdim…

  Vaktim olsaydı; seyahatlerin çok uzaklara gitmek değil, en yakınımızdaki uzağa ulaşmak ister, her gün gelip geçtiğimiz caddelerde, sokaklarda, parklarda yaşayan ağaçların, kuşların farkına varıp, onların öykülerini dinlerdim…

  Vaktim olsaydı; sapanla yiğit bir avcı gibi öldürdüğüm serçelerin ruhlarından tek tek özür diler, öldürmenin affı olmayacağını bilerek, acılı bir avcı, ıslah olmaz bir vicdanın inlemesini duyar, gafletin içinde yüzen ilkel sevinçlerimizin erdem-sizliğine yanardım…
                                                                                          
  Vaktim olsaydı eğer; polemiklerle (Dalaşmalarla-Söz kavgaları) geçecek bir dakika dahi olmadığını yaşarken anlatmak, anlatırken yaşamak isterdim…

  Hamlet ölmek üzeredir. Kötülüğün kahramanları başarıya ulaşmış iki yiğit insanı zehirleyerek ölüm uykusuna göndermişlerdir. Hamlet’in son sözlerine söyleme zamanı, edebi ve sosyoloji adına paha biçilmez bir şeydir;

  “ Ölüyorum Horatio… Bakın şafak alaca etekleriyle yürüyor… Vaktim olsaydı…”


Güven SERİN  


6 Aralık 2019 Cuma

RUHUMUZA AİT KATLAR ve KATMANLAR



                          

RUHUMUZA AİT KATLAR ve KATMANLAR




     İster yaşam koçlarına gidip danışın, isterseniz yaşam tecrübesi olanları dinleyiniz! Hepsinin ortak noktası; zamanla kavga etmeden; “Ânı yaşa!” kavramı üzerine… Nasıl olacak? Derseniz, ona hizmet etmemişseniz; yani; kendi katlarınızı ve katmanlarımıza çok uzak ve zor bir şey olduğunu ifade etmek isterim…

  Sözüm, meclisten dışa, bilgiçlikten çok öte olan bir şey… Çok taze öğrendiklerim, şahit olduklarım siz değerli okuyucunun hizmetinde. Yakından tanıdığım üç insan; üçü de ciddi hastalıklarla uğraşıyorlar. Üçünün de yaşları çok genç denecek vaziyette; yani orta yaşın başları… Gelinen noktada;”Bizler gezemedik, seyahat edemedik ama siz, muhakkak bunu yapın!” İnsanın içini değerli bir hüzün kaplıyor. Bu zamana kadar niçin bekledin? Kim engelledi?

   Düğünleri, nişanları harç borç yapan, kendini yedi sülalesine adayan toplumumuzun kendi iyiliği, esenliği için ayıracağı zaman ve paralar; lüks sayılıyor… Toplumsal kaygılar, çekinceler ve geçmişin genetiğe sızmış korkuları; “Artarsa işten değil dişten artar; sık dişini…”

   Tanıdığım iki iş insanı; ikisinin de büyük pahallı villaları var. Farklı zamanlarda her iki kişiden aynı şikâyeti dinledim; “ Şimdiki aklım olsaydı, üç kat değil de tek kat yaptırırdım.” Niçin? “Bakamıyoruz kardeşim. Çocuklar torunlar pek gelmiyor. Gelseler de sadece yaz günleri oda kırda (dışarıda)geçiyor zaman.”

  Komşu, akraba, arkadaş büyük yaptı diye; kocaman villalar; dağ evi veya kır evi şeklinde yapılıyor. Büyük emekler ve harcamaların karşılığında. Fazla değil;15–20 yıl geçtiğinde büyük pişmanlık; “Keşke!”

  Bütün bunları işleyecek edebi dünya, sosyal dünya; kısacası yazılı ve görsel basın yeterli olmadığı için; neredeyse ülke insanının büyük çoğunluğu; kayıp uygarlıklar gibi kayıp yaşıyor… Kimi oğluna, kimi kızına, kimi torunlarına “Kurban” vaziyette… Hâlbuki hazıra dağların dayanmadığı gibi, şımarmış insanın en tehlikeli canlıya dönüştüğünü tüm dünya biliyor. Ama! Amalar…

  Fırsatını bulan, katlarını çıkıyor. Üstelik kaçak da olsa, yasal da olsa; mülkiyet sevdasını enine, boyuna çoğalarak yapmak istiyor. Ya sonrası? İnsan ömrünün kısalığı? Kendi ruhuna, bedenine harcanacak her türlü zaman veya emek lüks bir şeymiş gibi…

    Esas olan şey; kendi ruhumuzun, irademizin katları, katmanları değil mi? Bizi her vakit, her koşulda koruyacak yegâne şey; kendimize yaptığımız yatırımlar! Olaylar karşısında nasıl davranacağının en değerli öğretileri; edebi dünyanın, sanat alanlarının merkezindedir. Sadece, Shekespeare’nin Venedik Tacirinin tiyatrosunu izleyin birisi; cimriliği, hilebazlığı; ruhuyla yüzleşerek anlayacak belki de daha o akşam; kendisiyle barışıp Rönesans’ını yapacaktır. Balzac’ın Goriot Baba isimli romanını okuyacak olan birisinin babalık kavramı üzerinde alacağı tavır, kendine vereceği çeki düzen belki de olduğu gibi değişecektir…

  Uygar dünyanın bize sunduğunu kendi bilgi veya bilgisizliğimize göre işliyoruz. İşimize geldi mi şikâyet ediyoruz. Bize borç veren bankları suçluyoruz. Peki, ama kendi ruhumuzun katlarına ne zaman yatırım yaptık? Reddetme imkânı, değişik tercihler varken… Bizim; “Cahil” dediğimiz ninelerimiz, dedelerimiz niçin batmadı? Niçin kendilerini en zor şartlarda dahi yaşamda kalmaya mecbur kıldılar? Söyleyeyim; beklentileri, hayalleri o kadar sade ve anlaşılırdı ki; hiçbir zaman çizmeyi aşacak hayalperest yatırım ve isteklere özenmediler.

  Düşler, hayaller edebi dünyanın özüdür. İşi hayalperestliğe taşıdığımız an, pratik yaşamın altüst ediyoruz. Sonrası? Tam olarak durumu bile değerlendirmeden; bizden başkası; herkes suçlu oluyor… Ya biz? Katlarımız, katmanlarımız her daim aç ve açık-tayken; korumasız bırakılmışken; hiçbir çaba harcamayanların yaşamı; nitelikli ve huzurlu olabilir mi?


 Güven SERİN