31 Ağustos 2013 Cumartesi

UP OPEN - ABD AÇIK TENİS TURNUVASI


Tekirdağ Tenis Kortları 

Buda bizim Grand Slamımız :)) Bir kaktüs gibi
en küçük damlanın kıymeti biline! 

UP AÇIK-ABD AÇIK TENİS TURNUVASI

  Euro Sport Live televizyon kanalı sporun en coşkulu zamanlarını yaşıyor. Sezonun son Grant Slamı olan ABD Açık Tenis Turnuvası başlayalı dört gün oldu. Tenis dünyasının büyük isimleri orada;

  Nadal, Federer, Novak Djokovic, Victoria Azerenka, Andy Murray, David Ferrer, Williams, Radwanska ve daha birçok önemli oyuncu; kendilerine has renkli spor kıyafetleri, oyun tecrübeleri ile görsel bir şölene dönüşen ABD Açık Tenis Turnuvasında sporun esas kavgasının birbirine zarar vermeden de alkışı, övgüyü, takdiri alacağının gösterimini sunuyorlar.

 Siyasetçilerin o büyük ekonomistlerin, savaş çıkarcılarının insanı köleleştirdiği, inanılmaz yozlaştırdığı ve çığ gibi süren değişimlere yetişemeyen insanın en güzel dinlence ve kendine gelmeyi yine spor sayesinde yakalayacağına inanıyorum.

 Tenis seyircisi ne futbol, ne basketbol ne de boks seyircisi gibidir;  İyi vuruşları, güzel kurtarışları, insan enerjisinin bedene yansıyan üst hareketlerini her an alkışlamayı bilen, gerektiğinde büyük sessizliğe bürünüp sporun o muazzam labirentlerinde gezinen insanlar topluluğunu; mavi gök kubbenin altında görebilirsiniz.

 Grand Slam aynı zamanda dört büyük tenis turnuvasına verilen isimdir. İlki Avustralya’da Ocak ayı içinde sert zeminde yapılıyor. İkincisi, Fransa Açık Tenis Turnuvası toprak zeminde, üçüncü olan Wimbledon Tenis Turnuvası çim zeminde oynanıyor. ABD Açık ise normal kortlarda şimdi yapılıyor. Dokuz Eylüle kadar devam edecek muhteşem karşılaşmaları; bizleri renksizliğe, çaresizliğe ve miskinliğe iten siyaset dünyasının kısır kavgalarından biraz uzak olmak adına izlemenizi istiyorum. Hatta rica ediyorum…

  İnsan, harekete ve değişime muhtaç olan insan bazen değişimi ve hareketi seyirci koltuğunda otururken de yakalar. Belki de içine düştüğü boşluğu, insan denen canlının ritme, uyuma, disipline dönüşen spor gösterileriyle doldurup, renkten renge, hareketten harekete dönüşen sporculara içsel alkışlarını sunarak teşekkür eder.

 Ben öyle yapıyorum; sanata ve sanatçıya, bilime ve bilim insanına ettiğim dualar gibi, faydaya dönük, kavganın en zararsız olan tenisçilerine bu soylu kısır siyasi çekişmeler, insanları çaresiz bıraktıkları anlarda TEŞEKKÜR ediyorum.

 Güven Serin 

29 Ağustos 2013 Perşembe

KURTULUŞA GİDEN YOL


Pera Müzesi - İstanbul

Boş vermişlik, akıldan ve bilimden uzaklık köleliğe getirir insanı;
dünya üzerinde hiç bitmeyecek esarete...

KURTULUŞA GİDEN YOL

 Her var oluşun, yok oluşun olduğu gibi hikâyesi vardır. Var oluş hikâyeleri kadar yok oluşlarda önemlidir. Tarihin muazzam derinliğine gömülen uygarlıklar iyi anlaşılmak zorundadır.

 Büyük ihtişamla yükselmiş, yüzyıllarca devam etmiş Mısır Uygarlığı, Aztekler, Hititler, Sümerler, Asurlar, Likyalılar, Roma İmparatorluğu, Truva Uygarlığı, Osmanlı İmparatorluğu şimdi yoklar; tarihin derinliğinde var oluşa yardım için çığlık atıyorlar.

 Kurtuluş Savaşı, bir milletin yokluk ile varlık çizgisi arasındayken tekrar doğuş destanıdır. Nutuk defalarca okunmalı! O ince çizgi, insan denen iradenin, tecrübenin, felsefenin ve inanmışlığın büyük yolculuğu çok iyi anlaşılmalı.

 Uzak tarihleri damla damla araştıran batı, icatların da, yenilenmenin de patronu oluyor. Öncülüğü yapanlar, araştırmaya, insan beyninin özgürlüğüne önem vermiş ülkelerdir. İstanbul Arkeoloji Müzesi tarihe, batık medeniyetlere, yok oluşlara ayna tutacak muhteşem eserlerle dolu. Bu eserlerin başında; neredeyse bir ömür geçirmiş insanlara baktığınızda büyük çoğunluğu yabancılar; batının meraklı insanları.

  Şimdi, Zafer Bayramını tekrar anma zamanı. Sadece şiirler okuyarak, protokol denen yere oturup halkı ayakta bırakıp büyük eziyetler çektirerek değil; halkı da önemseyerek, halkın güzel sezgilerine onların sevgisini saygınlık içerisinde talep ederek.

 O büyük eserden küçük alıntılarla muhteşem zaferin tanıklığını yapmış Mustafa Kemal’den şu sözcükleri paylaşmak istiyorum;

Düşman devletleri Osmanlı devleti ve ülkesine nesnel ve tinsel yönlerden saldırıya geçmişler. Onu yok etmeye ve bölmeye karar vermişler. Padişah ve halife olan kişi, hayat ve rahatını kurtarabilecek çareden başka bir şey düşünmüyor, hükumet de aynı durumda. Farkında olmadığı halde başsız kalmış millet, karanlık ve belirsizlik içinde ne olacağını bekliyor. Felaketin korkunçluğunu ve ağırlığını anlamaya başlayanlar, bulundukları çevre ve hissedebildikleri etkilere göre kurtuluş çaresi saydıkları önlemlere başvuruyorlar… Ordu, adı var kendi yok durumda. Komutanlar ve subaylar, Genel Savaşın bunca güçlük ve sıkıntılarından yorgun, vatanın parçalanmakta olduğunu görmekle yürekleri kan ağlıyor, gözleri önünde derinleşen karanlık felaket uçurumu kenarında beyinleri çıkar yol, kurtuluş yolu aramakla meşgul…”

 Şimdi Kurtuluş Savaşını bile küçümseyip yok edip o inanmış kahraman insanların yaptıklarını yok sayacak bu güzel ülkeyi sanki gökten inmişçesine bedava bulduğumuzu düşünen insanlar var. Bu insanlar gafletin o büyük sarhoşluğu, kandırılmışlığı, safdilliği içerisinde okuyup, araştırmadıkları gibi; görürken görmez, duyarken duymaz olmuşlar.

 Son sözleri yine Mustafa Kemale; önünde ebediyete kadar saygı ile minnet ile durduğum insana bırakıyorum;

 “ Ulus ve ordu, padişah ve halifenin hainliğinden haberi olmadıkları gibi o makama ve makamda bulunana karşı yüzyılların kökleştirdiği din ve gelenek bağlarıyla uyumlu ve bağlı… Ulus ve ordu kurtuluş yolu düşünürken kuşaktan kuşağa geçen bu alışkanlıklarla kendinden önce yüce hilafet ve padişahsız kurtulmanın anlamını kavrama yeteneği yok… Bu inanca aykırı görüş ve düşünceleri açığa vuracakların vay haline. Hemen dinsiz, vatansız, hain ve istenmeyen kişi...”

 Bayramlarımıza dört elle sarılmanın yanında, beyinlerimizin her hücresine bilginin zerrelerini sunmak zorundayız. Yaşam, sadece yiyip, içmek, sevişmekten ibaret değildir. Yaşam, tarih, felsefe, sanat, müzik; her şey demek! Bütün bu her şey; vatan olunca anlam kazanır dostlar…

  Güven Serin
    

28 Ağustos 2013 Çarşamba

CANIM İSTİKRAR


Salvador Dali- İlahi Komedya - İstanbul

CANIM İSTİKRAR

  Uzun zamandır bu sorunun cevabını arıyorum. Bazı konularda (politik, sosyal ) ciddi fikir ayrılıkları içinde olduğum, can sıkıcı tartışmalara girdiğim arkadaşıma niye katlanıyorum? Akla yakın, felsefeme uygun, öteden beri inandığım cevaplarım var;

Renkleri seviyorum… Yüzeyden öte derinleri merak eden karakter yapım, faydaya dönük insanların daha fazla sabır ile dinlenip onlara saygı gösterilmesine inanmış olmam… Bütün bunlar hepsi mantıklı bir açıklamanın ürünleridir. Ama bir türlü tatmin olmuyordum. Sonra, aradığım o muhteşem cevabı buldum; İSTİKRAR!

 Arkadaşımı ne zaman aradıysam, özellikle ikimizin de severek yaptığı tabiat ile buluşmalar adına çıktığımız dere, tepe, dağ vadi yolculuklarına her an hazır olması, binlerce saate yayılan ve kaybolmuşluğumuzu satrancın akıl, düşünce dolu hamleleriyle kutsama törenlerine her aradığımda koşarak gelmesi; bir insanın önem ve değer verdiği konulara ne kadar sadık ve istikrarlı olduğunun da gerçeğidir…

 Bilim de aynı istikrarı sever. Felsefe de, sanatta… İnsanlığın nesilden nesle aktardığı türkülerde de, şarkılarda da, yemeklerinde, örgülerinde, nakışlarında da istikrar vardır…

 Bilim ve Sanayi ve Teknoloji Bakanı Nihat Ergün sanayiciyi eleştiriyor. Sebebi ise geçen yıl TÜBİTAK bütçesinden ARGE yapacak firmalara destek ayrılmış. Ayrılan bu desteğin bir bölümü iade ediliyor. Bunun üzerine Bakan Nihat Ergün;

“ Ya bilmiyor, ya nitelikle proje hazırlama eksiği var ya da başvurulmuyor. Bu fonları kullanacak üniversite, sanayici, işbirliği projesi arıyoruz.” Diyorlar.

  Yılda beş bin kişi öldüğü kazaları, çocuk yaşında evlendirilen kızları, doğuda bitmeyen o büyük sömürünün göçünü sorgulayıp akıl ile bilime, mühendisliğe teslim etmediğimiz gibi şimdi de “para var ama kullanan yok!” sitemlerini gökyüzüne haykırıyoruz. Neden? Niçin?

 Bakanın sitemine en güzel cevaplardan birisini Müfit Akyos veriyor;

“ Bütün ilginin ticarette, faizde, sıcak parada ‘yık-yap-sat ta’ HES’ler gibi faaliyetlere odaklanmış bir ülkede ARGE, teknoloji ve yenilikçi ürün geliştirme işi neden yapılsın ki? Hangi ortamda ARGE yapılır? Ancak doğru sorular sorulursa doğru yanıt bulunabilir.

 Makinenin bir ucundan parayı vereceksin, diğer ucundan ARGE çıkacak! Dünyada henüz böyle bir teknoloji gelişmedi. Hem ne kadar fonlanırsa fonlansın ARGE yapacaklar önce ‘huzur’ ister; düşünen, sorgulayan, eleştiren yaratıcı insanlarına saygı gösterilmesini ve değer verilmesini ister. Gazsız temiz bir hava ister.”

 Görünen o ki, arkadaşlıklar da, kurumlar, şirketler gibi akıl süzgecinden, yüksek insan bedeninden süzülen bin bir türle emeğin gözleminde ve desteğinde yücelir, devamlılık oluşturur.

 Geri kalmışlığı, büyük göçlerin korkunç acılarını, dramlarını ve bizi yok edecek yersiz, gereksiz tüketimleri sorgulamıyor oluşumuz, üretimin esas ve kalıcı olanına destek vermeyişimiz çok acı sonlara da tanıklık edeceğimizin habercisi gibi.

 En önemli stratejik teknolojiler, enerjiler, patentler dışa bağımlılığımızın görkemli gerçeği haline gelmiş durumda. Tıp ürünlerinden tutun da, elektrik, doğal gaz, savaş araçlarına kadar…

 Cumhuriyetin ana felsefesinde de istikrar vardı. O yüzden savaşımız biter bitmez, ekonomik, sosyal savaşı başlattı Mustafa Kemal. Hiç durmaksızın, bir dakika, ,bir saniye bile ziyan edilmeden, on beş yılda viran bir halden şahlanacak bir hale gelmenin yüksek atlayışı çok iyi bilinmeli.

 Güven Serin 

  

27 Ağustos 2013 Salı

YAVRU BAYKUŞLAR BEBEK GİBİ UYUYORLAR


Tüm çocuklar önce bebektir. Bebek olarak alırlar 
sevgiyi de sevgisizliği de. Belki de kaderin belirlendiği
seçeneklerin netleştiği zamanlar o zamanlardır;
merhamet,görgü,iletişim,anlayış,hoşgörü ve büyük
yaratıcının eklediği SEZGİ. 

YAVRU BAYKUŞ BEBEK GİBİ UYUYOR

  Bilim Teknoloji Kitabındaki haberin başlığı tam olarak bu şekildeydi; “ Yavru baykuş bebek gibi uyuyor” Bir de şirin mi şirin iki fotoğraf.

  Oysa bizler baykuşu pustalık çökmüş viran yerlere, lanetlenmiş ötüşürler; kısacası uğursuz bir hayvan olarak tanıdık. Yılanı, baykuşu, çakalı, eşeği hep insanların kendi uydurdukları yorumlara göre niteledik.

 Biraz kurnaz görünen insanları “tilki” ile evimizde yüzyıllardır beslediğimiz kediyi bile “nankörlük” ile suçlamanın asil seslenişlerini yaptık. En güvenilir dost köpeği sayarız değil mi? Çok hazin; o, güvenilir dostların sokaklarda nasıl can çekiştikleri, yaşam mücadeleleri verdikleri büyük çoğunluğun umurunda bile değil.

 Ya at, avrat ve silah üçlemesi için ne diyeceksiniz? Gururla söylediğimiz, bizi geçmişten bugüne bağlayan bir sesleniş değil mi? Peki ne oldu bu üçlü? Avrat’ın ne olduğu veya olmadığı bellidir. Meclisteki kadın sayısından tutun da, küçük yaşta evlendirme kutsallığı ile süslenen çocuk gelinlere, her gün öldürülenlere kadar; can çekişiyorlar.

 At ne oldu acaba? Yarış sahalarında, hipodromlarda iyi kazanç getirdiği için insandan bile daha değerli kılındı. Fakat geri kalanı neredeyse gözlerimizin önünde eziyetlerden en güzel eziyetleri beğeniyorlar. Roman vatandaşlarımızın elindeki atları ancak ölüm kurtarır. Büyük çoğunluğu eziyet çekiyor. Zavallı güzel, zarif hayvanlar…

 Küçük bebekler; yani yavru baykuşlar ne kadar da çok derdin haykırışım olduğunu anlatıyor. Sadece anlatıyor. Çevre duyarlılığı çok eksik ilerliyor. Çünkü daha bebek çağlarımızda bilinçaltına ekilecek büyük sevgi ve öğretiler ile güçlenirse olgunluk yaşlarında inanılmaz güzel görüntüler ve davranışlar çıkıyor ortaya.

 Yavru baykuşların uyurken bebeğe benzemesi, çocukluğumuzda uğursuz baykuş olarak söylenen seslenişlere inanmasam da inanır gibi yanmışlığımızın özrü adına beni daha da duyarlı bir iç çekiş yapmama neden oldu.

 Uyuyan yavru baykuşların bebeğe benzeme haberi şu şekilde devam ediyor;

“ Yumurtadan çıkan baykuş yavruları insan bebekleri gibi aynı motife göre uyuyorlar. Uyuyanların rüya gördükleri ve beyin etkinliğinin uyanıklık halindekine benzediği REM evresi yavru baykuşlarda da tıpkı yeni doğan bebeklerde olduğu gibi ağır basıyor. “

 Yavru baykuşların uyku düzeni bebeklere benzesin veya benzemesin, çok dikkatle baktığınız zaman yavru olarak doğan bütün canlılar, canımız ve cananımız kadar güzeldir. İçimizdeki merhametin, zarafetin, görgünün ve bilimin kırıntıları filiz, ağaç olmuşsa; doğa ve canlılar adına çok şey değişmeye başlıyor demektir.

 Değerli insanlar ve insancıklar; doğa ve diğer canlılar bizlerden çok önce buradaydılar. Asıl ev sahibi onlardır. Büyük apartmanlarla, yepyeni araçlarla övünme hakkınızı alkışlıyorum. Ama insanı insan yapan duyarlılığı da, merhameti de, ilimi de destekleyin; yoksa hiçliğin içinde hiç olurken kimse olmayacaktır yanımızda.

 Hep kurtarıcı bekleriz; yüksek kubbenin yükseklerinden. Bertolt Brecht ne güzel demiş;

 “ Yazıklar olsun kurtarıcı bekleyenlere!”

Güven Serin




  

26 Ağustos 2013 Pazartesi

İPEK KOZASI ve FETRET DÖNEMİ


Kamera; Güven SU PERİSİ- BERGAMA

İPEK KOZASI ve FETRET DÖNEMİ

  Birisi tabiatın mucizesi, değeri insanın yarattığı büyük kavganın eseri… Fetret, altı yüz yıl sürecek büyük imparatorluğun sonu olabilecekken belki de güçlenmenin, yenilenmenin de başlangıcı oluyor. Dağılma sürece, inanılmaz bir yükselişe geçiyor; 11 yıllık büyük kargaşa ve kavgalardan sonra…

 Duraklama, kargaşa, yanlışa düşme insanın günlük hayatında da sürüp gider. Doğru irdelemeyle, her kavga, irdeleme en büyük kargaşaların, kayıpların, kırgınlıkların ilacı gibidir. Yükselişe geçer insan; kaybedişin büyük acısını duyumsayarak…

 Çok yakın zaman önce iki insanın; bir kadın ile erkeğin ayrılığına tanık oldum. Oturduğum yer Kadıköy, boğaza bakan bir çay bahçesi. Yeşilliğin farklı tonları toprak kokusuyla döllenirken, boğazın akıntısı, geçen büyük tankerler ve yolcu taşıyan gururlu vapurlar, martı çığlıklarıyla güne karışıyordu.

  Kahvaltımı yeni bitirmiştim. Boğazı, Marmara ile birleştiği büyük açıklığı ve karşı kıyıları seyrediyordum. Topkapı, Muhteşem Ayasofya, Sultanahmet Camii, Yeni Camii, Galata Kulesi ve sağ tarafıma kalan Kız Kulesi; hepsi ayrı mimari ve hikayeler ile geçmişin bugüne olan köprüsü gibiler.

 Yan masama bir kadın ile erkek geldi. Yüzlerine bakınca, büyük bir kırgınlığın son buluşması olduğuna kanaat getirdim. Erkek, yer yarılsa yerin yedi katına girecek durumdaydı. Kadının kahve gözlerindeki öfke, büyük akıl irdelemeleriyle muhteşem prensiplerin inatçı kararlılığına bürünmüştü.

 Erkek kadına yalvarırcasına ve ben orada yok-muşçasına konuşmaya başladı;

Ey sevgili; bir kozaya, ipek kozasına dönüşmeye başladığımı hissediyorum. Duyduğun halde ses vermiyor, konuştuğun halde konuşmuyorsun! Hani, dut yiyen o küçük böceklere dönüşmenin telaşı ve sancısı içindeyim. Böceklerin önüne dut yapraklarını değil, bizim yaşanmışlıklarımızı, anılarımızı, sevgimizi atıyorum.

 Bu kozadan ya küçük bir kelebek çıkacak, çok kısa bir zamana adanmış, ya da köylü bir genç kızın ellerinden dökülecek sımsıcak bir suyla haşlanacak ipek… Belki bir tele dönüşeceğim; ipek teline, bir esere can verecek incecik, yumuşacık dokunanları mutlu edecek bir şeye…

 Erkek, sesindeki bitkinliğin son haliyle sesleniyordu kahve gözlü, siyah saçlı kadına. Sevgi dolu kadın, içindeki büyük sevgisini çok derinlere itmiş; belli… Kırgınlığı, kızgınlığa dönüşmüş;

 “ Beni kırmadan önce düşünecektin bunları; sonsuz kredin vardı. Ama hepsi bitti; anla artık. Kendine başka bir yön çiz lütfen! Bu ilişkiden hayır gelmez! Sürekli aklımda senin söylediğin yalan olacak. Ben varken başkalarıyla buluşmanı içimden atamayacağım.”

 Erkek, Kadının büyük suskunluğundan sonra gelen cümleler karşısında büyük piramit’in altında kalmışcasına ezilen ruhuyla birlikte dermansız bedeniyle dik durmaya çalışıyordu. Kadının ağzından çıkacak bir “af” sözcüğüne muhtaçlık içinde yalvarıyordu. Bir erkeğin pek görülmeyen yalvarışlarından…

  Sevmişlik böyle bir şey işte… En kalabalık mekanlarda bile etrafı görmezsiniz. En büyük sevdayı kaybetme zamanı içine düşmüş olduğunuz girdabı anlar çaresizliğin savaşını verirsiniz.

 Savaşlarda kararlılık, kızgınlık önemlidir. Öldürmeye, yok etmeye inanmışsanız ilk vuran siz olursunuz. Çaresizlik ve kararsızlık, şaşkınlık içindeki rakip, sele kapılmış hayvan gibi ürker; en dar olan geçidin toprak, kaya parçalarına tutunmak ister. Akıntının şiddetine içsel bir korku duyarak yalvarır; bağışla beni, der ölümün ıslaklığını hissederken üzerinde.

 Erkek ne söylediyse kadın o kadar kararlı ve kırgın aynı zamanda kızgın… Solon, çöken ve eriyen erkeği sevmiş olan kadının kızgınlığı bu sevgiyi perdelemiş belli.

 Erkek, Kadıköy çayhanesinde vapurların hiç durmadan gidip geldiği kıtalar arasında sevdanın çaresiz ölümünü yaşarken, o büyük olayı FETRET dönemini düşündüm. Osmanlı İmparatorluğu için belki de yok oluşun eşiğinde tekrar var oluşun; büyük kavga ve kargaşanın akıl, irade, tecrübe ile yenilip, yenilenmenin o büyük çıkışını düşünerek; kahve gözlü kadına seslenmek istedim;

 Af ola ey kadın; büyük yenilenmeler, büyük sevdalar aynı zamanda kayıplara, hatalara da muhtaçtır. Aynı zamanda şiirler, romanlar ve hikâyeler de muhtaçlık içindedir sevdanın sevgilisine…

 Güven Serin



23 Ağustos 2013 Cuma

TANRIM HAYAT MUAZZAM


Kamera; Güven  Bozcada

Bu kaleyi, Enez kalesini, Selçuk kalesini, Alanya kalesini;
sevmekten öte tüterek özlüyorum;ruhun bülbülün dağlarda
dolandığı gibi onların özlemiyle yanıyorum; tıpkı, sevgilinin
özlemiyle yananlar gibi...

TANRIM HAYAT MUAZZAM

“  Anılarımı eksik yaşamak yerine şiddet ve aşırılık konusunda hata yapmak isterim. Hüzünlerin, sevinçlerin besleyici olduğunu bilirim.

  Her şeyi yapmak istiyorum. Hazzı arıyorum; aklın, iradenin, hislerimin dokunduğu, kokladığı hazzı.

  Nelere inanıyorum; Özel hayata, kültürü desteklemeye, müziğe, Shakaspeare’e, eski binalara.

  Nelerden keyif alıyorum; Müzik, âşık olmak, çocuklar, uyumak.

  Kusurlarım; Hep geç kalmak, yalan söylemek, çok konuşmak, tembellik, hayır deme irade zayıflığı.

  Evlilikle kişiliğimi belli ölçüde yitirdim. Saygılarımı, ideallerimi suyun üstünde tutmak için mücadele ediyorum. Beyaz aklımı kitaplarla suluyorum. Onları duvar olarak da kabul ederim, geçip arkalarına saklanırım.

  Fikir sahibi olmaktan bıktım, konuşmaktan usandım.”

 Bütün bunları söyleyen, göklere değil de anılara döken ben değil Susan Sontag’dır. O bir kadın; arayışın, cesaretin, sonsuzluğu hissedip sonlu insanın hiç çekişini yapan bir kadın. Saygı duyulacak şey…

 Susan Sontag söylemekten öte yapacağı hataların bile o büyük insan medeniyetine taşıyacağı büyük sütunları düşünerek, mimari ve mühendisliği, güzel sanatları hayata bakış felsefesinde taşıyarak tutunuyor hayata.

 Ya ben; ben de bütün bunları yazmakta, sözcük arayan şair gibi keşfedilecek hislerin arınmış ruhlarına tutunmakta büyük heyecan duyup sarılmam, bunları paylaşmaktan hoşlanmam, yaşamı en zor anlarında, dibe vurmuş acıları yaşarken; küçük bir kelebek, yavru bir kuzu gibi kırları düşünüyor olmam ve değişimi hak edecek koşuşturmanın damlalarını içe süzen canlı değil miyim?

  Bu yüzden saf iyiliği, deneyimsiz doğruluğu istemeyerek, çocukça yalanların kötülüklerinde EN BÜYÜK acıyı çekiyorum.

  Kaç kişi Susan Sontag gibi olabilir? Bu cesareti, edebi sözcüklere ruh verip, yaşama hediye ederken kendi tanıklığını, çıraklığını yapabilir? Soruyorum kaç kişi?

 Sadece başımızı gömüp örtmemiş-iz; ruhlarınızda gömülmüş; düşünmekten, aramaktan, dokunmaktan, hata yapmaktan, güzeli kovalayan yalanlardan korkan ruhlarınız, bedenlerinizi zamansız solduruyor; sizler doğru şeyi suçlayacak kadar eğrilere bile tutunamamışsınız!

 Neşe ve hüznü bile tanımlamaktan yoksun, sürekli bir suç-suçlu arayan SİZLER, kurtarıcı aramakla en büyük UTANMAZLIĞI yapıyorsunuz.

 Hayatın akışına tutunan, tutunduğu yerden uzaklaşsa da döngünün getirdiği her yerde kök salıp bir mevsim daha yeşillenen, renklenen Susan Sontag; minnet ile selamlıyorum ruhunu.

 Kıyamet gibi yağan bilgi kirliliğinde, korkunç insan sürüsü bolluğunda edebiyatın, felsefenin yanında duran Ali Bulunmaz; teşekkürü borç biliyorum sana. 

 Güven Serin

22 Ağustos 2013 Perşembe

MELUN


Kamera; Aziz Öğretmen

 Yaşam dedikleri büyük tiyatro;sahne bir var bir yok;
kıt olan insan, bol olan sürüler ve kendini bulmaktan
korkan irade... Kuyruğu kıstırılmış bir hayvan gibi
dövünüyoruz; bize , bilinçaltımıza çakılan bir sürü
serseriliği "ahlak-gelenek" gibi taklit ederek azap 
çekiyoruz. 

MELUN

  Ülkemizde, son yıllarda bilime, müziğe, farklı düşünmeye ve eğlenceye “melun” sözcüğü gibi bakılmaya başlandı. Belki de bu çevreler hükumetin aldığı kararlar, atadığı insanlar sayesinde var olan kısılmış sesler, artık korkmadan haykırıyorlar;

Melun; Tanrı tarafından lanetlenmiş olan…

  Fazıl Say, dünya çapında alkışlar, takdirler alan sanatçımız iken, hükumet ona nasıl haddini bildireceğinin muhteşem planları peşinde. Zaten, son zamanlarda “had bildirmek-hesap sormak” modadan öte kültürleştirmek anlayışı içinde yol alıyor. Belki, kanunlaşır da…

  Zeynep Oral kendi köşesinde sanata ve sanatçıya verdiği desteği takdir ediyorum. Fazıl Say için yazmış olduğu, yaşamın içinden yaptığı alıntılar aklı ve vicdanı olan her insan için muhteşem derecede düşündürücüdür;

“ Akit gazetesinin tehditleri karşısında Fazıl Say ne mi yapıyor?

  Söyleyeyim; İki gün önce Bayreuth festivalinde resital. Festivalin Wagner’in 200. yıldönümü için ona sipariş verdiği eseri ilk kez çalıyor. Bestenin adı “ Nietzche and Wagner” …

  Bitmedi; Dün akşam Rheingau Müzik Festivali’nde (Almanya) resital veriyor ve Festival Ödülü’nü alıyor…

  Bitmedi; Ağustosun ilk haftası Menton Festivali’nde (Fransa) Stuttgart Oda Orkestrası’yla konser… Mozart 21. Konçerto ve kendi bestesi; “ Goethe – Divan Şarkıları”

  Kimse kendi kendini kandırmasın dostlarım; ihtiyaçlarımız karşılanırken batının en son buluşlarını en tutucular en önde sahiplenirken, batı tarzı müzikten eğlenceye, elbet bilime, düşünceye yönelirken ise neredeyse “melun” ilan ediliyorlar…

  Geçmiş ile övünmeyi bilenlerin, özellikle Osmanlı İmparatorluğunu insan aklı ile ilimin sonsuz duyarlı ışığı ile irdeleme gibi dertleri yok. Matbaanın geç gelişini, kurulan rasathanenin yıktırılışı, çürümenin, yok oluşun nedenlerini araştırmak gibi düşünceleri hiçbir zaman olmadı; onlar, mehter müziğinin şanlı ilerleyişi ile yola devam ediyorlar; ama batının liderliğinde; ne yaman çelişki…

  Bazı din adamları müzik hakkında fetva vermeye başladı; müziğin yersiz, gereksiz ve yanlış olduğuna dair… Bazıları ise nasıl ve ne şekilde müzik yapılacağının açıklamasını yapıyor…

  Ali’nin, Ethem’in ve diğer gençlerin katilleri nerede? Sayın Öcalan’ı düşündükleri, önemsedikleri kadar ölen, gözleri çıkartılan, yaralanan insanların hakkı, hukuku, acıları düşünülmedi?

 Bilimsel araştırmalarda ağırlıklı olarak öne çıkan ülkeler arasında ülkemizin ismi geçmiyor. Yakınlarında bile değil… İlk 200 üniversite arasında bilimsel makale yayımlamada ülkemiz yine yok…

  Nature Dergisinde yayın yapan en iyi 200 üniversite içinde hiçbir Türk Üniversitesi yok.

  GSMH’den ARGE’ye Aktarılan Katkı; ülkelere göre dağılım sırası yok denecek kadar az. Suudi Arabistan ise hemen bizden sonra, aynı azlık içinde yola devam ediyor. ARGE’ye, gençliğine yatırım yapmayan ülkelerin köleliği, iç karışıklığı, yetersizliği, zalimlerin mazlumları ezdiği gün gibi ortadayken, bütün gün, hak ve adaletten, inançtan, iyilikten, kardeşlikten söz etmek hangi yüksek inanç ve sevginin işidir anlamakta zorlanıyorum…

  Güven Serin

   

20 Ağustos 2013 Salı

YAZMASAYDIM ÇILDIRACAKTIM


Kamera; Güven 
Ganoslarda gün doğuyor.

YAZMASAYDIM ÇILDIRACAKTIM

 Bir filozof seslenir dünyaya; " Anlatamam sözünden anlayamadım gizlidir." der... Anlatamamak ve anlaşılmamak NE ACI... 

 Bir başka filozof; " kelimeler, kelimeler, kelimeler" der. Kelimelerin muhteşem gücünü,bütün eserlerin onla ortaya çıkışını açıklar; hatta müjdeler.

 Ya çıldırmamak için yazan şair;yani Bizim Sait Faik ne der;

Kıyısına tuz ileten rüzgarı
Balıkların yüzdüğünü duyarım
Dinlerim yosunların konuştuğunu
Midyelerin ağladığını
Aşkın bir kanadı vardır kırmızıdır
Delinir
Kan akar
Bir kanadı var
Zehir yeşil

 Sana adanmıştır ey sevgili, IŞIKLI ve DUYGULU kadın...

Güven Serin

19 Ağustos 2013 Pazartesi

HERkes BİR ŞEYE İTİRAZ EDİYORUZ


Kamera; Güven   Bergama Krallığı

Zamanın en gelişmiş kütüphanesi burada bulunuyordu.
Bu kütüphanenin nasıl yok ettiğini sorgulamadık;
tıpkı sistem denen canavarı sorgulamadığımız gibi.

HERKES BİR ŞEYE İTİRAZ EDİYOR

  Herhangi bir kuruma gittiğimizde eğer bilgisayarlar arıza yapmışsa, çalışanların meşhur açıklaması ile karşı karşıya kalırsınız;

“ Sistem çöktü! “

  Bu lafı duyan insanlar, arkada biriken canı sıktın diğer bekleyenlere aynı sözcükleri söyler; “ Sistem çökmüş!” Sistemin çökmüşlüğü sorgulanmadan, bekleyen o insancıklar saygıdeğer muma dönerler.

  Sistem denen şey çok büyük bir tabudur. Sorgulanmaz! Boynu bükük ve çaresiz beklenir sistemin kendine gelmesi. Birde güzel insanımın zamanı da çok, anlatacağı şeyler de. Sistem çöktüğünde oluşturdukları kuyruklarda, bir kuyruğun bereketi kadar bile anlamsız şeyleri anlamlandırmaya çalışarak avunup dururlar.

  Sistem karşısında bu kadar sessiz ve saygılı olan insanlar ve insancıklar; trafikte, iş kazalarında, kan davalarında, kadın ölümlerinde; hatta katledişlerinden de sessizliklerini korumaları oldukça düşündürücüdür.

 Ölümlere sessiz kalan aynı saygı değer insancıklar; şoför koltuğuna geçmişlerse, kornalarına basmanın yüksek kültürüne sığınırlar. Trafik kurallarına uymamanın canavara dönmüş yüzleriyle sağa sola tükürük saçarlar. Yayalara ayrılan beyaz çizgili yolun ne anlama geldiğini bile bilmeyen, o çizgileri görünce daha çok gaza basan, büyük kargaşaya uyum sağlamış bir sürü mahlûkatın, “sistem çöktü” lafı üzerine o büyük sessizliğe bürünmelerine şaşarım…

 Kendi yaşam hakkını önemseyen, kurallara uyup, diğer canlıları önemseyen insanları büyük bir şükranla anmak isterim. Onların sorgulayan beyinleri, evrene yayılan sesleri olmasaydı; hiçbir gelişme de olmazdı.

  Son yüz yılda Nobel ödülü alan Yahudi sayısı 104 kişi. Dünyadaki Yahudi nüfusu 20 milyon. Son yüz yılda Nobel ödülü alan Müslüman sayısı 3 kişi. Dünyadaki Müslüman sayısı ise 1,5 milyar kişi.

 Sistemi sorgulamayan, büyük sessizliği, kadınlara, birbirine göstermeyi erdem sayan insancıklar sadece bu görkemli sayılar karşısında bile büyük suskunluk, hatta pişkinlik içindedirler. Neden? Elbette, sorgulamayı, merakı desteklemeyen, inançları körelten kendine kul-köle yaratan büyük kurnazlar yüzünden…

  Dünya yolsuzluklarında 127 ülke içinden Türkiye 6. sırayı alıyor oluşu da sistemin çökmesi gibi saygıdeğer bir muma dönmüş halimizle kucaklandığı kesindir. Bir yere tayini çıkacak memurun ilk önce bir tanıdık araması, araya birilerini sokmayı düşünmesi; hastaneye yatmak isteyenin de derhal aracılar, selamlar, hediyeler trafiğine gömülmesi, ülkemizin nerede olduğunun muhteşem zavallılığını göstermez mi?

  Fakat bu mülayim sessizliğe sahip olan, sistemin karşısında büyük bir sadakatle duran insanların, ikili ilişkilerde, gözden uzak yerlerde büyük bir itiraz içinde olmaları, dayanılmaz tartışmaların o bildik sözleriyle, argonun, küfürlerin, yalanların, kin ve nefretlerin tohumlarını ekip sulamaya çalışmaları ise korkutucu bir şekilde büyük bir denize dönüşmüş durumda.

   Bu kadar kargaşa, bu kadar çaresizlik yaratıyorsa, dışa bağımlılık sürekli artmışsa, gençliğin sokaklara dökülmüş, ölümlerden ölüm, eziyetlerden eziyet beğenmişse; bizler sistemin karşısındaki çaresizliğimizi, büyük pişkinliğimizi, bol olan zamanlarımızı, solmuş yüzlerimizi, buruşan derilerimizi kimlere adıyoruz?

 Zor şey; okuma bilmeyen insanı dünyanın en iyi kütüphanesine getirip, hangi kitabı istersin,  demek; zor şey…

 Güven Serin
  

  

17 Ağustos 2013 Cumartesi

KORKUSUZ BÜYÜTEÇ


Kamera; Güven Sığacık -Seferihisar-İzmir


KORKUSUZ BÜYÜTEÇ

  Köşesinin ismi Pervasız pertavsız! İlk kez okuyunca, patavatsız bir kişi veya başlık gibi algıladım. Hâlbuki birkaç harfle bütün anlam ve algı değişiyor; tıpkı “sittin sene” gibi… Bu sözcüğü ilk kez duyanlar şöyle bir irkilir; argo bir sözcük söylendi diye. Bir harf bile insanı durduğu yerde hoplatır.

 Korkusuz Büyüteç köşesiyle ün yapmış ve bu ünü hak etmiş bir yazar Enis Batur; tam manasıyla sözcük cennetine sahip bir insan. CK’da onu okuyacak, onu takip edecekseniz eğer, sözlük de elinizde düşmeyecek!

 Elinde büyüteci ile inanılmaz bir şekilde eğrileri, doğruları kurcalayıp duruyor. Doğru bildiğinizi eğri, eğri bildiğinizi ise doğru olarak ondan öğrenme durumunda kalırsanız hiç şaşırmayın.

 İrdelediği son konulara koyduğu başlık; “ Anlamanın azı çoğu” diye cuk oturmuş… Özellikle Theo Angelopoulos korkusuz büyütecin elinden kurtulamamış. O duygusal insan, sinemaya adanmışlığının büyük emekleriyle ortaya çıkarttığı filmi Sonsuzluk ve Bir Gün, Enis Batur’un yüksek bilgi ve görgüsüyle iyice bir süzgeçten geçmiş.

  Daha önceden ilgi ile izlediğim bu filmi, edebi açıdan ciddi bir eleştiriyle tabi tutmuş. Söz konusu olan Enis Batur ve onun sözcükleriyle büyütecin altına konan Theo Angelopoulos olunca dayanamadım usta çırak kültürüne inanmışlığın heyecanı ile 127 dakikalık filmi ağır ağır, durdura durdura tekrardan izledim. Müziği, duygusallığı, insanı bulunduğu zamana çeken yanıyla madalyonun diğer yüzünü görme telaşına kapıldım.

 Korkusuz Büyüteç de filmi ikinci defa izlediğinde kaleme sarılıp yazmaya başlamış;

“ On iki yıl aradan sonra Sonsuzluk ve Bir Günü tekrar izleyince düş kırıklığına uğradım. Dozu epey kaçırılmış santimantalizm, inandırıcılıktan uzak monolog ve diyaloglar, ucuz edebiyata teğet bir müzik, melodram boyutlu taşkın bir film.

  Sonsuzluk ve Bir Gün’ün karakterlerinde de simgesel yük ağır basmış; kişiler değil de, durumlar vurgulanmış. Sahiciliği geniş çapta zedeleyen bir yaklaşım!”

  Derinlemesine bir eleştiri; edebi bilginin, sinema görgüsünün de önemini çıkartıyor ortaya. Kolay beğendiğim, kanımın Theo ustaya çoktan ısınıp da bazı eksikleri, fazlalıkları göremediğimden midir bilmiyorum; ben bu duygusallığın, müziğin, hasta ve yaşlı yazarın bir güne sığdırdığı yaşamın keyfini oldukça fazla çıkarttım; hem de ikincisinde de; korkusuz büyütecin gözünden de izleyerek…

 Yaşam, evrenin sonsuzluğu kadar seçenekler sunmaya devam ediyor. Merak edilen ve emek harcanan her şey hakkında öğrendiklerimiz bizim daha ne kadar çok şey öğreneceğimizin de büyük kanıtıdır.

 İster sinema, ister müzik alanında olsun; derinlemesine önemsediğimiz her oluşum, sanat olayı, sıradan sandığımız herhangi bir yaşam formu veya hareketi; yepyeni sözcüklere, düşüncelere sarılmamıza, belki de yeni keşiflerin kâşifi olma coşkusuna kavuşturacaktır bizi.

 Sonsuzluk ve Bir Gün, unutamayacağım filmlerden birisi. Sinemanın düşündürücü tarafını, müziğin, mekânların, tabiatın da arka planda yer almasının mitolojik hissedişlerini, şairin, yönetmenin gözüyle de izledim; ağır ağır…

 Sözcük satın alan şairin İtalya’da yaşarken ülkesi Yunanistan'ın özgürlüğünü kavuşacağını duyar duymaz ülkesine koşmasını takdir ile karşıladım. Sözcüklere verdiği değer, belki de insanlığın büyük çoğunluğunun aradığı sözcükleri o da arıyordu. Özgür Tutsak şiirini tamamlayacak sözcükleri arıyordu; sürekli sözcük satın almasına rağmen tüm hayatı boyunca bitiremeyeceği şiiri…

 Filmin içindeki hasta yazar ve Arnavutluk’tan kaçan küçük çocuğun çok az sözcük ile anlaşması, insan denen canlının büyük kargaşadan kurtulup yalnızlığını, acılarını sevgi ile ekmeğe başladığı zaman ne kadar az kelimeler ile de mutlu olup sevebileceğinin de öyküsünü bulacaksınız bu büyük duygusallığın zirve yaptığı filmde.

 Bir parça emek harcamak, süzülecek her türlü damlayı hak etmek demek. Hem benim gözümle, hem de korkusuz büyüteç’in usta eleştirmen gözüyle izleyin!

 Güven Serin





  

15 Ağustos 2013 Perşembe

İHANET ve BEDEL


Ada ve Ilgın ağaçları;yaşama dokunmaya başlayınca insan
hiçbir şey anlamadım bu hayattan, sözcüğü yerle bir olur.
Ve bir şey anlayanlardan ürker diğer büyük sürü. Anlamış
olanların tökezlemesini beklerler sabırla..
İHANET ve BEDEL

 En çok sevilen sözcüklerden birisidir ihanet sözcüğü. Eğriye de, doğruya da kullanılır. Ahlak ve sevgi sadakatle beslenir; bilirim! Ama şunu da bilirim; insan, meraklıdır. Değişim sever… Bazen geriye büyük eserinden o büyük aşkından biraz geriye kalıp, onu uzaktan seyretmek ister. İhanetle yatıp kalkan güzel toplumum her geriye yaslanışı, her farklı söylemi “ihanet” ile ödüllendirir; aklın gurur ile beslenen duygulara teslim olduğu; insanın insanı yaşarken katlettiği zaman…

  Arkadaşım Hüseyin beni telefonla aradığı zaman çok heyecanlandım. Beni Büyükada’ya davet etti. Bana anlatacak gerçek bir hikayesi olduğunu söyledi. Biliyordu benim hikayelere muhtaçlığımı. Biliyordu, öyküler kovaladığımı. Bir Ada sevdalısı olan ben; güneşin güne ve insanlara meydan okuduğu sıcak zamanda Büyükada’nın yolunu tuttum.

 Vapur sevdiğim vapurlardan; ağır ağır yarıyor Marmara’nın renkten renge dönüşen sularını. Bazen bir bıçak gibi kesiyor ikiye, üçe, beşe… Önce Kınalıada iskelesine uğradık. Tanıdık tepelere, lokantalara, evlere baktım. Sonra, Burgazada yani Sait Faik’in adası; onun hikayeleri, şiirleri bir araya getirip, yeryüzüne güzel bir eser olarak bıraktığı, bana anlatılacak hikayenin de başladığı ada; Burgazada…

 Heybeliada’sı üçüncü sıradaydı. İskelenin sol tarafındaki Deniz Lisesi gösterişli duruş içinde adanın doğal güzelliğine taş ve mermerin mimariyle buluşup uyum sağlayacağını anlatıyordu. İskelede sembolik olarak nöbet tutan onbaşı; beyazlığın disipline duruşunu büyük bir uyum içinde gerçekleştiriyor.

 Sonunda Büyükada göründü. Bisikletçiler, fayton sürücüleri ve atlar, çıngırak sesleriyle şenlenen sokak ve caddeler… Her yan insan ve her yan çığlık, sevinç, gösteri kaynıyor… Yüzyıllardır bir burada yaşayan yaşlı Rumlar bu kaynamaya pek ayak uydurmuşa benzemiyorlar. Hızla çoğalan davetsiz misafirler on iki ay sürse, dağdan gelip bağdakini kovmanın muhteşem finali yaşanır. Zaten yeterince yaşanmışa benziyor…

 Sıcaktan bunalmış insanların büyük çoğunluğu denize girebilecekleri plajlara koşturdular. Gençlerin büyük çoğunluğu bisiklet sürmekle meşgul; yaşadıkları şehrin kıstırılmış esaretini burada özgürlüğe, özgürlüğün çırpınmasına dönüştürüyorlar. Kimi denizin serinliğine, kimi bisikletin, kimi ise çıngırak sesli yaylı faytonlarına koştu. Ben ise sokakların zakkum, sarmaşık begonvillerin, çam kokan yerlerin içine; hatta koynuna sokuldum.

 Dostum Hüseyin ile bana anlatacağı gerçek hikayesi ile buluşmadan önce kendi yalnızlığımı Adanın öteden beri gelen kültürüyle buluşturdum. Büyük ve gösterişli evler, bakımlı, rengarenk bahçeler; hepsi insanın görgüsüyle, insanın sevgisiyle oluşmuş şeyler…

 Bir saatlik gezintim sonrası Hüseyin ile buluştum. Emanet olarak durduğu hediyelik eşya tezgâhı görülmeye değer; bir insanın deniz ürünleriyle; midye kabukları, balon balıkları, papan balıkları ile meydana getirdiği o gösterişli objeler görülmeye değer. Hüseyin, tezgâhında kırk yıllık satıcı gibi; satmaktan öte, yol, yön tarif ediyor. Bilgi veriyor insanlara.

 İnsanların yol ve yön tarif istemesi bitmiyor. Okumayı, araştırmayı sevmeyen kısa bilgiler ile beslenen insanlar ve insancıklar…

 Hüseyin insan yüzüyle, hakiki gülümsemesiyle karşılıyor beni. Ve hikâyesine başlıyor; İhanet ile onun bedeli olan; aynı zamanda bir erkek ile kadının hikayesine.

 Burgazada’da başlamış bu sevda. Sait Faik’in o güzel şiirleri gi.i;

Sana koşuyorum bir vapurun içinde/ Ölmemek, delirmemek için/ Yaşamak; bütün adetlerden uzak/ Yaşamak/ Hayır, hayır değil sıcak/  Dudaklarının hatırası/ Değil saçlarının kokusu/ Hiçbiri değil.

 Erkek ile kadın ilk tohumu Burgazada’da ekmişler. Burgazada’nın yollarını soğuk, rüzgârlı bir kış günü birlikte yürümüşler. Denize onun şarkılarına, dansına bakarken birlikte bırakmışlar çiçek demetlerini suya. Sevdiklerine adadıkları, selam gönderdikleri kokulu çiçekler. Kadın elini çiçek eli gibi uzatmış. Erkek uzatılan o eli, çiçeği kokar gibi tüm gün kokup durmuş.

 Tohumlar Burgazada’nın rüzgârı, yüzyıllara adanmış hikâyeleriyle sulanmış, beslenmiş. Erkek ile kadın yeşeren tohumda yaşadıkları sevdayı, tam da şairin gözüyle, adetlerden uzak ve susamışlık içinde yaşamışlar.

 Sadakatleri hiçbir kayda, sembole bağlı değilmiş. Şahitliğini Adanın kuşları, köpekleri, ağaçları ve çiçeklerinin yaptıkları törenle başlayan birliktelik günleri aylara, ayları da yıllara getirmiş. Birlikte sevmişler sinemadaki filmi, tiyatrodaki oyunu, Olimposta’ki tanrıça hikâyelerini. Likya yolunu birlikte yürümüşler. Taş lahitleri de birlikte dokunmuşlar. İstanbul’un sokakları bitmediği sürece bu aşk da bitmeyecek deyip; müzelerin o muhteşem dehlizlerinde birlikte kaybolup birlikte öpüşmüşler; kimi gizliden gizliye, kimi aşikâr bir şekilde…

 Hüseyin, hikâyesini anlatırken sevgi dolu yüreğinin nemli gözleriyle sesleniyor bana;

 Bu hikâye bitmemeliydi! Niçin Hüseyin? Çünkü zarifti, bir zanaatkarın sanata dönüştürdüğü esere dönüşmüştü. Bu kadar iyi de neden bitti peki?  İyiler, güzel şeyler çabuk biter de ondan!

 Ama asıl sebebi, bütün güzelliğini, içindeki sevgisini bu sevdaya adamış kadının erkeğe ödetmek istediği bedel yüzünden bitti. Bedel mi? Evet bedel! Erkek sevdasına o kadar güveniyor ve o kadar yoğun yaşıyordu ki, sadakatini fazlalaştırmış, neredeyse saat saat, dakika dakika, saniye saniye sorumluluk içinde biraz gevşeme, farklı arkadaşlarına kadından habersiz, onlarla birlikte olma ihtiyacına yöneldi. Bu yöneliş, sadakati yerle bir etmek, bir ikinci sevdaya su taşımak için değildi.

 Niçin peki? Sadece biraz geriye çıkıp o büyük resmi; panoramayı uzaktan seyretmek istedi. Kadın, bunu ihanet olarak gördü. Ve ihanetini, gururun, öfkenin yardımıyla büyük bir gösteriye dönüştürdü; öldürdü bu iki yeşil fidanı; Burgazada’da doğdular ve Büyükada’da öldüler…

 Hüseyin, botanik, coğrafya, tarih, ahşap, taş, şiir; konusu insan olan her şeyin sevdalısı dostum Hüseyin; tanıklık ettiği, erkek ile kadını; her ikisini de tanıdığı bu hikâyeyi bana anlatırken bile rahatlamamıştı. Teselliyi, benim de bir gazete yazarı oluşum ve bu hikâyeyi sevgiye aç olan insanlara anlatacak oluşumdu.

 Bu yaşlı gezegende kim bilir kaç milyar hikâye yazıldı. Her hikâyenin başlangıcı ve sonu var; yaşam ve ölüm gibi. Üzücü olan ise, yaşarken ölmek… Şairin dediği gibi belki de geriye kalan bir kırlangıç ömrümüz var; onu da, yok etmek; İnsanın Geothe’ye yalvarası geliyor…

 Güven Serin  






14 Ağustos 2013 Çarşamba

İSYANIM YOZLAŞMA YADIR


Kamera, Güven    
Ada hatıraları güçlü olur. Çürümeye başladığı anda bile
dirilmeye karar verebilirler.

İSYANIM YOZLAŞMAYADIR

Bir ömrün son kırlangıç zamanına gelmiş yazar, kendi iç dünyasının birikimlerini mizahın, felsefenin yardımıyla oluk oluk akıtıyor. Yozlaşmaya isyan ediyor kendi dilince;

 “ Vaktiyle cüce yazarlarla bende boğuştum. Bu sofralar bana hep aynı gelirdi. Sanki hiç kalkmamış, yıllardır mumyalanmış oturuyorlar. Fakat belli etmezdim. Hep aynı kof şeyler konuşulurdu ama ben her defasında ‘Oooo! Müthiş! Fevkalade! İnsanlarsınız! Mükemmel! …’ derdim. Kendini sahteliklerle muhteşem gösteren bu ediplere ikide birde hayranlığımı sunar, onlara adeta ‘şeyh’ muamelesi yapardım. Bilirdim ki hepsi içte iflas etmişti. Fakat bilmez görünürdüm.

  İşin garibi, cömerdin cömerdi iltifatlarıma rağmen aralarında bir türlü tutunamamış olmamdır. Nitekim sonunda büsbütün kovuldum. Şarlatanlara, mezbahalarında barınmama, leşlerden iki lokma tıkınmalığıma izin vermediler. O zamanlar çok üzülmüştüm, bugün fark ediyorum ki, kurtulmuşum.

  Onlar farelerin çoktan terk ettiği gemide meçhul ufuklara yol alırken, ben sahilde kalmış- çok şükür el sallıyorum! …”

 Bu sayrı adam sonunda beni de kendine benzetti. Bende durmadan yazıp çiziyorum sayrı bey. Senin kadar derinlere dalmasam da, yükseklerin baş döndürücü gururunu tatmasam da, ilerlediğin patikadan ilerliyorum işte.

  Yılardır İnternet blok sayfalarında yazılar yazıp kendi fotoğraflarımı paylaşıyorum sayrıcığım. Öyle zamanlar oldu ki uykularım kaçtı. Yemelerden, içmelerden kesildim sayrıcığım. Buda bir açlık, susuzluktur deyip beslenme günlerini aylara ve yıllara adadım. İltifatlar yağdırıp, buharlaşan kültürlerden serinlik bekledim.

  Olmuyor sayrı olmuyor; tıpkı senin dediğin gibi; “ Hep aynı sofra! Aynı kokuşmuş şamatalar…

 Sayrı, edebi sanatının zirvesinde hissettiği huzurun, esas insana çıkacağı yolculuğun hazırlıklarını yaparken yine o bildik şeyleri tekrarladı;

 “ Onlar farelerin çoktan terk ettiği gemide meçhul ufuklara yol alırken, ben sahilde kalmış- çok şükür, el sallıyorum! “

 Bahar zamanı kadar kalmayan kelimeler, yaşanmak amacıyla yola çıkılıp yaşanmayan sevdalar; milyarlık nasihatlerin, övgülerin hükümsüz oluşu; suya yazılan şeyler gibi kırılıp yok olması; cenaze ve düğün törenlerinden tutun da, bayram törenlerine kadar her şeyin yalnızlık, pişkinlik ve sahtecilik kokması; ne büyük kopuşun, çaresizliğin içinde yozlaştığımızı da göstermez mi?

 Öyleyse, söyleneni yapar gibi, sever gibi, gider gibi, kızar gibi, küser gibi, ağlar gibi yapıp en büyük o muhteşem kandırmayı yapalım; KENDİMİZİ…

Güven Serin





5 Ağustos 2013 Pazartesi

ANNE SOHBETİ


Kamera; Güven

Bütün anneler güzeldir, zariftir, naziktir...Anneler,
ağıtlarla değil,şakalarla, sohbetlerle, sevgilerle
kucaklanmalı...

ANNE SOHBETİ

  Döngünün yol alış biçimi vardır; bizden çok öte. Bizden önce dünyaya gelir ninelerimiz ve dedelerimiz. Ve sonra, annemiz ile babamız… Büyük bir ihtimalle, döngünün sıra dışı şaşkınlığı olmaz ise, bizden de önce giderler bu dünyadan öte…

  Önce, dedemiz veya ninemizi uğurlarız. Onların yokluğunu, yoğun olan yaşam kargaşasında anlamayız ilk başları. Sonra, azalan tanıdık yüzlerin, kaybolan değerlerin yaşam terazisinde tartılmaya başladıkça, yüreğimizde bir şeyler fokurdamaya başlar. Dışarısının ateşinden çok ötedir hissettiğimiz hiçliğin ateşi.

  Annem ile sıradan telefon konuşmasını yapmak için tuşların aziz gücü için üzerilerine dokundum. Sesi, bir saniyede diğer sese getiren bedenlerin hasretini sesin onurlu dalgalarıyla serinleten telefona sarılmak, zaman ve mekân yetmezliği içinde iyi oluyor. Buna, kötünün iyisi desek de olur…

  Bütün gün iş yeri ve klimanın serinliğinde ama pasajın yorgun havasında, yarı yorgun halim ile seslendim anneme;

 Alo anne nasılsın? İyiyim oğlum. Sesin biraz tuhaf geliyor, hasta mısın? Değilim anne; cin gibiyim. Bu lafı söyler söylemez ses tonumu, soğuk duştan çıkmış adam sesine ayarladım. Anne bu; azcık şüphelensin uyku tutmaz sonra. Geceler, meraklara, kötü düşlere dönüşür… Burnu seğirtince, gözü atınca, kötü bir rüya görünce olduğu gibi…

  Annemi hasta olmadığıma ikna ettikten sonra, onun da ses tonunun tatmin edici olmadığını hissettim. Şimdi, onun durgunluğunu öğrenme sırası bendeydi;

 Anne, anneannem nasıl, dolaşıyor musun? Daha yeni geldim oğlum. Kendi kendine yetiyor. Üstelik oruç ta tutuyor. Yapma anne! Onun yaşı doksanı geçmedi mi? Doksan altı oldu oğlum… Büyük yaş; neredeyse bir yüzyıl… Tıbbı yerle bir edecek derece ağır, stresli yaşamlara rağmen yaşam, doksan altı yaşında da görüyor, duyuyor ve yürüyor…

 Nam-ı diğer Ayşe Nine… Neredeyse sınanmanın her türlüsünü yaşamış; bunu yaşamın en doğal hakkı saymış, isyanı ve acıyı, rehber ve tecrübe gibi kullanmış büyük çınar… Koku alma ustası… Korku nedir bilmeyen kararlı inanmış kadın…

  Annem ile sıkıntılı merhabadan sonra, sıradan ve kısa konuşmak yerine, onun iç dünyasına ulaşma ve üzerindeki kırgınlığı öğrenme telaşımı, doğal bir konuşma saflığı içinde yönlendirdim;

 Sıcaklara dikkat et anne! Bahçeye çok sıcak zamanlarda sakın çıkma! Komşulardan, akrabalardan ne haber anne? Salih Küçük öldü oğlum. Hadi ya! Genç ve sağlıklı değil miydi o? Öyleydi oğlum; Keşan’da araba çarpmış oracıkta ölmüş. Annem ölüm haberini sıradan bir haber gibi verdi. Yaşam ile ölüm arasındaki anlatım annemi kendine getirmeye başladı.

 Ne büyük şansızlık anne! Bizim oranın erkekleri genç yaşta ölüyorlar. Kimi kazadan, büyük çoğunluğu doğal yol sayılan; kalp krizi, kanser… Annem ölüm haberini vermesiyle diğer ölüm haberlerine geçti;

 Komşu Selatin 'de beş ay önce öldü oğlum. Yapma ya anne! Çok sağlıklıydı ama. Öyle ama zaten bir yıldan beri İzmit'te kalıyor, tedavi görüyordu. Ahmet Koç da geçen hafta öldü. O kimdi anne. Zihni Koç var ya; senin ilkokul arkadaşın. Evet. Onun amcası. Tamam; onun da yaşı gençti. Genç ama tarlada çalışırken, bir kanalın üzerinden atlarken orada ölmüş.

 Daha bir sürü ölüm haberi verdi annem. Bir yıl içinde ölenlerin büyük çoğunluğu orta yaş erkekler… Birçoğundan da haberim vardı. Ama yokmuş gibi, büyük hayretlerle anneme sorup onu konuşturdum. Konuştukça mesafeler, özlemler kısaldı kısaldı ve yok oldu sanki. Artık, ne o telefonu kapatıyor, ne ben…

 Sonunda ikimizde yaşıyor olmanın, yaşatmanın, hayatı sevmenin ve bize verilen yaşam biletin kıymetini bilerek; birbirimiz için ne kadar önemli olduğumuzu yüksek sesle söyleyerek…

 Anneler böyledir işte; bir ses tonunuz, donuk veya baygın bakışınız kaçmaz onların gözünden ve kulağından. Ama çocuklar da hiç de fana değildir; onlar da annelerinin insan denen canlı için neler ifade ettiğini bilirler hani!

 Annemle son sözlerimizi söylerken annemin ses tonu sevgiden dolayı göz tonu ve gözyaşıyla ödüllendiriliyordu; anne ile çocuğun yaşam içindeki yaşam töreniydi bu konuşma; duyguların, sevmeye, saymaya, özlemeye, fark etmeye can attığı bir zaman içinde…

 Güven Serin
  

3 Ağustos 2013 Cumartesi

YASEMİN ŞENLİĞİ


Yasemin, klasik müzik ve kitaplar...


Yasemin ve Melek...

YASEMİN ŞENLİĞİ

CK’da Bahar Tetik Ethem Kocabaş ile söyleyişi yapıyor. Konu, Müzik ve Zihnin Gizemi Çözülüyor kitabı üzerine.

  Odaya yayılan ezgiler, Vivaldi’nin Dört Mevsimi I. Allegro; Kemanlar, çellolar, flütler, büyük gösterisi… Müzik CD’nin kapağında bir melek fotoğrafı; mermerin içinden doğuyor. Hüzünlü görüntüsü var; sanki insanlığın haline üzülüyor; melek olmanın o büyük sonsuza adanmışlığın gururu, kibri ve huzuru yok...

 Ve Michelangalo, keski, murç ve çekiç vuruşlarıyla mermerin vücudundan akan terleri kutsuyor;

 “ Mermerin içinde melek gördüm ve onu özgürlüğüne kavuşturdum. Güzellik fazlalıktan arınmışlıktır. İyi sanatçı sadece mermerin içindekini düşünür; taşın içinde uyuklayan figürleri serbest bırakmak içinse büyüyü, yalnızca heykeltıraşın eli bozabilir.” diyor.

  Vivaldi, mevsimden mevsime akıyor; dalga dalga; yaz, sonbahar, kış, ilkbahar…  Keman, viyola ve insan kusursuzluğun büyük ahengi içinde ses törenini gösteriye çeviriyor.

  Öğretilere dokunmaya kıyamayan çekingenliğim Vivaldi ile gezintiye çıkmıştı; klasik müzik, tutsağımız olan muhabbet kuşlarını bile heyecanlandırıyor. Kargaşaya benzer sesleri bırakmışlar, renklerine yakışır bir zarafet suskunluğu içinde müziğin ritmi ile sarhoş huzuru içindeler.

  Ethem Kocabaş, “Mozart’ın Requem Lacrimosa Dies IIIa dinlerken evrene açıldığını, ruhsal yanının inanılmaz yükseldiğini hissediyorum. Sonra, evreni içselleştirip içine kapandığını ve o an, kalp atışlarımın patlayıp genişlediğini, sörf yapan biri gibi genişleyen evrenin sınırlarında adeta evren yolculuğu yapıyorum.”

  Arayışın, nezaketin, güzelliğin yolculuğuna çıkmış her insanın sözcük keşifleri, hissedişlerin dizilişleri vardır. Değişimin bu dalgalarına dokunan kendi beyin dalgalanmalarımı hissedip için için mutlu olduğumun farkındayım. Tam bu dalgalanma esnasında bir ses;

 “ Watsons’a çok güzel kolonyalar gelmiş. % 35 de indirim var. Hele yasemin çiçeği kolonyalarını görmelisin. Mavi güzlü, sarı saçlı, Mona Lisa’ya (Mona Lisa’nın sarışın hali)  benzeyen kız, yaseminlere olan hayranlığımı bildiği için dikkati kendi üzerine çekmenin telaşıyla hafiften, inece bir yaz yeli gibi gülümsedi.

 Mavi gözlü, sarı saçlı kız “yasemin kokusu” nu hatırlatmakla tüm dikkati üzerine çekti; okuduğum kitapları bir kenara bırakıp, tüm dikkatimle ona, ondan gelecek söylemlere kilitlendim.

  Hiç beklemediğim bir sürprizle karşılaştım; bana uzatılan elin parmakları arasında yasemin çiçeği kolonyası duruyordu. Çok güzel bir ambalaj ve cam şişede o mucizevi koku… Beynim ışığın hızıyla kendi hızını birleştirerek derhal taş mekanların olduğu yere; Antalya Kaleiçi’ne uzandı. Gecenin sarhoş müzik tınıları içinde dar sokaklara, taş mekanların bahçelerinden yayılan o muhteşem yasemin kokularına…

 Yasemin kolonyasının şişesini heyecan içinde mavi gözlü kızın elinden kaptım. Aceleyle kapağını açtım. Ve işte o an… Beslenme saati… Bir açlık, bir susamışlık; sağanak yağışın toprağa düşüp ortaya çıkan kokuların hazzı gibi; varlığımı kargaşalara teslim etmeyip, var olmamın farkında lığını yazıya aktarıp ve bu yazıların insan denen canlı ile paylaşımları, doğanın uçsuz bucaksız seçenekleriyle birleştiren bir filozofun huzurunu kokladım…

 Siz sanırsınız ki kolonya sadece ele sürülüp burna getirilir değil mi? Ben öyle yapmadım yasemin kolonyasını; neredeyse her yerime; boynuma, ellerime, omuzlarıma, kollarıma, göğsüme sürdüm…

 Her yer ve ben yasemin koktuk; çılgınca; müziğin, öğretilerin şahlandığı; insanlığın yüzyıllardır bu kokuların, renklerin peşinden koştuğu ve nicelerin bu koşudan haberdar olmadığını bilerek; yasemin çektim içe; içte olan kadim derinliğe…

 Kolonyanın pudra rengi kutusunu elime aldım. Üzerinde yasemin çiçeğinin fotoğrafı ve üzerinde ise sol anahtarının çizimi duruyor; iç içe geçmiş notaları anlatan bir yazı;

Yasemin Şenliği; Hikâyemiz, bize sayısız güzel koku sunarak göz kırpan Güney İtalya'nın aşk dolu çiçeği yaseminin Rebul Kolonyası ile buluşmasıyla başlar. Bu uyumlu buluşmanın sonucunda nesiller boyu beğeni ile kullanılan ve bir klasik haline gelen Rebul Jasmine Kolonyası ortaya çıkar. En güzel yaseminlerin diyarı Güney İtalya'nın kıyılarından gelen o hafif esintide, kırmızı elma, sulu armut, tatlı şeftali ve egzotik karışımdan oluşan kokteyl, size meyve bahçelerinin yakınında olduğunuzu hissettirir. Yasemin nesilden nesle geçen vazgeçilmez bir tutkuya dönüşürken, aynı zamanda hiç bitmeyen ve dilden dile dolaşan bir hikâyenin de kahramanı olur.”


 Güven Serin