28 Mart 2013 Perşembe

GİZEMLİ DÜŞLERİMİZ


Kamera; Güven    Enez-Edirne

Çocuk düşlerim,hiç solmayan gülüşlerim...


Kamera; Güven   Moda-İstanbul

Büyük düşlerim, bol seçenekli ve mağrur,
insancıl, amatör... 

GİZEMLİ DÜŞLERİMİZ

  “Ben yalnızca yorumlanmamış, değişikliğe uğratılmamış ve gizemli düşlerle ilgileniyorum. Düşler hakkında hiçbir şey bilmediğimiz için onları anlamakta çok zorlanıyoruz… Onları alelacele yorumlamaya kalkışan çılgının vay haline. Çünkü onları yanlış yorumladığımız takdirde bir daha asla hatırlamaya biliriz.

  Düş yorumlarının yol açtığı tahribat saymakla bitmez. Yorumlama sürece hiçbir şeyi değiştirmemiş görünebilir, ama düşler olağanüstü duyarlı şeylerdir! … Düşlere dokunup onları bozmaya kıyamayan insan sayısı yok denilecek kadar azdır. Aksi takdirde onları göz göre göre değiştirme cesaretini gösterebilir miydik?” Elias Cenetti’nin düşler hakkındaki fikri böyledir. Ya sizin, sizin düşler hakkındaki fikriniz nedir?

  İnsan, canlıların en akıllısı olsa bile, aynı zamanda en karışık, en gizemli olanıdır. Bu dünyaya gelişimizin amacı için, çeşitli teorilerle anlatılmaya çalışılsa da yeterli değildir. Sırlarla, gizemlerle dolu canlılarız.

  İçimizdeki düşler, merak ve hünerin çalışkanlığı sayesinde kapıları aralar kendi büyük evrenimizin muhteşemliği karşısında donup kalırız.

  Çaresiz Stratejiler kitabının yazarı Jean Baudrillard’da şöyle düşünüyor;

Her şey gibi düşlerimiz de bir öze sahip olduğunu düşünüyorum. Başka bir değişle, düş, illüzyon gücü psikanaliz tarafından elinden alınmış ideal özelliklere sahip bir figürdür.

  Görünenlerin de bir biçime sahip olduklarını ve sahip oldukları illüzyon gücü psikanaliz yorumlama tarafından ellerinden alınmış düşlerin kusursuz görünümler olduklarını düşünüyorum.”

  İnsan denen canlı 7 milyarlık sayıya ulaştı. 7 milyar irade ve milyarlarca düş, düşünce demek. Evrenin ve onun sanatı sanki düşlerimize yansıyor. Esas olan, düşünce ve düşlerimizin özüne, hakikate ulaşmış bir iradenin inancı ile yaklaşmış olsak; tarif-sizliğin, kelime-sizliğin coşku dolu acılarını da çekebiliriz…

  Yeni keşiflerimizin önünü kesecek büyük uçurumlar, yepyeni girdaplar biz insanı, insancıkları korkutabilir.

  O yüzden düşlere ve düşünceye dokunmadan, onları incitmeden nazikçe selamlamak, onların kendi dünyalarından bizlere küçük mesajlar vermelerine şükran duyarak yetinmeliyiz. Doğallığın, doğal düşünmenin ve düşlerin büyük değer kaybedip yanlış yorumlanıp biz insanları yanlışlığa sürüklemesine dur demek zorundayız. Doğallığa karşı çıkışımız, doğal olmayan canlı özellikleri, hastalıkları ve çıkmaz sokaklarıyla düşlerimizi bile kirletmeye başladı.

  Organik hayata, doğal dünyaya her canlı gibi, onlardan daha önce biz akıllı insan ilk adımı atmalı. İlk önce kirlenen, yok olan, yanlış yorumlanan düşlerimizi, düşünce gücümüzü kurtarmalıyız; bu bizim, biricik insanın elinde olan en kıymetli hazinedir.

 Büyük servet sahibi olma, muhteşem güç gösterisi yapma hayaliyle yapın tutuştuğumuzu biliyorum. Ama hepsi, büyüklük değil, verilen her övgü, her madalya aynı zamanda büyük esaretin başlangıcıdır da.

  Siz siz olun, kendinizi ilk önce büyük övgülerden, madalyalardan, mal mülkten kurtarın. Düşlerinize, düşünce gücünün o büyük mütevazı ölümlü gücüne teslim olunuz; o sizi, kendi ölümsüzlüğü ile onurlandıracaktır

Güven Serin



26 Mart 2013 Salı

AVCI ve AV


Kamera; Yunus Ganoslar  

Avcı mıyım, av mıyım? Yol muyum, yolcu mu? 
Yazı mıyım, yazar mı? Bitmeyen insan ahlaksal lığı;
kimine göre av, kimine göre avcı... Bana göre,
imbikten; insanın serüveni süzülüyor,günün
ve gecenin denge içinde yaşandığı gezegende.

AVCI ve AV

  Bu döngünün özünde, kaçan ve kovalayan, yiyecek olan ve yenilen vardır. Avcı, onurlu bir kahraman… Av ise, zavallı bir canlı, soylu bir besin… Sanmayın ki bu durum hep böyledir; hep av olan kaçar, avcı da kovalar; hayır! Şiddetle hayır! Bazen döngüyü şaşırtan şeyler olur; av, kaçarken birden durur ve avcıya saldırır. Avcı şaşırır, şaşkınlığın muhteşem gururuyla geri çekilir; çünkü kendi de bir av konumuna düşmüştür…

  Böyle bir doğa şölenini herkes yakından görmüştür. Örneğin çok güçlü bir köpeğin bir kediyi kovalaması; kedi kaçar, köpek de kovalar. Ama zaman gelir ki kedi köşeye sıkışır; işte o zaman, kedi, av olmaktan çok bir avcı gibi savunma, saldırı sanatına dönüşen yürekli bir kahraman olur.

  Bu sebepten, belgesel yapımcılarına çok şey borçluyuz. Avcının organize avlanmasını, öldürmesini, avın ise organizeden yoksun, muhteşem kaçışını ve bazen kısa süreliğine cesurca geri dönüşünün büyük gösterisin izletirler bize.

  Lokale indiğimde günün ışıkları da güney yarım küreye ilerlemekteydi. Kuzeyin ışıksızlığa  karanlığın, yıldızlı kubbenin sonsuzluğuna davet ediyordu, insan denen canlının kargaşa içindeki halini. Bayram, çayım ile suyumu getirdi. Kısa bir hal-hatır sormadan sonra günün gazetelerinin çekim kuvvetine teslim oldum.

  Benden başka birkaç kişi daha vardı lokalin sıcak odasında. Bir kişi bilgisayarla meşgul oluyor, iki kişi de gazete okuyorlardı. Sonra, dört kişi daha geldiler. Gelenlerin birbirini selamlaması, hoş geldin demesin lokalin havası içinde teneffüs etti. Kısa saçlı buğday tenli kız ile hafif şişmanca erkek, diğer hafif şişman bayan ile orta yaş civarı kır saçlı erkeği selamlayarak, büyük bir hürmet sundular.

  Sonradan anlaşıldı ki, orta yaşlı erkek ile hafif şişman bayanın orada bulunuş amacı, puan+para kazanma işi üzerineymiş. Gelen genç kız ile erkek ise onlara para ve puan kazandırma işlemi yapacak olan “av” konumundaki canlılarmış… En köşe masaya geçtiler. Kır saçlı erkek ile yanındaki bayan sazı eline alıp başladılar konuşmaya. Bu işin ne kadar güzel olduğunu, ne kadar çok kazandıra bileceğini öyle bir ballandıra ile anlatıyorlar ki, neredeyse kendileri o bal tutan parmağı yeyip bitirecekler.

  Neyse ki av konumundaki genç kızın bakışlarında iyi bir savunmacı, “a,b,c, d” planları olabilen bir canlı ışığı sezdim. Bu benim tesellimdir o an için. Avcı konumundaki kır saçlı erkek ile yanındaki yardımcısı olan kadın, sıra ile bazen organize,  sürekli yükleniyorlar, avın zayıfı anında “eh” demesini istiyorlardı. Sıkça; “ sen bu işe uygunsun! Senin yapabileceğini anladık biz!” Bu sözler çok tanıdık geldi bana. Çok eski zamanlara gittim; benim de saçlarıma kır düşmemiş, beni de av olarak kabul eylemiş bir avcı neredeyse yarım gün beni avlamak için uğraşmış ama bir türlü beni avla-yamamıştı  Sanırım bizler zor avlarız. Her ne kadar kolay görünsek de, tabiatın dengeli yaşamına gönül vermişlikle, tanrısal sezgilerimizin, sosyal düzenimizin büyük yardımını alırız.

 Köşe masada, iki av, iki de avcı vardı. Avcıların enerjisi muhteşemdi. Hiç durmadan övgüler, özendirme silahlarıyla ateş ediyorlar, kısa saçlı zarif yüzlü kızın nazikçe geri püskürtmesini, hoş görülü haykırışını kabul etmiyorlardı.

 Avcıların masaya oturmasının üzerinden tam tamına iki saat geçmiş, artık pes vaktinin geldiğini sezmeye başlamışlardı. Kolay av sandıkları kız, harika bir strateji izliyor, onları nazik bakışlarıyla, tebessümüyle, yavaş yavaş uyarı ve saldırı silahlarını onlara çevireceğinin belirtileriyle kurtulmak istiyordu bu girdaptan. Ben, bu avcıların büyük saldırısını izleyen bir belgeselci ahlaksallığında, doğanın bu doğal olayına karışıp karışmama arasında gerçek can çekişmesini yapıyordum; hem avcı, hem de av heyecanını yaşıyordum, yaşadıklarımdan habersiz olanların hemen yakınında.

  Bir ara, avcı sanılan kızın bıkkın, sıkkın yüzünün acı çeken nazik halini görünce el-kol hareketi yapmak istedim. Anlatmak istediğim hareket şu olacaktı; “ bu zalim avcılara asla kanma, pes etme zarif yüzlü yaratık.” Demeyi öyle çok istedim ki…

  Sonunda, döngünün büyük tekrarı olmadı. Avcılar genç avları ikna edememişler, muhteşem enerjileriyle baş başa kaldılar. Çok insanın kanabileceği, pes edip, artık ben onurlu bir avım, beni afiyetle ye, diyebilecekleri bir av sahasından sağ-salim çıkmışlar, bir de nezaketlerini yitirmeden, büyük kurtuluşun soylu hatırına “teşekkür “ ederek ayrıldılar.

  Bir süre lokalde kalan avcı erkek ile kadın, tam anlayamadığım homurdanmalara bakılırsa, yenik duruşlarını, büyük enerji kayıplarını anlatıyorlardı birbirlerinin kurnaz yüzlerine. Ne acı; genç kız bütün zarafetini kullanarak onlara şu can alıcı uyarıcıyı yapmıştı;

 “ SİZİN ANLATTIKLARINIZ ÇOK GÜZEL DE BENİM TARZIM DEĞİL. BEN YANINA GİTTİĞİM DOSTLARIMIN BU ŞEKİLDE RAHATINI KAÇIRAMAM, YAPAMAM!” Bu sözleri beni de köşeye sıkıştıran avcılara karşı bende kullanmıştım. Duyunca tanıdık bir dostu görür gibi olup, o sözün sahibinin zarif bedeninin elini sıkmak istedim.

 Hep avcı ruhuyla dolaşanlar; nazik uyarıları, zarif bakışları anlamazlar; ta ki kendileri “av” durumuna düşüne kadar…
 Güven Serin


25 Mart 2013 Pazartesi

AŞK GÜZEL ŞEYDİR


Kamera; Güven  

Gökler; mavilikler, grilikler ve sonsuz...
Çaresizliğin çaresi, dengesizliğin dengesi;
gökler... Yani evren... 

AŞK GÜZEL ŞEYDİR

  1975’ten bu yana dağıtılan Cesar Ödülleri Michael Haneke’nin yönetmenliğini yaptığı “aşk” filmine verildi. En iyi film, en iyi yönetmen, en iyi senaryo, en iyi kadın oyuncu ve en iyi erkek oyuncu ödülleri Cesar filminde buluştu.

  Fransa'nın en saygın ödüllerinden birisi kabul edilen Cesar ödülleri konusunu aşk ile bütünleştiren emekli bir müzik öğretmeni mutlu bir yaşam sürerken kalp krizi geçirir. Ardından da felç kalır. Mutlu yaşamlarına felç ve kalp krizinin fırtınası karışır. Aşk, sevgi ve ölüm konularıyla biçimlenen film, Cesar ödüllerine damgasını vurdu.

  Ödülün adı Fransız heykeltıraş Cesar Baldaccini’den gelir. Ödülleri sanatçının gerçek heykelleridir.

  Sinema şüphe yok ki insanlığın hikâyelerini, gerçek ile düşlerini en iyi anlatan, ortaya çıkartan, kısacak zamana neredeyse bir ömrün gelişimin sığdıran mucizevî bir sanat olayıdır. Bu kadar kan, bu kadar acı, elem, şaşırtmaca, kandırmaca, sefillik yaşanırken bile insanlığı biraz olsun duraksamasına, sevgi ile merhamet kavramları adına, akıl ve hüner adına büyük katkılar sağlayan sinema olayının önünde eğilmemek olmaz. Bende eğiliyorum…

  İnsanlık belki de esas dengesini böyle sağlıyor; ölüyor, öldürülürken bile sanat olayları kendi sanatını, sevgisini yaşam heyecanını korumayı başarıyor. İnsan azcık düşününce, bu kadar güzel olayların yeşerdiği batının, sinema, tiyatro ve büyük acılar içinde büyük insanlık koruyuculuğunu keşfet memelerine de şaşırıp kalıyorum.

 Savaşların büyük kazanç olduğunu kimse inkâr edemez. Sinema dünyası da sadece gönül rızası için çalışmaz. Ama sinema insanlığı öldürmek için atom bombası atmaz. Nükleer güç gösterisi içinde bulunmaz. Her geçen gün değişik silahların hayalini kurmaz. Sinema, inceliğin, nezaketin sesidir aynı zamanda. Sinema bu ülkenin, o ülke insanlarının gelişmişlik seviyelerinin de gösteriye çıktığı yarış alanı gibidir. Ne kadar çok rekabet olursa, halk ile akademik dünyanın erdemli buluşmaları ne kadar samimiyse, sinema sanatı da o kadar insancıl, o kadar akıl ve merhamet, sanat dolu olur.

  Birçok alanda olduğumuz gibi sinema, tiyatro, klasik müzik, sanat, halk müziği; bu tür uğraşların tamamı, insan duygusu, insan emeği kokarlar. Ve bir milletin kahvehanelerden, miskinlikten kurtuluşu, üretime, insanlık yürüyüşüne katılışı da, sinemanın, tiyatronun, çeşitli spor dallarının büyük katkılarıyla daha iyi bir seviyeye gelebilir.

  Sadece, korku, savaş, kurnazlık üzerine yetişecek çocukların söz sahibi olacağı bir millet iradesi, millet yönetimi işte bugünün çıkılmaz karanlık ormanlarına dönüşür. Kimsenin kimseye güvenmediği, karamsarlığın büyük bir kültür törenine dönüştüğü bir ülke gerçeği ile karşı karşıyız.

 Her gün ölen, öldürülen insanlarımızın gerçek manada taraması, istatistiği, düşülen bu durumların akademik karşılıkları yok gibidir. Bilimde, sinemada, müzikte, sporda dünya ölçüleriyle ön sıralarda değiliz. Bu düşüşün, bu kederli yaşamların sahiplenişini kimseler yapmayacak kadar masum bir koltuk savaşları içindeyiz.

 Kötülükleri kadere yükleyip, şeytanı cezalandırıp kurtulanların şanslı sayıldığı bir ülkenin, en gelişmiş uygarlıkların üzerinde bulunduğumuz halde, bunu fark etmeyişimiz, bizden iki bin yıl önce yaşamış insanların kurduğu şehirlerin bile daha sanatsal, daha mimari ve mühendislik hüneri göstermelerine bile şaşırmadan büyük bir pişkinlik içindeyiz. Bu, sorgulanmalı, bu sorgulama sadece saf gerçek, insan olma inancı ve sanat aşkıyla yapılır.

Michael Haneke’ye ve onun yönettiği, onun bu seçkin ödülleri aldığı sanat olayına kendi yüreğimin alkışlarıyla ben de kendi ödülümü sunuyorum. Bir şairin en güzel ödülü, dizelerin ağızdan ağza, yürekten yüreğe akmasıdır. Bir yazarın da ödülü, onu yazdıracak sevince, heyecana kavuşturacak bir olayın ortaya çıkmasıdır. Hele, bu olay, insanı insanlığa taşıyan bir sanat olayıysa, bu keyfin, bu gamın huzuru da başka olur…

  Aşk, güzel şeydir dostlarım; sizi siz yapmaktan alı koyan keşmekeş kavgaların, kıskançlıkların içinden sıyrılıp aşkın her anını, her birleşimini fark edin. Hangi yaşta olursa…

 Güven Serin
  




23 Mart 2013 Cumartesi

İŞTE SİZE ON ÖĞÜT


Kamera; Güven   Koç Müzesi -Abdülcanbaz 

O, İstanbul beyefendisi; haksızlığın karşısında, zulme
karşı. O, içimizdeki küçük bir kırıntının sulanıp,
beslenince nasıl bir çınara dönüşeceğinin muhteşem
sanatı. Büyük ustaya, var olduğu büyük dönüşümün
evreninde, selamlıyorum. 


Kamera; Güven  Koç Müzesi

Unuttuğumuz, büyük devasa alışveriş merkezlerine
un ufak ettirdiğimiz küçük esnafı, Koç Müzesi unutmadı.
Çocuklarımız, annelerinin, ninelerinin hatıralarına
bir hoşluk içinde geri dönecekler. Her geri dönüş,
başka bir dönüşümün, sorgulamanın da güzel
haberi olabilir...

İŞTE SİZE ON ÖĞÜT

  Bilirim bu diyarlarda öğüt vermek, nasihat etmek pek önemsenip kabul görmez. Hele bol ve gerekli gereksiz verilen öğütlerin işe yaramaktan öte ters teptiği de görülür. Hatta “öğüt vereceğine para ver.” Gibi okkalı laflar da sizin öğüdünün önüne konur…

  Öğüt deyince büyük ve güçlü ses Cem Karaca’nın muhteşem şarkısı da hemen akla gelir;

Düştüm mahpus damlarına öğüt veren bol olur/ Toplasam o öğütleri buradan köye yol alır/ Ana baba bacı kardeş dar günümde el olur/ Namus belasına kardaş döktüğümüz kan bizimdir.

Bütün öğüt söylencelerini, nasihat etme gururlarını, insanüstü yol göstericilik kahramanlığını nazikçe bir kenara bırakıp, Koç Müzesinde gördüğüm, özellikle çocukların, gelişim çağındaki çocukların görebilecekleri yere astıkları öğüt tabelasında yazılanları inanmışlığın büyük heyecanı içinde sizlerle paylaşıyorum.

  Koç Müzesi bu güzel ülkeye hediye edilmiş en güzel müzelerden birisidir. Bu diyarda eşi benzeri yoktur. Özellikle çocukların eğitimine, çocukların gelişimine, kendi geleceklerine katkı yapacak merakları uyandırmayı, öğretileri ön planda tutuyor. Bu öğütler Koç Müzesi tarafından uygun görüldüyse bende bunları kendi şehrimin çocuklarına bir armağan gibi sunuyorum;

1-     MERAKINIZIN PEŞİNDEN GİDİN

  Benim özel bir merakım yok. Yalnızca tutkulu biriyim. Sizin merakınızı çeken nedir? Neyi en çok merak ediyorsunuz? Benim merak ettiğim neden, bazı insanların başarılı olması, bazılarının da olmamasıdır. Bu yüzden yıllarca başarı üzerine çalıştım. Merakının üzerine gidersen başarırsın.

2-     AZİM PAHA BİÇİLMEZDİR

Çok zeki olduğumdan değil, sorunların peşinden gittiğimden başarıyorum. Belirlediğiniz yolun sonuna ulaşacak kadar sabırlı olun.

3-     BUGÜNE ODAKLANIN

Güzel bir kızı öperken düzgün araba kullanan birisi, öpücüğe hak ettiği değeri vermiyor demektir. İki atı aynı anda süremezsiniz. Bir şeyler yapabilirsiniz ama her şeyi yapamazsınız. Şimdi odaklanın ve bütün enerjinizi yaptığınız işe verin.

4-     HAYAL GÜCÜ GÜÇ VERİR

 Hayal gücü her şeydir. Sizi bekleyen güzelliklerin ön izlemesi gibidir. Hayal gücü bilgiden daha önemlidir. Hayal gücünüz geleceğinizi belirler. Einsten şöyle der; “ Zekânın gerçek göstergesi hayal gücüdür, bilgi değil.” Bu yüzden hayal gücünüzün hantallaşmasına izin vermeyin.

5-     HATA YAPIN

 Hiç hata yapmamış insan yeni bir şey denememiş demektir. Hata yapmaktan korkmayın. Eğer nasıl okuyacağınızı bilirseniz hatalar sizi daha iyi bir konuma getirir. Başarılı olmak istiyorsanız yaptığınız hataları üçe katlayın.

6-     ANI YAŞAYIN

 Ben geleceği hiç düşünmem, ne de olsa gelecektir. Geleceği ayarlamanın en güzel yolu olabildiğiniz kadar şimdide olmaktır. Şu anda dünü ya da yarını değiştiremezsiniz. Önemli an, tek an şimdidir.

7-     DEĞER YARATIN

 Başarılı olmaya değil değerli olmaya çalışın. Zamanınızı başarılı olmak için harcamayın, değerler yaratın. Eğer değerli olursanız başarı kendiliğinden gelir.

8-     FARKLI SONUÇLAR BEKLEMEYİN

 Delilik; aynı şeyleri tekrar tekrar yapıp, farklı sonuçlar beklemek. Her gün aynı rutinde yaşayarak, farklı görünmeyi beklemeyiniz. Hayatınızın değişmesini istiyorsanız kendiniz değişmelisiniz.

9-     BİLGİ DENEYİMDEN GELİR

 Bilgi malumat değildir. Bilmenin farklı yolu deney imlemektir. Bir konuyu tartışabilirsiniz ama bu size sadece felsefi bir anlayış kazandırır. Bir konuyu bilmek istiyorsanız onu deney imlemelisiniz.

10- KURALLARI ÖĞRENİN, DAHA İYİ OYNAYIN

 Oyunun kurallarını öğrenmek zorundasınız. Böylece herkesten iyi oynayabilirsiniz. Yapmanız gereken iki şey var. Birincisi oynadığınız oyunun kurallarını öğrenmek. İkincisi, oyunu herkesten iyi oynamayı istemek… Bu iki şeyi yaparsanız başarı sizinle olur.

 Her gün kadere lanetler okumak, anne babayı suçlamak, dünyada bir şeylerin ters gittiğine yanıp kavrulmak, neredeyse yaşama doymadan, yaşamı tatmadan pes etmek yerine sizlere on altın öğüt; sadece aracılık yaptım ve bu öğütlerin içine dalma heyecanı hissettim; öğrenmenin yaşı yok…

 Güven Serin
  



21 Mart 2013 Perşembe

DOĞANIN DİLİ


Kamera; Güven Ganoslar

İnanmışlığın ayaklarıyla yola çıkanlar, doğanın ilaç niyetine
yolladığı, ortaya çıkardığı nesneleri, sesleri, renkleri
duymaya başlarlar; ağır ağır...


Kamera; Güven Mürefte yakınları

Çoban Mehmet Ağa, birkaç koyunu ve keçisiyle,
güne başlayıp geceye süzülüyor; hüzünden çok 
yüzündeki gülümsemeyle. Ne daha çok, ne daha
eksik; bir mucizenin kendisidir tabiat.


Kamera; Güven Şarköy yakınları
Tabiat renklerini doğuruyor; ve her doğum biraz
sancı, biraz acı demek; sonrasının bebek
tazeliğindeki kokuları içe çekmek demek.


Kamera; Güven Hoşköy Hora Feneri

O, 150 yaşında bir delikanlı; hâla dimdik... 


Kamera; Güven Serçeler ; lütfen ama lütfen rahatsız etmeyelim! 


Kamera; Metin Şarköy yolu üzeri

Yaşlı badem ağacı, gençler gibi renkten renge
bürünmemişti. Ama, "benim duruşum yeter be çocuk!" 
diyordu, ağaç diliyle ; diyordu inanın! 


Kamera; Güven Şarköy yamaçları

Tabiat boşluğu sevmez! Kendi dönüşümünü hemen başlatır.
İnsan da öyle, boyluğu sevmez; ya kabul eder değişimin
hüzünlü sancılarını ya da gururlu bir paslanma içinde
kireçlenmelere boyun eğer.


Kamera; Güven Şarköy Zeytinlikleri

Duruşlarındaki asalete bakar mısınız lütfen! 

DOĞANIN DİLİ

Geothe’ye göre, doğa değişik yönleri bulunan, hiçbir zaman ölü ve sağır olmayan kendine özgü dili (doğa dili) olan bir varlıktır.” Nurcan Özyer, böyle tarif ediyor Geothe’nin doğaya bakışını. Çevremde tanıdığım birçok insanın da böyle baktığını biliyorum. Dostum Yunus Usta da, Aziz öğretmen de, ben de, yanık sesli Latife Hanım, eşi Hasan Bey de, dağların kızı Safiye Hanım da böyle bakıp böyle düşünüyorlar. Düşünmekten öte, eyleme, doğanın yanında olma yürekliliğine soyunmuşlar.

  Nurcan Özyer, doğaya inanmışlığını, doğa ile olan büyülü yolculuğunu anlatmaya devam ediyor;

  “ Gözümüzü kapayalım, açalım, kulağımızı hassaslaştıralım, en küçük fısıltılardan en vahşi gürültüye, en basit tanılardan en yüksek ahenge, en güçlü ve tutkulu haykırıştan aklın en yumuşak sözlerine kadar her şeyin varlığını, gücünü, yaşamını ve ilişkilerini açıklayan doğadır. Öyle ki, kendisine görmenin yasak edildiği bir kör bile, hissedebilir bu ortamda sonsuz canlılığı kavrayabilir.”

  Goethe, yazarlığın, şairliğin yanında tam bir doğa hayranıdır. Doğa ile yaptığı büyük dansı, sözcüklere yön veren dilin keşiflerine ve bu keşifler de bu zamana kadar bizlere ulaşır;

 “ Doğa sonsuz yeni biçimler yaratır; şimdi var olan eskiden yoktu, eskiden var olan da bir daha gelmeyecektir. Her şey yeni ve yine her şey eskidir. Bizler onun tam ortasında yaşıyoruz ve ona yine yabancıyız. Bizimle hiç durmadan konuşuyor, ama bize sırrını açmıyor. Sürekli, onu etkileyen, buna karşın ona egemenliğimiz yok.

 Doğa Tanrının el yazısıdır.”

  Doğanın bir parçası olan insan, yani bizler belki de bilmeden kendi kaderimizi yazıyoruz dur  İnsanlık sırrına yakın olmak için doğayı, doğal hayatı ve özü anlamak yerine, hazır sunulanlarla uğraş, kargaşa, yapaylık keyifleri yaratıp, esas ve sonsuz huzura giden tünele bir türlü giremiyoruz…

  Bir mucize olan insanın bu kadar kısır bir yaşam sürmesini inanın dostlarım anlayamadım. Madalya ve övgü, alavere, dalavere ve soylu kurnazlıklar peşinde koşup, büyük soytarılığa soyunmak yerine, mucizenin anahtarlarını bir bir ele geçirip, o kapıları, insan bedeni ile ruhunu iyice perçinleyecek içsel eğlenceye ulaşmaktan yoksun kalmamız pes etmemiş acılarla üzüyor beni.

  Her zamanki gibi doğallığın adamı, hünerli bakışlarındaki insan Yunus Usta tam da yazımın kâğıda akmaya başladığı anda geldi yanıma. Doğadan açılan her sözcük onun erişilmese doğru gidişini nasıl da tetikliyor. Doğa demek Yunus demek… Yunus Usta doğadan, Goethe den söz edişime bir de ilave yaptı;

“madem bu güzellikleri anıyor, onlarla ilgili bir yazı hazırlıyorsun Goethe’den bir de şiir isterim”, dedi.
 
 Elbet, söz doğa ise, doğallığa yönelmiş, içsel huzurumuzu bu dünyaya gülümseyerek yakalamış-sak  bize bindirilen yükleri, giydirilen parlak kumaşları nazikçe bir kenara atmışsak, büyük ustadan bir şiir koymamak olmaz.

  Söz doğa dostu Goethe’de;

SEVGİLİNİN YAKINLIĞI

Seni düşünüyorum, güneşin ışıkları
                              Denizde aksedince.
Seni düşünüyorum, ayın parıltıları
                              Pınarlara vurunca.
Seni görüyorum, uzaklar bir yolda
                              Tozlar kalkınca.
Senin yanındayım, uzaklarda olsan bile
                              Bana yakınsın öylesine.
Güneş batıyor, ışık saçacak yıldızlar birazdan
                              Ah keşke şimdi yanımda olsaydın.

  Söz, doğa olunca, doğallık kaynamaya başlayınca beden de, mitolojinin içine, derinden derine inip, şair Vergilius ve sevgilisine armağan ettiğim bir şiiri de paylaşmanın yüksek erdemine sığınarak, yürek, diyastolun dansını yaparken ben de bu yazıyı bu şiir ile tamamlıyorum;

BİR BAŞKASIN SEN

Dokunuşum ipek tenine.
Seslenişin dost canıma!
Athena;
Başım döndü, soluğum kısıldı sana.
Hakikati aradım, hissettim yanı başında.
Yüzün
Saçların
Gözlerin
Sesin, hümanizmin
Hünerin
Gerçeğin insana dönüşmüş evreniydi.
İki denge arasında yüzdüm durdum;
Dokunmak mı, seyretmek mi seni?
Biliyorum;
Bir başkasın sen 

 Güven Serin













19 Mart 2013 Salı

BİTMEYEN ÇİLE SANSÜR


Kamera; Güven - Salt Beyoğlu -İstiklal Cad. İstanbul

Bir şair, bir öğretim görevlisi. 
Konu sansür... Kısacası bitmeyen çile...


Kamera; Güven   Salt Beyoğlu


Ataol Behramoğlu ve Banu Karaca

Bir kadının bana gelecek olması, bir rüzgarı geçerek
Bir şarkıyı geçerek, saçlarının uçuşunda
Bir kadının bana gelecek olması, bir ömür geçecek

Aşkın buruk tadında, buluşması iki yalnızlığın
Bir akşamı geçecek

Belki de dağılan sesleri hüznün ve akşamın
belki de
Bir kadını geçecek

Bir kadını bekliyorum
Eteklerini ve saçlarını uçurarak gelecek

  A. Behramoğlu


Kamera; Güven  İstiklal Caddesi

Bir koşuşturmaca; her insan bir hikaye,
her hikaye bir dünya; kimi geçmişi, kimi
geleceği; kimi ise bugünü anlatıyor...


BİTMEYEN ÇİLE, SANSÜR

  Bu ülkenin, bu büyük diyarın kaderiymiş gibi varlığını var eden yaşayan bir canlı gibidir sansür. Bizi yönetmeye gelen aydınların, üstün yöneticilerin, şeffaflık ve adalet dağıtıcıların ne hazindir ki bir süre sonra muhteşem bir korku, kinle sarıldıkları şeydir sansür. Güya, denetimi, düzeni, halk adına yapıyorlar bu işi…

  Türk aristokrasisi bankaların eliyle doğmaya başladı. İş Bankasının kitaplar konusundaki duyarlı çalışmaları bildiğimiz bir gerçektir. Akbank’ın sanat alanında yaptıkları da ortadadır. Garanti Bankası Salt Beyoğlu, Salt Galata binalarını tarihin köklerine inerek, mühendisliğin, mimarinin yardımıyla bugüne taşıdı.

  Bankalar ile insanlarımızın yaşadığı büyük çelişkilere, büyük kopuşa rağmen sanatın, aydınlanmanın ufkunu açacak bu girişimleri yüreğimle alkışlamaktan gocunmam bile. Bu büyük kargaşada, bu büyük uyuşuklukta 50–100 insan bile uyandırılsa insanımız adına sevindiricidir.

  Ülkemizde basının, medyanın yaşadığı sansürle ilgili olarak Salt Beyoğlu mekânı iki konuşmacıyı ağırladı. Benimde katıldığım mekânın konuşmacıları Ataol Behramoğlu ve Banu Karaca’ydı.

  Behramoğlu bir şair olarak kendisinin de uğradığı sansür uygulamalarını, yaşanmışlıklarıyla anlatırken, sansürün geçmişten bugüne, çeşitli uygulamalarla hiçbir zaman tam olarak yok olmadığını ifade etti. Ama bütün zorluklara rağmen sansürün yaşandığı zamanlarda da, sanat kendi yolunu, mizah, karikatür, fıkralar ile açmaya çalıştığını da anlattı.

 Banu Karaca yıllarını dışarıda geçirmiş, tama manası ile Türk diline hâkim olamadığı için bazı kelimeleri yerinde kullanmakta zorlandığı için, anlatmak istediği konuyu tam olarak anlatamamanın zorluğunu yaşarken; kendi sansürünü de kendi yarattı. İnsanlarımızın, özellikle zeki beyinlerimizin dil öğrenmek, daha iyi bir öğrenim için gittikleri ülkelerde, öz dillerini bırakmaları da ayrı bir SANSÜR olmalı, diye düşünüyorum.

  Banu Karaca, sansüre duyarlılıklarını Siyah Bant örgütlenmesiyle daha sistemli hale getirmeye çalıştıklarını da ifade ederken, sansürü anlatma yolunu Kürt sanatçıların uğradığı sansürü işaret buyurdular. Hâlbuki sansür denen soylu illetin, hiçbir ayrım yapmadığı, kendi rahatları bozulunca, ne Kürt, ne de Türk demeden nice insanımızın inanılmaz eziyetler çektiği bilinirken, zarif duruşu ve konuşmasıyla Banu Karaca’nın ülkesinden uzak kalışının, sadece bir bölgeye bakarak bu ifadelere yer vermesini kuşku ile karşılamadan edemedim.

  Sansür, hayatımızın her aşamasında var. Evimizde bile… Ama söz yöneticilerin eline geçince, iş basını onurlandırmak sa  üçüncü güç olarak bizlere övgüler düzerler. Üçüncü güç, aydınlanmanın, halkın, hakkın, adaletin yanında olması için yeterince özgür müdür? Buna bu diyarda yaşayan bütün ama bütün kargalar gülüyor efendiler…

  Yakın bir zaman önce benim de tanıklık ettiğim çok ilginç bir hoş geldin töreninde, saygın yöneticimiz en nazik yoldan biz değerli Tekirdağ basınına övgüler söylerken, bir yandan da şu sözleri hafızama kazıdı;

 “ Değerli arkadaşlarım, birbirimizi üzmez isek, yediğimizden yedirir  içtiğimizden içiririz.” Tarihe geçecek, üniversitelere tez imkânı verecek bir felsefenin kendisi değil midir bu sözler. Hâlbuki esas doğruluk, esas habercilik, halkın ve hakkın sesi olma durumunda bazen üzülmeler de olmayacak mı? Doğruların ve hakikatin bilinen tüm zamanlarda birilerini rahatsız etme gibi bir hüneri yok mu? Hal böyleyken, birbirimizi üzmemek ne demek?

  Ataol Behramoğlu konuşmasında yıllar önce toplatılan kitaplarını yakmak, imha etmek amaçları için kendi elleriyle getirdiğinin acı anısını da bizle paylaştı. Nazım Hikmeti 1960’lı yıllarda sansürledikleri için tam olarak paylaşıp anmadıklarını da yaşamın taze izleriyle paylaştı.

  Sansür hayatımızın her yerinde var. Hiçbir şey kuralsız, düzensiz yürümez ama kural ve düzen yapacağım diye, konuşanı, yazanı, okuyanı susturursan; beyinlerimizin göçünü, ülkemizin muhtaçlığını önleyemeyiz. Bakın düştüğümüz hale; samanda bile dışa bağımlı, tıp ve kimyada öyle. Neredeyse her alanda dışa, beğenmediğimiz batıya bağımlıyken, Arap uygarlığının takkesini, bıyığını bu kadar sevmenin, onu yücelteceğiz derken, aydınlanmanın önü hangi doğrularla kesilir bunu anlayamıyorum.

  Sansürsüz bir hayat biçimi düşünemiyorum. Çünkü sansüre karşı duracak güç, basının, medyanın öz gücü, halkı ile birleşme durumu henüz gerçekleşmedi. Okumaktan sakınan, elli kuruşu zarar, gereksiz diye gazetesine vermeyen, vermek istemeyen halkın sesini duyurmak da, halkın ilgisi kadar olur; konuşur gibi, yazar gibi yapılır, hakikatten uzaklaşan gerçek dışı taze taklit görüntülerle.

  Güven Serin


 

  


18 Mart 2013 Pazartesi

AKLIN,İLİMİN ve GÖRGÜNÜN CEVABIDIR


Kamera; Tamer Kaptan  Ganoslar Diyarı

Ne insanın arayışı biter, ne evrenin... İdeal olan nedir?
En doğru olan? Matematik sonuca giden bilimdir.
Ya insan, matematiği icat eden ve öğrenen insan,
kendi ruhunu neyle beslemeli ki, evrenin eğlenceli
değişimine ayak uydurup, huzur içinde ağlasın ve
gülsün.

AKLIN, İLİMİN ve GÖRGÜNÜN CEVABIDIR

  Özgürlüğün, halkın ve hakkın savunuculuğuna soyunmuş gazetecilik bilisizliğe, gurura, büyüklük hastalığının sarhoşluğuna soyunduysa yapacağı hatalar da büyük olur. Hani, nasıl derler; şapka düşer kel görünür…

  Ahmet Hakan Coşkun 3 Mart günü kendi köşesinden bilim insanı A.M.Celal Şengör’e adeta saldırmıştır. Bir akademisyene eleştiri silahlarını yöneltmek için o akademisyen gibi bilgi, görgü ile donatılmak gerekir; sonra, tarihin kayıt altına aldı kabalığın, cehaletin hesabını bir türlü denkleyemezsin.

 Büyük bir sükse içinde yaşam süren, yaşamın taze baharında başı dönen Ahmet Hakan Coşkun’un 3 Mart gazete köşesindeki yazısını olduğu gibi aktarıyorum;

Antropoloji bilimdir, Atatürk zamanında kafatasları o yüzden ölçülmüştür.” Diyen ünlü bilim adamı Celal Şengör’e sesleniyorum; Madem öyledir hocam… Sizin kafa-tasını şöyle bir ölçsek… Ardından da bilimsel bir toplantıda sizi örnek olarak gösterip; işte Celal… Tipik bir Türk… Kafatası ölçüsü şudur, aslan gibidir, beyaz ırktandır, falan diye teşhir etsek? Ne dersiniz? Bir şey daha söyleyeceğim Celal Şengör Hocam… Antropoloji tabi ki bilimdir… Ama bir zamanlar ırkçılığın hizmetine girmiştir… Aksi takdirde IRKÇI ANTROPOLOJİ diye bir kavram niye ortaya çıksın ki?”

  Bu abukluğu, muhteşem sabukluğu okuyan bilim insanı A. M. Celal Şengör bir cevap yollamış, takkesi düşen, keli görünen Ahmet Hakan Coşkun’a. Öyle bir cevap ki üniversite öğrencilerinin hoşgörülük ve bilgi sanatı için kullanacakları özel bir çalışma gibi bir şey…

 Cesur, aynı zamanda edebi yazı kahramanı olan Ahmet Hakan Coşkun ne yazıktır ki bu cevabı yayınlayamamıştır. Şimdi, A. M. Celal Şengör’ün Ahmet Hakan Coşkun’a yazdığı cevabı yayınlıyorum;

Muhterem Ahmet Bey, Antropoloji konusundaki yazınızı cevapsız bırakmak istemedim: Benim kafatasımı istediğiniz gün gelip ölçüp bir toplantıda teşhir edebilirsiniz, ama bir Türk’ün kafatası diyemezsiniz, zira buna antropoloji izin vermez. Kabaca hangi ırktan olduğumu ise söyleyebilirsiniz ve bu ırkın pek uzun zamandan beri Anadolu topraklarında yaşadığını belirtebilirsiniz. Atatürk döneminde yapılan işte bundan ibarettir. Ama benim Türk olduğumu (veya olmadığımı) söylemenin başka antropolojik yolları vardır. DNA’ma bakarsınız ve Türkiye’deki DNA bankası ile karşılaştırabilirsiniz. O zaman teşhis daha doğru olur. Kan grubum ise size insan grubu içinde olduğumu söyleyebilir. Bugün antropoloji kan gruplarını kullanarak insan gruplarının eski göç yollarını çıkarmaktadır.

  Antropoloji bir zamanlar ırkçılığın hizmetindeydi demek (ırklar arasındaki farklılıkların incelenmesi bugün dahi antropolojinin konusu dâhilinde olmasına rağmen), fizik bir zamanlar toplu katliamların hizmetindeydi veya kimya gaz odalarındaki ölümlerden sorumluydu demeye benziyor. Bu muhakeme tarzını ve sayın başbakanın saldırgan bilgisizliğini desteklemeyi size yakıştıramadım. Unutmayınız her tabii nesne tabiat bilimlerinin konusudur. İnsan dâhil. Sanırım antropoloji bilimine bir ÖZÜR DİLEME BORÇLUSUNUZ.

  Geçen haftam ki yazım da aslında bu konudaydı. Ahmet Bey’e cevaben devam edersem; IRKÇI ANTROPOLOJİ diye bir kavram yoktur; antropolojinin ırkçılık hizmetinde
kullanılma konusu vardır. Biyoloji de aynı maksada hizmetten kullanılabilir.”
  Görünen o ki dostlarım, heyecanına, gururuna, cehaletine yenilen bir toplumun çoğunlukta olduğu bir diyarda yaşıyoruz. Bu bize neyi hatırlatmalı? En yakın arkadaşımızı bile kınarken, eleştirirken ne kadar bilgi, görgü sahibi olduğumuzu düşünmeyi de unutmamak gerekir. Sonsuza uzanan bir hoşgörü, suskunluk içinde yaşamak; iradesi olan hiçbir insan olmaz, olamaz ama insan isterse silahını illa ateş, top, mermi, barut, kılıç, taş, gaz, barbarlık olandan seçmez…

 Ey akıl, ilim, görgü önünde bir kez daha eğiliyorum. Bilginin evren gibi genişlediği, her an her şeyin değiştiği bu ortamda düşünerek ifade etmenin, araştırarak, sorgulayarak yol almanın büyük erdemi insan denen canlıyı ve benim şu an ki bedenimi muhteşem bir rüzgâr gibi üşütüyor. İnsana; heyecan, coşku ve irade veren bir üşütme…

 Güven Serin





14 Mart 2013 Perşembe

BARIŞ GÖRÜŞMELERİ NASIL GİDİYOR


Kamera; Güven  Huzurunuzda Behiç Ak Usta


BARIŞ GÖRÜŞMELERİ NASIL GİDİYOR

  Barış sözcüğünü duyunca, hangi kavganın barışı olabilme ihtimali üzerinde şaşkınlık geçirdiğinizi biliyorum. O kadar çok kavgamız var ki, hangisini barış ile sonlandıracağız, zamanın içindeki soylu yöneticilerin yeşermesine bağlı. Yüzüncü maymun hikâyesi bir gün gerçek olacak bu diyarda; kavgalar gibi, başarılı insanlar da çoğalıp sürü olmaktan kurtaracaklar kendilerini.

  Turhan Selçuk, o muhteşem sanatkârın, Cumhuriyet hayranının, karikatür sanatını yücelten şahsiyetin 3. ölüm yıl dönümü. O, ölmüşken yaşıyor; mizaha, düşünceye, sevgiye, vatanperverliğe süzüldüğü her çizgisi, beyefendiliğin de yaşıyor.

  Abdülcanbazın yaratıcısı olan Turhan Selçuk'u önünde eğilerek anıyorum. Bir başka ve yaşayan bir karikatüristin bize sunduğu sanatın anlattıklarına kulak vermek istiyorum. Behiç Ak, yaşayan karikatüristlerimiz içinde önem verdiğim, beğendiğim bir sanatçı. Mizahı, çizimi, günceli takibiyle saygıyı, minnettarlığı hak eden bir insan…

  Behiç Ak’ın Cumhuriyet Gazetesinde yakın zaman önce çıkan bir karikatürü çok ilginç ve çok güncel ve bir o kadar da şaşkınlığı, şaşırmışlığını, zavallılığı anlatıyor. Bir kadın şiş göbekli bürokrata soruyor;

“ Af edersiniz BARIŞ görüşmeleri nasıl gidiyor? “

  Şiş göbekli bürokrat kendinden çok emin cevap veriyor;

“ Çok iyi… Yalnız, barışın kim ile kimin arasında olacağı konusunda tam bir mutabakat yok…”

  Bu zavallı barışı, bu kimsesizliğim-izi  yaşanan muhteşem oyunları, köşe kapmaları, oy hesaplarını, yönetilme alışkanlıklarını, vatanperverlikten ve insanlıktan uzak şovları ancak iyi bir karikatürist anlatabilirdi. İşte bunu, bu işi Behiç Ak yapmış…

  Neredeyse otuz beş yıldır devam eden büyük kan, kargaşa ve vahşet; hiçbir zaman tam manasıyla bitirilme insanlığıyla kucaklaşamadık  Ne Kürtleri temsil ediyoruz diye bağıran muhteşem terör ağalarının derdiydi o yörenin insanlarının ölmesi, ne de siyasi krallıklarını koruyan yöneticilerin derdi. Daha iyi alkış almak, daha çok oy toplamak ve muhterem silah sanayinin şiş göbeklerine biraz daha şişlik katmak için, yapılan silah alımları…

  Savaşlar insanlıkla doğar. Habil ile Kabil’in savaşıyla… Ölüm, insanın, canlıların olduğu her yerde, yaşam kadar yakın bize. Ama hiçbir ölüm ve öldürme, insan kurnazlığıyla boy ölçüşemez. Bir taraftan gözyaşı dökerlerken, bir taraftan silah alımlarıyla gönüllere su serperler…

  Gerçekten de BARIŞ görüşmeleri iyi gidiyor da, acaba kiminle kim arasında iyi gidiyor. Bu işe çomak sokanların sayısı belli midir? En başta olanların görünmezliğini dağdaki çoban bile biliyor ama bizler kuyrukla meşgul olmayı; balığın baştan kokmuşluğuna bir karşılık vermek adına mı yapıyoruz, o da belli değil…

  Neredeyse kırk yıldır hiçbir doğu siyasetçisinin kendi bölgesinin o kör, o zavallı talihini değiştirme çabalarına tanıklık etmedim. Daha çok yol, okul, hastane, kreş, sağlık ocağı, üniversite yerine; inanılmaz bir kargaşa, telaş ve çıkar içinde genç insanları adeta KURBAN olarak sundular. Sunmaya da devam ediyorlar. Bu ülkenin, bu ülke insanının doğu ile nasıl barışık olduğu, batı şehirlerimizdeki doğulu insanların yaptıkları işlerden, batılı insanların onlara kucak açmalarından bellidir. Hiç kimse demesin ki, bu ülke insanı kendi içinde bir ayrıma gidiyor. Canı yananların söylemeleri, eylemleri de sosyolojik, bilimsel açıklamalarla tatminkar bir açıklamaya dönüşür. 

  Cumhuriyetin ilk yıllarına gidip tarihin hilesiz penceresini bir açın; o günün doğulusu, daha çok kitap okuyor, daha çok sinemadan, tiyatrodan besleniyor. Ya bugünün doğu insanı, bu günün savaş kahramanları neyle besliyor anları? Kinle, şiddetle, açlıkla, ölümle…

  Birbirimize düşürmek için ne kadar çok uğraşıldı, doğu ile batılıyı, kuzeyliyi, güneyliyi. Bugünün yerleşik yaşamı, iç içe karışmışlığımız, bir ayrılık referandumu yapılsa komik bir destek alacakları ortadayken, bu güzel ulusun kadersel bir sınavdan geçişi yaşanırken, çıkarılan hileli savaşların, sonra da barış görüşmeleri yapılacak denmesi; insan aklı, zekâsı, geçmişimiz ve geleceğimiz adına ne hazin bir BARIŞ görüşmeleridir bunlar; ne hazin…

 Güven Serin

  


11 Mart 2013 Pazartesi

ÖNCE BADEMLER AÇTI


Kamera; Güven  Erik ağaçları, bademler gibi bahar
şöleninde. Barbaros-Tekirdağ


Kamera; Güven Doğa Irmak berrak suya dalmış.
Barbaros - Tekirdağ


Kamera; Güven  Viran evlerin yanında, gücüne güç
katmış çınar ağacı, iyice emin olmadan yeşil kostümünü
giymedi daha. 


Kamera; Güven    Barbaros Kasabası

Evler,insansız kalmaya görsünler; ilk önce hüzün,sonra
çaresizliğin, gayesizliğin pişkinliğiyle viran-lığa teslim
olurlar.


Kamera; Güven Barbaros - Tekirdağ
Tuğla ev, beton evlere gururla bakıyor, ruhunu
teslim etmemiş,mimarinin esenliğiyle. 


Kamera; Güven  Tekirdağ Kırları ve Ganos Dağları


Kamera; Metin    Kumbağ-Tekirdağ

Aziz Bey ile dinlence anının huzurlu sohbeti


Kamera; Aziz Bey  Kumbağ-Tekirdağ

Şoför Metin,dostum dediğim güzel insan.
Birazcık araç deliliği vardır; aracım arızalı dedeniz mi
dayanamaz, hemen kolları sıvar bu deli şoför; yani
benim dostum Metin.


ÖNCE BADEMLER AÇTI


  Önce bademler, sonra erik ağaçları açtı. Pembe, beyaz çiçekleriyle ağaçların yeniden yeşerdiklerini görmek, tabiatın uyanışına tanıklık etmek, çok hoş ve huzur verici… Toprak kokuları önlenemez bir şekilde taşınıyor rüzgârla; bir uçtan diğer uçlara.

  Tatil günleri, yatmak, dinlenmek bir yere kadar. Bir de doğanın koynuna, bütün planlardan, siyasi düşüncelerden sıyrılarak, yaşamın, o sade hayatın içine girmek var… Doğa Irmak ile öyle yaptık. Güne, uykunun dinlemişliği ile başladık. İyi bir kahvaltı, insanın bedenine güzel bir enerjidir. Ama iyi bir gezinti de, ruhumuza muhteşem güzellikler sunar.

  Rotamız şehrimize yakın olan Barbaros oldu. Barbaros’tan çok geçtik, limanına çok uğradım ama sokaklarının tenhalığında, ağaçlarının ululuğun da, evlerinin taş ve ahşap hüzünleriyle hiç bulaşmamıştım  İşte bu da oldu; Barbaros Kasabasına Doğa Irmak ile gittik. Nasıl, gün ışığıyla süzülüyorsa her sokağa, her ormana, her vadiye, her dağa, biz de öyle süzüldük Doğa ile Barbaros’un dik, yokuş sokaklarına.

  Gördüm ki Barbaros da teslim olmuş beton kültürünün dayanıklı geleceğine. Betona, demire teslim olmayı anlarım da, mimariden, mühendislikten yoksunluğu anlayamadan gideceğim bu diyardan; gözleri açık bir insan ruhuyla gideceğim…

  Yaş otuz beş, yolun yarısı eder
  Dante gibi ortasındayız ömrün
  Delikanlı cağımızdaki cevher
  Yalvarmak, yakarmak nafile bugün

  Bahar, yeniden var oluş, yokluğun tükenişi, doğumun da başlangıcıdır aynı zamanda. Kuru bir dalın, tomurcuğa, çiçeğe, meyveye dönüşümü; büyük bir gösterinin kendisidir. Muhteşem bir sürecin tükenmeyen devamıdır. İlla yolun yarısını da beklemek gerekmez, yaşamın sesini, kokularına, görsel şölenini fark etmek için. Belki ben yolun sonunu çoktan geçtim. Cahit Sıtkı Tarancı da, yarısını yaşadığı ömrün tamamına erişemedi. Orhan Veli de öyle, Tevfik Fikret de, Cemal Süreyya da…

  Barbaros Kasabasının yaşlı çınar ağaçları, bademlerin titiz önceliğinde çiçek açmamışlardı ama ulu dallarıyla, göğe yükselen çok büyük bir medeniyetin soylu duruşu içindeydiler. Kumrular, viran yapılı bahçelerin ağaçlarına toplanmışlar, baharın geliş törenine, günün güneşle ısınma keyfine, bir dinlenme uyuşukluğuyla tünemişlerdi. Kedilerde öyle; telaş içinde yuvalarına küçük çalı-çırpı taşıyan kargalar, saksağanlar da, baharın sarhoş bakışların daydılar.

  Barbaros Kasabasının taş ve ahşap evleri, hüzünlü bile değillerdi artık. Çünkü ölümün saygın kurtuluşunu bekliyorlardı. Onları anlayacak ne bir mimar, ne bir insan vardı betonun eğri, büğrü büyüsüne kanmış bu diyarda. Onlarda anlamayanlara anlatacak zamanları gerilerde bırakmışlardı. Ve biz, dar sokakların yokuşunda, zamanın içinde, uzayın derinliklerinde ilerleyen bir gezegenin yol alma keyfinde yürüdük…

  Bahar dedik, gün ve gün ışığı dedik ya, Doğa ile biten Barbaros gezintimiz, bir saat sonra iki dost ile Şoför Metin ve Aziz Bey ile yeniden başladı. Gün uzundu harekete, değişime aç olan ve inanmışlara. Gün gerçekten uzundu; güneşin batışına daha çok vardı. Bizim yönümüz de önce batıya, sonra güneye doğru; Kumbağa Kasabasına gittik. Doğanın kalbinden, köy yollarından, ekinlerin yeşil olduğu, badem ile eriklerin açtığı kırlardan geçtik. Çeşmeler akıyor, kuşlar yuva telaşıyla uçuşuyorken, rüzgâr kendi dansını, hiç tükenmeyen enerjisiyle yapıyorken, biz Kumbağ, denizin, kordon boyunun olduğu yere geldik. Kimi sohbetin, kimi çayın demli keyfi içinde kaşarlı tostları-mızı yedik. Limanda bildik dostlarımız ile geçmişten bugüne, neşeden, mizahtan, siyasetten, kırdan, kuştan, kurttan konuştuk.

 Kumbağ Kasabası da, Barbaros gibi betona yenik düşmüştü. Turizm daha doğmadan öldürülmüş; büyük geleceğimiz, küçük kurnazlıkların plansız, taşan balkonlu çirkin evlerine yok ettirilmişti.

 Gördüğüm korkunç beton plansızlığı, yok ediciliği karşısında yine o için için yanmalarımı yaşarken, tam tersi, doğanın çiçeklerini, bademlerin renklerini, yaratıcılığını, estetiğini büyük bir teselli, yaşamın var edici gösterisi ve gelecek ümidi olarak kabul eğledim.

  Son sözü, yaşama doyamamış, sevgi ve sevişmelere kanmamış şaire; Cahit Sıtkı Tarancı’ya bırakıyorum;

Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar
Neylersin ölüm herkesin başında
Uyudun uyanmadın olacak
Kim bilir nerede, nasıl, kaç yaşında
Bir namazlık saltanatın olacak
Taht misali o musalla taşında

  Fark edin, yaşamın büyük o muhteşem uyumunu. Katletmeyin, yitirdikten sonra bin pişmanlığa sürmeyin size ait olan, sizin elinizdeki kaderin…


Güven Serin
 

 



 

  








9 Mart 2013 Cumartesi

HÜKÜMLÜDÜR


Kamera; Metin  Seferihisar- İzmir

Bazen hükümlü olmanın ötesine hükümsüz olmaya
giden büyük ormanın patikasına girer, bir çay molasında
muhteşem seçeneklerin baş döndürücü düşleriyle
sevişir insan. Belki insanı bir kenara bırakan,ruhun
uyandırma ile meşgul olduğu saattir o zaman...
HÜKÜMLÜDÜR

 Bazı gazete yazıları vardır, okur geçer o anın iç sızlanmalarıyla unutur gidersin. Bazı yazılar ise daha okurken içi süzüldüğünü, hemen unutulmazlığını haberini verir size. Cumhuriyet Gazetesinin Ceza evinden Mektuplar Köşesi de böyle bir yer işte. Hani temizlik, doğruluk, demokrasi adına içeriye alınan, adına delil dedikleri uydurmalarla insanların onurlarını, yaşam haklarını zedeleyen bir işkenceye dönüşmüş ceza evinden gelen mektuplar…

  Mektubu yazan şahıs Balyoz davasından 16 yıl hapis cezası verilen Deniz Kurmay Kıdemli Albay Kadri Sonay AKPOLAT. Kendisini hiç tanımam, tanımadım da. Askerlere, doktorlardan, mühendislerden, öğretmenlerden, imamlardan, çiftçilerden, esnaftan daha fazla sempati de duymuyorum. Askerliğin de bir uğraş, bir iş, bir yaşam biçimi olduğuna inanan bir insanın inancı ile okuduğum askerin yazıları, dinlediğiniz insana, gözlerinin içine bakarak ruhunuzla nasıl inanıyorsanız öyle inandım. İşte bu inançtır benim vicdanımı titreten…

  Deniz Kurmay Kıdemli Albay Kadri Sonay AKPOLAT, gazeteye yolladığı mektubun başlığına;

KİMLİĞİMİ KAYBETTİM HÜKÜMLÜDÜR, diye bir başlık atmış. Yüreğinin haksızlığa direnişinin başlığıdır bu başlık. Aynı zamanda demokrasi getireceğiz diye yapılan ihtilallerle sol düşünceyi yok edeceğiz diye verilen tavizlerin ne büyük felaketlere yol açtığının da açık, seçik ortaya çıkış, bir canavara dönüşmüş halidir de.

 Ceza evinden yola çıkan ve bir insanın canından başka kaybedeceği hiçbir şeyin olmadığı, onurunun yerle bir edildiği insan kokan bu mektubun yürek sesiyle, hakikatin kendisi olduğuna inandım. Ama inanmak yetmiyor işte. İnanmışlığı, yapılan uydurma hapsetmeleri vicdan sesini dindirmek için kaleme de almak gerekiyor. Bizim en büyük silahımız, adaletimiz, zenginliğimiz bize sunulan yazı köşemiz.

  Deniz Kurmay Kıdemli Albay’ın mektubundan bazı alıntıları sizlerle, siz merhameti, vicdanı tüketmemiş, adaletten hâla ümidi kesmemiş insanlarla paylaşarak biraz olsun huzur bulmak istiyorum. Deniz Kurmay Kıdemli Albay Kadri Sonay Akpolat şöyle yazıyor;

İddia makamı, bana atfedilen Gölcük'te bulunan, sahte olduğu on kez ispat edilen 3 adet imzasız dijital wort belgesinin verilerindeki “Sonay Polat” isim ve soyadı hakkında hiçbir araştırma yapmadan, Genelkurmay Başkanlığı ile Deniz Kuvvetleri Komutanlığına sormadan, bu kullanıcı isminin benim olduğuna kanaat getirerek hiçbir somut gerekçe göstermeden beni sanık olarak tutuklamıştır.

 İnternet'e girip bakın sürüyle gerçek Sonay Polat isim ve soyadlı kişiye ulaşabilirsiniz. Gerçek hukuk işlerse hepsine soruşturma açılması gerekir.

  Delil olarak kabul edilen CD’lerin herkes tarafından kolaylıkla üretilebileceğini göstermek amacıyla, savunma avukatları, hâkimlerin tam isim ve soyadlarını vermeden benzer isimlerle üretilmiş CD’leri kürsünün üzerine mizansen amacıyla bıraktıklarında, hâkimlerimiz bu mizansene bile aşırı tepki göstererek avukatlar hakkında suç duyurusunda bulundular.

  Sonuçta büyük adam olamadım, terörist oldum. 16 yıl hapis cezası aldım. 47 sene isim ve soyadımı yanlış kullandığım için kendime kızdım. Öyle ya! Kendi ismimi hâkimlerimizden daha iyi bilecek halim yoktu. Bu yüzden kimliğimi kaybettim. Aman dikkat (!) bulanlar için HÜKÜMLÜDÜR.

  İşte size bir rahmetli Aziz Nesin hikâyesi daha. Tabi ki ben niye tutuklu olduğumu biliyorum. Bir insanın ömründen 16 yıl çalanlara ise sadece gülüyorum. Bizi iftira, yalan dolan, dalavere yaparak yok ettiklerini sananlar, hakkımızı yiyenler şunu çok iyi bilsinler ki biz, rahmetli babam ve dedelerim gibi Mustafa Kemal’in askerleriyiz. Saygılarımla…”

  Devletin en zor şartlarda eğitip askerlik sanatını öğrettiği insanların bu kadar kolay, basit ve uydurma nedenlerden mahkum olması; kirlenmişin, hatta bu kirlenmenin temizliğe doğru nasıl da yaklaştığının buruk haberidir.

  Hiçbir haksızlık, hiçbir dalavere kalıcı bir kültür oluşturamaz. Bu yüce yaratıcının, muhteşem tabiatın kanunlarına aykırıdır  Deniz Fenerlerini bir çırpıda yok edenlerin adalete inancı ortadadır. Adalet, bir gün herkese lazım olacak, en güzel şeydir adil olmak; kıymet bilene…

Güven Serin