29 Aralık 2015 Salı

TOPRAK ANA-GANOSLAR


Kamera; Güven Uçmakdere Kuzey Yamaçları


Kamera; Güven Uçmakdere-Ganoslar

"Gün çoktan doğmuş buralarda" 


Kamera; Güven  

Dostlar; Erdem, Fatih, Sadik, Yunus


Kamera; Güven

Erdem, Yunus, Sadik-Ganoslar


Kamera; Güven Yunus Goethe'den bir şiir okuyor



TOPRAK ANA-GANOSLAR

 İnsanlığın ilerleyişi, korku ve coşkularıyla buluşması insanı ilgilendiren bütün kültürlere etki etmiştir. Umay olarak, Kibele, Rhea, İsis, Artemis Asya’dan, Afrika’ya, Anadolu’dan, Roma diyarına kadar insanların insanlık yoluna ümit, neşe yoldaş olmuş tanrıçalar…

  Tekirdağ’ın, Trakya’nın ve tüm Türkiye’nin hatta dünya kültürünün bir parçası olan Ganoslar gün yüzüne çıkmaya başladı. Uçmak Paraşütü, günübirlik yürüyüşçeler, piknikçiler derken iç içe geçmiş tepelerin, vadilerin, yaylaların ve hikâyelerin bir arada bulunduğu, denize, gökyüzüne adaçayı, ıhlamur, kekik salan, gün ve gecenin her saati farklı gösterilerin, güzelliklerin yaşandığı bu yere bir kez daha tanıklık etmek için geldik.

 Yunus Usta, Erdem, Fatih aramıza yeni katılan Sadık gün ağarırken bir araya geldik. Yollar, bağ ve bahçeler geçinin kırağını, beyazlığını, soğuğunu taşıyorlar. Gece tanrıçası Niks buz gibi bir havanın solumasını yapmış, görevini şafak tanrıçası Eos’a teslim etmiş; sanatçının ses verdiği sanat şarkısı henüz daha söylenmemiş;

 “ gün çoktan doğdu buralarda” demediğimiz vaktin sınırları içinde Uçmakdere Köyüne ulaştık. Vadinin derinlerine gizlenmiş, ahşabın, taşın, dağın, tepenin, ıhlamurun, adaçayının ve buz gibi suların, yaşlı çınar ağaçlarının diyarı; keşfedilmeyi, göç edenlere bu cennetin cehennem olmadığını sessizce söylüyor.

 Gözlerimiz boşu boşuna kahveci İbrahim’i aradı. İbrahim kahveciliği bırakmış; çayın tadı İbrahim zamanı olmasa da, Uçmakdere’nin vadiler arasında günle doğan yaşam kırıntıları tuvale yansısa, insanı üst çığlığa, huzura, sevince ve zirveye çıkartacak kadar yaşam kokuyor.

  Ganos yürüyüş yolları ahşap tabela işaretleriyle dağcılara hizmet sunmaya başlamış. Ahşap oturaklar dinlenme imkânı sağlıyor. Büyükşehir Belediyesi bu diyara ne kadar uzak kalındıysa, o kadar yakın olmak için çırpınmaya başlamış. Bu sahiplenişin kalıcı olması için, yeryüzüne mucizeler dağıtan evrenin yaşam saçan dünyamızın sabrı, inatçılığı ve kararlılığı gibi kararlı, inatçı, sabırlı insanların Ganoslar turizmine katkı verecek, bu işi zevk, kazanç ikilemiyle yoğuracak herkesin katkı yapacağı zaman; bu zamandır.

  Uçmakdere Köyüne toplanan avcılar sürek avı hazırlığı yapıyorlar. Bollaşan, kıtlıktan kurtulan domuzları azaltmak için, köpekleriyle, silahlarıyla insan çelişkisini, insanın çıkarlarını, yaşamın diğer çıkarlarıyla zıt hale gelince nasıl bir vahşete dönüşeceğinin zaferini taşıyorlardı üzerlerine giydikleri görkemli giysileri, kuşandıkları palaskaları ve anlatacakları bol hikâyeleri olan avcılar.

 Avcılığı bırakan birisiyle konuşuyorum; Sen niye gitmiyorsun domuz avına? Bıraktım ağabey. Canını ben vermedim ki ben alayım. Küçük domuz yavrusu gördün mü hiç? Ne kadar sevimli bilir misin? Ama büyüyünce öldürüyoruz. Küçüğünü ise seviyoruz…

 Avcılığı iki yıl önce bırakmış avcının vicdan ve insanlık sınavı; biz insanın asla şu an için yüzleşmeyeceği GERÇEĞİ anlatıyor.

 Uçmakdere Köyünün bağ-bahçeleri ilkbahar yeşilliği içindeler. Yeşilin her tonu; zeytin, çimen, sarmaşık uygarlığıyla sergileniyor. Meşeler, çınarlar, kavaklar, cevizler, incirler çoktan kış ayı sessizliği ve çıplaklığı içindeler. Ardıçlar, zeytinler, çamlar gibi; tezatlığın, ölüm ile yaşamın, soğuk ile sıcağın, yaz ile kışın tam da ortasında bir yerde; bütün insanlığın aradığı ince çizginin yaşam yeşilliği, parlaklığı içindeler.

 Tepelerin dikliği, çokluğu güneşin büyük gösterisiyle buluşmuş. Bir yan gölgenin serinliği içinde insanı dondururken, bir yan güneşin olanca sarılışı ile ısıtıyor, en uçta, en derinde olan canlı hücrelerini.

  Uçmakdere, Yeniköy turizmden öte derin, hakiki çağrı içinde tıpkı Mevlana gibi sesleniyor; ilk önce Tekirdağ insanına sonra diğer insanlığa;

 “ GEL! Ne olursan ol; yine gel!”

  Denizin, dağların, tepelerin, ahşabın, taşın ve insan hikâyelerin, mitolojinin büyük sahnesi Ganoslarda yaşanıyor; uyarlığa bu kadar yakın olup, bu kadar uzak, gizemli ve eşindikçe Truva’nın katmanları gibi katlara ulaşacağınız bu yerde; Ganoslar, Uçmakdere Köyü, Yeniköy diyarında…

  Laf aramızda; dağların cazibesi, insanın üretkenliğiyle buluşuyor; her gezimiz bu şenlikle insanın en pahalı lokantalarda, otellerde, maceralarda aradığı şeyi sunuyor. Biz, Yunus Ustanın patlıcan, biber közlenmiş hallerini sarımsakla buluşturmasıyla çayın bağların toprak ananın olduğu yerde, ayakkabılarımızın çıkarılıp çıplak ayaklarıyla değmesi; lüks ise en lüks, değer ise en değerli bir şey dostlarım…


  Güven Serin 



 



 

  




28 Aralık 2015 Pazartesi

SAĞLIKTA REKABET


Kamera; Güven- İstanbul

Sanata sanatçıya teşekkür.


SAĞLIKTA REKABET

  Dünya Sağlık Örgütü bir bir haklı çıkıyor. Hareketsiz yaşamlar, yanlış beslenme ve stres neredeyse tüm dünya insanını; insanlığı hasta etti. Hangi hastaneye giderseniz gidin;

AĞZINA KADAR DOLUP TAŞIYOR…

  Gözlerimi kontrol ettirmek ve sıkça kızarma, kaşıntı vermesini anlamak, erken teşhisin önemine inanarak Tekirdağ merkezide olan hastaneden randevu almak için telefon ettim. Yakın zamana randevu yok. Hastalar bir tek göz doktoruna hücum etmiş.

  Göz muayenesinin uygun fiyatta oluşu, hastanenin şıklığı, insanların yıllarca eziyet çekip, eziyet ederek devlet hastanelerinde adeta fazlalıkmış gibi yaşam ve sağlık kavgası vermesi nedeniyle özel hastaneler korkarak, çekinerek kabul edildi.

  Rekabetin albenisi, çekiciliği çoktur. Yarışa dâhil olmak, sağlık pastasından koca bir dilim almak hüner ister. İlimin yanında ekonomik olmayı, nezaketi, görselliği, ilgiyi yüceltmek ve istikrarlı bir şekilde döngünün vazgeçilmezi gibi yenilenmek ister.

 Hâlbuki Devlet Hastaneleri en az özel hastaneler kadar ilerici, yenilikçi ve insan “hasta” merkezli olabilirler. Kuruluş amaçlarında, yazılı kanunlarında bu olmasına rağmen, bürokrasinin hantallığı, çalışan ve hizmet alana uzak oluşu özel hastanelerin doktorunu, hemşiresini, hasta bakıcısını, teknisyenini yormuş, yorgun düşürmüştür. 

 Yorulmuş bir beden, rekabeti en üst seviyede yürütemez. Bu bilinse de, yorgun, bitkin halkımızın dertleri de bitmediği için sağlık adına hangi şartlarda hizmet verilse de koşup gidiyoruz. Kimi kavgayla, kimi nazla ve bazen de kibar suskunluklarla ihmal ettiğimiz, insan yerine koymadığımız bedenimiz için MUCİZE arıyoruz.

 Hal böyle olunca; yani merkezde bulunan özel hastaneden randevu alamayınca devlet hastanesinin kapısın çaldım. Göz doktoru için randevu almak istedim. En yakın randevu bir hafta sonraya. Anlayacağınız, göz doktorları iyi iş yapıyor.

 Hastanelerin doluluğuna üzülmek mi yoksa sevinmek mi gerekir? Ne güzel şey; bir sürü insana iş imkanı yaratılırken, inanılmaz bir ilaç sanayi desteği oluşuyor.

 İşin diğer tarafı da, bir toplumun sağlığa bakışı, bol bulduğumuz ormanları, denizleri harcadığımız gibi bol olan güzel bedenimizin sağlığını ne duruma getirdiğimizi de anlamak mümkündür.

 Devlet Hastanesinde de randevu alamayınca şehri Tekirdağ’ın biraz dışında; artık pek dışında da denemez; İstanbul yolunda ki göz hastanesine gittim. Elbette randevu alarak… Randevu saatim; 15:00. Muayene saatinden biraz önce gittiğim hastanenin hastaları bütün koltukları doldurmuşlar. Neredeyse büyük çoğunluğunun gözden öte birçok sorunu olduğu belli.

 Güzelim kırmızı koltuklara oturmuş insanların isimleri okununca kalkmakta zorlanıyorlar. Bir arada, o yorgun, o bitkin ve şişman, zayıf bedenleriyle birbiriyle sohbet ediyorlar;

Nerelisin? Nerede oturuyorsun? 

 Çoğu hastayı tek tek inceledim. Nefes almakta zorlananlar var. Ama gözlerini de önemsemişler güya. Son dakika da olsa, yaşamı biraz daha net görmek istemek herkesin hakkıdır.

 Hastanenin temizliği, albenisi ve en önemlisi zarafet saçan çiçekleri; yani kızları (çalışanları) Siyah pantolon üzerine beyaz gömlek ve onun üzerine kırmızı yelekle; bir de gülümsemenin hanımefendiliğiyle güzel bir şaşırtma yapıyorlar.

 Oysa bizler böyle şımartılmaya alışık değiliz; dostlar!

 Rekabetin nerede olduğu hiç önemli değil. İş, ticaretse, ister alım-satım, ister sağlık hizmeti olsun; kuralları, kaideleri bellidir. Merkeze İNSANI almak! İnsan, önemsemeyi sever. Bir çayı unutmaz. Uzatılan elin samimiyetini, içtenliğini anlar.

 Bir de samimiyetin içine akademik bilgi, adil bir müşteri-hasta ilişkisi girerse; tadına doyum olmaz bu rekabetin.


 Güven Serin 


24 Aralık 2015 Perşembe

HARBİYELİ OLMAK


Kamera; Güven Pera Müzesi
Üç Aşk Şarkısı

Harbiye Pera'ya, Pera Harbiye'ye oldukça yakın;
yürüyüş mesafesi yani. Bedene hareket iyi gelir...


HARBİYELİ OLMAK

 Ne anlama gelir acaba? Kara Harp Okulunun öğrencisi olmak mı? Yoksa İstanbul Şişli’nin bir mahallesi olan Harbiye’de yaşamak mı? Belki de, Muhsin Ertuğrul Tiyatrosunun, Cemal Reşit Rey Konser Salonunun, Lütfi Kırdar Kongre Merkezinin olduğu mekânların bulunduğu bu yere gıpta ile bakmaktır…

  Hiç olmazsa yılda birkaç kez Harbiyeli olunabilir. Yılda birkaç kez Harbiyeli olmanın kıvancı, Muhsin Ertuğrul Tiyatrosunda Ayaktakımı Arasında oyununu seyircisi olmadan başka bir şey değildir anlatmak istediğim.

 Harbiyeli olmayı insanların tercihlerine bırakıyorum. Kimisi Kara Harp Okul sevdalısı, bu vesileyle orduya, askere duyulan yüksek güven, sevgi seslenişi yaparken, kimisi; benim gibi, toplumun durağanlığını, sessizliğini tiyatro, söyleyişi, konserlerle canlı, düşünür, sorgulayan hale getiren Harbiye onuru taşımak…

  Kendini arayan, dünya denen büyük organizmada yaşamını ağırlaştıran yüklere karşı her insan hafifletme, dinlenme, bir başka çıkar yol bulma telaşı ve arayışı içindedir. Kimisi, müziğin notalarına, bestelerine sığınır. Kimisi, renklerin tuvallerine, biçim ve formlarına… Bazıları hiç bitmeyen kavgaların nefretlerine…

 Harbiye Muhsin Ertuğurul Sahnesi 498 kişilik kırmızı koltuklarla yamaçtan vadiye iner eğimiyle seyirciyle buluşuyor. Burada sadece tiyatro oyunu izlemek marifet değil elbet. Oyunun içinde oyunlar varsa, görgünün içinde görgüler, öğrenmenin içinde de öğrenmeler vardır.

  Ayaktakımı Tiyatro Oyununu Harbiye Muhsin Ertuğurul Sahnesinde izlerken, aynı zamanda oyun saatini bekleyen, rahat koltuklarda, sıcak bir kahve düşünceleri içinde olmanın düşünürü, yazarı, şairi olmak; her insanın yaşam sıkıntılarına ciddi bir katkı sağlar.

  Büyük telaşı bırakıp, zaten yeterince “zaman öldürme” cinayetleri işlemiş olmanın tecrübesiyle kendiniz için sanatın kukularını duyumsayarak, dokularına elleyerek ve barışçıl olmaya bir adım daha yaklaşma cesaretiyle Ayak Takımı Arasında Oyunu, sadece oyun olmaktan çıkar.

  Maksim Gorki olur. Muhsin Ertuğrul olur. Hani “ yarın kıyamet kopsa, bugün yine tiyatro açarım.” Diyen Muhsin Ertuğrul…

  Peki, niçin Maksim Gorgi olmak istesin insan? Toplumun dibine itilmiş insanları, sokakları, mahalleleri anlamak için Maksim Gorki oyunu izlemek yetmiyor. Tiyatro bugünün eksik kalan insan sorgulaması, keskin ve kararlı iradesine de nazikçe katkı yapıyor. İşte bu yüzden, yeni, yepyeni mahalleler, dev duvarları olan yalılar kurulurken, şehirlerin kenar mahallelerin, merkezden ne kadar çok olduğunu da bilmek, bilmenin ötesinde bunu adaletli bir düşünce içinde anlamak; her insanın sorumluluğu görünse de, yazarın en az sanatçılar kadar sorumluluğu vardır.

 Bu sorumluluk içinde izledim Ayak takımı Arasında oyununu, dibe vurmuş insanları ve insan denen canlının kapıldığı fırtınadan, selden, gururdan, kibirden, cehaletten ancak yepyeni öğretiler, değişimler sayesinde çıkabileceği şansını da yakalayacağını gözler önüne sermek isterim.

 Bir geceliğine Harbiyeli oldum. O büyük Harbiye Müzesinin yanından gecenin süzülüşü gibi ilerledim.

  Mustafa Kemal felsefesine şükran duyarak; eğitimin, modernleşmenin en hakiki zaferlerin sadece savaşarak, ordular kurarak değil;

  aynı zamanda üniversiteler, akademiler, spor salonları, tiyatro binaları, konser, opera salonları, müzeler, bilim merkezleri, gözlem evleri ve özgür basına hiçbir koşul diretmeden sunulacak yaşam, adalet hakkı sağlamaktan geçeceğini kültürleştirerek olacağını bilen politikacılar yetiştirmenin erdemini, insanlarımızın huzur öğretileri, mütevazilik kadar marjinal yaşam haklarını bulacakları bir ülke arzusuyla Harbiyeli oldum.

 Laf aramızda dostlarım; üst tabakaya göre bizler de Ayak Arasında sayılırız; çoğu zaman ayağa dolaşır diye bakışırız. Bilinmez ki; ayak takımı olmazsa bütün ışıklar, hizmetler, düşler söner…

Güven Serin 









23 Aralık 2015 Çarşamba

BİR MÜLTECİ DAHA ÖLDÜ


Kamera; Güven   Şile

BİR MÜLTECİ DAHA ÖLDÜ

 Bir o kıtadan bir o kıtaya akan insan selleri; belli ki hiç bitmeyecek. Hatta biraz daha ileri giderek; “hiç bitirilmeyecek” de diyebiliriz…

  Birleşmiş Milletler tanımına göre Mülteci;

“ Irkı, dini, milliyeti, belli bir sosyal grup mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan ve bu yüzden ülkesinden ayrılan ve korsusu nedeniyle geri dönmeyen veya dönmek istemeyen kişidir.”

 BM’nin tanımı tam olarak böyle! Geri dönmek istemeyen kişi!

  Ege Denizi, Akdeniz bu tür ilerleyişlere, yaşam ile ölüm arasındaki o muhteşem çizgiye her gün tanıklık ediyor. Homeros yaşasaydı bir destan da Mülteciler üzerine yazardı. Egenin Tanrı ve Tanrıçalarının büyük savaş çığlıkları arasında bir zamanlar birbirine bağlı olan iki kıtanın adacıkları arasında ki insan çığlıkları, coşkuları kim bilir hangi sözcüklerle zamanın ötesine taşacak edebi şölene dönüşürdü.

  Bütün dünyanın seyrettiği ölümlerin hiçbir anlamı yok. Çünkü yaşam hızla devam ediyor unutmanın büyüsüyle yaşam denen mide, ego, gurur savaşı içinde kendini kandıran büyük topluluklara.

 Stefan Zweıg Brezilya’da öldüğünde ülkesinden binlerce km uzaktaydı. Bir mülteciydi. Özgürlüğe adanmış, edebi sırlar ülkesine girmeye cesaret etmiş o insan sessiz çığlığını şu şekilde ifade ediyordu;

 “ Her gölge sonunda yine ışığın çocuğudur. Ancak aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle alçalışı yakından tanımış olan kişi, hayatı gerçekten yaşamış sayılır.”

 Ülkemizin Ege sahilinde yaz aylarında bir başka mültecinin ölümü tüm dünyayı bir parça sallamaya yetti. Küçük bir çocuk; minicik bir beden Bodrum sahilinde yatıyordu. Aylan Kurdi; tüm dünya onu “AYLAN BEBEK” olarak tanıdı. İlk kez yaşamın ne kadar değerli ve o yaşam için hangi canların

 Zamanı gösteren belgeler 2 Şubat 1944’ü gösteriyordu. Dünya basını şu haberi veriyordu;

 “ Bir mülteci yaşamı daha alışılmış şekilde sona erdi…”

  Anlaşılan şudur; dünya 1944 yılında da mülteci ölümlerine alışıktı. 1844’de … Aylan bebek de bir mülteci çocuğun insan zamanına trajik bir hediyesidir.

 Aynı yıl ülkemize de akın eden mülteciler akademik dünyamızın; üniversitelerimizin, dans, müzik salonlarımızın kurucuları arasında yerlerine aldılar. O dönemin bilim insanlarına dönüp baktığımızda ülkemiz için ne büyük katkılar yaptığını anlamak adına oldukça önemlidir 1930 ve 1940’lı yıllar.

  Aynı zamanda mültecilerin son vatanı olamayışın güçsüz oluşunu, yetersiz kalışımızı da düşündürmek isterim.

 Dünya basını “ alışıldık bir şekilde bir mülteci daha öldü” diye Zweıg’in ölüm haberini duyururken, aynı zamanın aydını Thomas Mann; “ O, katıksız ve köktenci bir savaş karşıtıydı.” Diyerek Zweig’in ruhuna gönderme yaparken,derin hüznünü dile getirmiştir.

 Bugün de yaşasa muhtemelen mülteci olacaktı. Savaşların getirisi, insanlık vicdanından daha önemli kabul ediliyor; hazin bir kabul ediş, sineye çekiş töreni…

 Yine aynı dönemin bir başka aydınlığı Herman Hesse ülkesi Almanya’yı bu yüzden terk etmiş İsviçre vatandaşı olmuştur. Henüz 25 yaşındadır. İnsanın olgunluk zamanının hangi yaşta olacağı hiçbir şekilde belli olmuyor.

  Algılar olgunlaşmış, vicdan evrensel tınıları duymuşsa; aldığınız koku korkunç derece insanidir…

 Bu insaniyet içerisinde Herman Hesse değerli yapıtlar ortaya çıkarırken 8 Temmuz 1938 zamanı mülteciler için şu notu düşmüştür;

 “ Bilhassa 11 Marttan bu yana mültecilerden dolayı öylesine endişeliyim ki, zihnim işleyemez hale geldi…”

 Ülkemizin mülteci vaziyetini tam olarak kim biliyor? Onların yaşam koşulları; uyum sorunları ve bizlerin yaşamları içerisinde ki yerleri; tam olarak hangi kurumun sorumluluğundadır?

 Belki de tekrarlanacaktır bu söz durmadan. Ünlenmiş birisi öldüğünde veya sıradan; dünya basını onun için “ ALIŞILDIK BİR ŞEKİLDE BİR MÜLTECİ DAHA ÖLDÜ!” diyecek.

 Güven Serin 


 



22 Aralık 2015 Salı

NÜ-ÜRYAN ve SANAT


Kamera; Güven - Aynalı Gözde
Mihri Müşvik-PERA MÜZESİ


Kamera; Güven - Eren Eyüboğlu
Oturan Nü-PERA MÜZESİ


Kamera; Güven- İbrahim Çallı
PERA MÜZESİ


NÜ-ÜRYAN ve SANAT

  Nü deyince hemen akla gelen kadın çıplaklığıdır. Bazen üryan, kimi nü, çıplaklık olarak değerlendirilen Türk resmi 1800’lü yılların sonunda tek tük ve tabu kabul edildiği için gizli-saklı yapılırdı.

  Nü kavramı kadını akla getirse de, insan çıplaklığını kadın ile erkeğin sanata uzanan utanç, kirli, korkulu ve günahkâr yolculuğunu anlatır. Günahı, utancı, tabuları bilinen algılardan, yaptırımlardan kurtarmadığımızda muhtaçlığımızın hakiki gerçeğiyle karşı karşıya kalırız.

  Modern dünya geçmişin deneyimlerine, eksiklerine, tabularına ve vahşetlerine çok şey borçludur. Hakiki beslenme bugünün batı düşüncesinin, gelişimin dolandığı yerler doğudur. İnsan gelişimi baştan beri var olan, yol almış bütün gelişmeler; buluşlara muhtaçtır.

  Tabular toplumların devrimleriyle bin bir çeşit zorluklara göğüs gererek ortadan kalkar. Bu yüzdendir ki, sanata, edebiyata tutunmuş uygarlıklar varlıklarını yüzlerce yıldan bu yana diğer uygarlıklara üstün bir yer edinerek devam ettiriyorlar.

 Bugünün göçleri bilinen manada hep batıya doğrudur. Niçin? Niçin diye sıkça sorgulamanın sonunda şu cevabı buluruz. Daha iyi bir yaşam için… Daha huzurlu, daha konforlu, güvenli bir yaşam; tabuların bin çeşidinin ortadan kalktığı, marjinal saydığımız bütün oluşumların kendilerine yer edindiği batıya doğru göç edilir.

 Sanatın, edebiyatın, bilimin farkına varan uygarlıklar bir başka şeyin de farkına varır. Diğer insanların yaşam şartlarına, inanç, alışkanlık ve evrensel ihtiyaçların adil bir giderilme adaletine tutunmak isterler. O yüzdendir ki batıda çalışan bir işçi, doktor, mühendis gibi kazanır, rahat ve huzurlu yaşar.

 Pere Müzesi bir tabuyu daha aralıyor. Yığınların neredeyse bütün ülkeyi temsil ettiği büyük şehrin insan selinin aktığı diyar; İstiklal Caddesinin sonlarında Pera denen yerde, Suna İnan Kıraç Vakfının kurduğu müze, sanata ve insan dünyasına büyük katkılar vermeye devam ediyor.

  ÜRYAN, ÇIPLAK, NÜ, diyerek Türk resminde bir modernleşme öyküsün anlatıyorlar. Küratörlüğünü Ahu Antman, Proje Yöneticisi Begüm Akkoyunlu Ersöz, Koordinatör Zeynep Ögel ve Tasarımı Işıl Ünal, Cem Kozlu’nun yaptığı Nü, Üryan, Çıplaklığın öyküsü.

 Bu büyük sergiye destek veren kuruluşların yanında sanatçılar, iş adamları, kadınları da oldukça fazla. Bu serginin seyrine varırken aynı zamanda kendi duruşumuzu, bakışımız, algılarımızı da gözler önüne serip, anlam ve görgü dünyamıza küçük damlacıklar katmak mümkündür.

  Nü’ye bakış açısını “seyredilen ile seyreden” arasında birbirine tutunan nesne ile özne ilişkisini anlamlandırmayı da şu satırlarda anlamaya çalışırız;

 “ İzleyen ve resmeden genellikle erkek, izlenen ve resmedilen genellikle kadındır. NÜ, kavramı, öncelikle kadın bedenini çağrıştırır. Batı sanat tarihinin meşru kıldığı bu algı biçimi, eşitlikten uzak bir anlayış biçimi üzerine temellenir. Bu anlayış Türk resminde de yansımalarını bulur. “

 Aslında esas sorun toplumu oluşturan bireylerin üzerinde ki öğretilerin, tabuların ne halde olup olmadığında.

 Sanatın ve sanatının içinde olan bir ressam arkadaşımla konuştuğumda, öğrencilik yıllarında aldıkları eğitimin en önemli aşamalarından birisi de çıplak model karşısında ki çalışma anlarını anlatıyor. İlk anlarda, model erkekse kadın öğrencilere, kadınsa erkek öğrencilere cinselliği çağrıştırıyor. İlerleyen saatlerde ise oradaki model kadın ve erkekten sıyrılıp cinsiyetini kaybediyor. Sadece poz veren, sanata uzanan sanatının tuvaline katkı sağlayan bir nesneye dönüşüyor.

 Çıplaklıktaki sınır aşılıp aşılmaması sanatçının sanatına bakış açısıyla, yaşamı, toplumu, evreni nasıl yorumladığıyla da yakın ilgilidir.

 Bir şey var ki; yaşamın bütün formları, sanatın bütün dalları insanın daha bir insan olması indir. O yüzdendir ki kapalı toplumların baskıcı iktidarları sanatı ve sanatçıyı az sever. Hatta hiç sevmez.

 Sevgimizi, inancımızı, bakış açımızı esas ve anlamlı kılan ise bizim içimizde ki bilgidir. Mantığımızla beslenen vicdanımız, duygularımızla da kalıcı bir onay alır. Mantıksız vicdan, büyük merhamet ve büyük nefret kavramlarını iç içe ve birbirine çok yakın tutar.  


 Güven Serin 




16 Aralık 2015 Çarşamba

ATTİLA (TANRININ KIRBACI)


Kamera; Güven Ganoslar;sonsuzun içinde
nadide ve küçük bir parça;inanılmaz büyüklüğü
gizleyen bir küçük parça...


ATTİLA (TANRININ KIRBACI)

  Batılılar yani bugünkü Avrupa halkı 1600 yıl önce onun için böyle söylemişti; “ Tanrının Kırbacı) Atilla komutasında ki Hunlar Avrupa’yı kasıp kavururken, Roma’nın düştüğü gaflet, adaletten uzaklaşma, sona doğru yaklaşma Hun Ordusunu ve onun komutanını tanrı tarafından verilen bir caza olarak görmüşler.

 Tabiatın bin bir oyunu, evrenin bitip tükenmeyen derinliği gibidir. Toplumlar da evrenin ve yüce yaratıcının bir parçası olduğu için, eğriden doğruya giderken bir sürü çıkar yol aramak, şanlı yürüyüşlerine dönüşüm çeşnisi katmak zorundalar.

 Bu çeşniye çök önemli katkı sağlamış uygarlıklardan birisi de, Avrupa Hun imparatorluğudur. Attila destanı halen devam ettiği şüphesizdir. Bu destanı şüphesiz o günün koşullarıyla değerlendirmek, unuttuğumuz tarihe; tarihimize tekrar fark etmenin yüce şanı adına sahip çıkmalıyız.

 Üzerinde oturduğumuz toprakların onlarca uygarlıktan oluştuğunu biliyoruz. Gün ışığına çıktığı halde, turizme kazandırılacak 3300 tane antik kent, sadece turizm adına değil, insan ve insanlık tarihi adına da çok şeyler gizliyor.

 Bizim, ait olduğumuz insanlığın tarihinde çok önemli bir yere sahip olan Attila, tıpkı Büyük İskender gibi, Hannibal, Kanuni, Cengiz gibi hırslı, ölümlü bedenin ölümsüz algısını yakalamış komutanlardandır.

 Batı Avrupa kırbacıyla, süvarileriyle, teslim olanlara dokunmama gibi adaletiyle, büyük talanlardan sonra üzülmeyi bilen insan ruhuyla iz bırakan Attila, onca savaşın sonunda yorgun bedenini, sıkılan yumruğunu, gerilen yayın oklarını bir kenara bırakamamış, 60 yaşını geçtiği halde, insanın ruhunun her daim genç ve coşku içinde olabileceğinin kanıtı olarak genç bir kıza; İldiko’ya âşık olmuştur.

 Oysa İldiko savaş esiridir. Attila babasını öldürmüş onu esir almış ve âşık olmuştur. Yaşamının son perdesinde bir gençlik aşısı, tekrar küllerinden var olma aşkıyla İldoka aşkını birleştirmek isteyen Attila oğullarını şaşkına çevirse de düğün hazırlıkları yapılırken aynı zamanda ordusuna verdiği emirle Bizans, Doğu Roma üzerine saldırıya hazırlanıyordu.

 Ne olduysa son gece oldu; düğünde yenilen yemekler ve içilen şarabın sonu gelmeyen tadı Attila’ya çok pahalıya patladı. Gün ışıdığında onu bekleyen ordusu, oğulların Attila’nın ölüm haberiyle sarsıldı.

 Yüce son; kaçınılmaz yolculuk Attila’nın düğün gecesi tam da Doğu Roma İmparatorluğuna (Bizans’a) saldıracağı zamanlarda Doğu ve Batı Roma İmparatorluğuna büyük bir nefes aldırıldı.

 Tanrının Kırbacı ölmüştü…

 Batılı yazarlar, şairler yaşamıyla sıra dışı gelişmelere neden olan komutanları, şairleri, yazarları, vezirleri, ilim insanlarını kalemleriyle onurlandırıp çağlar ötesine ve bu zamana taşımayı edebi, ticari, siyasi ve felsefi özeklikleriyle çok güzel yapıyorlar.

 Oysa bizim ülkemiz, bizim diyarımız onurlandırılacak, külleri tekrar tekrar karıştırılıp küçük alevleri, edebiyata, toplum tarihine, felsefeye taşıyacak küçük korlarla doludur. Antik kentlerimizi batılılar gelip kazsın, ortaya çıkartsın diye bekliyoruz. Ve bu topraklarda tarihin bütün zamanlarına miras kalmış kişilikleri yine bizden başka herkes kaleme alıyor; şiirlerinde, tarihi romanlarında onların ruhlarına dokunup, kendi zamanlarına sinema, tiyatro ile davet ediyorlar.

 Marcel Brıon’da böyle yazarlardan sadece birisidir. Kitabının bir yerinde şimdi mezarı bile bilinmeyen efsanenin hakkında şu satırları bırakıyor;

 “ Attila Roma’yı almak için kapılara dayanmıştı. Roma’nın isminde sihirli bir erdem görüyordu. Roma alınınca bütün Roma İmparatorluğu mahvolacaktı. Hun atları Kapitol’ün basamaklarında kişneyeceklerdi. Attila, İmparatorların heykellerini kamçılayacaktı. Zafer taklarının kabartmalarında, eski imparatorlar yerine, kendi ismi konacaktı. Geleceğin tarihçileri şöyle yazacaktı; ‘Atına, Kutsal Pınar’da su içirdi’ Eski ganimetleri kendi eliyle devirdi.”

 Hiçbir güç sonsuz değil. Her acımasızlık bir başka iyiliğe muhtaç! Attila bitmeyen savaşların sonu gelmeyen yolculukların, öldürmelerin de sonu gelmesi gerektiğini biliyordu. Yüz binleri aşan orduyu, o dev koronun mırıltılarını gidermek için o diyardan diğerine savruluyordu, atını kişnetirken, kırbacını şaklatıyordu.

 Attila bir şeyi daha biliyordu; aklın sanatını, ilimin muhteşem yüceliğini. Bu sebepten dolayı, ordusunu yenileyecekti ömrü yetseydi. Azaltacak, belki de Roma’yı geride bırakacak şehirler inşa edecekti…

 Güven Serin 



15 Aralık 2015 Salı

YARAT EY SANATÇI !


Kamera; Güven  Picasso


YARAT, EY SANATÇI!

  Kim bilir hangi boyuttan, evrenin hangi muhteşem diyarından seslenir adanmışlık içinde sanatçı? Kim bilir…

 Der ki; Yarat! Ey sanatçı! Konuşma! Bir soluk olsun şiirin yalnızca! Goethe, kendi zamanından ses verirken, biliyordu zamansızlığa ait olduğunu.

 Ahmet Cemal’in çevirisiyle yayınlanan bu kitap; kıyamet gibi yaratılan eserler içinde seçmeyi bilenlerin yaratıcılığına katkı sağlayacağı gibi, yolculunun terli alnına, serin bir rüzgâr gibi vuracaktır. Hüseyni makamı bir şarkı tınıları içinde kulağa ve oradan süzülecektir o eşsiz yere.

  Uşşak makamı içinde tıpkı bu çeviriyi yapan Ahmet Cemal’in insanlık sevgisini girdiği zaman tünelinde, diğer tünellere taşıyacağı; taşıdığı gibi taşıyacak, çevirisin yaptığı kitabı Erdal Öz’e ithaf ederken, makamın sevincini, kahramanlığını, yine bir başka makamın alçakgönüllü huşuluğu içinde duyacaksınız.

 Bu zamanın gerisinden mi ilersinden mi seslenir sanatçı bilinmez. Bilinen şey şudur ki duyurmak ister kitabının hayata dökülen sözcükleriyle;

 Yarat, ey sanatçı! Konuşma! Bir soluk olsun şiirin yalnızca… İyilik ile kötülük yan yana dans ediyor. Kötülüğün sağlam makyajı, sanatçı titizliğinde rol alışı, hangi dilde, hangi görüntüde olduğunun farkına varmamızı önlüyor. Bu bir şaşırtmaca…

  Bu bir oyun oynamaca; bazen alkışlar eşliğinde, bazen kan, can döker, ağıttan ağıta geçerken; iç içe geçmiş birleşik makamların anlattığı öyküler gibi; seyrediyoruz anlamadığımız, anladığımızı sandığımız trajikomik tiyatroları…

  Var olmak için yok etmenin vahşi inancı içinde, yepyeni bir dünyanın barışçıl alkışları ve sarılmalarından korkuyoruz. Alışık olmadığımız için barış zamanlarına, her an tedirgin, korku gözlerimize inan perdenin sinemasında güçlü bir paranoya; kuşku filmiyle aldadır oyalar bizi.

 Yarat ey sanatçı! Konuşma! Yarat! Çeviri yaparak… Şiir yazarak… Resim yaparak… Gezerek… Bir çay keyfinin nice sultan sofrasına bedel olmuşluğunun tok gözlü yudumlarıyla…

 Goethe sanatının alımlı süzülüşleriyle yaratmış olduğu sözcükleri yaratık kimliğimizden sıyrılma hatırına, biraz daha insan, gök ile yer arasında bir parça soylu denge adına bir kez daha kendi köşemin yaratıcı adanmışlığı içinde sunuyorum;

Ört gökyüzünü ey Zeus,
Bulutların dumanıyla
Ve dikenleri koparan o delikanlı gibi
Hazırlan boy ölçüşmeye,
Meşelerle ve yüce dağlarla!
Ama dokunma toprağıma
Ve senin yapmadığın kulübeme
Ve ateşini hep kıskandığın
Ocağıma.
  Yaratıcılık insanın evrenin, yaratanın bir parçası olduğunun en yüce gösterisidir. Bazen bir sözde, bazen bir sazın telinde, suyun taştan taşa inişinde, kuşun vadi içinde yankılanan sesinde ve bazen, insanın insana bakışında, gönülden gönle yol alışında.

 Bazen aşığın sadık yârine “kara toprak” diye seslenişinde. Bazen gidilen uzun ince yolun sonsuza adanmışlık içinde bilinen var ve yok kapılarının elimiz kadar yakın oluşlarında ki anlayıştadır; yaratıcılık.

 Yarat ey sanatçı; evinde reçel tarhana yaparak yarat! Yarat ey sanatçı; çocuğuna sazı, sözü, flütü, gitarı, viyolayı, neyi, kemanı da tanıtarak; yarat! Ağacın, çiçeğin kendine özgü kokularını, isimlerini bildirerek; yarat…


 Güven Serin 



14 Aralık 2015 Pazartesi

EKREM BEY VIP SENDROMU YARATIYOR


Kamera; Güven  Karaalioğlu Parkı-Antalya

Falezlerden Akdeniz ve oradan da Toroslara...

EKREM BEY VIP SENDROMU YARATIYOR

  Gitmiş olduğum lokantanın ilerleyen saatlerinde tam da karşımda ki masada oturan kişi Belediyenin olumlu çalışmalarından söz ettikten sonra başkanın seçim öncesi olan tavırlarında büyük değişiklik olduğunu da hatırlattı.

  Nasıl? Diye sordum.

  Yakın bir zaman önce Ekrem Başkanı ziyaret ettiklerini, ruhsat almadıkları bir yerin hakkında konuştuklarını ve aldıkları cevabı harfi harfine söyledi;

  “ Oraya ruhsat vermem. Mezardan Atatürk çıksa yine de vermem! “ Belli ki Ekrem Başkan Atatürk’ü en üst makam kabul ediyor. Kararlılığını da sürdürmek adına Atatürk ismini kullanıyor.

 Kararlılık güzel şey… Yasal olmayan durumlarda şehrin, insanların çıkarı adına dik durmak da ayrı bir erdem ve iradedir. Bu konuda şehrimize yenilik getirmeyi, şehrin yıllardır altı oyulan sanatsal gerçeğini fark edip onu tekrar şehrin salonlarına, sahiline, çeşitli bölgelerine; heykel olarak, çay bahçesi olarak, sanatsal etkinlikler şeklinde getirmesini de kutluyorum.

 Bütün bu kutlamalar içinde karşımdaki masada oturan ve ciddiyetine, samimiyetine inandığım insanın Ekrem Başkan İçin VIP Sendromu hatırlatmasını da düşünüyorum.

  Yakın zaman önce John J. Ross’un kitabını okudum. Çok önemli bir kitap! Shakespeare’nin Titremesi Orwell’in Öksürüğü olarak yayınlandı. İçinde önemli kişilerden söz ediyor. Onların bilmediğimiz gerçeklerinden.

  O kişilerden birisi de Jack London. Bu kadar önemli bir yazar hale gelen insanın kibrini, gururunu ve trajik sonunu edebi, sosyolojik bir dille yaşama büyük bir erdem kabul eden biz okurlara armağan etmiş. Kutluyorum…

 Ekrem Başkan da belli ki iyi bir eğitim almış. Öz güveni yerinde! Siyasetin cilveleriyle pek uğraşmayacağım, der gibi. Nasıl olsa bir kere seçildim; gerisi bana ne! Benim kıymetimi bilmeyen şehrin geleceğinde seçime girsem ne olur girmesem ne olur! Onunla konuşan bazı insanların algıları bu şekilde…

 Seçimden önce cadde cadde, dükkân dükkan gezen, gülücükler dağıtan Ekrem Başkanın bu kadar hızlı değişimin iyi analiz etmek için gerçekten sosyoloji dilinden anlamak gerek. Nasrettin Hocanın da Timur’a gidip köylüleri filden kurtaracağı yerde, bir fil daha istediğini de hatırlamak gerekir…

 Ben yine arkadaşımın Ekrem Başkan için VIP Sendromu içerisinde;etrafını VIP gururuyla kuşatma iddiasını irdelemek istiyorum.

  Nedir VIP Sendromu?

  Karşı masada oturan arkadaşın izahı konuyu daha da derinleştiriyor. Ben ona Jack London’u hatırlatıyorum;

Jack London’un önemli kişi haline dönüşmesi, ünlü olduktan sonra önceliğin, inisiyatifin büyüsü altında nasıl bir hüsran yaşadığını ilgiyle dinliyor.

 Aynı ilgi ve ciddiyet içinde bir başka şeyi anlatıyor. Meselenin Ekrem Başkanın ruhsat verip vermemesi, haklı olduğu konularda irade göstermesinden öte bir şey olduğunu söylüyor. Başkanın özgüven olarak algıladığı şeyin VIP algısına, yani sendromuna tutulmuş olduğu, ifadesini genişletiyor.

 Ve 2010 yılında yaşanan Uçak Kazasından söz ediyor. Polonya’da ki devlet liderlerinin ölümüne yol açan uçak kazasında yaşanan olayın ibretsel gerçeğinin de VIP Sendromu olduğunu anlatıyor.

 Hava şartlarının sisli oluşu nedeniyle pilot inmek istemediği halde Polonya Devlet Başkanı Leh Kaçinski’nin pilotun inmek istemediği hava limanına “İNİLECEK” emrini vermesi; ÇOK ÖNEMLİ KİŞİ! Yani VIP SENDROMU trajedisidir. Bu kazada Polonya Devlet Başkanı dâhil 97 kişi öldü.

 Önemli Kişi olmak değerli bir şey! Alkışı bol olur. Safhası da bol olur… Tam da burada sanki evrimin, evrenin yasaları devreye giriyor. İnsanın bu kadar önemli hale gelişi, onu denetleyen yakın arkadaşlarından, basından, muhalefetten uzaklaşmasıyla yakından ilişkilidir. Son, inanılmaz derece zorlu ve müşkül oluyor; tıpkı, Michael Jackson ve daha nicesi gibi…

 Güven Serin 





9 Aralık 2015 Çarşamba

ANITSAL ÇEŞME


Kamera; Güven  - Antalya- Kültür Santa
PİCASSO


Kamera; Güven SİDE-ARKEOLOJİ MÜZESİ

ANITSAL ÇEŞME

  Büyük uygarlıkların anıtsal eserleri vardır. Toplumların ileri seviyeye ulaşması, sadece bilimsel değil aynı zamanda sanatsal da anlam taşır.

  Tekirdağ’ın da anıt niteliğinde bir sürü çeşmesi vardır. Çoğu, kaybolmaya, yok olmaya adanmış çeşmeler; kuraklığın, susuzluğun zamanında kutsal denecek kadar önemliydiler. O yüzden, durumu iyi olan insanlar, adanmışlık içinde bir adak niteliğinde suyun olduğu her yere çeşme yaptırarak, dua alıp, isminden söz edilmesini istemişlerdir.

 Şüphesiz ki insanın açlık, barınma, cinsellik ihtiyaçları giderilince daha üstünü arar. Şehirlerin ismini, turizmini, şehir halkının erdemini, kentin içinde bulunan anıtsal yapılar da belirler.

 Şehrin; şehrimizin böyle yapılara ihtiyacı var. En iyi ve en tarafsız yarışmalarla, uluslar arası sanatçıların zekâ, sezgi ve zamanlar ötesi adanma aşklarını tetikleyen çağrıları yapmak, şehir insanımızı gök ile yer arasında düşünmeye, irdelemeye ve sanatsal bir övünme içine davet etmeliyiz.

 Son gezim Side Antik Kentiydi. Roma Dönemine ait olduğu biliniyor. Günümüzden 2200 yıl öteye uzanan anıtsal çeşmenin boyu 20 metre, genişliği ise 52 metre olduğu tespit edilmiş. Şimdi bu eser ayağa kaldırılmaya çalışılıyor.

 Side Arkeoloji Müzesinde Anıtsal Çeşmede bulunan boğa heykelini gördüm. Usta bir işçilikle yapılmış boğa heykeli, birçok uygarlığı etkilediği gibi Anadolu uygarlıklarında da çok önemli bir yere sahip.

 Toroslar ismini yüksek ve ışıklı yer anlamına gelen Torlardan alıyor. Dağların önemini, yüksek ve ışıklı yerlerin insanlık tarihinde ki yeri oldukça büyük… Son olarak Urfa Göbekli Tepe Kutsal Alanı günümüzden 12 bin yıl öteye uzanıyor. Kim bilir hangi inancın, göğe seslenişi, adanışı içinde insanlara, insanlık yolculuğunda öncülük etti.

 Side Antik Kentini gezmemden bir gün önce Antalya Kültür Sanatta bir başka doğa hayranı sanatçının eserleri sergileniyordu. Bu sanatçı ömrünü resme adamış Picasso’dur. Boğalarla yakın ilişkisi sanatına da yansımış.

 Picasso’nun babası boğa güreşlerine çok meraklı. Picasso’yu da boğa güreşlerine getirir. Gücün, yeniden doğuşun, hayatta kalmanın kanlı; ölüm-kalım mücadelesi arenalarda yapılırken İspanyol seyircisinin ruh halemi şüphesiz en yüksek heyecana kavuşuyor. Naralar, alkışlar; boğa için mi, matador için mi yoksa en iyi mücadeleyi veren, ölüm ile yaşamın iç içe geçiş anının gösterisi için mi bilinmez…

 Picasso’nun boğaları tıpkı Side Anıtsal Çeşmeyi süsleyen boğalar kadar güçlü, gösterişli. Side Antik Kenti, Işıklar ülkesi, diyarı olan Anadolu’ya turizm, tarih ve kültürel olarak hizmet etmeye devam edecek. Bu tür yerler tam olarak ayağa kaldırılsa, anıtsal çeşmeleri, tiyatro binaları, Pazaryerleri, hamamlarıyla göz kamaştırıcı bir güce dönüşür. Tıpkı, Picasso’nun çizdiği boğalar gibi…

 Şehrimizin de tarihi yerleri var. Bir viraneye dönmüş tarihi eserleri… Bir de Arkeoloji Müzesi… Geçmişin izlerini bu zamana ve daha sonraki kuşaklara aktarmak, şehrimizin, şehir insanını, yöneticilerin onuru olmalı…

 Kültür Müdürlüğünün daha yoğun çalışmalar yapmasını, şehir insanımızı tarihe, arkeolojiye yakınlaştırmasını bekliyorum; bıkmadan… Belediyelerimizin geçmişi ortaya çıkartırken, bugünün tekniği, teknolojisi, sanatı ve zanaatıyla anıtsal eserlere önem vereceğini ümit içinde arzuluyorum.

 Bir anıt olmasa bile sahile inen taş merdivenlerden tutun da, birçok ara merdivenlerin bu arzu içinde onarılıp, insanımızın takdirine, turizmin hizmetine sunulması, yine şehrin TARİH, KÜLTÜR bilinciyle ortaya çıkacaktır.

 Güven Serin 


8 Aralık 2015 Salı

TEKİRDAĞ'IN SOY İSİMLERİ ve SIRLARI


Kamera; Güven   - Antalya Kültür Merkezi-Picasso 

Dışbükey Çömlek-Oksit ve sırlı parafin yedeğiyle
kazınmış ve arttırılmış beyaz kil


TEKİRDAĞ'IN SOY İSİMLERİ SIRLARI

  Bir söz kulaklarımda, beynimin nöronlarında fısıldayıp duruyor;

  “ Toplumlar bilgisizlik yüzünden yok olurlar.” Büyük uygarlıkların büyük çöküşlerini yeniden incelemeli, bugünün zarif kuşaklarına aktarmalıyız. Batışların, çöküşlerin en büyük nedeni nedir?

  Arkadaşlarımla konuşurken, onların babaları, dedelerinin geçmişten bugüne bıraktığı izlere dokundum. Öğretiler, geçmiş dediğimiz tarihin ne büyük öneme sahip olduğunu, aslında bugünün en büyük varlığı o geçmişte saklı olduğunu, borcumuzun geçmiş ile bugünün köprüsünü kurmaktan geçtiğini da anlamış oluruz.

 Arkadaşlarım Necati Kaan Türkkan, Erdinç Tokatlı ve onların babalarının aldığı soy isimlerinin öyküsünü dinledim. Çok ilginçten öte, Tekirdağ adına ne büyük görkemli bir tarihin halen sırlar içinde derinde beklediğini de fark ettim.

  Tekirdağ’ın antik dönemlerden, mitolojik tarihine ve yakın tarihine kadar birçok zaman aralığı halen sırlar altındadır. Günümüzden üç yüz yıl önceki tarihin sadece bir bölümüne Macar kâtip Mikes Kelemen tanıklık eder. Bu sayede; Mikes Kelemen Mektupları olarak Türkçeye kazandırılan eser sayesine o dönemin kültürel, sosyolojik yapısından parçaları, diğer parçalara eklemeye çalışıyorum.

 Bu makalede yer vereceğim iki soy isim; Türkkan ve Tokatlı ailelerinin geçmişlerini bugüne taşıyan, bugünün de temsilciliğini yapan; bir insanın maddi varlığı ve manevi bütünlüğüne katkı yapan soy isim anlamlarını siz değerli okuyucuyla buluşturacağım.

 Bu makalenin yazılışı, ortaya çıkışı oldukça heyecan duyduğum çalışmalardan ilki olacak. Çünkü bu bir başlangıç anlamına geliyor. Bugünden itibaren Tekirdağ’ın özellikle tanınmış ailelerinin soy isimlerini, onların hangi düşünce, öykü ve hikâyeden doğduklarını bir bir toplayıp, ilerisi için ortaya çıkacak kitabımın çok değerli Tekirdağ Tarihine hiç olmazsa bir yönden ışık tutacak yakıtları olacak.

 İlk konuşmamı Tokatlı soy isminin ortaya çıkışını öğrenmek için Erdinç Tokatlı ile yaptım. Her akşam birlikte olmamızın rahatlığı ile Tokatlı soy isminin ortaya çıkışını sordum. Verdiği ilk cevap Tokat şehri ile bir alakamız yok, oldu. Belli ki Erdinç Beyi bu konuda çok uyarmışlar; “ Sizin dedeler Tokatlı mı?” diye sormuş olmalılar ki esas öyküye; Tokatlı soy isminin daha doğmadan yıllar öncesine gitti.

 Anne tarafından büyük dedenin ismi Ali Rıza Hafızdır. Ali Rıza Hafız; Hafız Tokatlı veya Tekirdağlı olarak biliniyor. Erdinç Bey, büyük dedesinin Tokatlı olarak anılmasını, öyle bilinmesini onun oldukça disiplinli oluşundan kaynaklandığını söyledi. Yaptığı işin önemini, ciddiyetini o kadar çok önemsemiş ki, öğrettiği, onun öğrencileri olan ve işin ciddiyetini kavramamış olanlara tokat göstermesi; yani elini tokat şekline getirip sallaması bu hikâyenin; lakabın da başlamasına sebep olmuş.

 1934 yılında soy ismi kanunu çıkınca büyük dedenin; Hafız Ali Rıza’nın “Tokatlı” lakabı ile anılması, aynı zamanda ailenin soy ismi de oluyor. Tokatlı soy ismi yüzyılın ötesinden bugüne; yaşadığımız, tanık olduğumuz, dokunup, seyrettiğimiz hayata kadar uzanıyor.

  Türkkan soy ismini de arkadaşım Necati Türkkan’dan dinledim. Bu hikayenin doğuşu aynı zamanda Türkiye’nin, Türk insanını da var oluş zamanına kadar uzanır. Yani 1915 Çanakkale, Gelibolu Savaşına kadar…

 Yüz binlerce insanın öldüğü, bazılarının Avusturya, Yeni Zelanda, Afrika’dan gelip de niçin geldiğini bilmediği, İngiliz siyasetinin doymak bilmeyen oyunculuğunun kırmızı dereleri, öksüz, yetim çocukları, gazileri tam da 1915’in Şubat ayında başlayan deniz savaşı, daha sonra 18 Mart 1915 uygulamaya konulan büyük saldırıyla son bulacak, 25 Nisan’ın şafağında Gelibolu kara savaşları başlayacaktır.

 Gelibolu kara savaşına katılan Tekirdağ Hayrabolu doğumlu Mehmet Çavuş’da vardır. Mehmet Çavuş Hayrabolu’n tanınmış berberi Fevzi Beyin babasıdır. Gelibolu savaşında bülbüllerin şafak zamanı ötmeye başladığı anda, İngiliz zırhlısından atılan bombalardan birisinin şarapnel parçalarıyla yaralanıp kopmasıyla gazi olmuştur.

 Bacağının birisini Gelibolu Savaşında bırakan Mehmet Çavuş Tekirdağ Hastanesinde tedavi edildikten sonra Hayrabolu’ya dönmüştür. Savaştan sonra daha on yıl yaşayacaktır. Oğlu Fevzi Bey erken yaşta babasız kalacak, ama onursuz kalmayacaktır. Yitik bacağın, ebediyete giden babanın zanaatkâr oğlu Fevzi Beyin oğlu Necati Kaan Türkkan dedesi Mehmet Çavuş’un ölümünden çok sonra dünyaya gelecektir.

 Necati Bey, dedesinden soy isimlerine geçecek öyküyü şöyle anlatıyor;

 “ Dedem Mehmet Çavuş bir bacağını kaybedip tedavi gördükten sonra geldiği Hayrabolu’da sıkça tekrarladığı sözlerden birisi ‘Gelibolu’da çok Türk kanı aktı’ “ Mehmet Çavuş belli ki o yoğun top atışlarında ölen binlerce insanın akan kanlarına, vatan için, vatana adanmışlığın yüksek erdemiyle sessiz ve onurlu tanıklığını yapmış; gazi olarak geri döndükten sonra, etkisi altında kaldığı kan dereciklerini öyle izah etmişti…

 Soy ismi kanunu gelince Fevzi Bey de babasının kendi kanıyla, vatan aşkıyla oluşturduğu öykünün hatırına sıkça tekrarlanan “çok Türk kanı aktı” sözcüğünü 1934 yılında soy ismi olarak alır.

 Hafız Ali Rıza Bey ve Mehmet Çavuş; bu şehre, bu güzel diyara ve büyük uygarlıkların yattığı bu vatana katkılarınız için TEŞEKKÜR ediyorum. Ruhlarınıza yüreğimle el sallıyorum.

GÜVEN SERİN





2 Aralık 2015 Çarşamba

URFA'DA BİR ANLIK SESSİZLİK


Kamera; Güven    Antalya-Picasso Sergisi


URFA’DA BİR ANLIK SESSİZLİK

  İki haftadan beri elimde tuttuğum küçük şiir kitapçığı Macar Kültür Merkezi tarafından hazırlanmış. Kırmızı ağırlıklı beyaz renk destekli küçük kitapçık içinde üç dünya barındırıyor. Üç şairin bize kadar gelen dünyaları…

  Tekirdağ Rakoczi Müzesi Şiir Etkinliğine gelen üç insan; yaşama dair coşkularını, hüzünlerini perçinledikleri şiirlerle ses verdiler. Şairlerden birisi Balazs Szöllössy’dir. Budapeşte doğumlu şair, yazar ve editör.

  Makalemin başlığı da onun şiirlerinden birisinden aldım. Ülkemizin tarihi sessizliğine bir şairin zamanları alt eden duyarlılığı, nezaketiyle yaklaşımını, bu yaklaşımını dizeler yardımıyla bir esere çevirisinin etkilenmesi, kitapçığı her açışımda bu şiire giden göz ve irademin buraya dizilişidir bu şiirden geriye kalanlar;

Urfa’da bir anlık sessizlik

Burada akşamları bir rüzgar çıkar,
Tutsak güvercinler kımıldanır-
Salınır ıssız bozkırda otlar,
Şahinler boşuna arar kelaynakları,
Güneş, kıpkırmızı, ansızın batar,
Sanki hiçbir şey olmamış,
Sanki biri birdenbire ışıkları söndürmüş gibi,
Diner burgaçların kum fırtınaları.

 Bol olan kim bilir kaç bin yıllık tarihin içine uzanan yaşadığımız diyar; ne hazindir ki bin bir türlü koşul, kalıp yüzünden su yüzüne çıkmakta gecikir. Askerlik hizmetleri, zoraki tahinler olmasa, bu ülke hepten birbirine yabancı…

 Daha sözde başlar ayrılık; Doğu! Batı! Diye… Hâlbuki batının Avrupa’sı ne çok şey almıştır ellerimizle ittiğimiz doğudan… Nice âlimin, uygarlığın izlerini sürmüş, günü geceye taşıyan arkeologlar, filozoflar; bilim insanları.

 Urfa’da bende bulundum. Dar ve taş sokaklarında kımıldamayan zamanın zamanlar ötesine attım adımlarımı. Batı diyarının kurtuluş olduğunu sanan nice genç kızın alımlı bakışlarıyla kurtarıcısına bakar gibi baktıklarına şahit oldum. Hasan isimli boyacı çocuğun Urfa tarihini bir rehber, tarihçi gibi ezberleyip anlatmak için yanıp tutuştuğunu gördüm.
 Hastanede çalışan Ahmet’in hak edişin alın terine kurban olup, bir çayı, kahveyi bile bedava içmekten nasıl kaçındığını görüp, buğulu gözlerle baktım; salça kurutan, pestil yapan kadınların marifetli bedenlerine.

  Belli ki Macar şair de aynı duygular içinde bakmış Urfa’nın taş evlerinin üstüne çöken gecenin şafak vakti sabahına bırakılan ezanlarına. Güvercinlerin geliş gidişlerine, ait oldukları yere olan alışkanlıklarına tutsaklık gözüyle bakmış.

 Yaşama dair özgürlüğü, insana özgü tarihi labirentleri ne çok öne çıkartıp nasıl da etki altında kalıp insanca dizelerin, imgelerin sanata dair dizilimini yapmış;

Tutsak güvercinler döner yuvalarına,
Şehir kaynar sesler çoğalır,
Yükselir camilerden ezanlar,
Sanki hiçbir şey olmamış gibi:
Çarşılar boşalır çay bahçeleri dolar.

Burada bazı geceler uyanırsın davullarla.
Kim bilir hangi hayaletlerin dansıdır bu,
Hangi hikayelere açılır kapıları, kim savaşır
Uyanmak için, sabaha davetli bu sesle-
Kim bilir nereye savaştığını, savaşırken.
Tıkırdamalar, çarpan kapılar, pencereler,
Uyanık tüylerin kımıltısı, bak!
Yaylada ağaçkakan, şafak!




 Güven Serin