28 Ağustos 2025 Perşembe

KOZMİK MERAK

 


                                 KOZMİK MERAK, DÜNYEVİ İNTİHAR

    Tanrı parçacığını ararken, yitirdiğimiz vicdan parçacığı… CERN… Adı bile zihnimizde devasa makinelerin uğultusunu, evrenin doğum anına dair fısıltıları ve insan zekâsının ulaşabileceği en uç noktaları canlandırıyor. Bilimin o görkemli tapınağında,16 binden fazla bilim insanı, yaklaşık 1,2 Avroluk yıllık bütçeyle, hepimiz adına o büyük soruları soruyor: Nereden geldik? Bu evrenin dokusunu ne oluşturuyor? O dipsiz kozmik boşlukları dolduran o “şey” ne?

   Hiç şüphem yok, o adanmış beyinler aradıklarını eninde sonunda bulacaklar. İnsanlığın bilgi ufkunda yeni bir şafak söktürecekler. Yazar Aslıhan Dağıstanlı Aysev’in de hatırlattığı gibi, Pascal’ın dediği o “evrenin küçücük bir noktası olan ama her şeyin içinde anlam arayan varlık” işte, orada en saf haliyle iş başında. O muazzam kolektif çabanın önünde saygıyla eğilmemek imkânsız.

   Ancak madalyonu çevirdiğimizde, aynı “anlam arayan varlığın” yarattığı bir başka gerçekle yüzleşiyoruz. Bu, akıl almaz varoluşsal şizofrenidir.

   Bir yandan evrenin sırlarını arayan insan, diğer yanda kendi türünü acımasızca öldüren, komşusunu kışkırtan, gezegenin kaynaklarını hoyratça paylaşarak devasa bir yoksullar ordusu yaratan insan… Bu, türümüzün en trajik ikilemidir. Bir elimizle yıldızlara uzanırken, diğer elimizle boğazımızı sıkıyoruz.

   Doğa bilimcileri yıllardır haykırıyor. İstatistikler, raporlar, eriyen buzul dağlarının uydu görüntüleri ve kuruyan nehir yataklarının acı fotoğrafları önümüzde. Gezegenin ateşinin çıktığını,ortak evimizin yaşanmaz hale geldiğini en net bilimsel kanıtlarla ortaya koyuyorlar.Peki,”anlam arayan” o insan ne yapıyor?Bilinçli bir sağırlıkla,konfor alanlarına hapsolmuş “mutlu azınlıkların” çıkarlarını korumak adına bu çığlığı duymazdan geliyor. Klimasız bir yaz gününün artık bir lüks haline geldiğini, suyun altından daha değerli olma yolunda ilerlediği bir kötü yaşam koşullarını kendi ellerimizle inşa ediyoruz.

   İşte en can alıcı soru burada beliriyor: Nereye kadar?

   Evrenin büyük patlamasını anlamak için milyarlar harcarken, kendi küçük gezegenimizdeki sosyal patlamaları, yoksulluktan ve açlıktan kaynaklanan sessiz ölümleri görmezden gelmek… Bu nasıl bir akıl tutulmasıdır? Higgs bozonunu bulmanın coşkusu yaşanırken, kendi toplumsal dokumuzu bir arada tutan duygudaşlık ve adalet bozonunu kaybetmemiz bize neyi anlatıyor?

   Bu durum, basit bir çelişkiden çok daha fazlası.  Bu, psikolojik bir inkâr mekanizmasıdır. Kendi yarattığımız felaketin büyüklüğü karşısında donakalan, sorumluluk almaktan korkan ve kısa vadeli hazların peşinde tükenişe koşan bir türün portresidir. Konforunu kaybetmek istemeyen mutlu azınlıkların, yoksulluğun ve iklim krizinin ağır yüklerini omzuna yıktığı devasa çoğunlukları dışlaması, sadece sosyolojik vaka değil, ahlaki bir çöküştür.

   Belki de CERN’deki o parlak zihinlerin aradığı en büyük “boşluk” ,evrenin derinliklerinde değil, kendi içimizdedir. Bilgimiz ile eylemlerimiz arasındaki o devasa uçurumdur. Anlama kapasitemizle yaşama biçimimiz arasındaki o korkunç çelişkidir.

   Pascal’in insanı bir “düşünen saz”a benzetmesi boşuna değil. Evet, evrendeki en cılız varlıklardan biriyiz ama düşünme yetimiz bizi her şeyin üstüne koyuyor. Ancak, görünen o ki, bu “düşünen saz” , kendi ağırlığı altında kırılmak üzere. Evrenin anlamının getirdiği o tanrısal kibri, kendi gezegenindeki nadide bir çiçeği, bir insanı, bir damla suyu korumanın bilgeliğine bir türlü dönüştüremiyor.

   Soruyu tekrar soralım: Nereye kadar? Belki de cevap, su kaynakları tamamen tükendiğinde, son buzul eridiğinde ve yoksulluk isyanları en korunaklı kaleleri bile yıktığında verilecek. Ama o gün geldiğinde, evrenin sırlarını anlamış olmamızın kimseye faydası olmayacak.

 Güven SERİN 

  





Hiç yorum yok: