27 Temmuz 2013 Cumartesi

BENİ HATIRYANIZ



BENİ HATIRLAYINIZ

  Hatırlanmak, unutulmamak, birkaç sözcük ile anımsanmak istemek, sadece ve sadece insana özgü bir şeydir. İnsan, gizemli, marifetli, üst sınırları zorlayan, evren gibi genişleme merakı olan, sonlu bedeniyle sonsuzu hayal eden biricik canlıdır. En azından şu an için bilinen, akıl ve irade ile donatılmış tek canlı insandır.

 İnsanın marifetlerini, düşlerini, hayallerini saymakla bitiremeyiz. Vahşetlerini de, hilebazlıklarını da, kendi kendine oynadığı büyük oyunları da… İnsandır, sadece insan; hatırlanmak isteyen son nefesten sonra…

 Bir veda seslenişinin insan duygularının kaynayan haliyle seslenişidir de “beni hatırlayınız” sözcükleri… Hüzünlüdür… Bir daha görüşülmeyeceğinin anımsamasını da yapar… Ama kalıcılığa inanarak ayrılmak ister bu dünyadan.

  Filozofların beyin dalgalarıyla son nefese kadar verdikleri mücadelenin özünde de bu vardır. Bedenen kalıcı olmadıklarını her akıllı insanın bildiği gibi filozoflarda biliyordu. Bu sebepten hatırlanmalarını dilden dile anlatılacak öykülere aktardılar. Derilerin, papirüslerin, tuğlaların, killerin, taşların, kâğıtların üzerine kazıdılar hatırlanacak yaşamların diğer yaşamlara akmasını istedikleri sözcükleri.

  İnanmışlığın sevgisiyle yapılan her işin özünde hatırlanma isteği de vardır. Dikilen küçük bir çınar ağıcının büyücek oluşunda, yazılan dizenin, nesilden nesle kalacak oluşunda, bestelenen bir şarkının, yakılan bir türkünün anlattığı hikâyenin içinde hep hatırlanma, hatırlatma ricası vardır.

  300 Spartalının ölümüne verdikleri savaşın özünde de hatırlanma arzusu yatar. Ülkelerini kendilerinden çok daha güçlü bir orduya karşı savunan Sparta Kralı Leonidas ve askerleri öleceklerini bilirler. Kralın ölmeden önce ülkesini yolladığı haberciye söylediği son sözler ; “ savaşan bu kahramanları hatırlasınlar; bu kahramanlar ülkesini savunmak için savaştılar ve öldüler. Bizi hatırlasınlar! “

  Mustafa Kemal’in 1933 yılında Cumhuriyetin 10. yıl kutlamaları için hazırladığı nutukta çok önemli seslenişlerinden bir bölüm de;

“ Beni Hatırlayınız, hiç şüphem yoktur ki Türklüğün unutulmuş vasfı ve kabiliyeti bundan sonra da devam edecektir. Yüksek medeniyet ufkundan yeni bir güneş gibi doğacaktır. Bu söylediklerim hakikat olduğu gün, senden ve bütün medeni beşeriyetten dileğim şudur;

BENİ HATIRLAYINIZ! “

Hatırlanmak, anımsamak istemek gayet insani bir şeydir. İnsan denen canlı, bilgi ve sözcüğü keşfetmekle duygularını da keşfetmeyi öğrenmiştir. Bir duygu deposu, yüksek medeniyet arzusunda olan insan; hangi mesleğin içinde olursa olsun, yaptığı her iş, dünyevi ödüllerin çok ötesindedir.

  Kendini adadıkları işleri; resme, şiire, fotoğrafa, hikâyeye, romana, heykele dönüşür; bu dönüşümün özünü besleyen şey, ebedi bir hatırlanma isteğinin biricik hoşluğudur. Doktorun hünerli ellerinde de, hemşirenin sımsıcak gülüşünde de, dağ bayır demeden gezen Sıdıka Avar’ın, Hasan Ali Yücel’in, İsmail Tonguç’un eğitime, öğretime, aydınlığa olan inançlarında da bu hatırlanma asaleti vardır. Hatırlanma isteği, insan yüceliğiyle, insan sevgisi, merhameti, aklı, sanatıyla şekillenince tadına doyum olmadığı gibi, hatırlanışa, hatırlanacak olmaya HAK kazanılmıştır; evrenin yasası gibidir bu hatırlanma hakkı…

 Şarkıya ses veren sanatçı kadın da bu yüksek hikâyeyi anlatır; ezelden, ebediyete sürecek olan insanın hikâyesini;

Dudağımda yarım kalan
Söylenmemiş son sözümdür
Baki olsa da ayrılık
Aşk her daim ölümsüzdür;

Hatırla sevgili
O eski günleri çocuklar gibi

 Sözlerin, pırıltıların kıyamet gibi yağdığı, değişimin gün ile geceden bile hızlı aktığı, renklerin renge geçip, insanların her şeyi muhteşem bir tırtıl gibi tükettiği bu günde, bu kadar hızlı unutuluşların şimşek gibi çakıp yok olduğu gökyüzünün karanlık köşeleri gibi, sözlerin, hikâyelerin, anlatıların peşinde koşmamın sebebi de nazikçe HATIRLANMAK, dostlarım; bu hatırlayıştır esas olan, bana güç, kıymet ve ümit veren…

 Güven Serin 












23 Temmuz 2013 Salı

ASLAN YATAĞINDAN BELLİ OLUR


Kamera; Güven Barış Manço Müzesi-Moda 


ASLAN YATAĞINDAN BELLİ OLUR

  Doyumsuz, insanın içine süzülen güzel sözler vardır. Sanırsınız ki ne kadar tekrarlarsanız bıkmazsınız. Ama içte öyle değil işte; tekrarladıkça bıkkınlık ve dejenere edersiniz o güzel sözlerin esas ulaşmak istediği şeyi.

  Her şeyin bir yakışığı vardır. Sözün ve sazın yerinde söylenip çalınması, insan denen canlıya yüksek keyif ve huzur yaşatırken, yersiz ve zamansız yapılan seslenişler büyük gürültüye, amacına hiçbir zaman ulaşmayacak yolculuğa dönüşür…

  Girmiş olduğum pasajın içinde, oldukça kilolu adam, çatallaşmış sesiyle bağıra bağıra sesleniyor komşusuna;

“ Aslan yatağından belli olur; nasıl temizledim dükkânı gördün mü?” Dükkân dediği yeri kim bilir kaç ayda temizlediği belli olan bu adamın, kendisini aslana, aslana yakıştırılmış bu söze sarılıp, zirvenin soylu koltuğuna oturmak istemesine şaştım kaldım ben…

 Bilinen bir şey var ki, esnaf iyi ve esnaflık kültürünü bilen birisiyse, dükkânını her gün temizler. Temiz olanı temiz tutar. Hatta şehrimde bir türlü yapılmayan şeyi; dükkânının önünü süpürür ama yola atmaz o çöpleri. Temizlik insanın kendisine saygı olduğu kadar, iş yerinin vazgeçilmez gerçeğidir de. Ruhunuz kirli ve kirlenmiş olabilir; ama dükkânınız, üzeriniz temiz olmak zorundadır. Bunun için insanlardan ekstra alkış, övgü beklemek harika bir safdilliktir…

 Amacım güzel sözlerin söylenmesine ve bu sözlerden etkilenip daha iyi insan olma sevdasına yara aldırmak, karşı durmak değildir elbet. Amacım, insanı insan yapan yaşamımızın bir parçası olan görevlerimizin güzel sözler olmadan da, sloganlar, deyimler söylenmeden da yapılıp en yüksek onuru, huzuru ve heyecanı yaşatacağının gerçeğidir.

 Bazı kurumlarda orada çalışan memurların çalışma masalarının arkasındaki panoya güzel sözler yapıştırdıklarını tanıklık ediyorum; Mevlana’dan, Yunus Emre’den, Mustafa Kemal’den, Aristo’dan, Platon’dan, Nihetzce’den, Geothe’den, Pir Sultan Abdal’dan… Zamanında söylenip, yüzlerce, binlerce yıldır değer yitirmemiş bu sözleri sahip çıkan, o sözleri arkasına asan memurun yüzüne bakınca irkiliyorum. Çünkü bu sözlerde anlatılan büyük ve derin insanlık, o memurun yüzünde yok; olmadığı gibi selamı almayı, o işyerinin asli görevi olan insanlara yardımcı olmayı bile kendi özel inisiyatifine bağlamış; bin bir türlü nazlanma, işi yokuşa sürme…

 Şimdi, sözlere sloganlara sığınıp, onları yerli ve yersiz kullanma yerine, emeğin, öğrenim ve öğretilerin insana en büyük destek olacağını, önünü açacağını, güler yüzün, hoşgörünün evrensel bir yolu, yolculuğu olduğunu anlamanın altyapısını kendi ruhumuza ekmeliyiz.

 Bir belediye başkanı o şehre su getirdim, kanalizasyon yaptım diye, her gün övünemez. Zaten o iş için, o işlere katkı vermek için söz verip o koltuğa oturuyor. Ve okkalı maaşlarını da hizmet için alıyorlar.

 Deyimlere, atasözlerine, herhangi yaşayan birisinin söylediği özlü sözlere saygı duyuyorum. Bunları bilmek ve yerinde kullanmak da güzel bir şey! Ama asıl güzel olanı, kendi bahçenizde, beyninizde yetiştirip, kendi ellerinizle büyüttüğünüz sözleriniz…

  Aslan yattığı yerden belli olur elbet; aslan da, kurt da, çakal da; hepsinin kendi doğası gereği, yaşam ve yaşatmak adına davranış biçimleri vardır. O hayvanlar bilirler ki, yuvaları kirlenirse, kokuşma, çürüme başlayacak. Kokuşma ve çürüme de, hastalık demektir… Bunu bütün hayvanlar bilirler; kuşlar dahi…

 Bütün hayvanların bildiği şeyi, insanların hayvandan örnekleyerek yüceltmesi garip geliyor bana; eğer o insan, kokuşmayı, çürümeyi seviyorsa söylenecek ne var ki?

  Güven Serin

 

 


17 Temmuz 2013 Çarşamba

KIRMIZILI KOKONA


Kamera; Güven  

Kamp zamanı; kırmızılı kokona şerefine dostlarım...

KIRMIZILI KOKONA

  İnsan denen canlı insan denen canlıyı şaşırtmaya devam ediyor. Yaşı oldukça ilerlemiş, yüzündeki kırışıklara aldırış etmeyen kırmızılı kadın, yüksek topuklarıyla inletiyor ahşap zemini.

  Oysa daha ellisine bile girmeden yaşamın bütün yüklerini kendisinin sanan nice insan var etrafımızda; her şeyden vazgeçmiş, varken tükenmiş görünen yürüyen ölü canlılar… Ama kırmızılı kokona öyle mi; asla, günün her saati dipdiri…

  Kırmızılı kokona giyinmesini de biliyor, yemesini de; sabah kıyafeti başka, akşam başka, gece başka… Hele bir kahvaltı edişi var; etrafa göz süzüşü var; görülmeye değer… Ruhunun yaşlanmamış genç kızlığı neredeyse yaşlı bedenini yerle bir edip, onun yerine taptaze bir beden görüntüsü oluşturacak.

  Otelin kahvaltı salonu Fransız sanatçının iç gıcıklayan sesiyle bir başka havaya bürünürken, kırmızılı kokona gelince, yüksek topuklu ayakkabılarının ahşap zemine dokunuşlarındaki notaların gençlik haykırışına dönüşmesine tanıklık ediyordum.

  Başı dik, saçlar günün koşullarına göre, renkten renge değişim sürecindeler. Upuzun saçları, at kuyruk yapıp geriye sarkıtmasını oldukça seviyor. Etrafa göz süzüp, onun varlığını, onun kıymetini bilenleri bir bir selamlama, onlarla uzun uzun konuşma mütevazılığını da hiç kaçırmıyor kırmızılı kokona. 

 Kırmızılı kokonaya bakınca, onun ruhunun dışa vuran dişiliğini, yaşlı bedenine kulak asmayan genç kız hissedişini ürpererek izliyorum. Aynı izlemeyi, yan masada, erkek erkeğe tatile çıkmış danalara bakarak da, bir başka ürperti içinde yapıyorum; dört erkek, güya tatile çıkmışlar; dördü birbirinden bakımsız… Aynı sözcüklere tutuna tutuna, ağızlarından çıkan sözler yalama olmuş… Argonun soylu kültürüne sığınıp, yaptıkları kötü esprilere gülmekten öte sırıtıyorlar…

 Hâlbuki kırmızılı kokona öyle mi; adeta genç kızlara gösteri yapıyor. Sanki tecrübesi üst sınıra dayanmış ama emekli olmamış bir geyşa gibi, giyinişin, yürüyüşün, duruşun, göz süzüşün, dişi dişi bakışın öğretilerini yapıyor. 

 Kırmızılı kokona kahvaltısını acele etmeden ve ilk önce başlayıp, en son bitirenlerden oluyor. Endamına yakışır bir şekilde ağır ağır kahvaltısını yaparken, yine o bildik taksici otele bir müşteri getirdi. Muhtemelen, otogara inen, kendilerini yabancı hisseden iki genç, taksiciye ; “bildik, tanıdık otel var mı?” diye sordular. Taksicinin beklediği soru odur; aynı avını bekleyen dişi örümcek gibi, ipek tele dokunan herhangi bir böceği fark eder etmez, hemen esas işi olan avcılığa başlar.

 Fransız şarkıcı şarkılarına, kırmızılı kokona zarif hareketleriyle kahvaltısına, erkek erkeğe tatile gelmiş yılışık tipler mizah sayılmayan şakalarına gülmeye devam ediyorken, yine o bildik taksi durdu otelin önünde. Otelin genç sahiplerinden erkek olan da dış kapının yanında duruyordu. Taksici iki genç müşterisini indirirken otelin sahibi olan adama bıyık altı gülümseyişini yaptı; “ bunları da ben getirdim, sonra görüşürüz-anlaşırız” der gibiydi…

 Taksi şoförü müşterileri getirmekle, gülümsemekle yetinse iyi; otel sahibini görünce araçtan inen müşterilerin de duyacağı bir şekilde; “ arkadaşlar yabancı değil, gereken kolaylığı sağlayın” deyip gitti…

 Arkadaşlar dediği gençler cin gibi bakışlı çocuklardı. Taksi şoförü en büyük hatasını o gençleri tanımayarak yapmıştı; fazladan konuşmuştu. Yeni tanıdığı, aracına on dakika önce binen bu insanları, tanıdık olarak takdim edip, aklınca otelciye yaranacaktı! Ama taksi şoförü gider gitmez, otelcinin yılışık kâtibi çocukları avlama törenine girişmiş olsa bile bir işe yaramadı, çocuklar fazladan iltifata, bu özel avlanma merasimine dur dedi; biz bir dolanalım, bir şeyler yiyelim, sonra uğrarız derlerken, hiçbir zaman bu mekâna gelmeyeceklerini de anlattılar…

 Ben de kırmızılı kokana gibi çayımı ağır ağır yudumlayıp, onun gibi etrafımı ağır ağır süzdüm; nede olsa eli kalem tutan birisinin etrafının oldubittisine muhtaçlığı var, düşüncesinin kutsal besleyiciliği-ne şükür ederek…

Güven Serin





15 Temmuz 2013 Pazartesi

BİR SES


Kamera; Güven  Sabancı Müzesi  

Görkem,güzellik ve yeşillik...

BİR SES

  Yedi günün yedi gecesi, üst üste aynı rüya ve aynı ses;

Üzülme evlat! Bırak istediklerini yapsınlar… 150 yıllık topraklarımızı, yerimizi, yurdumuzu talan etsinler. Biz kötülük ekmedik; iyilik ektik biz…

  Onlar, yitik dünyalara ait haydutlar, onlar tüm zamanların lanetiyle kutsandılar. Üzülme evlat! Sen üzülme, biz kötülük değil iyilik ektik…”

  Olağanüstü hikâyeler, olağanüstü inanmışlık ile ortaya çıkarlar. Olağan dışılığın hüküm sürdüğü, gözyaşlarının, yürek acılarının, insan onurlarının yok sayıldığı zamanlarda…

  Yedi günün yedi gecesi, o ses tekrarladı durdu kendini. Sonsuzluğun sonlu dünyevi oyununda, et ve kandan ve kemikten oluşmuş bedenimi ürpertircesine haberdar etti iyiliğin var olacak tohumlarından…

 Kurtarıcı, bir çağırmışlık içinde teskin edici tınısı, yeryüzünün gizemli inançlarının içinden çıkıvermiş bir ses; insanın bitap düştüğü, insanlık yürüyüşünden yorulup tam da bir kenara çekileceği vakit; evrenin iç içe geçmiş milyonlarca kapısından birisi açılmış ve o kapının içinden tanıdık bir ses; dedemizin, ninemizin insancıl, merhamet yüklü sesi…

  Biz kötülük ekmedik evlat; biz iyilik ektik; bırak haydutlar, tüm zamanların lanetiyle kendi sonlarını bir kez daha tekrarlasınlar; milyon kez tekrarladıkları gibi…

  Artık insanlar batışlarına eskisi ağıt yakmıyorlar. Batışlarını eskisi gibi gururun arkasına sığınıp saklamıyorlar da. Çiftçinin malı, mülkü neredeyse büyük çoğunluğunun bankaların eline geçti ve geçmek üzere. Emekli denen canlı zaten yeryüzünde yok sayılır hale gelmiş; kira, elektrik ve doğal gaza yetmeyecek parası sayesinde gerçekten de emekliyor…

 Taşeron mantığını yücelten bu iktidar; taşeronun işçilerimizi nasıl da esir kamplarının çaresiz ve bitkin yüzlü insanlarına çevirdiğini anlamak için o işçilerin soluk yüzlerine iyi bakın.

 Kıyısından döndüğümüz kıyametin, büyük tufanın insan neslini, hayvan neslini koruyacak direnişçileri, büyük gençlik korosu ve yolcuları; ilahi bir çağrının, bin yıllık türkünün ve insanın yüce hatırına her akşam sokaklarda, caddelerde…

 Yine o ses çınlıyor kulaklarımda;

“ Sen üzülme evlat; biz kötülük ekmedik. Biz iyilik ektik…” Şimdi, bütün iyilik ekenler, suskunlar, bitkin duruma düşmüş olup da nefes almaya devam edenler; her insanın yapacağı, kırmadan dökmeden kendi varlığı ile bir damladan bir dereye, ırmağa dönüşeceği gün gibi ortadadır.

 Artık, birisi bizim için su, ekmek taşımayacak. Birisi bizim için ülkemizi, topraklarımızı, malımızı, mülkümüzü, canımızı kurtarmayacak. Çünkü yok etme, alt etme, hilebazlık üzerine kurulan kapitalist dünyanın çaresizliğe, bitmiş insanlara tahammülü yoktur.

 Öyleyse, çarenin siz, biz olduğunu, bitkinliğin insan denen canlıya yakışmayacağını bilip; sürü olmadığınızı, yüce yaratıcının aklını ve ruhunu taşımanın haykırışını yapın; lütfen yapın; yoksa bu solgunluk, bu korkunç gidişat; bütün gelecek neslimizin sonu, esareti olacak…

 Güven Serin

13 Temmuz 2013 Cumartesi

BİZ ÜÇ KİŞİYDİK


Kamera; Güven  Sabancı Müzesi

BİZ ÜÇ KİŞİYDİK

  Süleyman Paşa İlköğretim Okulunun beton bahçesinde üç kız dolaşıyordu. Doğa Irmak ise yeni öğrendiği bisiklet sürme işini daha iyi pekiştirmek için dolanıp duruyordu. Akşamın ilerleyen saatleriydi; gün, ağırdan ağıra geceye ilerliyordu. Erkek çocuklarının çılgın top serüveni bitmiş, bizim gibi bir parça huzur bulmaya gelenler o saate denk gelmişlerdi.

 Körlüğün, ön yargının ve çekincelerin körlüğü ile üç kızın yüzlerine, yüzlerindeki çocuk pırıltıya bile bakmadım. Artık, kendimiz için, sadece kendi çocuklarımız için yaşayan insanlara dönüştüğümüzün en hakiki gerçeği karşısında utandım, büzüldüm, ezildim…

 Üç kız, şairin tam da hisleriyle, içtenliği ve yoğun duygularıyla söz ettiği gibiydiler;

Biz üç kişiydik;
Bedirhan, Nazlıcan ve ben.
Üç ağız… Üç deli yürek… Üç deli fişek!
Adımız bela diye yazılmıştı dağlara, taşlara.
Boynumuzda ağır vebal

 Üç kız, şairinin dağlarındaki üç kişi gibi, silahlarını alıp dağlara çıkmamışlardı ama onlar da özelikle kız çocuklarına uygulanan gururlu ve galip erkek ilişkilerinden bıkmışlar, gururlu erkeklere karşı daha küçük yaşta, erkek gibi güçlü, kuvvetli durmanın gösterişi içinde, erkek çocukları gibi koşuyorlar oradan oraya.

 Şair, Nazlıcan, Bedirhan ile üç kişiydiler; üç dost, üç inanmış can… Süleyman Paşa İlköğretim Okulunda oynayan üç kız; Sude, Mürvet ve Şevval. Bu üç kız, erkek çocuklarından boşalan okulun taş havlusunda kendi huzurlu özgürlüklerine kavuşmuşlardı. Ama birazdan gece çökecek ve anneler korku ile seslenecek; Sude, Mürvet, Şevval diye…

 Doğa Irmak üç kızın yakınından, yanı başlarından süzülüyor bisikletiyle. Üç kız, o zaman oynadıkları topu bir kenara bırakıp Doğa Irmağı takip etmeye, ona yaklaşmaya başladılar. O ana kadar o üç kız; şairin dağlarındaki üç kişi gibiydiler; uzaktılar, yüzleri yoktu, elimdeki derginin içine dalmış insan bedenime. Ve bende göz ucuyla, Doğa Irmağa zarar verirler mi diye onları takibe aldım.

 Niyetlerini sezebiliyorum; Doğa Irmağın yeni, gösterişli bisikletine özenmişlerdi. Ve sırasıyla binmek istiyorlardı. Hatta bana kadar gelen seslerde, kimin önce bineceğine bile karar vermişlerdi.

  Doğa Irmak taş okulun bahçesinde onunla yakınlık kurmak isteyen üç kızın isteğine nezaketle karşı duruyordu. Zorla edinilen malın, can yongası gibi canını vermek istemiyordu. Sonunda üç kız, daha büyükleri olan Sude’nin öncülüğünde benim yanıma koşarak geldiler. Seslendiler bana;

 “Ağabey, bisiklete bine bilir miyiz?” diye. Sesler, üst üste binmiş sevgi dolu çocuk sesleriydi. Benim çocukluğumun, benim bisiklet arkasında kan ter içinde koşup, bir tur için ricada bulunduğumun arkadaş seslenişleriydi.

 Doğa Irmak da yanımıza geldi. Çocukların sesiyle onların yüzüne baktım. Hepsi, anne, nine nezaketiyle, zarifliğiyle, bebek güzelliğiyle bakıyorlardı. Tıpkı darağacına giden üç fidan;
Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan gibi, yüzlerine riya yoktu. Hakikat için, çocuk duygularını yaşatmak için ricada bulundular.

 Ben de o an, kendi kızım için korktuğum kızların yüzüyle eridim. Üç fidanın, üç kişinin darağacına giderken, insanlığın, vicdanların eridiği gibi…

 Üç kızdan Şevval olan sekiz yaşlarındaydı. Ailesi ile Sinop’tan ablasının okulu için gelmişler. Okula yakın oturuyorlar. Sude on yaşlarında. Kardeşi Mürvet ise yedi yaşlarında olmalıydı.

 Doğa Irmak benim ricam üzerine; “ ancak birisine izin verebilirim” diyerek en küçükleri olan Mürvet’i gösterdi. Mürvet seçilmiş olmanın çocuksu gülümsemesiyle çekinerek bindi bisiklete. Ve o an, orada bulunan Sude, Şevval ile konuştuk.

 Çekinerek, korkarak, kötüleyerek baktığımız her çocuk aynı zamanda bizim çekindiğimiz, kadar, korktuğumuz kadar suçlu olduğumuzun da gerçeğidir. Okulları en iyi kalite, en iyi araçla donatmanın peşinde koşa duralım, çocuk oyunlarının yeşilliklerin, ağaçların, çiçeklerin, çimenlerin azaldığı her yer, korumasız her mekân; biz büyüklere geri dönecek kötülük, kabalık, hoyratlık demek…

  Güven Serin


2 Temmuz 2013 Salı

YAŞAMAYA DAİR


Kamera; Güven  Ali Paşa Han

Genco  Erkal ve Tülay Günal

YAŞAMAYA DAİR

  Dostlar Tiyatrosunun kapatılan tiyatro binası nedeniyle taşındıkları yeni yerlerine; Ali Paşa Hana gittim. Dostlar Tiyatrosunun sığınağı olan bu yer, tam bir viran görüntü içindeydi. Yeri görmek, biletimi almak için iki saat erken gelmiştim. Günün geceye ilerlemesi gibi, akşam vaktinin hüznü ile baktım viran yapıya. Ve o bakış içinde verilen hükümlerin, koşullanmaların nasıl yok olacağını iki saat sonra gördüm.

  Viran yapı dedim ya; Dostlar Tiyatrosu’nun sarıldığı o güzel sözcük var ya; Yaşamaya Dair; işte bu viranlıkta, bu külleri kalmış binada; yine bir yaşam; hatta yaşamlar fışkırıyor. Her taraftan; doğudan, batıdan, Asya’dan, Avrupa’dan gelen insanlar; kendi renk ve ahenkleriyle heyecan içindeki yüzleriyle toplanmaya başladılar.

  Yaşamaya Dair müzikli gösterinin en önemli iki oyuncusu var. Genco Erkal ve Tülay Günal. Tülay Günal da erken gelmişti eski yüzlü, sıvaları dökülmüş hanın yanına. Yüzündeki büyük hüzünle telefon konuşması yapıyordu. Sanatçının yüzü, sanki bütün kadınların acısın üstlenmişliğin yüzyıllık yorgunluğunu anlatıyor gibiydi.

  Saatler 21,00’ı gösterirken kural gereği olmayan perde açıldı. Her şey yanı başımızda; seyirci ile iç içe küçük hanın havlusu ve locaları; taş ve viranlığı sanatlarıyla yoğurmaya başlayan iki ustanın, iki muhteşem insanın sesiyle yeşermeye, aydınlanmaya başladı.

  Yaşamaya Dair, Nazım Hikmet’in Bursa Cezaevi’nden yazdığı mektupları, müzikal bir dille, şiirin, felsefenin, insan sesinin yardımıyla anlattılar.

  Seyirci topluluğu küçüktü küçük olmasına; 160–170 can vardı yanı başlarımda. 170 can, nefesini tutmuş, soluğunu en duyulmaz hale getirmiş; kimi Nazım’ı, kimi Piraye’yi anlamaya çalışıyor…

  Oyun başlamadan önceki o solgun, o bitkin, o çaresiz kadın Tülay Günal gitmiş; yerine sesin, nefesin ve duruşun tanrıçası gelmişti. Sanki Athena Tapınağından, İda’dan, Olympos’tan sesleniyordu; şiirin, şarkının, Nazım’ın sesi…

  Bazen Bursa cezaevi’nde Nazım ile birlikte, nem ve soğuğun bedenimizin kemiklerini sızlatışını hissettim… Bazen, Karlı Kayın Ormanı türküsünü söyledik;

Karlı kayın ormanında
Yürüyorum geceleyin
Efkarlıyım efkarlı
Elini ver, nerde elin.

Ayışığı renginde kar
Keçe çizmelerim ağır
İçimde çalınan ıslık
Beni nereye çağırır

   Esareti yaşarken hürriyeti, sevgiyi yeşertip inadına bir gün daha fazla yaşama bağlı olmayı beceren çok az insan vardır. Bu az insanlardan birisi de Nazım’dır. Sözlerin, özleme, aşka, yaşama tutunma sanatına dönüştüğü şiirleri şarkılara dönüşmüştür; nice insanın yarım kalan ve hiç yaşanmamış hikâyelerini anlatırlar…

Subaşında durmuşuz
Çınarla ben.
Suda suretimiz çıkıyor
Çınarla benim
Suyun şavkı vuruyor bize
Çınarla bana.

Subaşında durmuşuz
Çınarla ben, bir de kedi
Suda suretimiz çıkıyor
Çınarla benim, bir de kedinin
Suyun şavkı vuruyor bize
Çınarla bana, bir de kediye

  Çınarı, suyu, güneşi, kediyi bu kadar güzel anlatan sözcükler ve onları üreten insana 13 yıl hapis cezası verilmiştir. Yurtdışına kaçmasaydı muhtemelen canından da olacaktı, Sabahattin Ali gibi…

 Ali Paşa Han, Yaşamaya Dair müzikal oyunuyla sezon finali yaparken; viran taş mekânın, sanatın büyüsüyle nasıl canlandığı, nasıl bir kostüm giyip, bizi kendine bağladığını yaşamımın en güzel anısı olarak saklayacağım.

 Taşın sanat ile sanatçıyla buluştuğu yerin arka planında iki müzisyen de ustalara yakışır emeklerini ortaya koydular. Piyano da Yiğit Özatalay, Viyolonselde ise Deniz Doğangün vardı. Nazım’ın şarkıya dönüşmüş şiirleri onlarsız olmazdı. Ve bir mekân; bir hapishane Ali Paşa Handan daha başka mekânda bu kadar iyi anlatılamaz, oynanamazdı.

 Yitik zamanların, yok edilmek istenen insanların; şiir, müzik, şarkı ile nasıl bir sonsuzluk içinde var olacaklarının büyük gösterisiydi bu gösteri…

  Velhasıl dostlarım bu taş, bu viran mekânda Nazım hiç susmadı;

Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda
Budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz
Ne sen bunun farkındasın, ne de polis farkında

  Güven Serin



 



1 Temmuz 2013 Pazartesi

TERZİKUŞU


Kamera; Güven  Boğaziçi Üniversitesi

Mimariye,mühendisliğe ve emeğe inanmışsanız; yaşadığınız yer
esere; siz de o eserin parçasına dönüşürsünüz


Kamera; Güven  
Seyreyledim yükseklerden Boğaziçi'ni, Emirgan'ı;gören
işiten gözüm ile seyreyledim... 

TERZİKUŞU

 Kamboçya’ya özgü yeni bir kuş türü keşfedildi diye okuduğum bu habere, bu kadar niye sevindim acaba? Yüzlerce canlının nesli tükenirken, tüketimi baş tacı yapmışken, insanlık onuru yerlerde süründürülürken ben; küçücük bir kuşun, varken yen keşfedilmesine küçücük bir kuş gibi sevindim…

Niye ki?

  Bir ödeşme mi bu; insanlığın kayıp tarafı adına! Kahverengiye çalan kırmızı başı, küçük gri renkli gövdesiyle terzikuşu, varken şimdi çıktı; yeni bir keşif olarak insanlara bildirildi.

  Nedense terzikuşu keşfi yeni bir gezegen, yepyeni insanların başka alanlarının keşfi gibi geldi bana. Sımsıcak; tıpkı guguk kuşunun, yalıçapkınının, yükseklerden uçan yaban kazlarının ismini duyduğum zaman; özgürlüğe, farklılığa, var oluşa sevindiğim gibi…

  Küçücük gövden, kahverengiye çalan kırmızı başın ile terzikuşu; aramıza hoş geldin. Belli ki iyi yuva örüyor; iyi ölçüp biçiyorsun; tıpkı İdris gibi…

  Gününüz aydın olsun dostlarım; insan denen canlının iradesi, öğrenme merakı, özgürlüğe olan açlığı, karanlık ile aydınlığın ne büyük bir denge olduğunun farkına varış-lığı hep sizinle olsun…

 Güven Serin