28 Temmuz 2023 Cuma

DARWİN'İN VİCDANI

 

İnternet

                               DARWİN’İN VİCDANI-İNSAN TARAFI

         ( Eğer Ölürsem! )

  Darwin’in ismi geçince birçok insana sıtma tuttuğunu, birçok insanın da saygıyla baktığı bilinen bir gerçektir. Sloganlara yaşayan toplumların en hakiki kavgası kendisiyle olsa da, bir düşman, rakip yaratmak günü kurtarma telaşı ve görgüsüzlüğü ve bilgisizliğidir…

  14 yıl önce tüm dünyada Darwin’in 200.yaş günü kutlandı. Genç yaşlarda severek okuduğum Bilim Teknik Dergisi de Darwin’in 200.yaş gününü kutlamak için baş sayfaya onun fotoğrafını koymuş ve sonra ne olduysa olmuş, bu dergiyi başka türlü, Darwin’siz çıkarmıştı. O gün bugün Bilim Teknik Dergisi, evrenin derinliklerinde kaybolmuş yıldızlar kadar uzaktır bana.

   Niyetim Darwin’in savunuculuğunu yapmak değildir. Darwin’i savunmak veya eleştirmek için dahi sağlam, demlenmiş, kabul görmüş bilgi lazım… Doğayı, doğal dengeyi çok sevdiğimden dolayı tüm dünyada kabul görmüş Darwin’e saygım büyüktür.

  Paylaşacağımız bilgi olan veya olmayan saygımızı daha da büyütebilir. Ünlü Doğa Bilimci ilk çıktığı gemi yolculuğu, doğayı, doğal yaşamı inceleme seyahati beş yıl sürmüştü. Daha otuz yaşında bile olmayan bilim insanının hem bilinci, hem de vicdanı çoktan gelişmişti.

   Rio de Janeiro yakınlarında bir ada-yerde tanık olduğu olayı, doğa olayları gözlemleri gibi insanlığa acı bir miras olarak not düşer. Görmüş olduğu ada kölelerin sığındığı bir yerdir. Zorlukla geçimlerini sağlayan insanlar, her türlü zorluk, yokluk karşısında doğal yaşama tutunmaya çalışıyorlardı. Nasıl olduysa askerlerin buraya sığınan kölelerden haberi olmuş.

   Kölelerin yerini keşfeden bir grup asker yaşlı kadın harici tüm köleleri yakalıyor. Yalnız o yaşlı kadın, tekrar köle olmamak için dağın yamacındaki uçurumdan aşağı atlar. Paramparça olur da tekrar köle olarak yakalanmaz. Bu olayı duyan, o zamanlar ada yakınlarında olan Darwin, insanlık adına tarihi yorumunu yapmakla kalmıyor, not defterine yazıyor;

   “ Bunu yapan Romalı bir kadın olsaydı, yaptığı şeyi özgürlüğe duyulan asil bir aşk olarak anlatırlardı. Oysa şimdi bunu zavallı bir zenci kadın kölenin vahşi dik başlılığı olarak kabul ediyorlar.”

   Vicdan denen şey böyle bir şey… Zorla olması, bol makyajlı sunulması tarih sayfalarındaki yolculuğa çıkma biletini almaması anlamına gelir. Yaptığımız, savunduğumuz değerlerin karşılığı olan yaşam ve eylemler; aynı zamanda en ıssız zamanlarda bile ruhumuzun rahat ve huzur içinde dolaşma vizesi haline dönüşmesine neden oluyor. Yani, bize dayatılan içinde bilgi ve vicdan olmayan şeyler kabul görmüyor…

  Kayıt altına alınmış bir başka Darwin hatırasını paylaşmak, Darwin’in duygusal, insani yönünü biraz daha tanımak için önemli kabul ediyorum. Evliliklerinin ilk yıllarında eşi Emma tarafından Darwin’e yazılan bir mektubun bir bölümü;

“ Kanıtlanmamış hiçbir şeye inanmamaya dair bilimsel tutumun zihni bilimsel olarak kanıtlanamayacak olan bu şeyler doğru ve bizim algılamamızın ötesinde olabilir.” Bu notun altına, yıllar sonra Darwin şu notu yazar;

 “ Eğer ölürsem, bil ki, bu yazını defalarca öptüm ve defalarca okuyup ağladım.”

    Darwin’e ya karşı çıkıyor, ya da koşulsuz kabul ediyoruz. Oysa Darwin dediğimiz insanın yaşamı boyunca yaptığı yolculuklar, incelediği türler ve dokunduğu düşünceler; halı dokuyan kadınların renk ve desenlerle dokudukları halılar gibi büyük öykülerin insan dokunuş ve üretimlerini anlatıyor. Biraz anlamak için, onun eşi Emma’nın yazdığı o birkaç satırın günümüzden 170–180 yıl öncesinin düşünce yapısını, şehir yaşamını, bilime karşı bakışı, varın siz düşünün…

   Bitmemişse iç kavgalarımız, kin ve nefretlerimiz halen sıcak ve dokunanı yakıyorsa; çıkılmamış yolculukların, dokunulmamış düşüncelerin kabahatidir; bizim değil…

   Bakmayın siz Nazım’ın seslenişine: - Dilim varmıyor ama/Kabahatin büyüğü sende; BENDE canım kardeşim…

 Güven SERİN 

 

 


26 Temmuz 2023 Çarşamba

ÜZÜM ve ZEYTİN OLMASAYDI

 



                                             ÜZÜM ve ZEYTİN OLMASAYDI?

       ( Anason İşleri )

     Gelişmiş, antik dünya medeniyetlerine biraz yaklaşınca üzüm ve zeytin ile sıkı ve sağlam bağları olduğunu hemen anlarız…

    Tarihe, toplumların gelişim ve dönüşümüne katkı sunup, öncü olmuş uygarlıkların yaşam biçimlerine biraz daha yaklaşırsak; tiyatro, kütüphane, çarşı, meydan, eğlence yerleri ve spor alanları olduğunu görürüz.

  Zeytin ağacının yolculuğu, sunduğu besinin değeri, toplulukların gelişmeleri için vazgeçilmez hale gelmiştir. Aynı zamanda ticari açıdan da başköşeye oturan iki önemli üründen birisi de üzümdür…

   Overteam Yayınları Rakı Ajandası 2023 yayımlayalı aylar oldu. Eğitimci sanatçı Mehmet Çevik atölyeme geldiğinde elinde bu ajanda vardı. Kızı Birsen Hanım tarafından hediye olarak bana gönderilmişti.

   Hemencecik bakarım diye bir kenara koyduğum ajandaya ancak şimdi göz atabildim. Üzümün yolculuğunu kısa ve öz olarak anlatmakla kalmayıp, bu değerli besinin on parmağında olan on marifeti de insanın insanlık yolculuğundaki görgü dünyası için sunmuşlar…

  Üzüm deyince akla hemencecik rakı ve şarap geliyor. Rakı ve şarap deyince de: TEKİRDAĞ… Bir zamanlar şehrimiz için şairler, yazarlar; “ Anason kokulu şehir” derlerdi.

   Peşin peşin söylemek, anlatmak isterim! Her içki şişesinde yazdığı gibi; “ İçki sağlığa ZARARLIDIR…”

    Laf aramızda, içmesini, konuşmasını, oturmasını, kalkmasını, yolculuk etmesini bilmeyene her şey zararlıdır dersek, halk dilinde hiç de yanılmayız… Bilirsiniz birçok insan için; “ Yaşamak!” sözcüğü; sınırsız yeme içme anlamını taşıyor; ne garip bir kayıp…

    Sözümüz meclisten dışa, diyerek, üzüm denen mucizevî ürünün marifetlerini bir görelim…

   Üzüm deyince şarap ve rakı başköşeye otursa da, günümüzden 8 bin yıl ötelere uzansa da; üzüm suyu, reçeli, jölesi, çekirdek yağı, yaprak sarması, sirkesi, pekmezi, şırası; gelişen, dönüşen uygarlıkların kilerlerinde hep olmuşlardır…

   Ajandaya görgü, fikirleriyle katkıda verenleri de kısacası paylaşmak, kayıp ve korkulu anason dünyasına bir yudum neşe ve görgü katmak isterim.

  Şengül Hablemitoğlu; “ Ben çocukken babannem ‘Biraz ekmek, yanında da biraz üzüm varsa tamamdır, her derde deva.’ derdi.”

    Muammer Ketencoğlu; “ Olmamış üzümün ‘koruk’ suyu ölüyü diriltir!”

   Türkan Elçi; “ Bağbozumunu gördüğüm yıllardı. Dedemin gözleri sonbahar serinliğinde üzeri buğulanmış üzümlere benzerdi. Bana bakarken tanelerin suyu sanki birazdan yüzünün çizgilerinde akacak yollar bulacaktı.

   Tilbe Saran; “ Eski Adalılar 15 Ağustos’tan önce üzüm yemezlerdi. Bu âdete bir türlü anlam veremezdim. Çok sonraları 15 Ağustos’ta adanın Hristos tepesinde manastır kalıntısında kutlanan bir yortuya, sonrasından da üzüm dağıtıldığına şahit oldum. Özellikle bir dileği olanlar, yol boyu üzüm ikram ederdi.”

    Yekta Kopan; “ Yaz mevsimini severdi. Akşamüstü rakılarını. Bir parça peynir, iki dilim ekmek. Kızarmış olursa ekmekler, ne ala! Bir de siyah üzüm isterdi masasında. Yemek için değil, rakı bardağına atmak için”

   Haydar Ergülen; “ Narın kızkardeşi. Nar tanesi. Salkım Hanım. Sait Faik öykülerine bir kez de onların gözüyle bakacağım, hangisi ‘nara benzerdin’ duygusuyla okutuyor kendisini, hangisi üzümün başında yazılmış? Üzüm de nar da, cem olmanın adabını, ahlakını taşır, yol yordam öğretir…”

  Üzüm veya zeytin, hangisinin gölgesine, ürününe sokulursan sokul, karşında uygarlığın peşinde yürüyen, bazen de koşan insanı, insanlığı bulmak mümkündür…

   Bu değerli kitabı hediye ettikleri için Mehmet Çevik ve kızı Birsen Çevik Akgünlü’ye teşekkürümü borç biliyorum…

 Güven SERİN 

 

  







24 Temmuz 2023 Pazartesi

ÖLÜLERİ ZİYARET ETTİM

 

Kamera; Güven








                                 ÖLÜLERİ ZİYARET ETTİM

  

  Taptaze yaşam duruyorken, yaşama ait çığlıklar vampir gibi tüm gezegene yayılmış halde yaşamları kemiriyor ve hırpalıyor:- Ey sen; ölüler diyarında işin nedir? diye soranlara şu sözü söylemek isterim: - Yaşamı,eşsiz yaşamı daha da iyi anlamak ve anlatmak için…

   Yer Marmara Adası Marmara İlçesi Mezarlığı. Hiç böyle mezarlık görmemiştim. İçerisinde yaşlı zeytin ağaçlarıyla dopdolu, büyükçe bir antik kentte dolaşıyorum duygusuna kapıldım. Yaşlı zeytin ağaçlarının yanında sağlam yapılı çam ağaçları, en güzeli de çeşme bolluğu ve her çeşmenin yanında bulunan su hortumları bulunuyordu.

   Mezarlık turistlik kasabanın tam da merkezinde, denizin birkaç yüz metre uzağında, hemen zeytinliklerin devamı olan yamaçta bulunuyordu. Mezarlık girişinde süslü püslü, şölensi bir havada ibrişim ağacı giriş yapanları selamlıyordu. İki kurnası, iki yalağı olan gösterişli bir çeşme, ibrişim ağacıyla uyum içindeydi. Genç yaşta ölen Ayşe Yaylalı için yapılmış. Çeşmenin alınlığı olan yere Ayşe’nin bir fotoğrafı ve onun her iki yanında yunus balığı kabartmaları motifleri bulunuyordu. Ayşe gibi gülümseyen oyuncu yunuslar…

   Dışarısı sıcaktan yanarken, mezarlık tam manasıyla ölülerin huzurlu hallerine uygun serinlikte, tastamam bir huzur içinde, uzlaşmanın, barışın olduğu yerde acele etmeden dolaştım.

   Mezar süslemeleri, mezar taşlarına yapılan semboller ve orada sonsuzu bekleyen ölünün ruhunu anlatan sözcükler, insanlığın insan olmaya başladığı antik çağlardan beri devam etmekte…

   Mezarlıkta ilerlemeye başlayınca büyükçe mermer kitabeye; “ Giritli Şekip Ergün kızı Fatma Hergün Kılıç’ın mezarını gördüm. Mezar taşını iki defneyaprağı süslüyordu.

   Ali Kaptan’ın kızı Yaşar Erdoğan biraz ötedeki mezarda, hiçbir şeyi dert etmeyen sakinlikte, zeytin ağaçlarının serin ve yeşil gölgesinde dinleniyordu. Bir sporcuyu anlatan mezar taşında ise; “ Kulübümüzün futbolcularından Dr.Memduh Nabi Eren,1997” ifadeleri ve mezar taşındaki Fenerbahçe arması, sarı lacivert renkleri arasında palamut sembolü; sağlamlığı, kalıcılığı, uçsuz bucaksız olanı anlatıyordu…

   2020 yılında ölen Armatör Recep Ahmet Mercan’ın mezar yeri oldukça büyüktü. Mezar taşı da aile mezarlığı olacağı olan büyüklükte ve gösteriş içinde her iki tarafına Türk bayrağı çizilmişti.

   Adanı eski Belediye Başkanlarından Recep Gülmüş için yapılan mezar taşı ise onun; “ Gönül Dostları”ndan diye başlayan kitabe şöyle devam ediyor; “ Gönüllerimize adını yazdırdın. Kalplerimizi sevginle doldurdun. Gökteki kuşları, yerdeki karıncaları, tüm insanlarını, dostlarını, ayırt etmeksizin, incitmeden; o güzel kalbinle gönülden sevdin. Bizlerde seni asla unutmayacağız.”

   Daha kimler yok ki Marmara Adası Marmara İlçesi mezarlığında; 2014 yılında bu dünyadan göçen Kara Osman lakaplı Osman Kır,2008 yılında vefat eden Burhan Barut, Viranköy Çiftliği sahiplerinden Hacı Şevket Ağa Oğlu, Hakkı Önder 1957 yılında uçup gitmiş diğer dünyalara.

   Marmara Adası Sevdalısı diye çeşmesi de yaptırılan Engin Savaşçı da oradaydı. Eczacı Necdet Akalın da, zeytin ağaçları altında, dünyevi kaygılardan çok öte dinleniyordu. Bingül İşsever’in mezar taşında gösterişli, bakımlı ve renkli bir fotoğraf da, gezdiğim bütün mezarların öncüsü gibi sadeliği nazikçe diğer renklere taşıyordu. Bey Baba isimli mezarın geleni gideni yok gibiydi. Üzerinde ne bir çiçek, ne bir ot; çöl kuruluğunda bir toprak…

   Oldukça sessiz geçen mezarlık ziyaretim, biraz ötemdeki mezar başına gelen üç kızın sessiz, hüzünlü duruşlarına dikkat kesildim. Sessizce gelmiş oldukları gibi birbirleriyle hiç konuşmadan, başucunda durdukları mezarda yatan kişi için dua edip, yine sessizce dirilerin yaşadığı yerlere doğru gittiler. Dayanamadım ve dua ettikleri mezarın başına gittim. Bir kış vakti,31 Ocak 2019 tarihinde ölen arkadaşları Mihriban Beyza Yayla için gelmişlerdi. Mihriban 1994 doğumluydu. Yaşasaydı 29 yaşlarında olacaktı. Mezarı başında onun için gelen arkadaşları da o yaşlarda üç genç kızdı.

   Mihriban’ın mezarında sarı zambaklar açmıştı. Sadece zambaklar mı; güller, kasımpatılar ve daha bir sürü yeşillik…

    Ölüler diyarını ziyaret edip çekimlerimi tamamladıktan sonra birkaç yüz metre yürüdükten sonra Marmara ilçesinin en gösterişli kıyı şeridi olan yere, insanların dinlenip serinlemek için bir şeyler içtiği mekânları gezdim. Dirilerin telaşı çoktu. İhtiyaçları da…

    Velhasıl dostlar; eninde sonunda ölüler diyarına gideceğimiz belli ve o cepte. Asıl olan şey, diriliği hissedip diri kalmakta… Dirilere bunca yük yüklenir ve yükleri atmayı, nazikçe itmeyi, reddetmeyi bilmeyen, sanki bu yaşama kurban olmak için gelmiş bizlerin; diri, dipdiri günlerini, yakın zamanda ölüler diyarından gelmiş bir insan zindeliği içinde selamlıyorum…

Güven SERİN













20 Temmuz 2023 Perşembe

EMEKLİNİN HALİ İPHİGENİE'NİN YALVARIŞI GİBİ

 

İNTERNET

               EMEKLİNİN HALİ, İPHEGENİA’NIN YALVARIŞI GİBİ


   İphegenia kimdir derseniz hemen söyleyeyim; Miken Kralı Agememnon ile Clytemnestra’nın kızlarıdır.

   İphegenia’nın öyküsü, vicdanı nasır tutmuş olanları bile duygulandırıp düşünmeye ve bu düşünce içinde normal olan, ortalama bir insanın huzurlu haline bir dönüş ve koşma başlatmaya yeter de artar bile.

   Kral olan babası Agememnon, neredeyse bütün kralların başına gelen şey; “ Gücü kontrol edememe” onun da başına gelmiş ve güç gösterisi içinde kızdırmış olduğu tanrıça Artemis’in sebep olduğu, bir baba ile annenin yaşayacağı en büyük acıları yaşamaları; mitoloji, edebiyat yoluyla insanlığın önüne serilen kırmızı hali değil de nedir?

   Çaresi yok; rüzgârlar essin Akha Ordusu Truva Savaşı için yola çıksın diye kızı İphegenia kurban edilmesi gerekir…

   Ya sayıları milyonları bulan emekliler neyin kurbanıdır? Açlık sınırı, yoksulluk sınırı belliyken, kök maaş, asıl maaş çelişkileri içinde, verilen bir sürü söz varken ve emeklilerimiz ezici, yok edici enflasyona ezdirilmeyeceği söylenmişken, emekliler niçin maaşlarına zam alamadılar?

    Neden kafalar bu kadar karışık? Emekliler için simit çay niçin lüks oldu. Hele bir de kirada oturuyorsa emekliler; hangi göklere yalvarsınlar?

 İphegenia çaresi yok kurban edilecektir. Annesi Clytemnestra ile son bir kez birbirlerine sarılırlar. Aralarında geçen, İphegenia’nın annesine seslenişi şöyle devam eder:

—Hadi ağlaşalım anne! Acımızı bir ağıtla birleştirelim! Ve acılı anne yanlarında bulunan diğer kadınlarla birlikte ağıtlarına başlarlar:

—Güneş, sensin, hayatı aydınlatan. Saklan ki, ölüm bizi bulamasın…

   İphegenia ölüme giderken son sözlerini söyler; “ Gidelim aziz dostlarım; rüzgârı uyandırmak için şarkılar söyleyelim.”

   Emekliler hangi şarkıları söylemeli; rüzgârları uyandırmak, gönül rahatlığı, huzur içinde, geriye kalan birkaç yudumluk yaşam hakları için tat tuz bulmaları için?

   Demek ki yalvarışlar, yakarışlar yetmiyor. Yeterince duyulmuyor… O zaman, yaşananların siyasetin bir seçimi, tercihi olduğunu bilip, sürekli ona buna haykırmak, sitem etmek yerine kendi konforumuz bir yana, yaşam haklarımız, daha iyi yaşamak, daha huzurlu bir ülkenin yüce evlatları olarak, kendi tercihlerimiz, oy hakkımız ve seçimlerimiz daha sağlam, anlaşılır ve pişmanlıklar taşınmayan hallerde olması gerekmez mi?

   Her seçim sonra “Pişmanım! Elim kırılsaydı da oy vermeseydim!” seslenişleri: -Hiçbir sağlam tarafı yoktur. Nefeslerimizin koktuğunu, piyasadaki zamların bardağı da, sürahiyi de taşırdığını seçtiğimiz VEKİLLERE öyle bir söylememeliyiz ki;  tiyatro, opera sanatçılarının dik duruşları, alın açıklığı, gönül rahatlığı içinde; bıkmadan usanmadan ANLATMALIYIZ…

Güven SERİN 


19 Temmuz 2023 Çarşamba

KUMSAL MOTEL KASVETTEN ESER BIRAKMIYOR

 


Kamera; Güven

Kamera; Güven

Kamera; Güven 

Kamera; Güven

             KUMSAL MOTEL: KASVETTEN ESER BIRAKMIYOR

  İnsan niçin tatile çıkar? Seyahat etmenin bize kazandırdıkları nelerdir? Sadece eşe dosta anlatmak, fotoğraf çekip soylu ve nazik egolarımızı rahatlatmaksa inanın bana harcanan emeğe değmez…

  Neden bazı sanatçılar ürettikleri eserleri yayınlama gereği bile duymazlar? Hatta verilen ödülleri almaya gitmeyen, büyük ikramiyeyi reddedenler bile var…(Nobel Ödülü)gibi…

  İçsel mutluluk denen şey tıpkı nükleer enerji gibi çalışır; kendi yakıtını kendisi üretir; neredeyse sonsuza doğru. Güneşimiz, gezegeni besleyen o muhteşem enerji de öyledir; kendi yakıtını milyarlarca yıl önce ateşlemiş ve daha milyarlarca yıl ışık saçmaya devam edeceği bellidir…

   Sancılı bir durum ama yazmadan geçemeyeceğim. Sürekli başkasının “Hadi” demesine, sürekli başkalarının “ Aferin” beğenilerine muhtaçlık, tıpkı taşıma suyla dönecek olan değirmen gibidir; su varken birkaç kez döner gibi görünür ama yine durur…

   Kumsal Motel denen yerin, Marmara Adası deyince akla gelen Çınarlı ve Sefer Bey’in ekibiyle yarattığı o büyük enerjinin temelinde de bu vardır;

Huzur bul ve huzur yay,felsefesi…

  Nasıl ki dişi, başı ağrıyan bir insanın gülümsemesi zorsa, kendi kederlerini, kasvetini uzak tutmayı beceremeyen insanların da hoşsohbet içinde olması, mutlu bir ruh âlemiyle dans eter gibi yaşaması mümkün görünmüyor. Sadece “miş-mış” gibi sırıtma ve bol makyajlı görünme halleriyle durumu kurtarma çabaları. Bezdirir insanı bu kadar korkunç çabalar içinde debelenmek…

   Çevrede olup bitenleri anlatmayacağım. Gencecik yaşlarda zamansız ölen insanlarımızı, tam da rahat edecekken bunalıp geçiren bir sürü zengin olmuş güzel ve nazlı bakışlı canlarımızı…

   Anlatacağım tek şey; zengini yoksulu kendi bütçesine göre muhakkak seyahat yapsın! İster Roma’ya, ister en yakınındaki ilçeye veya köye. İsterseniz tam karşımızdaki o harika adaya; Marmara’ya…

   Marmara Adası, Marmara İlçesi ayrı bir yer etmişken kalbimde, adaya ait Çınarlı diyarı ise apayrı gönül bağlarını kurduğum, büyük yaşlı çınarları, kadim geçmişi, öyküleri olan bu küçük koy ve köyün adeta koruyanı, kollayanı olmuş Sefer Bey’in ve değerli ekip arkadaşlarının yönettiği Kumsal Motel apayrı bir yer…

   Anılarınızın arasında Roma, Paris, Bodrum, Alaçatı yerine Çınarlı, Marmara alçak gönüllü seçimi varsa, belki kendinizde şaşıracaksınız; bu kadar yakınımızda duran değerlerin, zenginliklerin, farklı moral, isteklendirme kaynaklarının haberdarı olmadık diye…

   Dedik ya yazımızın başında; Kumsal Motel, kasvetten eser bırakmaz. Eğer, inanmışsanız kasvet denen yaşlı canavarın poposuna bir tekme atmaya; cesaret bulmuşsanız; katılırsınız kendi hakiki serüveninizin peşine…

 Ne bulacaksınız Kumsal Motel’de? Birkaç adım ötedeki temiz plajı, yürüyüş yolları olan gizemli tepeleri, gökyüzüne yükselen çınar ağaçlarının damıtılmış gölge ve enerjilerini mi? Yoksa damak tadınıza katkı verecek; eğil ve sevgi dolu ellerde hazırlanmış yemeklerin moral zevkini mi? Evet, bütün bu yazdıklarımı, bulacak olmanızın yanında, bir kimyacı, botanikçi gözüyle giderseniz otun, bitkinin, çiçeğin bin bir çeşidini de bulmanız, koklamanız mümkündür…

  Kumsal Motel kasvetten eser bırakmaz dedik ama hazır kasvet dağıtmaya gelmişken Enis Behiç Koryürek’in birkaç dizesinden de söz etmeden geçmeyelim;

 “Doğrusu çok alın teri döktük amma değerdi/Neşe veren kasvetimiz yorgunluğu giderdi.”

 Güven SERİN

  









18 Temmuz 2023 Salı

KİLİTTAŞI TÜRLER

 

İnternet

                                             KİLİTTAŞI TÜRLER

  Dünya değişiyor, dönüşüyor. Şu zamana kadar edindiğimiz bilgilere göre dünya beş büyük buzul çağı yaşamış. Beş büyük kıyamet ve yok oluş öyküsünün kıyıcığından geçmiş…

  İzmir Agora Antik Kenti gezimizi yıllar önce yaptık. Bu gezide bana eşlik eden rahmet ile andığım Aziz Ateş, Aziz Öğretmen de vardı. Şanslı bir günde, gezi sürecindeydik. Neyi planladıysak onları gerçekleştirdik.

   Çok duyarlı İzmir gezimiz içinde sadece, Antik Agora Kenti yoktu. Arkeoloji Müzesi, Atatürk Evi, Konak Öğretmenevi’nde yılların dostluğu Ali Boylu ile buluşma. Alaçatı bölümünde yazar Mehmet Culum’un misafiri olma ve Çeşme bölümü…

  Gezilerin olmasa olmazı antik kentler, antik yollar-yürüyüşler ve gidilen, gezilen şehrin gece yaşamına dem salan sanatsal faaliyetler ( tiyatro, opera, konser ) antik dünyalarında, vadilerinde, dağlarında dolaştığınız şehrin sanatsal etkinliklerine, bir parça sosyal alanlarına, orada yaşayanlarla etkileşime geçilen her vakitte şunu anladım; şehir sizi adeta kutsuyor, bağrına basıyor…

   İzmir Antik Agora şehri ile öyle buluşma oldu. Bizim şansımıza orada bulunan, kazı ve onarım ekipleriyle sohbet etme imkânımızı da oldu. Kazı bilim insanlarından birisi, sorduğum sorulara cevap verirken, tam da karşımızda duran büyük kemerli yapıyı gösterdi:

—Kemerli kapının ortasında duran şu taşa iyi bak!

—Evet

—Onun ismi kilittaşıdır. Bu kemeri ayakta tutan, yükü dağıtan, dengeleyen odur.

   Küçücük bilgi bile viran halde bulunan kentler konusunda daha duyarlı olmamızı sağladığı gibi, bağ kurup bağlanma da başlıyor. Çünkü insanı sadece mimari, antik yapıların gizemi, geçmişi çekmiyor, onların öyküleri, oluşumları, onlara dokunan ellerin ustalıkları, matematik, fizik bilgileri de çok önemli hale geliyor.

  Belgesel dünyası izleyiciliğim çok eskilere gidiyor. Bu alandaki gelişmeleri yıl yıl, ay ay takip etme fırsatım oluyor. Çok yollar alındığı gibi, belgesel alanında inanılmaz emekler, yapıtlar harcanıp ortaya kondu ve konmaya devam ediyor.

  Doğal yaşamda da kilit taşı canlılar olduğunu doğa bilimcileri tarafından öğrenince hem şaşırdım hem de doğanın muhteşem duyarlılığı, dengesi, matematiği karşısında hayran kaldım…

   Peki, ama kilit taşı, yani anahtar hayvanlar yok olursa ne olur? Yapının abidevi yükünü planlayan, ayakta tutup, tüm yapıya dağıtan kilittaşının yok olması gibi yapı çöker, yok olur. Eko sistem, oradaki doğal, sağlıklı ve zengin yaşam da öyle…

   Hayvanlar dünyası içinde de üst yırtıcılar tam manasıyla kilit taşı durumunda. Yırtıcılar azalınca veya yok olunca otobur canlılar çoğalıyor ve yaşadıkları yeri çöle çeviriyorlar. Yani eninde sonunda kendi yaşamları da son buluyor.

  Tabiat öyle bir denge kurmuş ki, bilim insanlarını ister istemez şaşırtıyor, büyük derin saygı ve sevgi duymalarını sağlıyor. Aklı olan, yaşamdan tat alıp onunla bağ kuran her canlı, insan dahi doğa ile iyi geçinmeyi, ona büyük ve derin saygı duymayı, en üst yasa kabul ediyor.

   Doğanın öfkesi diye bir şey yok. Sadece, muazzam dengeleri var. Yapılan deneyler sürüyor. Sürecekte… Eko sistemi yok olmuş, adacıklar veya özel alanlarda, büyük bir özenle çalışma sahası yapılıyor. Oranın doğal canlıları tekrar getirildiği zaman, oradaki yaşamın capcanlı sağlıklı hale geldiği, gezegenimiz adına bilim insanlarını umutlandırıyor, sevindiriyor.

  Küçücük canlılar; Asker Karıncalar da kilittaşı hayvanlardan. Nasıl? Diye düşünebiliriz! Oradaki diğer karınca cinslerini, milyarlarca sayılara ulaşan küçük canlıların doğayı yok etmesini dengeleyen, engelleyen, Asker Karıncalar, gezegen içi çok büyük denge… Arılar gibi, kurtlar gibi…

  Ganoslar, Trakya bölgemizde kilit taşı tür olan kurtları, yok ettiğimizde yerini ne doldurdu dersiniz? Aşırı üreyen domuzlar tarım alanlarına büyük zarar verdiler. Bu sefer kurtları tekrar getirme çalışmaları başlattık. Ama tam manasıyla doğayı anlama, anlatma bilincimiz, bireysel olarak da akademik olarak da öne çıkmadı…

 Güven SERİN 

  

 


12 Temmuz 2023 Çarşamba

KADROŞ'UN HÜZÜNLÜ ÖYKÜSÜ

 

İnternet

İnternet

                                 KADROŞ’UN HÜZÜNLÜ ÖYKÜSÜ

   İsmi Kadriye EROL olmasına rağmen Tekirdağ için bir sembole dönüşen Kadroş lakabıyla anılan Kadriye; her gün Tekirdağ caddelerinde önündeki mendilleri, yara bantlarını satmaya çalışarak kendi nafakası peşindeydi.

   Edebiyatta dünya klasikleri haline gelmiş kendi ülkelerinde baş eserler vardır. Fransa’nın krallık ve karanlık dönemlerinde ( 1831 ) yazılmış bir eserdir; Notre-Dame’in Kamburu…

    Victor Hugo’nun hümanist kişiliği, onun yazı sanatındaki dehası dünya durduğu sürece her daim hatırlanacak bir ESERE dönüşmüştür. Bu eserin en önemli kahramanı Çingene kız Esmeralda ve sakat, çirkin bir insan-erkek olan Quasimodo’dur.Quasimodo kilisenin zangoçluğunu yapmaktadır.Bütün çirkinliği,sakatlığı bir yana,kilisenin çanlarını çalarken kulaklarını da kaybetmiş sağır olmuştur.Ama kalbi; yoksulluk,çirkinlik ve sakatlık kalbini değiştirememiştir…

   Kadriye-Kadroş da sakat doğmuş, bakımsız haliyle çirkin gibi görünse bile bu şehrin gönlünde; içindeki parlayan ışığın, sevginin yüceliği sayesinde taht kurmuştur. Ama nasıl ki nadide eserler onların kıymetini tam olarak bilmeyenler tarafından hor görülür, yanlış anlaşılır ve evrensel hakları verilemez, tamamlanamaz ise Kadroş da öyle bir durumdadır.

   Kadroş’un sakat, savunmasız halinden yararlanan gözü dönmüş bir adam ona tecavüz etmiş ve Kadroş bu tecavüz yüzenden hamile kalıp bir kız çocuğu doğurmuştur. Büyük çoğunluğu yanından ayırmadığı caddelerde, sokaklarda dolanırken, mendil satarken büyüttüğü; belki da yaratıcının kolladığı bir kız çocuğu…

   Kadriye-Kadroş halkın sevgisini kazanınca ister istemez siyasetçilerin de ilgisini çekmiş onunla fotoğraf çektirme yarışına girmiştir; iyi, güzel görünmeye çalışan ama Kadroş’un sevgisinden yararlanmaya çalışan siyasetçi takımı…

   Kadroş’u niçin sevdik? Yara bere içinde olan elleri, her an dağınık saçları, kirli görüntüsü, dişsiz ve sakat haliyle sağlam ve temiz görünen insanlar tarafından niçin bu kadar çok sevildi? Acıma duygusundan mı? HAYIR… Yüz bin kere hayır…

  Kadriye-Kadroş’da çoğumuzda az olan veya hiç kalmamış sevgiyi gördüğümüz için. Saf sevgiyi; yaşamın yüce hatırı ve hakkı için onda var olan o katıksız sevgiyi bir anlığına almak, güneşinin ısısından faydalanmak için bir şekilde herkes onunla bir bağ kurmak ister; şaka yollu ve kurnazca görünse bile…

  Kadroş bu güne kadar yaşamın içinde kaldı. Öyle veya böyle birçok insanın ilgisi, alakası; dolaylı ve dolaysız yollardan yaptıkları katkılar ile şehrimizin güneşinin bile eksik kaldığı zamanlarda bile o güneş yüzüyle gülümsedi; nice sağlam, nice zengin, gururlu, temiz-pak ve bilgili görünen insanlardan çok öte…

  Ama bir soru geliyor aklıma! Sevdiklerimizi bu şekilde mi kollarız? Sokakta, caddede ve küçük kızıyla, yaralı-bereli ve sakat haliyle bir başına; sadece ona birkaç kuruş vererek, onunla fotoğraf çekilip, herkesin gözleri üzerimizdeyken ona birkaç parça eşya alarak sorunu çözmüş, yüce iyilikten yararlanmış mı oluyoruz?

  ASLA… Kendi kendimizi kandırmayalım. Aynı durumda Kadroş bizim yakınımız; kızımız olsa; böyle mi yaşamasını isteriz? Ey yüce politikacılar, koltuklarına yapışmış yönetici ve amirler; sizlerin sosyal ADALETİ bu mudur? Bu kadar mı acizsiniz en kolay olanı yapmaktan?

   “ Gülmek için mutlu olmayı beklemeyin; belki mutlu olmadan ölürsünüz!” derken sevgiyi, var edici yarımı da hatırlatır Victor Hugo; tıpkı şiiriyle de bir şeyleri anlatmak isteyip, bizi bize tanıtması;

“ Ne kadar değişmişsin ben görmeyeli,

Ellerin, güzelliğini kaybetmiş nasırdan,

Hüzün rengi almış saçlarının her teli

Gözlerine gölgeler düşmüş kahırdan,

Gözlerin ki gördüğüm gözlerin en güzeli

Ne kadar değişmişsin ben görmeyeli.”

   Son söz; Kadriye-Kadroş’a sevginin eliyle sadece dokunanları, Kadir ALBAYRAK gibi her fırsatta yanında olanları ayrıca minnetle selamlıyorum. Şehir sevgimizi öyle bir yüce hale getirelim ki sevdiklerimizi yaşarken taçlandırmayı da öğrenelim; ne yüce bir güzellik, neşe, içtenlik olduğunu görüp içimizde nice sıkıntıyı dağıtan büyüyü açığa çıkartalım…

  Kadriye EROL yok artık. Geride kızı Ecrin EROL var! (…) Sadece rahmet dilemek yeter mi onu anlatmaya? Bana deseniz ki: - Edebiyat nedir? Derim ki:-Edebiyat, evrenin vicdanıdır… Edebiyat; Kadriye,Esmeralda,Esnaf Şükrü,Bizim Yakup,Bizim Dağlı,Çoban Selami,Assoslu Çoban,Goriot Baba,Suç ve Ceza…Velhasıl dostlarım; edebiyat tam manasıyla saf insan ve insanlık kokar…

 Güven SERİN 

 

 

 

 

 





7 Temmuz 2023 Cuma

ESKİYE RAĞBET OLSA-FEYYUM PORTRELERİ

 

İnternet

                            ESKİYE RAĞBET OLSA-FEYYUM PORTRELERİ

 Sıkça tekrarlanan bir atasözüdür; “ Eskiye rağbet olsa, bitpazarına nur yağardı.” Bazı atasözleri yeterli menzile ulaşmaz. Anlık bir anlam ve farklı izahlara da işaret eder…

  Tam da buradan yola çıkarsak; eski dediğimiz nice değerin; antika dünyasında nasıl bir alıcı kitlesine iştah kabarttığı bilinir. Eskinin, zanaatı ve sanatsal olan tarafı bir tarafa; gizemi ve uzun uğraş yolculuğu vardır.

   Yeninin çabukluğu, anlık hale gelişi; bizleri kıpır kıpır yapıyor görünse de, kabımıza sığmaz halimizin, içi boşaltılmış, mumyalanmayı hazır bedenlere dönüşeceğiz hissiyatına kapılıyorum…

   Hazır mumyalardan söz etmişken, Geçmişi; yüzlerce; hatta binlerce yıl öteye giden Feyyum Portreleri, göz kamaştırdığı kadar, yapılış amaçları bilinse dahi, kendi içinde, ilk olma özelliği yanında; geçmişin içinden çıkıp gelmeleri; yüzlerce portrenin sağ-salim ve capcanlı bakıyor oluşu; kendi içinde tekinsizliğe yer verirken, sanatı irdeleyenlere bolca kritik yapma, kendi sahalarını genişletme imkânı yaratıyor.

  Bu heykeller melez olarak kabul ediliyor. İçinde, Mısır Krallığı ve Yunan Medeniyetinin kültürel, sanatsal izlerini taşıyorlar. Yani, portrelerde çalışan sanatçılar; Yunan asıllı Mısırlılar. Portrelerin temsil etti kişiler ise toplumun her grubundan diyebileceğimiz özellikleri taşıyor; Öğretmen, asker, sporcu, Serapis rahibi, tüccar, çiçekçi; bazılarının isimleri dahi siliniyor.

   Yeninin çekiciliği, albenisi, ulaşılmazı ulaşır hale getirişi; bugünün bilgisayar, akıllı telefon kullanımlarından tutun da, Mars yolculuk hazırlıklarına, en ötede ki, dış uzayda ki garip, gösterişli yıldız ve gezegenlere kadar her şey bu muhteşem uzantılarıyla insanlığı baştan çıkartıyor.

 Yeniliğe bıkmayan medeniyet ve teknoloji mühendisleri; insanlığın durdurulamaz göçüne; belki de dünyanın ıssızlaşma-sına neden olacak; zafer veya çöküşü başlattıklarını düşünüyorum.

  Benimki, uçuk bir düşünceden çok gözleme ve sezgilere dayalı bir düşünce… Bunu söylemekten ve yazmaktan dolayı korkuyor muyum? Hayır! İnsanoğlunun başına gelecek en kötü şey; dünyayı terk edecek oluşu veya teknoloji sürümlerinin içinde kaybolması değil; kat’iyen…

  Ölümsüzlük aşısını veya otunu bulamamış; aslında gizliden gizliye bütün çabası; kalıcı olmak olan insanın, ulaşılmaz hayallerinden birisi de; soğuk odacıklarda, kanı çekilmiş, dondurulmuş olarak; yaşama çağrılacağı yüzyılı beklemekten başka bir çaresizlik değil…

 Hepimizin çaresizliği budur:- Kalıcılık; bedensel manada hiçbir şekilde yok gibi görünüyor. Bu yüzden, sanata, zanaata sığınma var. Felsefenin eşelenmesi de bu yüzden; daha çok anlam, kavram doğması sağlanıp, anlamsızlıktan, büyük yaşam kargaşasından kurtulmak…

   Her gün başka bir kabadayılığa tanık oluyorum. Bir gün ahkâm kesen, büyük gösteriş, çalım yapan birisi; ikinci gün, maskesi düşmüş, ruhu alınmış bir canlıya dönüyor. Sizin anlayacağınız; ne yaşar, ne yaşamaz durumları…

   Eskiye rağbet yağsa, bitpazarı şenlik olurdu olmasına da; Göbekli Tepenin eskiliği, tarihçilerin, arkeologların tarih sayfalarında ki boşluğu ne şekilde dolduracak oluşlarının coşkusu, kuşkularıyla dolu.

   Yerin altı da öyle; denizlerin, çöllerin altı da öyle; bilinmezliklerle dolu ve dolu… Ya bizim uğraştığımız büyük telaş; uykusuz, yorgun yüzlerin acınacak sevimli halleri; sanki gizliden gizliye ruhumuzu emen kötü bir tanrıça; hepimizin ipini eline geçirmiş gibi; bizler çırpındıkça o besleniyor.

   Nasıl mı? Silah satıyor… İlaç satıyor… Uzay seyahati satıyor. Karmaşa, galibiyet, korku sattığı gibi; zenginlik de sunuyor; pırıltılı yeraltı tapınaklarında istediğin kadar araştırma imkânı; yeter ki, üret; bu üretime bir katkı ver; istemediğin kadar ödül, şan, şöhret ve maaş…

   Feyyum Portreleri için çok şey söylemek mümkün. Bir tek şey söyleyemeyiz; poz veren kişi ‘model’ olmadığı gibi, ressamda tüccar olmamıştı… İki kişinin rızasıyla yapılan bir çalışma; kalıcılık anlaşması…

  Bu eserler için Berger şu yorumu kayıtlara geçiyor; “ Resimlerin en kalburüstü olanları karşısında ressamın muazzam enerjisini hissetmemizin sebebi; hedef yüksek, hareket alanı darmış. Bu koşullar sanatta enerjiyi yaratır.”

 Güven SERİN 

 


 

 

 

 


5 Temmuz 2023 Çarşamba

YERE OTURAN KIZLAR

 

İNTERNET

                                                  YERE OTURAN KIZLAR

    ( Z Kuşağı Akımı )

  Teknoloji, çakma-sahte şehir yaşamları sayesinde epey yol aldığımız, güya temizlik adına markaları kucak kucak alıp evlerimize taşıdığımız bilinen bir gerçektir.

    Tüketilen temizlik maddelerinin denizlerimizi, doğamızı ve bedenimizi de temizlerken nasıl tükettiğini burada anlatmayacağım! Hani bildik bir sözümüz var ya; “ Her koyun, kendi bacağından…” Nasıl olsa, bizi bacağından asacak olan şey, randevusuna geç kalmayacaktır…

    Yere; kirli yerlere oturma rahatlığından, Z Kuşağının başlattığı akımların en önemlisinden söz edeceğim sizlere. Sizin de bilip gördüğünüz Z Kuşağı davranışları olsa da edebi dille bir yerde Z Kuşağı illüzyonu yapacağım…

   Daha önceki yazılarımda “Çingene Kadının Huzuru “ diye bir yazı yayınlamıştım. Sahilde çimenlerin üzerine oturmuş, bir yanında suyu, elinde dondurması; gölge ile güneşin, deniz ile insan neşelerin tatlarını bandıra bandıra yiyen, içen Çingene Kadından…

   Şimdi de bu rahatlığı özleyen, isteyen belki de evrimin temel prensiplerine göre hareket eden Z Kuşakları olan genç kızların nereye bulsalar hemencecik oturmalarına karşı duyduğum imrenmeden konuşmak istiyorum.

  Özellikle seçtikleri yerler kapı eşikleri oluyor. Bir de gireni çıkanı az olan bir evse, keyiflerine diyecek yok…

   Yırtık pırtık pantolonlarını zaten biliyoruz. Şimdi de bunca TEMİZLİK savaşları yaşanırken, aynı Z Kuşağı genç kızlar evlerinde harıl harıl temizlik yaparken, niçin apartman girişlerine veya biz; büyüklerin temiz olmayan yerlere oturmaya çekindiğimiz alanlara oturuyorlar?

    Yazın sanatı hatırına kendime çok sorduğum ve cevabını aradığım sorulardan birisine kötünün iyisi bir cevap buldum. Kısacası bu çocuklar; genç kızlar veya genç erkekler; biz büyükleri NAZİKÇE protesto ediyorlar. İnanın bana, bizlere ters gelen ne varsa onların dünyasında normal olana denk gelen vaziyetlerden birisi de bizlerin kirli, oturulamaz denen yerlere oturmalarıdır…

    Birkaç yıl önce buna benzer bir yazımda genç kız ile genç erkeğin oturdukları apartman girişindeki eşikten nasıl kaldırıldıklarını anlatmıştım. Yukarıda bulunan emekli karı koca, üzerlerine su atmışlar, onları; o iki zarif insanı kaçırtmışlardı. O anda; ıslanmış genç kızın duruşunda, kalbi ve vicdanı olanları ağlatacak, hatta inletecek bir insan masumiyeti vardı. Kızmamıştı suyu ve öfkelerini kusan karı kocaya. Kızmamıştı; çünkü onların takıntıları bizlerinki gibi pıtrak düşüncelerle, karalar bağlamış halde değil…

   Balkonda otururken siyah uzun saçları olan genç kızın sokağımızdaki, oturduğum yerin çaprazında ve 20 metre ilerisinde kalan apartman girişine oturmuş haline takılı kaldım. Bildik şey, elinde telefonu, orada geçirmesi gereken zamanı geçirmek adına telefonuyla meşgul oluyordu. Ara sıra, sokaktan geçenlere, karşısındaki apartman balkonunda oturan yaşlı kadına bakıyor; Picasso ve E.Manet gibi ressamların duyarlı zamanlarına hitap eder halde; sessiz, öfkesiz, neredeyse kıpırtısız halde; kirlettiğimiz yaşamın içinde “ Acaba bizlere de yaşam şansı var mı?” diye düşünüyor gibiydi…

  Net olarak ifade etmeliyim ki; bizlere tonlarca yük haline gelen saplantılarımız,kuruntularımız,ezber yaşam yasalarımız güncellenmez ise hiç kimse yeni kuşaklardan öz saygı beklemesin.En azından kendi kendini kandırmaz,o muhteşem şoku yaşamayız…

   Bu çalışmamı, yaşamı-yaşam hakkını öfkesiz, takıntısız ve eğlenerek geçirmek isteyen genç kadınlara ithaf ediyorum.

 Güven SERİN 

 

 

 

 

 

 

 

    


3 Temmuz 2023 Pazartesi

ADA YOLCUSU KALMASIN

 



                                                   ADA YOLCUSU KALMASIN!

           ( Belediye Başkanlarımızın Dikkatine )

  Tekirdağ ile Balıkesir arasında bulunan, oluşumları kadim zamanlara uzanan adalara giden insanları yakından görmek için Barbaros Limanına gittim. Kimisinde gelme telaşı varken, bazılarında gitme telaşı yaşanan suların olduğu yerde izledim büyük vinçlerin, gemi yüklerin yakınında koşturan heyecan dolu yorgun insanları.

    Şu soruyu; SAYGIN amirlere, ONURLU yöneticilere, son yazıma kadar soracağım;

   “ Ne zaman İNSAN merkezli hizmetler yapacaksınız?” İnsanın başköşeye oturduğu, insanımızın huzuru ve mutluluğu için yapılacak hizmetlerin yansıması ve karı nasıl olur derseniz; anlatayım!

  Mutlu ve huzurlu şehirli insanların daha az hastalanacağı, daha az suç işleyeceği bilimsel çalışmalardan bellidir. Hastanelerimiz daha az hasta insanlarla uğraşacağı gibi hapishanelerimiz de ağzına kadar dolu olmayacağı da bellidir…

   Diyelim ki ailemiz daha uzaklarda tatil yapmak istemedi. Veya bütçesi müsaade etmedi. Daha yakınımızda olan Barbaros Limanından kalkan gemilere binip Marmara veya Avşa Adası veya adalardan birisine gitti. Kişi başı ödeyeceği ücret nedir?

  Ah dostlar sormayın derim!175 TL’den 250 TL’ye uzanan inanılmaz ücretler… Adalara gitmeden, tatil başlamadan ödenen bir kucak parayı veren insanın tatili başlamadan yara almış olmaz mı? Siz, gemi ücretlerini boş verin, kalınacak yer ücretlerinden haber verin? Diyenlere bir lafım yoktur; ah dostlarım…

  Gemi sahiplerine sorsanız; onların da motorinin sürekli zam görüyor; o yüzden…”Bizler fırsatçı değiliz” diyorlar… Peki, ama olanakları çok kısıtlı insanlar hiç olmazsa birkaç günlüğüne dahi adalara gitmesinler mi? Gitmeyen, gezmeyen, görmeyen, kendini güncellemeyen bir toplumun hallerini varın sizler düşünün?

   Ada vapuru veya ada gemisi; bir türlü İstanbul Adalar Vapurları gibi bir vapurun Tekirdağ Adalar arasında hizmet vermiyor oluşu, içimde hep acıklı bir geçmişten kalan hatıranın baskısı gibi bir ağırlık oluşturmaya devam ediyor.

  Adalara gitmek isteyen insanların bittikleri gemilerde veya vapurlarda olması gereken konfor, estetik bir türlü olmadı. Hadi bunları geçtik; fiyat istikrarı da olmadı; olamadı…

   Adalara gidecek insanlarımızın tatillerine katkı olması adına, hiç olmazsa yılın iki ayı, Belediyelerimizin işbirliği sayesinde birkaç vapurun hizmet vermesi ne anlama gelirdi acaba?

  Kahvesini içer, kitabını okur veya çocuğunla denizin engin deryasına dalma şenliği yaşar mıydı insanlarımız? Bir oh çekerler miydi; birkaç günlük yolculuğun şölensi hatırına…

  Yine de çınar ile erik ağacının yanında oturmuş olduğum banktan duyduğum sesler; “ Ada yolcusu kalmasın!” çok heyecanlıydı. İsterim ki herkes; “İmkânlarımız çok az “ diyen de çocuklarınla, dostları ve arkadaşlarıyla en azından birkaç gün tatili yapsın…

   Gezmenin, görmenin, dönüşümün yüce erdemi, evrenin tüm canlılara akan enerjisini daha da iyi hissetmek; hiç kimse için lüks değildir…

 Güven SERİN