29 Mart 2016 Salı

İNSAN CEPHESİNDE DEĞİŞEN BİR ŞEY YOK !


Rüya mı gerçek mi? Evrimin muazzam
kandırma sürecinde hiçbir zaman
düşlerimizde ki insanlığa ulaşamayacağımız
birer hayvanlar mıyız sadece? 

İNSAN CEPHESİNDE YENİ BİR ŞEY YOK

  En yorgun zamanda, insanın insanlık yolcuğunda tükenme eşiğinde bile imdada yetişir edebiyat. Bazen bir romanın uçsuz derinliğinde; kimi bir hikayenin kısacık öze dokunan tesirinde.

 Yeni Kuşakların; Z ve Y, yakın zamanda gelecek olan diğerinin bizi anlamasını beklemiyorum. Çünkü onlara sunduğumuz yaşam, çelişkilerle dolu… Onlar da bu çelişkilere yırtık pantolonlarla, uzun saç veya kel kafalarla; bize göre “bu kadar da olur mu?” dedirtecek yaşam tarzlarıyla karşılık verecek.

 Bir roman; Erich Maria Remarque’nin Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok; bizlere; özellikle, hikâyeden, romandan, tiyatrodan yaşam kırıntısı, ümidi çıkartacak aydınlara bir şeyler sunacak;

 “ Askere hayranlık ve iyi niyetle koşmuştuk. Ama bunları söküp içimizden uzaklaştırmak için her şey yapıldı. Süslü üniformalı bir postacının üzerimizde, eskiden ana babalarımızın, eğitmenlerimizin ve Eflatun’dan Geothe’ye kadar bütün bu kültür çevresinin etkisinden daha fazla kudreti bulunduğunu ise üç hafta sonra hiç yadırgamadık.

  Ahlaki değerlerin değil kundura fırçasının, düşünün değil sistemin, özgürlüğün değil zorbalığın daha ağır bastığını öğrenmiş olduk.”

  Uçsuz bucaksız kırlardan, ovalardan çıkılan yolculuk, bu zamana kadar devam eden neslimiz atalarımızın, bin bir türlü zorluklarla mücadele etmiş olmasındandır. Bunca yol alınırken, ince kavga ve kargaşalar yaşanırken etrafın kültüründen; çelişkilerinden, zorbalıklarından etkilenmemek mümkün değil.

 Bu etkileri bu kadar büyük olayların içinden çıkmış bir halkın evladı olarak şöyle anlıyorum. Kazanılacak en büyük savaş; kas gücünün değil, ilimin, sanatın, edebiyatın, ahlakın savaşı olacaktır.

 Anladığım odur ki, hiçbir büyüklük, zafer, güç sadece kas, beden büyüklüğü, çokluğuyla korunamıyor. Mühendisleri, mimarları, sanatçıları, bilim insanları, öğretmenleri eksik, yetersiz olan toplumların yaşamlarında akla-hayale sığmayacak çelişkilerle doludur.

 Ağıtlarımız, asker türkülerimiz, destanlarımız halen yürek sızlatır ama kolayını bulacak herkes, bir şekilde oğlunu askerlikten uzak tutmak veya batı da bir yerde askerlik yapması için her türlü imkandan yararlanmak ister.

 Niçin?

  Çünkü İnsan Cephesinde Değişen Yeni Bir Şey Yok!

 Bölgelerimiz, insanımız; insanlarımız arasındaki yoksulluk veya zenginlik eşitlenemediği gibi aklın, ilimin, sanatın desteklemediği ölçüde farklı bir hale geliyor. Çoğalan zenginliğin, malın mülkün köksüz olan anlayışımız yüzünden ikinci ve üçüncü kuşağa gidemediği bellidir.

  Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok romanı, savaşa sürülen insanı, her gün ölüm ve kalım içerisinde gördüğünü, duyduğunu anlamsız hale getirişini de görmek mümkündür;

 “ Kızgın ve keyifli askerler olarak yola çıktık ve cephenin başladığı bölgeye gelince hayvanlaşmış insanlara dönüştük.

  Kalkıp oturuyorum. Kendimi öyle yalnız hissediyorum ki! Şu ateş oyunları tehlikesiz olsalardı!

  Tehlikeli birer hayvan olduk. Bizim yaptığımız savaşmak değil, mahvolmamak için savunmak. Fırlattığımız bombalar insanlara değil. Şu anda hiçbir şey bilmiyoruz bu konuda.

  Ölüm bizi elleri ve miğferleriyle koruyor; ilk defa üç gündür ölümün suratını görüyor ve ilk defa üç gündür ona karşı kendimizi savunuyoruz.

 1918 yılının Ekim ayında vurulup öldü. O gün bütün cephe öylesine sakin ve sessiz ki, ordu, ‘Batı Cephesinde kayda değer bir şey yok’ demekle yetindi.”

 Kafamızı kumdan çıkartmak yetmiyor dostlar. Kumdan çıkan kafamıza, tarihin, sanatın, politikanın, felsefenin, ahlakın da özgür iradesini çağırmak zorundayız. Büyük uygarlıklar, büyük ülkeler; büyük kararları, buluşları ve büyük hukuku, adaletiyle yaşarlar ve yaşatırlar…

 Güven Serin 



24 Mart 2016 Perşembe

SOKRATES'İN SAVUNMASI


Atinalılar;hoşça kalın; siz yaşama, ben ölüme...

Nasıl bir ölümse;halen yaşıyor;taptaze...

 SOKRATESİN SAVUNMASI

  Üzerinden 2400 yıl geçmesine rağmen güncelliğini koruyan bu olay tekrar tekrar incelenip insanlık sofrasında gençlere sunulmalıdır.

 Sokrates idamla yargılanırken suçlamalarla suçsuzluğuna inananların çok az farklı kaybeden tarafında ölümle cezalandırırken dahi, yaşamın içtenliğini, doğruluğunu; hakikatin adaletini ısrarla anlatıyor.

  Nerede mi? 2400 yıl önce Atina Mahkemesinde. Tüm mahkemeye seslenirken; Atinalar olarak seslendi onlara.

  Tüm savunma boyunca inanmış olduğu hakkaniyeti bir zerre dahi ölüm korkusuyla şaşmadan kendi özgürlüğünü; aynı zamanda hakikatin özgürlüğünü savunmuştur. İşte bu savunma dahi yetmese de, kalanların kendi asılsız suçlamalarıyla yüzleşeceklerini biliyordu. Bu bilgidir onun baldıran zehrini gözünü bile kırpmadan içmesi…

 Hâlbuki Sokrates 70 yaşını çoktan geçmişti. Onun idamını onaylayanların, isteyenlerin bu ölüm karşısında geri kalan yaşamlarında çelişkiler, acılar yaşamamak için şunu da hatırlatmıştır;

  “ Bırakın bu ölümü tabiat-zaman yapsın! Zaten 70 yaşını çoktan geçtim. Benim için verilen ölüm cezası kötü mü yoksa iyi midir? Bunu siz düşünün!”

 Aklın felsefe sayesinde ulaşabileceği özgün yolu anlatır Sokrates. Şairleri, ustaları inceler ve dinler. Görür ki, sezgileriyle yola çıkan şairler, zanaatlarıyla ünlenen ustalar; yaptıkları işi en iyi yapmalarından öte, HER ŞEYİ bildiklerini de iddia ederler.

  Sokrates burada yanılmadığını anlar. Bütün yaşamı boyunca ona ne bildiklerini sorduklarında “ hiçbir şey bilmediğimi biliyorum” diyecek kadar, bilginin sonsuzluğuna, dönüşümüne ve yenilenmeye ihtiyacı olduğunu öğrenmişti.

 Halen geçerli olan tap taze bir öğretidir; 2400 yıl önce ki gibi… Çevremize-çevrenize dikkatle bir bakın! Ne görüyorsunuz? Kendi işinde başarılı, bilgili olduğu halde, diğer bir sürü insanın da işi hakkında bildiğini sanan bir sürü BİLGİÇ…

 Bütün sorun bu değil mi zaten! Siyaseti, futbolu, inşaatı, park ve bahçe işlerini, eğitimi, öğretimi herkes biliyor da; gazete satışlarında, kitap ve kütüphane kullanımında, şehrin turizme açılan kültür kapılarında halen büyük kapalılık, sessizlik ve karanlık kıpırtısız bir şekilde duruyor; ama her şeyi bilen sayın yöneticilerim, şehrin ileri gelenleri; bir türlü esas olanı bilmediğini haykırmıyor.

 Nedir esas olan? Bilginin, görgünün daha ima yenilenmeye ihtiyaç duyduğudur. Zenginliği sadece para kazanmayla onaylamanın büyük toplumların, en kritik zamanda; yani zirve yaptıklarında çökebileceklerini, dağılacaklarını da anlatır bu esas olan hakikat…

 Sokrates bütün ömründe aradığı şeydir bilgi ve hakikat. Buna rağmen, aklın en yalın halini, çözümlere en yakın düşünce biçimini bulduğu halde, bir şey var ki, hiçbir şey bilmediğim diyecek kadar gerçekçidir.

 Esas bilgilerini, bildiği şeyleri yüceltmek yerine, bilmedikleri şeylerin gölgelerine sığınan insanların tarafında olmadığı için; 2400 yıl önce dahi Atinalı gençlere felsefeyi öğrettiği için; başka bir din yaratıyorsun suçlamasıyla, idamla cezalandırılır Sokrates.

 Yaptığı savunma, içinde ki adaleti arayan, hiç huzuru son nefese kadar korumak-yaşatmak isteyen her insan için iliklerine kadar aktarılsa, hiç de yanlış olmaz…

 Sokrates idamla yargılanırken üç oğlu vardı. Biri yetişkin, ikisi daha çocuk! Onları mahkemeye getirmemiştir. Bunu da savunmasında, yargıçlara, onun savunmasını dinleyen Atinalı hemşerilerine şöyle yapmıştır;

 “ Üç oğlumu buraya getirmedim. Küstahlıktan, size karşı saygısızlıktan veya ölüm korkusundan değil. Benim yaşıma gelen, bilgeliğiyle tanınan bir kimsenin böyle bir şeye düşmemelidir. Bunu aşağı bir hareket görüyorum. Hüküm giydikleri zaman nice nice garip hareketler yapan tanınmış adamlar gördüm.
 Bunların hiçbirine gerek yoktur. Bunlar sadece yaşamalarına izin verilince ölmez olacaklarını sanıyorlar. Fikrimce bunları savunmak devletimize karşı sayasızlıktır.

 Soğukkanlılık gösterilecek hallerde, acınacak duruma düşen bu önemli adamların yaptıkları doğru bir şey değildir. Devletin vazifesi kendi keyfine göre değil, kanunlara göre hareket etmesidir.

 Sevgili Atinalılar, sayın yargıçlar, her türlü tehlike karşısında ölümden kurtulmanın bir sürü çareleri vardır.

 Ama asıl mesele ölümden sakınmak değil, haksızlıktan sakınmaktır. Çünkü kötülük ölümden daha hızlı koşar. Ben yaşlı ve ağır olduğumdan bana çabuk yetişmiştir. Şimdi ben tarafınızdan ölüm cezasına, onlar da hakikat tarafından kötülüğün ve haksızlığın cezasına mahkûm edilerek ayrılıyoruz.

  Atinalılar sizden dileyeceğim bir şey daha kaldı; çocuklarım büyüdükleri zaman Atinalılar, erdemden çok zenginliğe veya herhangi bir şeye düşkünlük gösterecek olurlarsa, ben sizinle nasıl uğraşmışsam, siz de onlarla uğraşınız, onları cezalandırınız. Kendilerine kendilerinde olmayan bir değeri verir, önem vermeleri gereken şeye önem vermez, bin hiç oldukları halde kendilerini bir şey sanırlarsa, ben sizi nasıl azarlamışsam, siz de öyle azarlayın!”

  Artık ayrılık zamanı geldi, yolumuza gidelim; ben ölmeye, siz yaşamaya! Hangisi daha iyi? Mahkeme ve Atinalılara son sözü budur Sokrates’in…


 Güven Serin 






  

22 Mart 2016 Salı

HOŞÇA KAL TÜRKİYEM


Kamera; Güven  Modern Sanat Müzesi
Sanatçı; SARKİS

Çalışmalarına "bellek" ve "anı" kavramlarını katan sanatçı
Paris de yaşıyor.

HOŞÇA KAL TÜRKİYE'M

  Son nefesi verme biçimi, sonsuza kavuşma yolculuğu herkes için farklıdır. Kimi yaratıcısına bir ömür dua ettiği gibi son nefesi dua içinde yapar, o kıvancı yaşar. Kimin ölümüyse çok ani olur.

  Düşün sanatının en güzel yanlarından birisi de zamanın gidişatını, zaman kavramını durdurmaktır. Zamanla bir çocuğun oyuncağıyla oynadığı gibi oynayabilir, onu ileri veya geri alabilirsiniz.

  Kurgu ustası için düşünce sağanağı altında sırılsıklam ıslanmak, ürpertici bir heyecan anlamına gelir. Tıpkı ekstrem sporcular gibi; daha da ötesine inmek veya tırmanmak; insanı, insanlığı hatta kendini şaşırtma rekorları kırmak, yaşam biçimine dönüşür.

   Bütün zamanlarla oynadığınız gibi, kendinizin ait olduğu dünya zamanını da oyuncaklarınız arasında görmeniz sıradan bir olaya dönüşür. Zamanı biraz ileri alıp; dünyevi ayrılığın son sözlerinin buruk ayrılışın, ebedi yolun yolcusu olmanın huzuru içinde düşünürsünüz.

  Gecenin ilerlemiş zamanı, uykumu zorlayan düşünce çılgınlığıyla bölündü. Bir fısıltı, zaman ötesine anlam katmaya, zamanın ilerisini doldurmaya çalışan bir fısıltı yankılandı beyin nöronlarımda;

  “Hoşça kal Türkiye’m” Anlamlı geldi; iç boşluğumun derinlerindeki tünellerin, vadilerin, tepelerin esintisine esinti verir şekliyle, yatağın sıcak köşesinden doğrulup yakınımda bulunan beyaz kâğıt ile kaleme sarılmam aynı zamana denk düşüyor.

 Nedense hoşça kal, sözcüğünü sonsuza adanmış veda gibi kabul eyleriz. Belki de bütün insanların söylemek istediği son söz odur. Özlemi, doymamışlığı anlatıyordur. Hadi geri dön, daha bu kavuşumun sevdası bitmedi, diye çığlıkları duymak istiyoruzdur; kim bilir…

  Küçük bir hayvanın, insan yavrusunun nasıl küçük bir köşe arayıp onun içine sığınmak istiyorsa, büyük görünen, ciddiyet, kabalık, görgü, bilgi içinde oldukça devasa görünen insanın özünde de o sığınma isteği olmalı.

 İşte o sığınma isteğinin küçük elleridir bizi son saatin, son dakika, saniyenin nezaket içinde bir el sallaya bilme isteği. O isteğe bir bakış, bir fısıltı ile HOŞÇA KAL demenin varlığımızın eksiklerini bütünleyen ustalık halinin son aşaması gibi yerleşir içimizin bütün zamanlarına.

  Bu fısıltının birkaç sebebi olduğunu biliyorum. Hiçbir zaman evrene haykırıp sana meydan okuyorum, diyecek kadar büyümedim. Hiç kimse bunu yapamayacak kadar büyümemiştir. Sadece bazı yanılgılar, zapt edilen varlıklar, bize kral olduğumuzun hatasını yaptırır. Elimizde bir asa da olabilir, bir ışın kılıcı da.

 İnsanın en büyük hatası, belki de arayışının en büyük motoru daha ötesine özenmesinden, sahip olmasından ötürüdür. Krallığı, Tanrı olmaya kadar taşımıştır. İnsanlık hikayeleri, mitoloji bu tür kavuşumlarla, gösterilerle doludur.

 Yazın sanatına sığınmam, küçük bir çocuğun perdenin, masanın altına sığınması kadar heyecan verici. Bir hayvanın yuva olarak sarıldığı ağaç kavuğu, küçük bir in gibi, insan ruhunu ve fiziki durumunu yaratılışının ait olma sarılımı içinde huzura kavuşturur.

 Hoşça kal Türkiye’m fısıltısı dünyevi harekete, uzantıya bıkkınlığın, sevdiklerime naz yapıp arkamdan yalvarmalarına dönük olmadığı biraz irdeleyerek fark ettim. Bu bir düşün oyunuydu. Satranç meraklıları bilir; seçeneklerin tamamını bilmek, savaşın ölümsüz tarafıyla tepelere tırmanıp, vadilerin derinlerine inmek; düşmanı şaşırmak istersiniz.

 Düşündüm de gecenin bir anı; benim düşmanım da yok! Rakibimin kendim olduğunu biliyorum. Zenginliği kendi kendine yetme felsefesi, kültürü olmayı çoktan anlamış, miras peşinde bir ömrü kıyamayacak kadar, avuç içine bakıp, bir yudum yaşamın ne demek olduğunu anlayacak kadar büyümüş olduğumu da biliyorum.

 Hoşça kal Türkiye’m, seslenişi dünyayı tanımak isteyen, kendi ülkesine doymayı bir kenara, yepyeni sevdalarla sarılan bir canlının hürriyete selam etme anlamı da geldiği; bize yüklenen kurban törenlerini; babalık, dayılık, amcalık, ağabeylik, komşuluk, eşlik anlayışlarını nazikçe selamlayıp; ilk önce insanın kendini tamamlaması, kendi hürriyetini içtenlik ile selamlaması gerektiğinin de anlatımıdır hoşça kal, demenin gece oyunu…

 Bu ülkenin bitmeyen gözyaşları nice hoşça kal, haykırışlarında saklıdır. Sevinç mi, hüzün mü taşır sağanak akışlar; yoksa, insanın çağlar boyu tekrar ettiği ıslak, olağan dönüşümünü, zıt yaşam biçimlerinin, varlık ile yokluğun, sevinç ile acıların çeşnisi; onlardan geriye kalan en değerli şeyin; besinin, tarihin, ibret selliğin anlatımı mıdır?

 Güven Serin 



17 Mart 2016 Perşembe

DOĞA MI İNSAN MI?


Kamera; Güven    Modern Sanat Müzesi

DOĞA MI İNSAN MI DAHA ACIMASIZ?

 Böyle soruluyor Arjantin kökenli Fransız yönetmen Gaspar Noe’ye; “ Doğa mı, insan mı daha acımasız?

  O da cevap veriyor; İnsanın daha acımasız olduğunu düşünüyorum!

  Ya siz! Sizler! Kendi şehrimi, şehrimin doğasını savunmadan; savunamadan dünyaya açılmak, evrensele ulaşmak gibi bir niyetim yok! O yüzden, eşi benzeri olmayan Tekirdağ coğrafyasını, doğasını ısrarla ve kıt bilgilerimle anlatmaya, savunmaya çalışacağım.

  Seneca’nın şu seslenişi oldukça etkileyicidir;

  “ Ölümün olduğunu öğrenir öğrenmez hayattan çekilmeye karar vermemişsek, burada bulunmamızın tek nedeni var MUTLU olmaktır.

  O zaman, üçgenin ille de üç kenarı olacak diye bir kural koymaya biliriz…”

Artvin Direnişi, bu yüzden önemlidir. İnsanın durmak bilmez iştahını kabartan daha çok zengin olma düşünü, yaşamın hızla kâbusa dönüşünü hatırlatmak için… Bugün, bu eylem siyasi algılanırken, körleşme içindeki insanlar hep yeşil diyerek beslenilmez, yaşanılmaz algısıyla, kazanıcıları, yok edicileri mantık yoluyla desteklemeye çalışırlarken, dünya doğasını, kendi yöresini akıl, ilim, inanç yoluyla direnerek kurtaracağımızın da öncülüğü, mihenk taşı-taşları oluşuyor demektir.

 Ya TEKİRDAĞ! Kendi doğasını korumak için neler yapıyor? Bizim doğaseverlerimiz, üzerine bir tek toz kondurmayan, soylu burunlarından kıl aldırmayanlarımız, sevdalı entelektüellerimiz nerede?

 100 km’den fazla sahil şeridi olan şehrimizin denize girilen alanları-plajları öyle sınırlı ki, aklı bile şaşırtıyor. Akıl bile bu akılsızlığın karşısında korkup kaçıyor.

 En güzel alanlarımız; Ganos Diyarı; Naip’ten başlayıp Şarköy’e kadar uzanan yerlerin yol kenarlarına dikkat ettiniz mi? Çöp deryası içindeler… Piknik yapmak, temiz hava almak için uğrayıp, güya huzur bulduğumuz yerleri ne hale getiriyoruz! Akıl bile şaşırmış, şaşkına dönmüş…

 Peki, ama bu insanlar-insancıklar hepsi de temiz ruhlu, evlerine ayakkabılarını çıkartıp girdikleri halde, bu temiz, nadide doğayı niçin KİRLETİYORLAR?

 Bunca kurum nerede? Ne iş yaparlar?

 TEKİRDAĞ VALİLİĞİ ÇEVRE ve ŞEHİRCİLİK İL MÜDÜRLÜĞÜ; kirletilen doğamızın, işgal edilmiş kıyı şeridimizin kurtarılması, ait olan tarafa; halka bırakılması, halkın da bırakılanın değerini bilmesi –öğretilmesi yönünde çalışmalarınız ne haldedir?

 Tekirdağ İl Gıda Tarım ve Hayvancılık Müdürlüğü… Tekirdağ Büyükşehir Çevre ve Koruma Dairesi Başkanlığı; sahi tam olarak neredesiniz?

 Artık, harekete geçmeyi, uyarılardan, büyük kokuşmalardan sonra değil; yüklenmiş olduğunuz bilgi, görgü, akıl, mantık iteneğinden, büyük destek aldığınız kanunlardan yola çıkarak, bu şehri geç kalmışlığın, denizin kıyısında yaşarken denize ayak basamamışlıktan, eşsiz doğasına sahipken, doğasının farkında bile olmayan, buruk, hüzünlü insanlardan arındırma zamanı gelmedi mi?

 Kaç şehir vardır; Homeros Destanının yazıldığı, Truva Savaşının at kişnemeleri, kılıç sesleri, ok vızıltılarıyla Tanrı ve Tanrıçaların yüksek tepelerden gözcülük yaptığı yerlerin hemen kıyısında; adaçayı, ıhlamur, zeytin kokuları, üzüm şıraları, şarap kadehleriyle şenlenmiş yerlerin hikâyelerini, destanlarını hiçe saymış; kaç şehir vardır?

 Bir kolumuz Ege, bir kolumuz Karadeniz; gövdemizin arka tarafı Balkan diyarı, yüzümüz Marmara, güney, adalar ve kıble, lodos, keşişleme…

 Güven Serin 




16 Mart 2016 Çarşamba

NEVİ ŞAHSINA MÜNHASIR


MODERN SANAT MÜZESİ


NEVİ ŞAHSINA MÜNHASIR

  Kaç zamandır izliyorum bu genci? Dört ay, belki de altı aydan bu yana… Nevi şahsına münhasır insanlar olur ya; onlardan…

  Çay Bahçesinin dışını tercih ediyor. Tek oturmayı, tekliğin zaferiymişçesine telefonu, sigarası ve ara sıra garsonlarla kurduğu diyalog, başka bir sesi çıkmadan her gece, masasında, huzurdan çok kıvranan, acı çeken bir insana dönüştü.

  İlk geldiği zamanlar, yüzü daha güler, üstü başı daha bakımlıydı. Üstelik de vücut çalışma merkezine de gittiği anlaşılıyordu. En soğuk gecelerde bile dışarıda ki masaya oturup, üzerindeki ceketini, paltosunu çıkartıyor.

  Niçin dersiniz? Elbette, vücudunu, yani kaslarını göstermek için… Belki de bu sayede yalnızlığını gidereceğini, kaslı, bakımlı vücuduna hayran kalan kızların ilgisini çekeceğini düşünüyordu.

 Sanırım, zaman; günler ve aylar ilerledikçe kasları daha bir kendini salmaya başladı. Bu işin insan ilişkilerinde, özellikle kadın erkek ilişkilerinde öne çıkmadığını, Z ve Y Kuşağının bu işten öte meşguliyet içinde olduğunu anlamış olacak…

  Nevi Şahsına Münhasır arkadaşın akrabası, dostu olmuşçasına her akşam oturduğumuz yerden dışarı bakınca ilk önce o gelmiş mi diye birbirimize soruyoruz. Arkadaşlarımla birlikte onun geç kaldığı, masasının boş olduğu zamanlar üzülüyoruz. Nerede kaldı acaba? Bu akşam, hiç olmazsa bu akşam biraz yüzü gülecek, masasında birisini ağırlayacak mı diye tartışıp duruyoruz.

 Her akşam bizi yanıltıyor. Telefonu ve sigarasından başka hiç kimse, bir de ara sıra konuştuğu garson; onlardan başka hiç kimse onu ilgilendirmiyor gibi… Sosyolojik bir vaka mı? Yalnızlığı, o muhteşem şeyi tercih eder görünse de, o yalnızlığı edebi bir kültüre çevirmediğine inanmaya başladık.

 Nasıl mı? Artık, telefonu da, sigarası da onu pek eylemiyor. Onlarla meşgul olurken yüzü daha da asılıyor. Saçlarını eskisinin özeniyle taramıyor. Üstü başı da öyle, kaslarının görkemi de eski görkemli hali değil…

 Bir de, masumiyet ile acı çeken birisi arasında, yan masada ki kızlara göz süzüyor. Yardım isteyen birisi gibi; insan bakışlarıyla, yan süzüşüyle yardım ister mi?

 İşte, nevi şahsına münhasır bu şahsiyet istiyor; hem de yalvarırcasına… Yan, arka veya ön masadan bir kız kalkıp ona selam verse; kim bilir ne hürmet edecek… Nasıl bir ev sahipliği yapacak?

 Hâlbuki insan olarak bir eksiği de görünmüyor. Fiziki görüntüsü, yalnız kalamayacak kadar düzgün. Üstelik de neredeyse yanına; yanı başına park ettiği bir de arabası var. Ama kör olancası bu Z ve Y kuşağının gençlerini bir türlü etkileyemiyor…

 Arkadaşlarla iyice üzülmeye başladık. Bu delikanlı ağır ağır sararıyor gibi geliyor bize. Sanki sonbahar mevsimi ondan hiç eksik olmuyor… Onun için neler yapabiliriz diye; enikonu düşünmeye başladık. Tabi, onun bizden zerre kadar haberi yok… Onun tek süzdüğü şeyler; yan tarafında, çaprazında oturan genç kuşağın genç ve popüler kızları…

 Bu kızların da eğlencesine diyecek yok. Bir de yan taraftakinden; yani nevi şahsına münhasır delikanlıdan haberleri olsa. Ona; ,bir de merhaba deseler ara sıra ne çıkar?

 Demediklerini bir kenara; sanki onu yok sayıyorlar. Hatta görmüyorlar bile…

 Acaba diyorum Aziz ustanın bir sözü var; nevi şahsına münhasır delikanlıya bu sözü mü hatırlatsam;

 “ Değeri bilmeden yalnızlığından kurtulmak istiyorsan; kurtulsan da yalnızsın.”

 Ya Cehov’un güzeyle baksak yalnızlığa;

“ Kendini yalnız hisseden kimse için her yer çöldür.”

 Herman Hesse de yalnızlığı yazgının bir parçası olarak görür;

“ Yalnızlık, alın yazısının insanı kendi kendisine ulaştırmak için başvurduğu yoldur.”

Nevi şahsına münhasır delikanlıya şimdilik yardım edemiyoruz. O dışarıda oturuyor; yapayalnız. Biz içeride, bir masa dolusu insan; ama onu bir türlü o soylu yalnızlığından kurtaramıyoruz.

  Onun acılı, elem dolu bakışlarını biz görüp, biz tartışıyoruz; belki de ondan çok…


 Güven Serin 

12 Mart 2016 Cumartesi

CEZA SÖMÜRGESİ


Yalnızlığın edebiyata,sonsuza adanmış hikayelere
dönüştüğü,dönüşümü insan zekasıyla,kendi
evrenini yarattığı Kafka...

CEZA SÖMÜRGESİ

  Kafka’nın önemli bir eseridir Ceza Sömürgesi. Belki de insanlığın var olduğu sürece kılık, kimlik değiştirip hiç bitmeyen sömürgelerin, azalmayacak cezaları ve eziyetlerini de ağıtlar veya sinema keyfinde izlemeye, dinlemeye devam edeceğiz.

 Hiç kimse saf iyiliği, hakikatin doğrusunu-doğruluğunu aramaya kalkmasın. Belki çok uzakta, belki çok derinde... Belki de hiçbir zaman ulaşılamayacak; insanın mayasına, evrimine ters bir şey de olabilir…

 Kafka elinde ki en büyük güce; edebiyata sığınarak yaratıyor bu eserini. Aslında var olanı, her gün gözümüzün önünde, ruhumuzu dürten yaşam şekillerini, mimari, mühendislik zanaatıyla taçlandırıyor.

  Elinize bir mikroskop alıp en küçük zerrelere bakarsanız şaşkına varmamız olağan bir şeydir. Belki de elimizden, bedenimizden korkarız; o küçük canlılarla birlikte mi yaşıyoruz diye; dert ediniriz.

 Bir teleskop üzerinde çalışıp göğü, derin uzayı gözlemlesek, aynı şaşkınlığımız bir değil bin kat daha artar. Etrafımızda ki ölçülerin komikli, bizim yüceliğimizin evrende ki zavallılığı bizi tüketecek kadar mütevazı bile yapabilir.

 Kafka Ceza Sömürgesinde insanoğlunun sömürgelere uyguladığı insanüstü buluşları, oyunları, eziyete dönüşen ilimleri de anlatıyor. Eğer ki anlamak, kıçımıza batacak iğnelerin çuvaldıza dönüşmemesini arzulayıp, bir parça duyarlılığın zararsızlığını görmek, anlamak istiyorsak…

 Sömürge ve sömürülme her kılıkta varlığını yaşamsal bir gerçeklik, sanki bir vazgeçilmezlik içinde koruyor.

 Dünyanın zenginlerine, ellerinde tuttukları mal-mülkleri matematiğin hakiki orantılarıyla düşünürsek, halen temiz suya hasret milyarları, yoksulluğun, açlığın, sefaletin ve savaşların içinde ki milyarları düşünürsek; hiçbir mazeretimiz, akıl oyunlarımız, vicdan haykırışlarımız bunu izah edemez.

 Kafka, Fransız yazar izah eder. Edebiyatın nezaketine, sırdaşlığına ve ölmezliğine tutunarak haykırır; kitapların arasına sıkışmış sözcüklerin cümleleriyle; bir bir düşündürür insanı; hatta korkutur da…

  Bir sömürge ülkesini anlatır. Orada uygulanan keyfi idamları… Ve bir subay tarafından icat edilen ÖLÜM MAKİNESİNİ…

 Makine üç bölümden oluşur. Yatak, nakkaş, tırmık… İçine yatırılan, mahkûm, sorgusuz, sualsiz ölüme yollanır. Ölüm yolculuğu tam tamına 12 saat sürer… Mahkûmun ölümünü, makinenin mahkûm üzerinde çalışan iğnelerini görsünler diye izleyiciler için camdan yapılmıştır.

 Sömürgeler ve sömürülenler har daim insanlık anıtı gibi yükseklerde olmaya devam ediyor. Bu yüzden, demokrasiler demokrasi, özgürlükler özgürlük, adalet tam olarak adalet olamıyor. Adliyeler yığınla doluyken, yolsuzluklar, yokluklar, iç sızılar ve kırgınlıklar sürüler halinde, kıtadan kıtaya, ülkeden ülkeye, bölgeden bölgelere göç ediyorlar.

 Göç eden insanları, yer, ülke değiştirenleri anlamaktan çok onların en sağlıklı, en işe yararlarını nazikçe başköşeye oturturken geriye kalanları sömürgelerde ki idam mahkûmları gibi kaderin; yani yazgının içine bırakıyoruz; kurban törenlerinin bir başka törenleri gibi; 7 milyar insan; insanlığın cümbüşünü izliyor.

 Kafka eserinde madalyonun iki yüzünü de unutmamış. Her ne kadar mahkûmların, yoksul, korumasız insanlar olduğunu bir kez daha; bin kez hatırlatılmış gibi, her an her yerde bizlerin de yaptığı gibi yapıyor.

 Madalyonun diğer yüzüyse, idam mahkûmlarını, sorgusuz, sualsiz; hatta adaletsiz bir şekilde ölüm makinesine yatıran ve onların eziyet çekerek ölümlerini 12 saat boyunca zevkle sanatsal bir hissedişle izleyen subayın, en sonunda makinenin içine kendini sokup, aynı sonu tercih etmesi de şaşırtmıyor insanı.

 Eserde geçtiği gibi; KADER DEĞİŞİKLİĞİ; mahkûmun yerine mahkûm eden, eziyet eden; belki de izleye izleye insan ruhu, iradesi yazgı tarafından yer değiştiriyor.

  Kader değişikliğini, yazgının oyunlarını ve sömürenlerle sömürülenleri biraz daha iyi anlamak için biraz daha edebiyatın derinlerine uzansak! Sartre’nin Kirli Eller oyununu, eserini belki tam da bir kez daha okumak, irdelemek zamanıdır…

 Güven Serin 



10 Mart 2016 Perşembe

KADINLARIMIZIN AŞKI


Gömeç Göçmen...


Mediha ve Mehmet TETİKOL 

Varlıklarını,ruhlarıyla birlikte eğitime adamış iki insan...

KADINLARIMIZIN AŞKI

  Böyle sunum gösteri ve tanıdım, insanın yaşadığı yere bir güneş gibi doğan insanların ışığından, marifetlerinden haberdar olma şansını veriyor.

  Süleymanpaşa Belediyesinin desteği ve Cumhuriyetin bu diyara geldikten sonra en büyük desteği verdiği kadınların gösterisini izledik. Fotoğrafla başladı Başak Balkan ve Emel Ceylani.

 Müzik eşliğinde, emeğin bin bir sezgi, içtenlikle iç içe geçmiş fotoğraflar… Şüphesiz hepsinde bir arayış var. Tespit, tanıklık, boşluğu doldurma var.

  Başak Balkan’ın fotoğraf dünyası oldukça etkiledi izleyiciyi. Derinliği, yaşam kokan içtenliği ve ölçüleri, istikameti amatörlükten ustalığa taşıyan sezgisel ve aynı zamanda evrensel bir coşkuya tanıklık ettim.

  Ayfer Aras tanıtımı duygunun renk değiştirmesine neden oldu. Beyaz perdeye, loş salona yansıyan suret ve duyulan ses; bir genç kız cıvıltısını taşısa da bu dünyadan tam bir ay önce ayrılmış.

 Eğitimin, görgü ve bilginin ölmezliğini de hissettim Ayfer Aras’ın bakımlı kadın yüzünde. Aramızda olmayışını, bir ay önce ölüme kavuşmasını, yaştığı yaşam etkinliklerini, yöremize, kültürümüze, kadın el sanatlarına şehir ve kasama kültürümüze kattıklarını hüzün ile sevinç arasıda ki ince çizginin duyumsamalarıyla izledim.

 Ayfer Aras ve aynı zamanda Mediha Tetikol ile yapılan röpertajı yöneten kişiyse sevgili Gömeç Göçmen. Rahatsızlığı nedeniyle programa katılamamıştı. Hâlbuki işyerine geldiğinde katılın davetiyesini uzatırken heyecanı, yerde duramayacak kadar, yerçekimine meydan okuyacak güçteydi.

 Gömeç Göçmen; sevgili aydınlık insan; geçmiş olsun dileklerimle…

  Yöremizin, Tekirdağ şehrinin gönüllü asimile oluşu, uygarlığın, çağdaşlığın gereği değil; vurdumduymazlığın, pişkinliğin ve aynı zamanda göç dalgalarıyla can derdine düşen insanın hiçliğe düşüşün habercisidir.

 Görgülü, bilgili ve yaşadığı yere, sanat zanaat aşkıyla bağlı insanların varlığı, belki de bu şehri, yöremizi küllerinden tekrar doğuracak. Buna, bu düşünceye inanmak isteyen bir çocuk saflığını da buraya, kayıt altına almak istiyorum.

 Teknolojinin nimetleri uzayın derinlikleriyle yakınlaşmamız, yine ve hep insan hissiyatından uzak kalamayacağımızı da anımsatıyor, hatırlatıyor. İnsan, her daim, zorlukların üstesinden gelmek, yorgunluğun hak eden, terleyen, susayan ve doyup, onanmak, alkış duymak isteyen bir canlı olacaktır.

 Yüce varlığın en hakiki doyum anı ise, yaşadığı yerin sevgisel alkışlarını, bakışlarını üzerinde hissetmesidir.

 Bu yüzden Gömeç Göçmenin yapmış olduğu her iki röportaj, tanıtım videolarını bu diyarın gönüllüsü, sevdalısı olarak ALKIŞLIYORUM.

 Mediha ve Mehmet TETİKOL isimlerinin eğitime inanmışlığı, yaşamları boyunca biriktirdiklerini yine eğitime bağışlamaları onların, iki ismin de öne çıkmasını, hiç bıkmadan onların onurlandırılması gerekiyor.

 Gömeç Hanım da, Tekirdağ Süleymanpaşa Belediyesi de bunu düşünmüş. Mehmet Tetikol şimdi bu dünyada olmasa da Mediha Hanım sesiyle, soluğuyla dimdik durmaya çalışıyor.

 Program sonunda, katkıları geçen sanatçı ve zanaatkârlara ödülleri verilmek için sahneye davet edildiler.

 Yine bir görgü sorununu yaşadık. Mediha Hanım yaşının vermiş olduğu güçlüğe rağmen sahneye çıktı. Ayakta durmak için bedeninin bütün enerjisini kullanıyordu. Bizler onun sahnede durmak için gösterdiği yüce gayreti izlerken, Belediye Başkanı da konuşmasını yapıyordu.

 Hâlbuki görkü, ayrı bir sanat! Yaşlı bir insanı onurlandıracak ne kadar çok şey var oysa çiçek ve teşekkür belgesinden bile önemli! Her iki yanında; bir genç kız ve erkek; kollarına gerebilir, onun eğitime verdiği hep taze kalacak güce güç katabilirlerdi. Yanı başına bir sandalye konulabilinirdi.

 Bir de, salonlarımızda GENÇLER niçin yok? Bu şehrin kıpırtısı o kadar büyük olduğu halde; şehrimizin aydını, inçin ışığı bulutların ardından çekip kentimizin üzerine tutamıyor; büyük bir şaşkınlık içinde izliyorum…

 Güven Serin 

 




7 Mart 2016 Pazartesi

YANSIMANIN YANSIMASI


AYSEL...


CHOPİN...

YANSIMANIN YANSIMASI

  Kısa bir yaşama, yaşamları sığdıran iki sanatçıyı; tekrar tekrar anlatacağım. Birisi Türkiyeli Deli Aysel… Diğeri ise Polonyalı Chopin…

  Chopin Aysel’den çok önceleri yaşadı. Birisi 19. yüzyıla damgasını vururken, diğeri 20 ve 21. yüzyıla ayakbastı.

 Bizde, her şey bol olduğundan mıdır neden bilinmez; hiçbir oluşumun, üretimin, ister doğal, ister insan emeği, yüz akıyla olsun pek kıymeti bilinmez.

  Chopin neredeyse Polonya’nın gururu kabul edilip, Chopin demek Polonya demek oluyorsa; Aysel Gürel’i Y ve Z Kuşağından kaç kişi anıyor? Şüphesiz; pop müzik, popüler kültürler derken çok hızlı tüketip, çok hızlı unutuyoruz. Hatta çoğunu unutmaya bile gerek duymuyoruz; çünkü tanımıyoruz ve öğrenmemişiz bile…

 Gelibolu deyince Çanakkale Savaşı akla gelirken; aynı zamanda Anzakların Kutlamaları da 25 Nisan sabahına damgasını vurmuştur. Ait olmadıkları bir ülkenin topraklarına gelip, kaybettikleri, öldükleri savaşı; genç kuşaklara, turizm, seyahat sunumu içinde atalarının nasıl savaştıklarını; niçin orada olduklarını ince bir felsefeyle anlatıyorlar;

 “ Evet, bizler bu savaşa ait değildik. İngilizler bizi kandırdı. Ama biz söz vermiştik; sözümüzü tuttuk.”

 Avustralya, Yeni Zelanda insanı bunu söylüyor. Gelin bizler de, hem dünya insanını, hem de kendi insanımızı; insanımıza türküler, besteler, şiirler, hikâyeler, tiyatrolar, ilim, felsefeyle; kısacası içinde emeğin yoğun olduğu, zanaat ve sanata dönüştüğü her türlü güzelliği yücelterek tekrarlayalım; bıkmanın ne olduğunu unutmuş bir tekrarla…

 Aysel; onu anlatanların söylediği gibi, hayatın karşısında hep dimdik ayakta durdu. Vasiyeti de böyleydi. Kızı Mehtap Ar’a söylediği söz;

 “ Ben 80 yaşına kadar çalıştım ve dimdik ayaktayım. Çalışmakla hayatta kalmak güç! Ama ben ayakta kaldım. Ben başardım. Tüm kadınlar da başara bilir… Tüm kadınlara söyle! “


Tiyatro oyunculuğu, şiir hep hayatında oldu. Şarkı sözü yazarlığı dendiğinde her daim kulaklarda çınlayacak, belki onun ismi unutulsa da, şarkıları unutulmuşluğa taptaze hatırlama, dönüşüm coşkusu yollayacak.

 Chopin, Polonya deyince akla gelen piyanist, besteci. Daha 40 yaşına gelmeden hayata veda eden; kısa ömrünün yarısını Polonya, yarısını Fransa’da geçiren insan…

 Kalbi Polonya’da bir kilisede gömülü, bedeni ise Fransa’da gömülmüş bestecinin; doğduğu diyarı özleyerek geçirdiği ve ayrıldıktan sonra bir türlü geri dönememiş olmanın hikâyesidir; bedeninin ayrı, kalbinin ayrı gömülmesi…

  Chopin’i sanatıyla değerlendirenler; onun yüreğinden şarkı söylediğini; bütün eserlerini piyano için yapmış olduğunu söylüyorlar.

 “ Bir hasret bestecisiydi, yüreğinde yananın bir ateş değil, bir kor olduğunu” öğreniyorum, onu öğretenler; tam 200 yıldan bu yana onu ölümden ayırıp yaşamın tam da merkezinde bırakanlar.

 Bizlerin de yegâne amacı bu olmalı. Şehirlere; şehrimize sahip çıkmış, bir iz; izler bırakmış her kim olursa olsun; onu her yerde; mahallede, sokakta, okulda, camide, parkta; edebi, felsefi bir güzellik içinde; şiirlerle anlamalıyız.

 Varşova’ya gidenlerin söylediği söz şudur; “ Her yer Chopin kokuyor; her yer…”

  Aysel Gürel, 80 yıl çalışmış, deli lakabını kendi isteğiyle alıp, akıllıların nasıl harcandığını bilecek kadar akıllı, bilgili, görgülü Aysel;

Gün olur şöyle seslenir sözlerinden şarkının;

Hasret oldu ayrılık oldu/ Hüzünlerle bölündü saatler/ Gördüm akan iki damla yaşı/ Ayrılık da sevgiyle beraber- Bir şarkı bir şiir gibi/ Yaşadım canım acıları/ Senden bana hatıra şimdi/ Sakladığım sevgili kederler- Sen ağlama dayanamam/ Ağlama göz bebeğim sana kıyamam

 Chopin son günlerinde, hastalığı devam ederken bile beste yapmaya, sanatı hakkında konuşmaya devam ediyordu.

 “ Bir çalışma anında bir doğaçlamaya girişiyor. Sonra bir anda duruyor. Devam et devam et! Bitmedi ki! Henüz başlamadın bile. Bir şey çıkmayacak. Sadece yansımalar, gölgeler, suretler. Doğru rengi bulmaya çalışıyorum ama henüz doğru biçimi bulamadım.

  Biri olmadan diğerini bulamazsın! İkisi da beraber çıkacak ortaya. Ya ay ışığından başka bir şey bulamazsam! O zaman bir yansımanın yansımasını bulmuş olursun…”

 Bu konuşma sanatçıyı memnun etmiştir. Tekrar piyona sının tuşlarına dokunur. Ve aniden;

 “ Mavinin notası duyulur. Gök mavisi şeffaf bir gece… Işıl ışıl bulutlar olağan üstü gökyüzünü doldurur. Sanatçı, uyumakta olan renkleri uyandırıyor…”


 Güven Serin 





2 Mart 2016 Çarşamba

SORUMSUZLUK BELGESİ




SORUMSUZLUK BELGESİ

  Tam olarak nedir? Nasıl bir belgedir; bilemiyorum. Bildiğim bir şey var ki, bizim halk arasında bilinen “kafa raporu” gibi veya buna benzer bir şey…

 Sorumsuzluk Belgesi; bir kitapta, edebiyatın içinde geçiyor. Edebiyatta insanlara ait sosyal, sosyolojik yansımaları; içinde insanın olan yaşamın ürünleri gibidir.

 Erich Maria Remarque’nin değerli eseri; her insanın okuması gereken, okuduktan sonra sadece savaş yaşamının değil, şartların değişimiyle insanın da nasıl değişeceğinin trajikomik olaylarını anlamak mümkündür.

 Remarque’nin bu eseri sıradan bir şey değil. 50 dile çevrildiği gibi 20 milyona yakın satıldığı kayıtları hiç şaşırtmıyor beni.

  Yeterince ölümün; özellikle zamansız ölümün olduğu mavi dünyada; dünyamızda savaşın anlamsızlığını anlattığı gibi, bu anlamsızlık içinde insanın yaptığı, yapacağı kendi buluşlarını da anlıyoruz.

  İrlandalı şairin seslenişinde anlatmaya çalıştığı gibi; “ Yaşam, tüm insanları eşit tutar. Ölüm, seçkin olanı ortaya çıkarır. Uyanmak, en mutlu rüyadan bile daha mutludur.”

 B. Show bu seslenişini yaparken,  Remarque de dünyaya, dünya klasiklerine bir armağan şeklinde bıraktığı eseri; savaşı, savaşın insanın içindeki insanı gözler önüne seriyor. Yani bizleri. Her gün başka dünyalarda veya başka bölgelerimizde aynı savaşın, savaşların olduğu bu zamanda, duygularımızı, duyarlı hale getirmek veya getirmemek, yine bizlerin tercihi olacaktır.

 Sorumsuzluk Belgesi dedim ya; insan bunu duyup, düşününce içi bir hoş oluyor. Bir insanın veya insanlığın her türlü nezaket içinde; kurallara, kanunlara uysalca uyup özveriyle yaşarken, bir türlü yeterli önemi, önemsenmeyi, saygıyı görememesi tam da burada Sorumsuzluk Belgesini hatırlatıyor.

 Nedir bu belge?

 Remarque’nin eserinde geçiyor. Savaşta başından yaralanan, zaman zaman ne yaptığını bilemeyen er; Sakat yedeklerden Josef Hamacher, diye dile gelen karakter.

 Hastaların, ağaran kemikleri, kanayan yaraları o kadar çoktur ki; alışılmışlık, duyarsızlık ve duygusuzluk yaratmıştır. Ölüm ve yaralılar savaşın midesinden kusarak çıkardığı birçok insanın vahşet, iğrenç diyebileceği, kan, pislik ve dehşet taşır taşımasına fakat bir süre sonra kanıksanma da başlar.

 Sanatçılar fikirlerini anlatmak için komediye de başvururlar. Ciddiyetin önemsenmediği, ciddi bulunmadığı veya bir başka formül aranırken bu çere üretilir. Bazen şairler, bazen yazarlar, karikatüristler veya sıradan insanlar bu yola başvurur.

 Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, eserin yazarı da kanın, canın, insanlığın oluk oluk aktığı bu eserde komediye; kara mizaha başvuruyor. Bu başvuru içinde ortaya şu diyaloglar çıkıyor;

Hastane savaş yaralılarıyla doludur. Bazı hemşireler her sabah dua etmektedirler. Dini inançlara saygının gereği yazar bu işin iyi niyetle yapıldığını anlatır. Yaralıların oda kapıları açılır ki duadan onlar da faydalansın.

 Bu fayda düşünülürken, yaraların sızılarından, ağrılarından yeterince uyumamış hastalar sabah karşı biraz dalmışlardır. Uyumak isterler ama ne mümkün! Hemşireler dualarını inanmışlığın hırsıyla okurlar.

 Tam da bu anda, koridora bir şişe fırlatılır. Yaralıların kovuşundan atılmıştır. Kapının kapanması, sesin kesilmesi istenmektedir. Hemşireler bu davranışı müfettişe şikâyet ederler. Gelir ve sorgular;

 Kim attı bu şişeyi? Ben! Sen kimsin? Sakat yedeklerden Jossef Hamecher! Hameecher’in Sorumsuzluk Belgesi olduğu için suçu üzerine aldığını görüyoruz.

 “ O zaman herkesin aklı eriyor. Böyle bir belgesi olan her aklına eseni yapabilir. Pek keyifliyiz. Aramızda bu Josef Hamachar oldukça her şeyi göze alabiliriz.”

 Bir kez daha anlamalıyız; savaş her daim kılık değiştirir. Eğer ki insanlar kıyılıyorsa; bazen bedenen, bazen Ruhen; canlı ve doğa da aynı akıbeti yaşıyorsa aramızda bulunacak cesur olan herkesin önemi büyüktür; Sorumsuzluk Belgesi olanların dahi…


 Güven Serin