27 Temmuz 2020 Pazartesi

İNSAN,İNSAN OLMA EVRİMİNİ TAMAMLAYAMADI






                İNSAN, İNSAN OLMA EVRİMİNİ TAMAMLAYAMADI


      Kim bilir daha ne çok filozof, şair, yazar çıkacak; insanın komedisini, trajedisini ve kaybolmuşluğu içerisinden çıkacak olan kuşakların öyküsünü anlatacak… Israrla geliştirdiğimiz dilimiz ve sözcükler, anlatmak için icat edilen kavramlar; ne büyük buluşken ne korkunç yüke dönüştü; kimi bilerek, kimi bilmeden…

  Bir şair, insanlığın mı yoksa kendi ağıtını mı yakıyor bilinmez;

“ NİÇİN, eğer var oluş süresini geçirmekse konu / Bir defne yaprağı olarak, biraz daha koyu öbür yeşillerden / Küçük dalgalarıyla her yaprağın kenarındaki / ( Gülümsemesi sanki rüzgârın ) : niçin / İnsan olmak zorunluluğu ve niçin yazgıdan kaçarak / Yazgının özlemini çekmek? “

  Bunca büyük kavram, devasa hedef ve rekabet içerisinde eninde sonunda yazgının boyun eğdirdiği insandan geriye kalan toprak ve öyküler… Ağır ağabeylerin, ablaların ve nice kutsanmış öykünün imbiğinden çıkan, süzülen ve neredeyse 21.yüzyılın eşiğinde kendi yalnızlığınla yüzleşme aşamasına gelen yalnız insan… Üstelik yapayalnız; bir günde yüzlerce, binlerce videoyu, resmi, fotoğrafı; insana dair akışı izleyen insanın girdaba düşmüş bir hali var; olmasaydı bilim dünyası, gelmeseydi sanatçılar yeryüzüne…

  7 milyarlık büyük çoğunluğun biricik derdi; yaşamın içinde kendine düşen payı ve o paydan daha fazlasını ele geçirmekken, bir avuç bilim insanı, bir avuç sanatçı; kendi devinimi, öğretileri ve sezgileri içinde denemedik haykırış bırakmıyor. Niçin duyulmuyor? Niçin fark edilmiyor? Henüz hazır olmayan insan evrimi; kendi kavgasını, kayıp sıkıntıları; yaşamadan, yerini diğer kuşaklara bırakmadan değişimin öyküsü başlamayacak; belli…

  Sessiz Kuşak, X Kuşağı, Y derken; Z Kuşağı da sahneye geldi. Sessiz Kuşak ise çoktan sahneyi terk etti, üzerine düşen vazifeyi; üremeyi, neslin devamını fazlasıyla sağlayarak; ölen ve öldürülen savaş kurbanlarından daha çok çocuğu bırakarak geride…

  Ölenden daha fazla doğan, öldürülenlerden daha fazla yaşayan insan olunca, kendi çokluğu içerisinde kendi erdemini, kıymetini yaratamıyor. Niçin? Tamamlanamayan açlıkların, içgüdülerin öfkesi, ön yargısı, rezil bir gurur yüzünden…

  Oysa işe yarayan, faydalı olan insanın, insanlığa ait bir ortaklığı var. Üretmek; tüketenleri mutlu etmek… Geçmişe ait bir tanıklığın öyküsü; iki dayım ve babamın öyküsü. Babam, daha çok seveceği, daha neşeli, sıcakkanlı olanı değil de, yüzü daha az gülen, daha muhafazakâr olanı seviyordu. Neden? Mavi gözlü, daha sevecen olanın, sözüne sahip çıkmadığı gibi, aldığı borcu ödemekte zorlanması, unutmasıydı. Ya diğeri? Aklıyla çalışmaktan öte fedakârca çalışır, aldığı işi alın teri, iman kuvvetiyle yapardı. Oysa babamın seveceği olan diğeriydi; sözünde durmayı öğrenmiş, borçlarını ödemenin onurunu varmış olsaydı…

  Bir başka tanıdığım kişi; “ Doğu İnsanı” na, kendince öfke geliştirmiş, birçok bilinmez suçu onlara yüklemeyi alışkanlık haline getirmişti; çok önceleri. Çalıştığımız yer, kamu kuruluşuydu. Sözleşmeliydik o kurumda. Bir de kadrolu dedikleri çalışanlar, staj yapan gençler vardı. Kadrolu çalışan dediğimiz arkadaş iyiliğine iyi; hatta iyiliğin gözünü çıkartacak kadar iyiydi. Kendince önem verdiği insanı bayıltacak kadar özen gösterir, karşımızda bulunan doğu kökenli bir esnafa gitmemeleri için stajyer çocukları sürekli uyarırdı. Bizim söylemlerimiz, insana, insanlığa dair olsa da; bizler sözleşmeli ve sesini yeterince yükseltme-meliydik. Derken bu kadrolu arkadaşımız, kendisine müzik alete almak için İstanbul'a gitti. Geldiğinde,yanında zamanın en güzel org denen müzik aleti de vardı.Bizimkisi bir memnun ki sormayın; satın aldığı kişi doğulu bir esnafmış.Ama çok iyi,çok güzel bir insanmış.O kadar memnun kalmış ki; bir daha İstanbul'a giderken ona Tekirdağ rakısı getirecekmiş… (Müzik aletini ucuza almanın sevinci, tutunduğu kavramı da yerle bir ediyor.)

  Görüyorsunuz ki; insan, kendi yarattığı kavramları kendisi bir güzel çiğner ve bir başka yardımcı kavramlarla savunmaya geçer. Oysa yaşam pratik olandan beslenir. İnsanları, sosyolojik, psikolojik, kültürel, politik gözle değerlendirmeden beslenen yaşam ise tadına doyulmayacak kadar insan; insanlık kokar. Neden sorusuna; cevap arar ve bulursunuz.

  Bu insan niçin kötü? Niçin suç işler? Veya kötülüğün tam olarak tarifi, matematiksel formülü nedir? Yüklendiğimiz yükler o kadar çok ki; her an birine kızma, öfkelenme hakkını kendimizde görüyoruz. Politik öncülerin koltuğu, oyunları o kadar işlek ki, her an taraf, yön ve anlam değişebiliyor. Yani bildik bir sürü yüce sözcük-hissediş ve ilke; çağlar öncesinin kıt'aları gibi yer değiştiriyor…

  Neredeyse bütün dünyada, özellikle sırtını belli söylemlere dayamış siyasetçilerde bir kaygı başladı. Sahneye çıkmış olan ve hızla gündeme dokunma yarışında olan Y ile Z Kuşağının ne zaman ne yapacağı belli olmadığı, çarçabuk boyun eğ-dirilemediği için bir telaş ki sormayın… Bir de ALFA kuşağı denen bir kuşak doğacak yakınlarda.Belki de doğmaya başladı bile…

  İnsan, insan olma evrimini tamamlayamamış olabilir ama geride bıraktığı yığınla tarih var. Savaşın, korkunun, kıyametin, hastalıkların tarihi; üstelik çoğu, güne; bugüne süzülüyor; patlamış yanardağların sıcak külleri gibi bir başka yakıcılığı haber veriyor…

  Susayım ve usulca sözü şaire; Rainer Maria Rilke’ye veriyim. Ağıtının bir bölümünü varsın burada da söylesin;

“ Bir kez için, her şey, yalnızca bir kez için. Bir kez için, hepsi bu./Ve bizler de bir kez için. Bir ikinci yok hiçbir zaman./Fakat bir kez var olmuş olmak, yalnız bir kez bile olsa: / Yeryüzünde var olmuş olmak, yadsınamaz görünüyor.”

Güven SERİN 








21 Temmuz 2020 Salı

İHANET



32 yaşında ölüme; göz göre göre ölümüne seyirci kalan
akrabasını savunan bir YAZAR, insanlığın çürük meyvesi
değil de nedir? 




Evinde misafir ettiği İNSANI; bir anneyi,bir kadını
kendi kurnaz korkusu için sonsuza kadar kendisini
af edemeyeceği bir insan kılığıyla savunmaya
çalışan insan; ne kadar huzur bulabilir bu dünyada...



Not; 2001 Şubat Arşiv çalışmamı; bir kez daha hatırlamak,okumak,
okumak istedim...

İHANET



 Bu sözcüğü oldum olası sevmedim. Anlamını tam anlamlandıramadığım çocukluk yıllarından beri sevmedim. Çünkü insanı mutsuz eden ve bu kelimenin ardına sığınan sahtekârları da mutlu eden çok özel ve yandaş bir kelime…

 Ülkemde her gün yaşanan onlarca ölüm var. Onları irdelemeye kalksak, yüce yaratıcının bize yüklediği merhamet çatlar; bu çatlama ile bedenimiz paramparça olurdu. Benim ülkemde yaşlanmanın olgun keyfini yaşamadan ölenlerin anısına Defne Joy’un ölümünü yazacağım. İçimden geldiğim gibi koşul, kural gözetmeden… Aklın ezberletilmiş ahlaksallığına da sığınmadan sadece beden ve ruhumun algıladığı ve vicdanım ile çapraz, düz, eğik tersliklere düşmeden…

 3 Şubat günü her ölümün erken olduğu gibi 32 yaşında hayat dolu, özgüven dolu, neşe ile donatılmış bir kadının da dünya aydınlığını görememe zamanıdır. Defne’nin öldüğü, karanlığa, meçhule, imkânsızlığa, ihanete gömüldüğü zamanın gecesi…

İhanet kelimesinin üç anlamı vardır. Birincisi; “ hainlik” ikincisi; “ Evlilikte, sevgide atlatma, sadakatsizlik.”

 Medyamızın en bilgili bilgiç adamı Hıncal Uluç Defne Joy’un ölümünü anlatmak için ikinci anlama sığınmış. Entelektüel yazarımız, her şeyi bilen ve ahlakın en ince ayrıntısını en şaşmaz terazide tartan adam; “ bu bir ihanet, eşi aldatma, su testisi su yerinde kırıldı.” Diyerek akrabası olan Kerem Altan’ı büyülü bir labirentin içine alıp aklınca kafa karıştırıp koruma altına alıp büyük ödülü kazanacakmış gibi!

 Bu bilgili bilgiç entelektüel ve soylu adama sormak isterdim; “ ihanet sözcüğünün üçüncü anlamı da var; onu da söyler misin?” Sanırım, laf ebesi olmuş, küstahlıkta da harika bir koşu içinde olan Hıncal; üçüncü anlamı; bugünlerde söyleyemez. Onun yerine ben söyleyeyim; ihanet sözcüğünün üçüncü anlamı da;

” Gerektiğinde yardımda bulunmama, bir kimsenin güvenini yok etme.”

 Şimdi sormak isterim Hıncal’a, Hıncal gibi ihaneti sadece kadınlara yükleyen soylu efendilere; “ size güvenip, sizin evinize sığınmış bir kadını yaşatacak sağlık ekipleri beş dakikada geleceği ve o kadını kurtaracağı halde, saatlerce niye bekletildi?” Bu sorumun cevabını verecek gerçekten ama hiçbir vicdan sahtekârlığına bulaşmadan verecek bir soylu insan var mıdır?

Hıncal gibi ahlak düşkünleri ihaneti, sadece kadına yamarken, kendi kırdıkları cevizlerin haddi hesabı yokken; bu olayı bu kadar gaddarlık, bu kadar aymazlık ile geçiştirmeleri ne kadar insani?

 Elbette Defne’nin evli olması, bir çocuk ve işinin olması çok özel ve kırılgan bir durum! Onun eşinin acısı çok büyük. Ama o daha büyük ve daha anlamlı bir iş yaptı; Defne’yi son ana kadar yalnız bırakıp, ölüsünü bile taşlayacak insanlara taş atma imkânı yaratmadı.

 Defne’nin ölümünde İHANET sorgulanacaksa onu evine davet edip de ölümüne göz göre göre seyirci kalan Kerem Altan sorgulanmalı. Türkiye’yi düze çıkarmaya çalışan ve her nasılsa her haberden haberdar olup, ordumuzu, generalleri, usulsüzlükleri hizaya sokan bir gazetenin yazı işleri müdürü olarak; bundan sonra kadınların yüzüne nasıl bakacak acaba? Kerem denen soylu kişinin biraz vicdanı varsa; gördüğü her kadında Defne Joy’u görecektir. Ortopedik yatağına yatıp gecenin sessizliğine sığınmak istediğinde de Defne Joy’un çığlıklarını “Beni Kurtar, Bana İhanet Etme” değişini duyacaktır…

 Defne’nin öldüğü sabah, Defneyi en soylu, en acımasız ve en kansız bir şekilde ölüme gönderdiği sabah, Keremin gazetesinde bu acıklı olayla ilgili bir tek yazarın çalışması vardı. Oda Keremin babası Ahmet Altan’a ait bir yazı! Belki de felsefenin, yüce yaratıcının ilahi şefkatine sığınıp cambazca yazılmış bir yazı!

 Ahmet Altan 3 Şubat sabahı çıkan yazısında Korkunç Bir Sabah diye başlık atmış. Ve o kadar hakkı, adaleti, dürüstlüğü sorgularken, oğlunun efendice korkaklığını, evine sığınan bir kadına ihanetini sorgulayamamıştı. Koskoca generalleri, iş adamlarını sorgulayan gazetenin korkusuz yazarı; “ ölümün yanında durup da, sonsuzluğa değerek baktığımızda, bütün kâinat, bütün insanlar, bütün hayat, hatta bizzat ölümün kendisi bile öylesine küçük toz zerreciklerine dönüyor ki, bir ‘kudret’ bize ne kadar önemsiz olduğumuzu hatırlatma ihtiyacını duyuyor diye merak ediyorsunuz.”

 Oğlunun ihanetini, korkaklığını sorgulamak yerine ölümü sorgulayan Ahmet Altan, ölüm karşısında önemsizliği anlar gibi olup, bir genç kızın vahşice ölüme gitmesini böyle bir felsefe ile açmak isteyip iyice açmaza düşmüş.

 Bilginin efendisi, hatta padişahı dede Çetin Altan ise o gün kendi değimi ile “ıskalamış” yani yazı yazmış ama Defne’nin ölümü ile ilgili değil. Belki de oğlu gibi laf cambazlığına girip saltolar atarken düşmekten korktu; kim bilir? Belki gerek duymadı; belki Hıncal gibi su testisinin su yolunda kırıldığına inanıp, nasıl olsa testilerden binlerce var; daha kim bilir kaç tanesi kırılacaktır diye düşünmüştür…

 Defne Joy’un ölümüne büyük bir korkaklık ile seyirci kalan Müdür Kerem Altan’ın dedesi Çetin Altan; torunu 3 Şubatın bol acılı, bol ihanetli gününde boynu bükük durumdayken; o günün yazısında şöyle diyor; “ bendeniz ise sımsıcak kahvemi içerken ne düşünüyorum biliyor musunuz; Türkiye’de ki ilk siyasal nutku kim söyledi?”

 Taraf gazetesinin yazı işleri müdürü; Kerem Altan; Cumhuriyeti yozlaştıranların çoğaldığı bir zamanda değil de, Cumhuriyet, Atatürk laikliğinin değerleri çoğaldığı dönemde yaşasaydı; evine getirdiği kadın evli veya bekâr olduğuna bakmadan derhal 112’yi arar; hayat dolu, sevgi dolu bir kadını kurtarmanın en erdemli anını yaşardı.

112’yi arayıp söyleyeceği şey sadece; “ARKADAŞIM HASTALANDI ACİLEN GELİN”

Umuyorum ki bu söylenmemiş sözcük; bu müdürün, bu soylu mirasçının bir ömür peşinde olacaktır…

 Güven SERİN 

20 Temmuz 2020 Pazartesi

YER GÖK,HUYSUZ VİRJİN


İnternet





                        DÜNDE KALANLAR–7



YER GÖK, HUYSUZ VİRJİN

 Daha birkaç gün önce Huysuz Virjin’in ( Seyfi Dursunoğlu ) ölüm haberi tüm ülkeye; kıyamet gibi yayıldı. Yer ve gök; onun sevenlerini çığlığıyla inlerken, paylaşımlarıyla eski-şen hatıralarının paylaşımıyla doldu ve taştı…

  Ölüm haberleri, ölen kişinin hısım-akrabası için can yakar, iz bırakır; bilenen doğal bir ayrılış acısına dönüşür. Sanatçının, özellikle tüm ülkeye, dünyaya nam saldıysa; kısacısı ünlü olduysa; ölüm çığlığı-acısı; büyük bir boşluk-karanlık ve korku hissi yaratır. Bu yaratının gücü etrafı sarıp, sarsarken; sanatçının geride bıraktığı sanatı; eserleri imdada yetişir. İşte orada sanatın yüceliği, lafta olmayan ölümsüzlüğü pratik yaşamın içine, merkeze oturur…

  Bu yüzden birkaç bin yıl öteye uzanan bir antik kentin içinde, geride kalan eserleri; göz nuru, alın teri ve büyük bir merak-açlık ile aramak… Peki, ama ne oldu da, nasıl oldu da Huysuz Virjin’i bu kadar sevdik? Bizde olmayan neler vardı onda? Bir erkeğin kadın kılığında sahne alması bilinmedik şey değildir. Huysuz Virjin gibi niceleri geldi geçti bu topraklardan. Yerelde kalanlar, o gecenin, o yörenin alkışını alsa bile, ününü-şanını çok ötelere taşıyamadılar.

  Huysuz Virjin’in gücü sanatından geliyor olsa da; hazır cevaplığı, toplumumuz adına tabu olmuş sözcüklerin, duruş-giyiniş biçimlerinin sanatın alçak gönüllü mizan ve akıl anlayışı içinde; yani sanatçının kılık değiştirme haliyle sunulması; insanların gönüllerinde, sımsıkı kapattığı kapıları; “girilmez” denen yerlerine girmesiyle; aslında Huysuz Virjin, bizi bize anlatmıştır. Bizim, edebi, felsefi ve eğlence âleminden ne kadar uzağa fırlatıldığımız anlatmak istemiştir; bizler gülmeye, o güldürmeye çalışırken…

  Tabu ve argo sayılan sözcüklerin, pekâlâ sahneye taşınacağı, bunca ağırlığın insanların üzerinden hiç olmazsa böyle atılabileceğinin karşılığıdır onun sahnede almış olduğu alkışlar ve insanların ağlayacak biçimde, hatta acınası gülüşlerinden gelen dram yüklü sesler.

  Huysuzun programlarını alın, ağır ağır izleyin. Hazır cevaplığı, mahalle ağzı, hemen her yerde duyabileceğimiz, belki de kendimizin de kullandığı suçlu sözcükler; aklın erdemi, toplumun taşkınlığına sunulan güldürüden öte, bentlerinizi kaldırın, kendinizi fark edin; utanmanın, ar perdesinin yoksulluktan ileri geldiğini; meziyetin, akıl, bilim, sanat, felsefeyle süslenirse görkemine doyulamayacağını özüdür Huysuz Virjin…

  Ve Huysuz Virjin’in sahnesini gelen ünlü konuklarına takılma, sataşma anlarındaki saf gerçekliğin sadece bir ŞOV olmadığını, insan denen canlının sanatın özgürlük alanı içinde yaşamın en aziz mutluluğu olan saf gerçeklik, hatta acı bir dürtü; dürtme eylemine dönüştüğünü; gülenlerin, zoraki gülüşlerindeki, gülerken dahi kendilerini ağır insan olma ayıbını örtmeye çalışmalarına karşı; bir toplumun, eğlenceden, akıldan, mizahtan uzak kalırsa ne yaman çelişkilere, sosyolojik yoksulluklara düşeceğinin aynasını tutmuştur Huysuz Virjin.

  Onun yüce sanatına, uçsuz bucaksız erdemine, ayıpları-tapuları edebi, felsefi zekâ ile evirip çevirip bir güzel pataklamasına; gönülden alkış ediyor, selam ediyorum. Sanatçı tam da burada doğar; öldü sanıldığı anda; alev alevdir, geride bıraktığı eserleri; demircinin demire şekil veren elleri, denizcileri puslu havalarda koruyan deniz fenerinin ışığı, şafak vakti çiğ taneciklerinden beslenen bir çiçeğin yeşermesi, bülbülün bahar sevinci; hepsi, sanatçının söz, ses ve sahne erdemiyle iç içedir.Güle güle; Huysuz Virjin; Anadolu selamı gibi; HOŞ GELDİN…

Güven SERİN  

15 Temmuz 2020 Çarşamba

GEMİCİ HİKAYESİ






GEMİCİ HİKÂYESİ

  Limanın loş ışıkları, iğde ağaçlarına düşen şehrin ışık yansımaları eşliğinde dinliyorum uluslar arası denizlerde, büyük gemilerde çalışan gemiciyi. Neredeyse gitmediği ülke, çalıştığı geminin uğramadığı liman kalmamış…

  Bizim gemici ( Gemi çalışanı ) Firmasının salgın ( Covid–19) yüzünden çalışamaması nedeniyle epey zamandır işsiz. Zamanında bolca kazanıp bolca tutmuş olduğu için durumundan pek şikâyeti yok. Laf dünyadan, yaşamdan, yaşamaktan açılınca en çok bilen o dersiniz. Bir meddah gibi söze girer, sahnede olduğunu hisseder, birden onun laf deryası içinde seyreden, dinleyen olursunuz.

  Neredeyse bütün dünyayı dolaşmış bizin denizci hazır işe gitmiyorum, okyanuslara açılmadım, ailemi alayım bir Ege turuna çıkayım, diyerek çocukları ve eşini arabaya bindirdiği gibi yollara düşmüş. Neredeyse on saat direksiyon kullanarak gitmiş olduğu yolun sonunda gittikleri yerdeki otelin kişi başı fiyatını çok bulan dünyayı gezmiş ve her konuda fikri olan denizcimiz, gittiği yerde; hiçbir otele uğramadan yemişler, içmişler tekrar yorgun-argın geri dönmüşler.

  İşin en ilginç yanı burada başlıyor; dünyayı gezmiş gemicimiz, dünyayı gezerken çalıştığı gemiden dolarla maaş alan sevgili denizcimiz, otele para vermediği için nasıl kar ettiğini allı-ballı bir şekilde anlatıyor.

  Peki, ama “ Yorulmadın mı hiç? “ , “ Yorulmaz olur muyum, sürekli direksiyonda olan bendim. Ama nasıl da kar ettim; otele o parayı vermedim ya! “

  Ne desem yetmez! Bu şehrin; şehir tiyatrosu, operası, halk plajları, eğlence mekânları; kısacısı halkın kendisi kentli gibi şehrine, sahiline, gecesine inmediği, kütüphaneler evlere taşınmadığı sürece; tüm dünyayı gezsek, nice okyanusları geçsek; bir derede boğulmak; buna denir. Kısır çelişkiler içinde nice bilgiçlerin varlığını geride bırakıp, dokunamadığı gibi dokunamadan çekip gideriz bir yudumluk yaşam hakkı olan bu güzel dünyadan…

Güven SERİN  


13 Temmuz 2020 Pazartesi

AMERİCA-1






                      

AMERİCA–1


  1987 yılında Neşe Karaböcek Amerika–1 isimli albümünü çıkartmış, herkesin kulağına ayrı bir tat-nefes, ezgi sunmuştu. Amerika Albümü, sanatçının Amerika’da ki yaşamından esinlenerek doğmuştu. Daha sonra Amerika–2 diye devam etmiş, tüm dünyayı saran Amerika sevdası onu da kucaklamış, kendi özünde arayıp bulamadığı neşeyi, özgürlüğü, ilgiyi Amerika Kıtasında bulmuştu.

  Amerika, nice zamandır tüm dünyanın vazgeçilmezi, bir kez oraya ulaştın mı, kurtuluşun en hakiki adresiydi. Oraya gitmek için ne çok çaba harcayanlar, hatta çocuğunu sırf Amerika’da doğmuş diye kayıtlara geçirmek için Amerika’da doğurma serüvenleri yaşayanların haddi hesabı yoktur…

  Son birkaç aydır farklı kesimlerde; anne ve babalardan duyduğum ortak ses; “Oğlum veya kızım Amerika’da yaşıyor ama işler çok kötüymüş! Onları oradan yollayacaklar. Ölüleri bile yol üstlerinde yatıyormuş. Çocukların ruhsal durumları bile bozuldu.”

  Ne oldu da bu Amerikan rüyası birden sona geldi. Uzaya öncülük yapan, Mars ve dış uzayda yerleşme hayalleri kurup büyük çabalar, paralar harcayan, müziğin, sinemanın, bilimin, ticaretin adresi olan Amerika, oraya büyük umutlarla gitmiş insanlar ( Öğrenciler ) için birden, kaçılacak ve korkulacak bir yere geldi. Ne oldu? Covid–19 denen minik yaratığın boyun eğdiremediği ülke yok ama Amerikan rüyasının bir kâbus olduğunu hatırlattı…

  Amerikan rüyasının içinde, Sümer, Babil, Asur,Hitit, Roma, Selçuklu, Osmanlı, Likya kalıntıları, öyküleri, süzülmüş vicdani değerleri olmadığı için, sadece “ Zengin ol da, nasıl olursan ol! “ yüce mantığının evrende bir karşılığı olmadığının rüyanın kâbusa dönüşmüş halidir.

  Doğayı, doğallığı, evrensel yasaları bir kenara bıraktığın an; her yerde bu tür rüyalar kâbusa dönüşmek için sıra bekliyor. Yol yakınken, büyük sevdaları, korkunç tuzaklarla dolu “Köşe dönme” serüvenlerini bir kenara bırakıp, bir yudumluk dünya zamanında bize ait bir yudumluk yaşamın hakkını verebilmek; en güzel serüven, kazanım ve rüya değil de nedir?

  Sanatçının America-1 Albümünde yer alan bir şarkısı var;

“ Bırak beni, bırak hislerimi
Bırak beni ah, bırak düşlerimi
Başka bir dünya, başka dünyalara geçtim been
Bırak kaderi, bırak dokunma bana
Beni bana veer…
Beni bana veer…
Bırak beni, bırak hislerimiiii…”

  İnsan denen canlının özgürlüğü bir kez gitmesin elden; en zenginken dahi sürgündeymiş hissi boğar,en canlı,en neşeli anları; birden,insan ararsın; filozofun gündüz; güpegündüz elinde fenerle aradığı insanı…

Güven SERİN  


9 Temmuz 2020 Perşembe

ÇIPLAK BİR ADAM


İnternet; Oktay Rıfat

Saygıyla...Minnetle...



                                                ÇIPLAK BİR ADAM

  Şimdi size çıplak, çırılçıplak bir adamdan söz edeceğim. Ölmek isteyen “ Denize atladı atlayacak” durumda olan, çaresiz bir adamdan… Belki de çare üretmek yerine çaresizliği kanıksadık, belki de doğal bir içgüdü giriyor devreye; “Yaşamak istemeyenler, erken ayrılabilir bu eşsiz gezegenden.” Diye…

  Biz yine çıplak, çırılçıplak durumda bulunan çaresiz adama geri dönelim. İstanbul’un en güzel yerlerinden birisi olan Moda’dan denize atlamak üzeredir. Ardından da ona bir başka adam ve bir kadın seslenirler;

“ Bir adam
Çıplak bir adam
Çırılçıplak bir adam
Denize atladı atlayacak
Nereden
Moda’dan
Moda’dan bir kayıktan
Gökyüzü mavi alabildiğine
Deniz
Sütliman
Bir adam
Palabıyıklı başka bir adam
İskelede bir babaya oturmuş
Bağırıyor öteden

   Bakkal Tanaş’ın oğlu Hacı
   Balıkpazarı’nda meyhaneci
   Heyyy
   Sana söylüyorum sana
   Sakın atlama ha
   Yüzmek biliyor musun bakalım
   Benimki bir iyilik
   Bir yardım
   Atlama atlama evladım
   Yoksul anana acı

Bir adam
Çıplak bir adam
Çırılçıplak bir adam
Denize atladı atlayacak
Moda’dan
Bir kadın bağırıyor öteden

   Oh benim güzel oğlum atlama
   Atlama noolur
   Elalem gibi güzel gir
   Senin atlamak nene
   Kem bakar sonra öksüzlerine
   Kim öder bakkal Tanaş’ın borcunu
   Atlama oğlum atlama
   Atlama evladım
   Rezil oluruz bakkala çakkala

Bir adam
Çıplak bir adam
Çırılçıplak bir adam
Denize atladı atlayacak
Moda’dan
Gökyüzü mavi alabildiğine
Deniz
Sütliman
Bir kadın Bakkal Tanaş’ın olu Hacı
Yırtınıyorlar öteden

  Atlama hain
  Atlama rezil firavun
  Atlama
  Bizlere acı
  Öksüzlere acı
  Bakkal Tanaş’a acı”

  İşte böyle dostlar; Oktay Rifat’ın yani şairin gözlemi böyle; sosyoloji, psikoloji, mizah kısacası diğer şairin söylediği bir başka dizelerdeki gibi; “Büyük İnsanlık” adına bir şeyler anlatıyor; gülümseterek, düşündürerek ve bir yudum yaşamın ne kadar değerli olduğunu dillendirerek…

  Son söz; her şeyin bir kapasite; alım, sığdırma, taşıma, kapsama gücü vardır; daha fazlası, “Yarı tanrı “ kılığındaki insanlara bile fazla gelir. İyi ki şiir sanatı, iyi ki edebiyat var bu dünyada; yoksa halim çıplak adamdan öte; nice olurdu…

Güven SERİN