31 Mayıs 2017 Çarşamba

GARSON RACONU


Kamera; Güven  Hıdırlık Kulesi

Koca Çocuk...


Kamera; Güven


GARSON RACONU
----------------

  Antalya’ya her gidişimde uğradığım mekândayım. Gece henüz çökmüş. Güney tarafımda Hıdırlık Kulesi, yaklaşık 1800 yaşında; döngünün gün ve gecesini binlerce kez izliyor. Karaalioğlu Prakı ve Çitlembik ağacını biraz önce dolaştım.

  Hıdırlık Kulesinin hemen yakınında bir Hint filmi, belki bir şarkıya görüntüleme çekiliyor. Esmer bir Hint kızı defalarca denen; çık hızlı bir ritme sahip müziğin eşliğinde, erotik sayılacak dansını yapıyor. O dans ederken, meraklı insanlar, defalarca aynı sahneyi izlediler.

 Çekim, gün batarken bitirildi. Hallerine bakılırsa herkes memnun! Onları seyretmeye dalmış, önündeki yüksekliği denememiş olan küçük kız çocuğu bir metrelik yükseklikten döşünce, bütün çekim ekibi ve dans eden Hint kızı da küçük kıza yardıma koştu. İnsanlık, her daim değişime ve reflekslere ihtiyaç duyuyor.

  Herkes kendi yoluna çekilince Hıdırlık Kulesinin gizli geçidi andıran patikasından geçip, neredeyse gizli, bilmeyenlerin göremeyeceği yere geldim. Bildik, tanıdık bir yere gelmenin huzuru başkadır. Kaybolup gidilmez insan korkuları ve panikliyle…

  İçeceğimi söyledim. Mekân, neredeyse ağzına kadar dolu… Oldukça azalmış turistlerin yanında çoğu ülkemiz insanı… Falezlerin üzerine; Kaleiçi ile Karaalioğlu Parkının Akdeniz’e hafif bir çıkıntı yapan yerine kurulmuş çok önemli görüş açıları olan yere gece çöktü; serinlikle birlikte.

  Günün hareketleri; ses ve görüntüleri süzülüyor, içeceğimin mideme süzülüşü gibi. İlginç bir olaya tanıklık ettiğimi bilerek, bu düşünceleri dinlerken, aynı zamanda çok önemli racon yapan genç garsonu da izlemeye başladım. Oturduğum sürece en az, beş altı kez, masaları dolaştı. Kirlenmiş, dolmuş kül tablolarını, temizleriyle yer değiştiriyor; güya…

  Benim sıramda, denize doğru üç masa var. Üç masada da sigara içilmiyor. Bizim racon sahibi genç garson, her daim aynı şeyi yapıyor; güya temizlik… Temiz olan kül tablosunu alıyor, yerine başka temiz koyuyor. Ön masadan aldığı temizi, bir yana, bir yandan aldığını benim masama getiriyor. Görevini; yani raconunu çok iyi yapıyor. Anladığım kadarıyla baş garsondan  bir uyarı almış olabilir; “ görevini iyi yap, masalara sık sık git ve temizle ki bahşiş bol olsun.” Bizim ki de bunu bu işi, bir ilke, bir racon belirlemiş olacak ki, temiz, kirli fark etmez, kendi raconunu kesiyor.

 Garsonun bu racon kesimine tam not verdim. Böyle yerlerde çok sınırlı, kendi bütçeme göre ancak 2 TL bahşiş bırakacakken,5 TL verdim.  Benim kisi de başka bir racon olmalı…

 Güven Serin 




30 Mayıs 2017 Salı

UÇAK KORKUSU,DOĞANIN COŞKUSU ve DETAK


Kamera; Güven 


Kamera; Güven


Kamera; Güven


Kamera; Güven 


Kamera;Güven


Kamera; Güven



UÇAK KORKUSU, DOĞANIN COŞKUSU ve DEDAK…
----------------------------

  Her şey insana dair, sadece şairlere bırakılmadığı zaman sözcüklerin satın alınması, yolun yolcusuna da yakışır, yeni sözcüklerle kavramlara tutunmak.

  Uçağın 9 Bin metre havada asılı kalması, yer çekim kuvvetine, mühendisliğin, fiziğin zarafetle dokunuşu değil de nedir? Her çıkışımda yukarılara, ürpertici korkuyu yaşamak; salınmak, safralardan, ağırlıklardan, tutunmak sözcüklerin şanlı kurtarıcılığına…

  Dünya ile birlikte ilerlerken uçağım, titrek kalemimden dökülüyordu birkaç sözcük;

Uçağa her binişim, insan mucizesini hatırlatıyor. Mühendisliği, kimyayı, elementleri, fiziği… Minnet içinde ürpertici bir korku; şükranla ve her daim olan soylu tekrar…

  Yere basmanın, yeraltındakilerden haberdar olmamanın güvencesi; şimdilik güzel olan keyfiyle katıldık DEDAK (İzmir Dağcılık ve Doğa Sporları Kulübü) gezi programına. Sezonun son gezisi; aynı zamanda Nilüfer Hanım tarafından yapılacak olan helvanın müjdelendiğini de öğrendim.

 Gezdikçe, görüyor, gördükçe anlıyor olmanın çabuk ve telaşsız kaynaşmaları yaşandı DETAK yöneticileri; Ragıp Bey, Nilüfer Hanım ve diğer arkadaşlarla. Ticari kaygılardan, bildik insan kurnazlıklarından uzak; şuurlu bir doğa ekibi; kahramanları…

  Urla, tepeleri, denize paralel insan ve hayvan patikaları… Bir şeylerin öykülerinin başlayıp, yaşamdan yaşama uzandığı alanlarda; insanın doğal ile barışık ve saygın bir şekilde yaşayabileceğini bilme bilinciyle yürüdük DEDAK felsefesiyle birleşmiş arkadaşlarla.

 Nilüfer Hanımdan öğrendiğim rakamlar; İzmir’de yaklaşık 40’a yakın Dağcılık ve Doğa Kulübünün olduğuna dair. Matematiğin yardımıyla yaklaşık bir hesap yaptığımda 20 Bin insanın kararlı, farklı ve lüks olmayan doğaya kavuşum inancı, şehirlerin nüfusuna göre çok olmasa da, ülkemizin tüketim ve suskunluk çılgınlığına göre oldukça iyi bir rakam.

  Orta dereceli bir parkur diyebileceğim, kısa pantolonumun, güneşe, rüzgâra açık tenimin makilerin değerli çalılarının bolca çizik atmalarını, imza ve kabul nişanesi olarak kabul ettim. Tadına varılınca, tat coşkusu içinde kalınacak kısa fakat bir o kadar önemli bir güzergâh yürüyüşü oldu.

  Yürüyüş boyunca tepelerden baktık denizin maviden yeşile, yeşilden maviye dönüşmüş berrak ve küçük koylarına. Bir yudum yaşama bakar gibi, bir başka gezegen, ülke aramaya harcanan çabaların, yakın çevrelerimize ve telaşsız harcanabileceğini düşünerek…

  Ta ki, Altınkoy sizi, soğuk, berrak sularıyla ayıltana kadar… Yaşar Kemal, bir zamanlar belki de içinde ki ateşi söndürmek adına; “ Güzel insanlar, güzel atlara binip gittiler.” Dedi. Oysa yanıldı.

 Doğanın, evrenin izin vermeyeceği, evrimin evrimle muhtaçlığı içinde olduğu değişmez bir şey var; kötülüğün karşısında ki iyilik gibi; güzel insanlar her daim varlar… Ragıp Bey, Nilüfer Hanım, Tülay Hanım ve diğer DEDAK üyeleri, yürüyüş arkadaşları gibi…

Güven Serin 







BİLİNMEDİK,GİDİLMEDİK YER DEĞİL BURALARI


Adrian Kapısı

Ne bilinmedik,ne de gidilmedik yer değil buraları...
Sadece,üzerinde gizemin,bilmecenin öyküleri saklı...


Adrian Kapısı-Antalya

Çırakların,kalfaların,ustaların sesleri duyuluyor.
Acele ediyorlar;büyük resmi tamamlamaya;gösteriye,
güvenliğe,zarafete dönüşecek eserin anlattığı,
anlatacağı kim bilir ne çok şeyler var;
dinlemeye hazır olanlara.


Kamera; Güven

Adrian Kapısı

Roma,öncesi ve sonrası;akıp giden
uygarlıkların kayda geçiş kapısı





22 Mayıs 2017 Pazartesi

KELİMELER SANATI



KELİMELER SANATI
----------------------

  İrlanda ve dünya edebiyatının önemli yazarı Joyce, üniversite bitirme tezi olarak kaleme aldığı tezi; San Maria Novella kilisesinde, Memmi tarafından resmedilmiş ‘Yedi Dünyevi İlim” çalışmasıdır.

  Bu çalışmaya göre eserde ki figürleri sağdan sola okuduğunu varsayan Joyce; birinci olarak ‘Kelimeler Sanatı’ yedinci figür olarak da ‘Aritmetik” çalışmasını konu eder.

  Yedi dünyevi ilimin, yolculuğu, yedi sayısının gizemi veya insanın bu gizem içerisinde, sözcükler ile matematiğin; birbirinden ayrı düşünülemeyeceğinin yazgısal birlikteliği…

 İstendiği kadar yok sayılsın; edebiyatın veya matematiğin saygınlığı. İyileştirici, var edici etkilerinin; insana dair mucizevî bir buluş olmaktan öte, insanın kendisini var etmesi, varlığını aktarıp, anlatması ve yaşatması için; kapana kıstırıldığı dünyanın dışına; evrenin büyük boşluğuna taşabilmesi adına da gerekli iki sanat… İki ilim…

  Yakın zamanda kurulan iki insanın arkadaşlığına tanık oldum. Daha kurulmadan, birbirinin çekim kuvvetinden öte; Albert Einstein’in ortaya çıkarttığı; yıldızların itici kuvveti oluşuverdi. Işığı büktüğü gibi, iki arkadaşlığı; ebedi arkadaş bırakacak diyalog gelişmiş aralarında.

  Birlikte geziye çıktıkları buluşma anlarında, erkek olan kadının çantasında ki kitapları görünce; “ Geziye çıkıyoruz, kitaplara ne gerek var?” deme gafleti, bilinmezliği, hatta yok oluşu içinde deyivermiş.

  Kadın; “ Gülümsemiş” ,sözcükler sanatının bilincinde olmayan, iyi, saf ve nazik erkeğin, hep iyi ve saf kalacağına; hoşluğun boşluğa tutunuşu gibi gülmüş…

 Güven Serin



19 Mayıs 2017 Cuma

GÜLCAN ALTAN YİNE ARAMIZDAYDI






                            GÜLCAN ALTAN, YİNE ARAMIZDAYDI




  Bir Tekirdağ gecesi; her gecenin güne meyilli olduğu, her günün geceye aktığı akşam vaktinin biraz ötesi; Gülcan Altan ve grubuyla; Ahmet Erensoy Gençlik Merkezinde şarkılarını söyledi. Bir konserden çok öte; uygar dünyanın yakışan haliyle; dinleyici ve müzisyenler; neredeyse iç içe, aynı sahnenin bir parçası gibi…

  Süleymanpaşa Belediyesinin Gençliğe, genç kalabilmiş bütün ruhların bedenlerine sunduğu en güzel armağanlardan birisidir Ahmet Erensoy Gençlik Merkezi. Müziğin ritmidir gençliğe, yaşama dair direnmeye çalışanlara destek olan.

  Edebiyatın, felsefenin, bir işi zanaatkâr seviyede yapan, üreten her insanın harekete, yaşama tutunduğu gibi tutunur, müziği, yaşamı duyumsayanlar. 20016–2017 yılları; Süleymanpaşa Belediyesinin katkılarıyla neredeyse müzik şölenleri yılları haline geldi. Bize çok yakın, dünya şehri olan İstanbul; aynı zamanda, sanatın ve sanatçının da merkezi.

 Bu merkeze uzanan, sanatçıyla köprü kuran Süleymanpaşa Belediyesi; mucizevî bir atılım yaptı. Alternatif Sahneyi kurdu. Gençliğe adanmış; gençliğin ritmine tutunmuş her insanın, o sahnenin yakınında, içinde ve üzerinde, her türlü hünerini göstereceği veya dinleyici olaraka, karamsarlıkları, müziğin hikâyeleriyle dağıtacağı; dağıttığı bir sahne.

 Bu sahneye katkı verenlerden birisi de Gizem Dumandır. Altarnetif Sahnenin, müzisyenler, sanatçılar ve seyirci ile buluşmasını, organizesini sağlayan Dumana teşekkür ediyorum.

 Bu teşekkür, gecenin alkışlarını, dinleyicinin müziğe, mitolojiye; kısacası hikâyelere yazgılı olan gönlünü kazanan Gülcan Altan’a da yapıyorum. Ahmet Erensoy Gençlik Merkezine, Altarnetif Sahneye ikinciye gelen, birinci gibi, ikincinin de sahne dinleyici buluşması içtenliğine; kâh bir öğretici, kâh bir yorumcu ve bazen bir hikâye anlatıcı olarak; müzikten mitolojilere yol aldık.

 Çerkez mitolojisinden Azteklerin, And Dağlarının diyarına kadar; zamanlar arası geçişlerin, şimdiki zaman sahnesine akışlarını alkışladık. Kaderin, geçirkenliğini, insanın hülyasını, bu hülyaları en güzel anlatan yardımcılardan birinin de müzik, müzisyenler ve yorumcuların yapabileceğine bir kez daha tanıklık etmenin kıvancı değerliydi.


  Nasıl ki, İrlanda mitolojisine konu olmuş lanetli kralın; Ağaca Tüneyen Sweenty’in hikayesini anlattıysa Flann O’Brrıan,Burgazada’nın kuşlarını,rüzgarlarını,teknelerini,kayıklarını anlattıysa Sait Faik;Gülcan Altan da,araştırma,dinleme ve yorumla anlatıyor binlerce yıllık hikayeleri;notaların,davulların,gitarın,flütün,çellonun ve bütün bunlara ruhsal,sanatsal bütünlük veren sesi,sezgisiyle…


 Sezen Aksu, kendi yorumuyla sesleniyordu; gülümsemeyi unutanlara veya zorlananlara; yalvarırcasına seslenmiyor muydu?

  Gülümse Hadi; gülümse. Belki şehri bir film geleceğinin umudunu söylemez mi?

  Bir güzel orman olacak olan yazıların, değişecek iklimin, gülümsemeye yazgılı olduğunu; bütün bunlara ilave yapar Gülcan Altan; müziğin, müzisyenliğin ilk önce yorumcu olması gerektiğinin bilinciyle; yönelir, pişeceği, pişip insan açlıklarını doyurup, sessizlerin sesi olacağını; hikâyesizlerin hikâyesini yorumlayacağını; belki de baştan biliyordu; en baştan…

 Süleymanpaşa Altarnatif Sahneye çiçekli desenli bir elbiseyle çıktı. Sanatçı; sol elinde bilekliği; Çerkez kültürünün bir temsilcisi; Kafkas dünyasının sesi, soluğu; ova, vadi ve dağlarını yansıtan, mitolojik bir öykü-kahraman gibi; şarkılarını söyleyip, hikâyelerini anlattı.

 Böyledir sanatın yorumcusu olmak; köklerin kıymetini, onlarsız bugüne, yarına; menzile ulaşılamayacağını anlatmak gerekir. Adiyuf’u hatırlamak, bilmek; borsanın, malımınız, mülkümüzün değerini hiç arttırmaz...

  Oysa ruhumuzun, kendimizin ne kadar pahalı bir seçim ve zenginlik yapmış olduğumuzu ilan eder; tüm zamanların ruhlarının da şenliğe katıldığını duyumsar; hatta görebilirsiniz de…

Sülün havalandı Adiyuf
At şaha kalktı ve öldü Adiyuf
Ailene götürsem Adiyuf
Hoşlanmazlar Adiyuf…


 Güven Serin 


18 Mayıs 2017 Perşembe

VATAN MAHZUN BEN MAHZUN



                                     VATAN MAHZUN BEN MAHZUN




Namık Kemal’in yolculuğu oldukça ilginç ve değerli, aynı zamanda şaşırtıcıdır. Tekirdağ’da doğmuştur doğmasına ama beş yaşından sonra gidişiyle belki de sisli bir rüya; çok değerli azıcık bir hatıra olarak kalmıştır.

  Yüreği, bilgiye, görgüye, yenilenmeye ve vatan sevgisine odaklanan insanların belki de en büyük eksiği veya fazlalığıdır, fazlaca geriye bakmaması. Hürriyet’i ağzından düşürmeyen, Hürriyet ile Vatanın koşulsuzluğu üzerine; Fransa, İngiltere’de koşturup, yazılar yazıp, insanları heyecanlı kılan bir insan…

  Kıbrıs Gazimağusa’da 3 yıllık sürgün hayatının ne kadar verimli olduğunu, bu dönemde 12 yapıt-eseri ortaya çıkartarak, edebi dünyamıza; Zavallı Çocuk, Akif Bey, Gülnihal, Karabela gibi değerli miraslar bırakmıştır.

 Namık Kemal, okumanın, sohbetlerin faydasını hissiyat taşkınlıklarıyla fazlasıyla görüyordu. Hissiyatı, sezgileri ve zekâsıyla harmanlanıyordu harmanlanmasına; fakat hep parasızdı… Bir türlü yetmiyordu kazancı. Yettiremiyordu… O günün vatan anlayışı aynı zamanda onurlu bir yaşam, çalmadan, hırsızlık yapmadan sınırları zorlayıp, borçlu süreçler demektir.

  Belki de bu kırılmalar; borçlar ve bir aileye sahip olmanın getirdiği sorumluluk, iki ayrı Namık Kemal karakteri çıkartır edebiyatımıza. Abdülaziz döneminde ki Namık Kemal ile Abdülhamit döneminin Namık Kemal’i bir değildir.

 Birinde, Hürriyeti, Vatanı sıkça savunurken; değirinde, Abdülhamit’in Mutasarrıfı olmuştur. Midilli’ye, Rodos’a ve Sakız’a, koşturmacanın, ailesel korkuların, oğlu ve kızının geleceği adına en çok eleştiri aldığı zamanların hikâyesini yazmıştır.

 Övgülerle doludur Abdülhamit’e karşı… Bitmeyen, tükenmeyen hisisyatı, Hürriyet ve vatan sevdası; yok mu olmuştur? Asla…

  İnsanın, insan zaafları, alışkanlıkları ve çevresine karşı olan sorumlulukları nice insanı, aynı yere mıhladığı gibi Namık Kemal’i, edebi eserlerin yaratıcılığına, eşsiz sohbetlere ve hakkıyla yapmış olduğu Mutasarrıfı görevine bağlamış; bir başka saygınlık, itibar yaratmıştır.

  Yeni Osmanlılar sevdası, gençlik yıllarının Anadolu Kavağı Yuşa Tepisinde kökleşip, Avrupa şehirlerine, oradan başkent İstanbul’a, yurdun her yanına taşınmış, cansız bedenlere can veren bir ruh gibi sardığı zamanlar geride kalmış.

  O,artık Abdülhamit’in memuru, yöneticisiydi. Abdülhamit mutluydu; ciddi ve her an gözaltında tutulacak belanın kontrol altına alınışının muzip gülümsemesini yaptığı bellidir. Belli olmayan nice şey gibi; Namık Kemal; belki de sürekli batı hayranlığını, yardımlarını, aynı zamanda bir başka çekincenin, korkunun; bölünme, parçalanma endişelerinin durgunluğunu, karar ve kararsızlığını yaşıyor olabilir.

  Kısacası, Avrupa’yı çok iyi tanıyan Namık Kemal; Avrupa kurnazlığını, korkusal bir disiplinle karşılayıp, Abdülhamit’in Mutasarrıfı olmayı yeğliyor görünüyordu. Bu bilginin, edebi, felsefi, hürriyet ve vatan aşkının olgun bekleyişinden başka bir şey değildi; suskunluğu…

  Bir taşlamasında;

Edebisizlikte tekleriz/ Kimi görsek etekleriz/ Hak’tan da yardım bekleriz/ Ne utanmaz köpekleriz.
Biz bakmadan sağa sola/Düşman girdi İstanbul’a/Vatanı sattık bir pula/Ne utanmaz köpekleriz.

  Namık Kemal’in arkadaşı Reşat; Reşat Paşa’da içinde kök salan ve bazen depreşen devrim sancıları yüzünden şu seslenişi yapacaktır, yaşamının son zamanlarında;

“ İçimde hep devrim ateşi yanıyordu. Ama eylemlerin dışında kalmam, bana acı veriyor.”

“ Hürriyetimi yüz altına sattım.” Derken, yüz altın değerinde ki maaşı; belki bu maaş karşılığında susmuşluğu anlatıyor; Kurtuluşa dönüşecek; Mustafa Kemal’in önünü açacak, tarihi, sosyolojik ve mucizevî görevlerini yapıyorlardı…

  Namık Kemal’in Vatan Mersiyesi, sarhoş Hikmet diye bilinen şair arkadaşı, Hersekli şair Arif Hikmet ile bir Midilli gecesi, rakı tepsisinin başında sabaha kadar sürecek vatan mersiyesi söylemeye başladılar. İlk beşliği Namık Kemal söyledi;

Ah, yaktık şu mübarek vatanın her yerini/ Saçtık eflake kadar dumanını, ateşlerini/ Kapadı gözde olanlar çıkacak gözlerini.

Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini/Yokmuş kurtaracak bahtı kara anasını

  Namık Kemal ve arkadaşlarının başlattıkları devrim ateşinin, hürriyet aşklarının ve edebi sözcüklerin takipçisidir Mustafa Kemal. 1919 Aralık ayı sonlarında, Sivas’tan Ankara’ya giderken Kırşehir'e uğrar. 24 Aralık günü, Gençler Cemiyeti üyelerine coşkuyla seslenir;

Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini / Bulunur kurtaracak bahtı kara anasını

Namık Kemal’in mersiyesinde bir parça değişiklik yaparak, anlatır o gün geleceğin ülküsü; ülkesini…

  Namık Kemal’in ölümünden çok önce vasiyeti için yazdığı şiir; onun bütün ruhunu, değişmez inancını da kazır; yüreklerimize;

Ölürsem görmeden milletimin ilerlemesini/ Yazılsın mezar taşıma;

Vatan MAHZUN ben MAHZUN…

Güven Serin 

17 Mayıs 2017 Çarşamba

BABALAR KIZMAK İÇİN DE VARDIR




BABALAR KIZILMAK İÇİN VARDIR
--------------------------

  Bazı konuşmalar, kadim zamanların kilerlerinde saklanan yiyecekler gibidir. Misafirleri beklerler; konuklara ayrılmışlardır.

  Bir öğretmenden, kendi yaşamından bir anıyı dinlemiştim bir vakitler. Öğretmenin kızının okumak amaçlı başka şehre gittiğini ve bir nedenden dolayı babasına küstüğünü öğrendim. Ve sonra, hatasını anlayan kızının, yorum ve açıklamalı bir şekilde özür dilemesi, tecrübeli öğretmenimizi, ayrı bir öğretiye dikkat çekmesi adına, kızına söylediği söz çok değerli ve kıt…

  Kızı, telefonun ucunda ve küs olduğu babasından özür diliyor. Öğretmenimizin verdiği öğretici cevap;

  “Olsun kızım! Babalar, aynı zamanda kızılmak için de vardır.!”

 Sulu gözlü değilim ama ağlamaktan da utanmıyorum. Sırf bu sözcük için gözlerimin dolmasını, içtenliğin, olgunluğun, tecrübenin ayaklar altından kurtarılması; çelişkili dünyamıza yüce bir anlam yüklemesi olarak görebilirim…

Güven Serin 


15 Mayıs 2017 Pazartesi

SÜLEYMANPAŞA 50.YIL ORTAOKULU ŞAMPİYON


SÜLEYMANPAŞA 50.YIL ORTAOKULU
ŞAMPİYONLAR...


                     SÜLEYMANPAŞA ÖZEL İDARE ORTAOKULU ŞAMPİYON



  Bilgi deyince akan sular duruyor. Hatta tersine akıtabiliniyor. Bilginin, bilmekten, öğrenmekten, emek harcayıp, sonsuza adanmaktan geldiğini biliyorum…

 Dünya üzerine ki söz sahibi ülkelere bakarsanız; bilginin öncülüğünü; liderliğini görürsünüz. Tam da bu sözcüklerle bilginin, dinler, âlimler, kadım zamanların geride kalmış uygarlıkları tarafından da ne büyük önem arz ettiğini; Babil, Bergama, İskenderiye Kütüphanelerinin içinde bulunan bilyonlarca yazılı eserin saklanmasından, kollanıp, önemsenmesinden de anlayabiliriz.

  Konumuz bilgi olunca; Süleymanpaşa Özel İdare 50.Yıl Ortaokulunun öğrencilerinin de bu konuda söz sahibi olduğunu öğrendim. Genç beyinlerin;21.yüzyılın bilgi çağında, bilgi çöplüklerinde boğulmadıklarını bilmek, hangi bilgiyi işlenir, hangi bilginin saklanır ve kullanılır olduğunu anlamaları adına; kıvanç duydum.

 21.yüzyıl uzay çağının çok hızlı başladığı, gelişeceği dönem olsa da, bu gelişmelere damgasını vuracak şey de bilgidir. Dünyamızda iki yüzden fazla devlet var. Önce devletler ise elimizin parmaklarını geçmeyecek kadar az.

  Niçin? Çünkü bilgiyi ellerinde bulunduruyorlar. En önemli, stratejik teknolojilerin formüllerini ellerinde tutuyorlar. Bu gelişmeyi nelere borçlular? Elbette, bilginin nerede olursa olsun peşinde koşmalarına.

 Avrupa Uygarlığının en büyük özelliği budur; bilgiye, faydaya olan ne varsa, nerede olursa olsun, sabırla peşinde koşuyorlar. Bilginin peşinde koştukları ülkenin dilini, adetlerini öğreniyorlar. Çine, Hindistan’a, İrana, Suruyeye, Afrika’ya; aklımıza gelecek neresi olursa olsun; bilginin olduğu her yere koşup durdular.

 Dinimizin kutsal kitabında Alak Suresi, bilginin kutsallığını, evrenselliğini ve olmazsa olmazlığını ayetleriyle işaret ediyor;

Birinci Ayet; Yaratan Rabbin adıyla oku! Üçüncü Ayet; Oku, Rabbin en cömert olandır. Dördüncü Ayet; O,kalemle öğretendir. Beşinci Ayet; O,insanın bilmediğini öğretir.

 Öğrenmenin bin bir yolu vardır elbet… Dinleyerek… Deneme yanılma yoluyla… Esas olanı, en iyi olanı ise; araştırarak; yani okuyarak…

 Bu düşünceyi algılamış, bilginin yüce rekabetini kavramış Süleymanpaşa Özel İdare 50. Yıl Ortaokulu öğretmenleri ve öğrencileri böyle bir süreç içinden, heyecan, coşku ve onur duyarak rakiplerini bir bir elediler. Ve sonunda, güzel bir kutlamayı, teşekkürü hak ettiler.

 Süleymanpaşa Özel İdare 50. Yıl Ortaokulu yöneticileri, öğretmenleri ve gençler; sevgili öğrenciler; kardeşlerim, hep ellerinden sıkar, gözlerinden öpüyorum. Daha da doymazlık içinde, açlığın en güzeli olan öğrenmenin, öğretmenin, milli şuurumuza, ruhumuza, onurumuza katkı verecek gelişmelerin takipçisi olunuz.

 Biliniz ki, başlarımızın öne eğilmemesi; gençliğimizin, sizlerin en iyi bilgilerle donatılmış, dünya gençliği, milletleriyle yarışta var olmanız için, bilginin, sporun, sanatın da içinde; tam da merkezinde olmaktan geçtiğini; sizleri alkışlarken hatırlatmak isterim.

  Bu bilgi şölenini, gençlerimizin değerli başarısını, aziz vatanımızı silah arkadaşları ve milletimizin fedakâr insanlarıyla birlikte saldırganların elinden Kurtuluş Savaşıyla kurtaran değerli büyüğümüz Mustafa Kemal’in kendi sözlerinden bir hatırlatmayla kutlayarak sonlandırıyorum;

 “ Fert olsun, millet olsun, neşeyi elden bırakmamalıdır. Neşe enerji kaynağıdır; neşesiz bir milletin yaşamaya hakkı yoktur.”

Güven Serin  

13 Mayıs 2017 Cumartesi

NEŞELİ OLMAK



NEŞELİ OLMAK

Bir çalışmam için İlknur Güntürkün Kalıpçının Mustafa Kemal'i anlatan kitabına başvurdum. Daha önce ne kadar okusak da,insan beyninin unutmaya,başka bilgilere yer etmeye meyilli oluşunu da anlamam mümkün...
Mustafa Kemal'in nice sözü bir yana;en görkemli eyleminin üretiminin sonucudur Türkiye...Sadece bu görkem bile onu hücrelerimize işlemeye yeter...

O,öyle bir insan ki;yaşamının her alanında düşünce ve eylem içinde ve ona dair tespitlerin,bugün için neredeyse kıt,nadide hale gelmiş;hatırlatmalar yapar.

Sıkışmış toplumumuzun,gençlerimizin,öğrenim,sınav bombardımanında yaşadıklarına çok iyi bir şifa,ilaç,kurtarıcı sayılacak sözlerinden sadece birisi;

" Fert olsun,millet olsun,neşeyi elden bırakmamalıdır.Neşe enerji kaynağıdır,neşesiz bir milletin yaşamaya hakkı yoktur." 

Güven Serin 

12 Mayıs 2017 Cuma

BABÜR ŞAH



BABÜR ŞAH
-----------------

  Bir parça tarihin içine; kendi tarihimize dönsek; şaşıracak o kadar çok saygı duyulacak olaylar, izler, mihenk taşları var ki, aylar, yıllar lazım; okumak, anlamak ve süzmek için.

  Babür Şah’da böyle bir tarihin başyapıt olan Taç Mahal gibi bir eserin yapıldığı Agra Şehrine; Babür İmparatorluğu mührünü vurduğu gibi, sanatı, mimariyi de yüceltip, yayan kişidir Babür Şah.

  İşi gücü bırakıp bir batı hayranlığı tutturmuş gidiyoruz. Gözlerimiz o kadar kamaştı, kulaklarımız o kadar kirlendi ki; görmemenin, duymamanın garip yoksulluğu içinde hovardaca yaşıyoruz.

 Bu zenginlikleri, değerli dönemleri bilmeden, kendimize yaptığımız haksızlığın haddi hesabı yok… Bilmemenin mimarisi de, mühendisliği de eksik oluyor; bu zamanlara beton yığını olarak yansıyor.

  Hâlbuki bir Türk İmparatorluğudur Babür İmparatorluğu. Geçmişimiz değerlendiren bazı yazarlar, tarihçiler onun için; “ Türk Tarihin en seçkin şahsiyetlerinden birisidir.” Diyorlar. Türklerin her alanda yetiştirdiği birkaç yüz dahi arasında seçim yapılsa; ilk yirmiye girer deniyor.

  Yetenekleri; sadece savaş sanatını bilmekle çıkmıyor ortaya. Mimariye, edebiyata, müziğe, bitki bilimine; yani yaşamın içinde olan her şeye ilgisinin olduğu biliniyor.

 Babür-name eseri şu cümleyle başlıyor; “ 5 Ramazan 899 Salı günü Fergana’da on iki yaşında padişah oldum.”

  Hindistan’a bahçe mimarisini getiren kişidir. İngilizler bu mimariyi İngiltere’ye taşımışlardır. Sürekli öne çıkartıp eziklik yaşadığımız batı uygarlığı böyle ilerlemiştir; gördükleri her güzel, faydalı çalışmayı; not alarak, dinleyerek kendi ülkelerine taşıma birincisidir batı dünyası.

  Onun döneminde Agra şehrinde 680 taş işçisi sadece kendi planladığı binalar için çalışıyordu. Onun başlattığı mimari, ondan sonra gelen 5. Hükümdar Şah Cihan tarafından yaptırılan Taç Mahal’dir.

 İlk önce kendi tarihimize, sonra bütün milletlerin tarihine dönmeliyiz; yaşam biçimi olarak; abartmadan, en sağlam ve doğru yazılmış kitaplardan öğrenerek; bugünün ıssızlığına, güvensizliğine neden düştüğümüzün, plansızlık içinde niçin boğulduğumuzun cevabı; kendi tarihimizin yanında dünya tarihinde gizlidir. 

Güven Serin 

9 Mayıs 2017 Salı

KIŞKIRTMA




KIŞKIRTMA…
--------------
  
Bu sözcüğün temize çıkması, kendini savunması çok zor gibi görünüyor. Her daim, kötülüğe yazgılı gibi…

  Sözcüğe can ve akıl verilse, kendini “hadi savun” denilse; kimleri seçerdi? Elbette, yazarları, şairleri, filozofları seçerdi. Ancak, onlar kurtarırdı onu düştüğü bu büyük kâbustan…

 Oysa edebiyatın kadim elleri dokunmaya görsün; nasıl da sımsıcak sarar insanı; kışkırtmanın dişil çağrısı. Yine eyleme dönüktür; kötücül olmayana… Tuzak kurmayana… Ahenk, tonlama bütünlüğü içinde, şiire, anlatıma; köyden kente, kentten ovalara, dağlara, bayırlara heveslendirmeye yöneliktir.

  Edebi dünyanın iz bırakanları düşündüğünüzde, en kötücül sahneleri yaşayan Veysel’i düşünün! Onun kışkırtılması, terk edilmişliğe duyulan öfke değil; bilakis; Uzun İnce Bir Yolun sonsuza açılan kapılarına dönüktür. Kör oluşu, kara bir baht değil; Kara Toprağın hayat sunuşuna, büyük bir anlayış gösteriştir.

 Ya Borges? Körlüğü kalkan olarak kullanmış, kışkırtmanın içe dönük hastalığı değil, ailesinden-genlerinin ona taşıdığı bu geçişi, kaderin kaçınılmazlığı, yazgının bir lütufu gibi kabul etmiş…

  Okuyamamanın, görememenin belli bir yararı olduğunu, okumayınca zamanın başka biçimde akışına tanıklık ettiğini anlatmaya çalışmıştır

 Onu anlatanlar; körlüğün onu, bitişe, sona hazırlayan bir kışkırtma değil, tam aksine koruyucu bir kalkan, şaşırtıcı belleğinin daha bir ortaya çıkışı olduğunu izah ederler.

  Cemil Meriç’in körlüğü de böyledir; körlük, pes etmeye yazgılı bir kışkırtma değil, dinlemeye, anlatmaya ve dersler vermeye geçiş; yaşamın ikinci bölümü veya yepyeni bir anlamı gibi, edebi dünyamızın içinde yer almasına hak kazanmıştır.  

 Güven Serin 




5 Mayıs 2017 Cuma

PANDORA'NIN KUTUSU




PANDORA'NIN KUTUSU
---------------------------

  Efsanelere göre çoktan açıldı Pandoranın Kutusu. Kötülük o zaman saçıldı yeryüzüne. İnsanoğlunun destanlar, şiirler, hikâyeler yardımıyla ne büyük geçişler, kurban ayinlerine tanıklık yaptığı, tarihin kan donduran erdemle sayfalarında gizli.

 Bana sorarsanız, Pandoranın Kutusu her daim açılmaya-saçılmaya devam edecek. Sıkça başvurulan, bugünün siyaset dili; “misli misli” Açılıp, saçılacak; hesap soracak Zeus gibi pandora kutusunu elinde tutan güç-otorite.

  Kendi tarihini gizleyen hayranlığını, bağımlılığını sorgulamak yerine, kendi öfkesini yüceltmek hatta yeşertmek adına çocukların, çocukluk zamanların tehditleri, saldırıları yapılacak; savaşmanın yarattığı muhteşem yer çekimi; soylu seçmeni dünya yüzünde tutuyor. Uzaya veya özgür olana, ilime, sanata dokunamıyor; çünkü öfke ve pandora kutusundan saçılan kötülükle korkutuluyor;

Hatta oyalanıyor; öteden beri, beriden öteye; yazgı mı? Evrimin soylu oyunu; belki, biz insanların sıkça kullandığı şey; intikamı mı?


  Siyaset, ne zaman ilimden faydalanmaya başlayacak; o zaman Pandora Kutusundan saçılanlar, birer birer yuvasına dönecek; insanın imkânsızsı yakalama, ölümlü olmanın ölümsüzlüğü arama sevdası; tam da burada gizli; Kapanacak kutuya, hapsolunacak kötülüklerin destansı varlığında değil; kendi iradesiyle, ortaya çıkarttığı zengin düşünce biçimlerinden…

Güven Serin 

3 Mayıs 2017 Çarşamba

İLETİŞİM YAYINLARINI KINIYORUM




                                   İLETİŞİM YAYINLARINI KINIYORUM…


Elimdeki kitap, Jorge Luis BORGES’in Dantevari Denemeler Shakespeare’in Belleği üzerine yapmış olduğu çalışmalarını anlatıyor. Çeviren, Peral Bayaz Charum.

  Bu değerli çalışma; şehir kütüphanemizin kayıtlarında; şehir insanlarının edebi, sosyolojik ve kültürel olarak daha da aydınlaması için alınmış. İLETİŞİM yayınlarının piyasaya sürdüğü, fakat çok ince bir şeyler gizlendiği, bilinçaltına etki etmeyi hedeflemiş çalışmanın ürünü…

 İşte bu yüzden İLETİŞİM yayınlarını kınıyorum. Paranoyak korkulardan, işaretlerden, saplantılı bir milliyetçilik kökleri olduğundan değil; her topluluğun, milletin, ülkenin hak ettiği saygıyı, anlayışı, itibarı görmek isteyen bir yurttaş kimliğimle kınıyorum.


  Kitabın 7. sayfası KRONOLJİ ile başlıyor. 28.sayfaya kadar devam ediyor. Yani 22 sayfa kronoloji… İşte bütün incelik bu 22 sayfada ortaya çıkıyor. Hem de yaşadıkları yerin kıymetini bilmek şöyle dursun, tarihe, tarihe geçen yüce olaylara, önemli şahsiyetlere hiçbir önem vermeden, kendi tarihlerini gözlerimizin içine sokarak…

  Kitabın kronolojisi; yani yazarın doğduğu zamandan,1896 dan dan başlayarak 1986,ölüm zamanına kadar geçen önemli olaylardan söz ediyor. Birçok kitapta, yazarın doğduğu andan itibaren, döneminin önemli olaylarının anlatımı vardır.

  Değerli okuyucu; dikkat buyurunuz! İletişim Yayınları öyle bir ustalıkla işe başlıyor ki, şaşmamak, kuşkuya ve hüzne kapılmamak elde değil. 22 sayfalık ve 97 dönemin önemli olay anlatımlarında Türkiye; dört yerde geçiyor.

  Yazarın doğum tarihi 1896 yılında, dönemin önemli olayı olarak; “ İstanbul Ermeni ‘milliyetçiler’ Osmanlı Bankasına saldırdı. Yetkililer şiddetle karşılık verdi ve üç bir Ermeni öldürüldü.”

 Kitabın kronolojisi bu önemli olayla başlıyor. İstanbul’da; Osmanlı Başkenti olan yerde, saldıranlar Ermeni Milliyetçi oluyor da, onların öldürülmesi işi “ şiddet” ifadesiyle anlatılıyor.

 Burada; tüm öldürme olaylarını kınadığımın altını, yüz bin kez çiziyorum… Zayıf iradeleri, yönetimleri, adaleti; kınıyorum… Katiyen, ölümü, öldürmeyi bir hak olarak görmüyorum.

 Bir şeyi daha kabul etmiyorum. Yaşadığın yere vatan diyorsan, burada doğup, ölüyor, zengin oluyorsan; altını oyduğun o büyük dehlizlerin çökme olasılığı, sosyolojik bir vaka değil midir?

 22 sayfa 97 evrenin anlatımıyla devam eden kronolojik sıralama da bolca ABD olayları, yazar, ressam, şair ölüm ve doğumları, onların eserlerinin sunumları varken; ülkemizde doğmuş, ülke sevdasını, içtenliğini hiçbir zaman yok etmemiş iki yazar ve şairin ismi geçiyor.

 Yaşar Kemal ve Nazım Hikmet… Kitabın kronolojik sıralamaları 1890 tarihinde, boş geçirilirken Osmanlı İmparatorluğu adına Japonya’ya gitmiş ve geri dönerken 16 Eylül 1890 yılının gecesinde batan Ertuğrul Firkateyni; bu büyük Deniz Faciasına yer verilmiyor.

 Sanırım, bu olay, dönemin önemli olayı olarak sayılmıyor. Çünkü bizleri anlatıyor. Bizim sancılarımızı, acılarımızı…

  Kronolojik sıralamada 1915 yılına gelindiğinde; “ Ermeni Kırımı” çok kısa bir hatırlatma ile yola devam ediyorlar. Yani hafifletici bir sebep; soykırım yerine; “kırım” sözcüğüyle, tam olarak neyi anlatmaya çalışıyorlar? İnsanlığın, neredeyse bütün dönemlerinde, içinde yaşattığı diğer milletlere uyguladığı vahşeti, adaletsizliği veya çaresizliği mi?

 Milletlerin tarihleri; kahramanlık zamanları, aynı zamanda, büyük kan döküldükleri zamanlar olup; bugün, hiçbir uygar ülke, tarafsızlık yemini ve inancıyla bu olayların irdelenmesine yaklaşmıyor…

1915 kronolojik sıralamasında Çanakkale Savaşı; “lütfen” gibi geçiliyor. 1916;Çanakkale’nin bitişi, kazanımı yok… Olmasını bekleyemem de. Bu durumda 1918,1919 Samsun da yok… 1920,1923 Cumhuriyet de yok… Kurtuluş Savaşı, İnönü de yok… Harf Devrimi, Kadınların Seçme ve seçilme hakları yine yok…

  Türkiye Cumhuriyet’in Kuruluşunu gerçekleştiren Mustafa Kemal’in ölüm tarihi de yok. Olmasını da beklemedim; bu zift kokan anlayıştan.

 Fakat olan ve dönemin önemli olayı diye ilk Nazi Kampını ve Adolf Hitler, Almanya’da şansölye oluşunu, anlatıyor.

 1938’de Mustafa Kemal’in; kendini bu ülkede; millet, yurttaş saymış herkesin büyük hüzün yaşadığı zamana; Alman diplomat Ernes vom Rath’ın Paris’de suikasta uğradığını önemli olay olarak koyuyor.

  1960’da yine Türkiye’den 27 Mayıs ihtilali oldu, diye geçiyor.1963 yılında “Nazım Hikmet” birçok sanatçının ölüm haberi olarak veriyor.

 1947’de İsrail Devleti’nin kuruluşu anlatılırken,1940’lı yıllarda, eğitim reformu olarak yeşeren Köy Enstitülerinden; katiyen söz edilmiyor. Yaşar Kemal’in İnce Mehmet’i ve 1980 Askeri Darbe’si; ülkemizden verdiği önemli olayların anlatımı; böyle sonlanıyor.

 Doksan yıla yakın bir anlatımda; Osmanlı İmparatorluğu tarih oluyor, Gelibolu, Çanakkele Savaşları oluyor, Türkiye Büyük Millet Meclisi kuruluyor, Cumhuriyet ilan ediliyor ve inanılmaz bir süreç yaşanıyor; ülkemize nice Alman bilim insanı göç ediyor; hiçbirisi kayıtlara girmiyor.

  Kınıyorum! İletişim Yayınlarını ve onların zift kokan felsefelerini, elimde ki en görkemli silah; yazı sanatıyla KINIYORUM…


 Güven Serin 
 

  

1 Mayıs 2017 Pazartesi

BİR DECCAL'I M BEN





                                       

BİR DECCAL’İM BEN!
-------------------

  Filozof, kendi zamanından konuşurken yüksek sesle; belki bazen çok alçaktan; ancak hayvanların duyabileceği frekanstan; bozguncu, canavar, hırsız olduğunu duyuracaktır dış dünyaya.

 Bütün, kötülükleri kendi üzerine almaya üşenmediği gibi; insanların aldanış çabalarını; Akif’in anlatmak istediği gibi; “ İnsan, zor mahlûktur.” Ve bir o kadar da “Eşrefi mahlûkat” olduğunu düşünebiliriz…

 Her gün bir kutlama; insan törenleri; geçmişin kurban törenlerine büyük kınamalar, saldırılar, acınası bakışlar atarken; kendi bitmeyen yapay, ticari ve sevgiden uzak kutlamaların ardı arkası kesilmezken; Ben Deccal’ım diyen filozof, bütün insan zaaflarını, kurnazlıklarını, kısa ve uzun koşularda; Anneler, Babalar, Sevgililer, İşçiler başramları, günleri; bitmek bilmeyen kutlama, tebrik mesajlarıyla şekillenir, dağlanır, dalgalanırken; hemen geçtiğimiz diğer günde, bir önceki günün eseri bile yoktur üzerimizde…

 Bir hayvanın yavrusu ölünce bile dört beş gün yas tuttuğu, büyük bir hissiyat içinde içgüdüsel veya başka bir üst kavramın seçeneğine yapışım, bakışlarında insanı delip geçen, evrenin sonsuzuna uzanan samimiyet, duygu yükü görünüyorken, insanın bayramları, günleri, her geçen gün fakirleşiyor; yozlaşıyor.

 Tıpkı, düğün törenleri, ölüm yolculukları gibi; bir saman alevi gibi; ne fotoğraflar, ne de videolar yetiyor, büyük şölenin kalıcılığının büyük heyecanını birkaç gün öteye taşımaya. Özümseme, algılara süzülen yüce coşku ve erdem eksikse; bir sel gibi, kendi tufanını oluşturuyor oluşturmasına ama destanını yazan yok…

  Ben Deccal’ım diye söylenen, kendi uçuşunu; hiçbir kuşun uçamayacağı yükseklik, hiçbir ayağın sürçüp yolunu şaşırıp gitmediği uçurumları anlatan, canavarın, büyük karıştırıcının hikâyesini dinlemek çok daha iyi. Her şeyden önce; insanın bütün evreleri var içinde…

  Deccal’ın anlattığı gibi; onun bir sürü deneye hayvanı var tanıdıkları arasında. Onun yazılarına karşı gösterilen, öğretici tepkileri, ölçüyü vurup; bizim zamanımıza ısmarlama bir şekilde iletiyor; belki de felsefenin, edebiyatın sonsuza endeksli; kötülüğün, iyiliğe olan büyük borcu; doğurganlığı gibi, aşamadan aşamaya, süreçten sürece; uygarlıklardan uyarlıklara aktarılıp gidiyor.

  Kutlu Olsun; bayramımız-bayramlarımız. Günlerimiz, gösterişlerimiz, üretken fakirliğimiz, düşünsel kısırlığımız ve muazzam korkularımız; KUTLU olsun…

 Güven Serin