31 Ekim 2023 Salı

GÜN BATIMI HER YERDE BAŞKA GÜZEL

 

Kamera; Güven

Kamera; Güven

                     GÜN BATIMI HER YERDE, BİR BAŞKA GÜZELDİR

         

        ( Ferhadanlı’nın İbibik Kuşları, Günbatımı Gibi Güzel )

  Bazı yerlerde gün batımı izlemek için insanlar birbirini çiğneyecek gibi koşarlar. Sorsanız; “ Gün batımı burada niçin daha güzel?” deseniz, inanın bana şöyle cevap almanız mümkün; “ Herkes geliyor, biz de o yüzden geldik…”

   Ne hoş değil mi; azcık markalaşan, öne çıkan ve içinde mitolojiyi barındıran, şiirsel dil ile sarmalanmış yerlerin hemencecik sahipleneni olmak…

   Laf aramızda arkadaşlar; mekânların ve mekânları içinde saklayan, koruyup kollayan tabiatın canı da vardır, ruhu da. Siz onu yapay, zoraki, moda olsun diye severseniz, o yer de, mekân da öyle sever; biz insancıkları…

   Bozcada’da rüzgâr enerji santrallerinin olduğu yere özellikle yaz aylarında minibüsler tıklım tıklım insan taşır. Niçin? Güneşin batışını izlemeye koşarlar da ondan… Ya geldikleri yerdeki güneşlere ne oldu? Sormayın derim; anlatılan ve yazılanı halen anlamak istememiş, düzen denen soylu işleyişin peşinde koşanı olduysanız…

   Çanakkale Assos Athena Tapınağı, sütunlarının olduğu yerde böyle insanlarla dolar taşar. Özellikle buranın kutsiyeti, mitolojik tarihi konusunda bilinçlenmiş turistler, kadehlerini de alır, üzümün insanlığa taşıdığı ve sunduğu şaraplarını yudumlamayı da ihmal etmezler.

   Günün geceye süzülüşü; günbatımı her yerde farklı güzellikler taşır. Assos Athena Tapınağı da öyle, Bozcada batı ucu, Olimpos, Antalya Tahtalı Dağları üzerinden de farklı muhteşemlikte sona erer.

  Bu harika gün batımı; Uçmakdere, Yeniköy, Güzelköy, Ormanlı, Kaşıkçı, Ferhadanlı üzerinden ve yüzlerce başka başka yerlerin üzerinden de bir o kadar güzel görünür…

  Gün batımı güzelliğine dem katan insanın kendisidir. Bulunduğu köyün, kasabanın, antik diyarın, tepenin, ormanın, gölün, ırmağın; sesine, soluğuna ve öykülerine kulak verip kendi kavramını icat ettiyse; gün batımı her yerde farklı güzellikte izlenir ve yaşanır…

   Mehmet Çevik ve arkadaşları ile birlikte günü uğurladığımız su kenarı yanında bulunan bostan tarlasının batısında da gün öyle farklı güzellikte sona erdi…

   Böyledir gün sonları; erdem yüklüdür… Keman sesi de duyarsınız, davulların uzaklara akışını da…

    Biraz daha kendin olur, çevreni önemsersen, Ferhadanlı diyarına yavrulamak, yuva kurup nesillerini devam ettirmek için gelen İbibik kuşlarının gün batımı telaşı içinde birbirine sokulup, konuştuklarını da duyar, günle birlikte geceye ruhunuz ile birlikte süzülmenin engin becerisi, üstünlüğü içinde;

  “ Hoşça kal gün” , “ Merhaba gece” diyerek, yaşama İbibik kuşları gibi tiz tınılar ve yabanıl bir hoşluk içinde teslim olursunuz…

 Güven SERİN 


 





28 Ekim 2023 Cumartesi

CUMHURİYET 100 YAŞINDA

 

İnternet




İnternet

                                         CUMHURİYET: YÜZ YAŞINDA

   ( Ey Yükselen Yeni Nesil, Gelecek Sizindir )

    Bir yüzyıl önce başlayan bir öyküdür Cumhuriyet.19 Mayıs 1919 günü bir vapur rüzgârı, insancıl bir anlayış, vatan ile millet sevgisinin de karşılığıdır Cumhuriyet…

   Cumhuriyet kurulmadan öncesi ve kurulduğu ilk yıllarda bu topraklarda ne kadının adı vardı, ne kitabın, sanatın, fabrikanın… Osmanlı İmparatorluğu’ndan geriye kalan dört fabrika, kırk bin köy; büyük çoğunluğu okulsuz, yolsuz, susuz… Anne ölümleri % 45 düzeyinde, çocuk ölümleriyse % 25

   Her türlü hastalık kol geziyor. Ortalama ömür 40 yaş,40 yılı aşan kişi kendini şanslı sayıyordu. Ama en önemlisi de Cumhuriyet’ten önce toplumun bir yarısı; kadınlarımız kayıp; yoktular… Ne miras hakları, ne seçme ve seçilme hakları, ne de çalışma yaşamında isimleri vardı.

 Mustafa Kemal Atatürk Cumhuriyet ilanından iki yıl sonra; 30 Ağustos 1925’de Kastamonu’da yaptığı bir konuşmada kadınlara erkeklerle aynı hakları vermenin önemini anlatır;

   “ Bir toplum, bir millet erkekle kadın denilen iki cins insanlardan oluşmaktadır. Olabilir mi ki bir kitlenin bir parçasını ilerletelim, diğerini göz ardı edelim de, kitlenin tamamı ilerlemiş olabilsin? Mümkün müdür ki, bir toplumun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça, diğer kısmı göklere yükselebilsin? Şüphe yok, ilerleme adımları iki cins tarafından beraber, arkadaşça atılmak ve gelime sahalarında birlikte mesafe almak gereklidir.

  Kısacası Cumhuriyet’in ideali kadınlarla erkeklere eşit haklardan yararlanmasıydı. Yüz yaşına gelen, yüzüncü yılını kutladığımız Cumhuriyetimiz, yüz yıl içinde farklı hükümet programlarını eleştirebilir, farklı siyasi görüşlerin uygulamalarını kabul etmeyebiliriz ama Cumhuriyet’in ilkelerine, kazanımlarına sırt çevirdiğimiz an yaşam sevincimiz ve insanı insan kılan umutlar, heyecan kaybolur.

   Bu yüzden Cumhuriyet ile başlayan sanat, edebiyat, bilim sıçraması Dünya Klasikleri denen eserleri de ülkemize gelmesini sağladı. Aynı atılımları, dönüşüm ve yenilikleri Osmanlı İmparatorluğu yapsaydı şüphesiz çökmez ve dünya uygarlıkları arasında öncü; mutlu ve zengin bir ülke insanlarına sahip olurduk.

  Kaybettiğimiz toprakların, kültürlerin büyüklüğü için tarihsel, sosyal, kültürel yönlerden üzülebilir, insani dersler çıkartabiliriz. Ama asla Cumhuriyete küsmemeli, elimizdeki bu zenginliklerin varlığını bedenimiz ve ruhumuz ile birlikte, köreltmemeli, eskitme-meliyiz.

  Dünya Klasikleri eserlerinden en öne çıkan Danıel Defoe’nin Robınson Crusoe isimli dev eseri, ne bir çocuk, ne de serüvenin adresi, romanıdır! Tam manasıyla insanın kaybettikleri ile kazandıkları, ulaşamadıkları ile ulaştıkları arasındaki o muazzam kültüre-BİLİNCE dokunmak, onu sahiplenmektir de.

  Cumhuriyet de öyle evrensel ama aynı zamanda onu anlayacak olanların bilinci ve duygularıyla birlikte yenilenerek, silkelenerek yaşata bilinir…

   Cumhuriyetimizin 100.yılında Cumhuriyet bize seslenir: - Ben, aynı zamanda demokrasiyim ve büyük önder Atatürk’ün ifadelerindeki gibi; “ Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Milletin kaderini millet belirler.”

  Ben 100 yaşındayım. Kadim milletin, yüzlerce yıl sonraya akacak nesillerini kucaklamaya, diğer milletlerin de haklarına saygı duymaya adanmış bir üst insan icadı: Cumhuriyet…

   “ Dalgalan sende şafaklar gibi; ey şanlı hilal. Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal…”

  “ Ey yükselen yeni nesil, gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk; onu yükseltecek ve sürdürecek sizsiniz.”

YAŞASIN CUMHURİYET…

 Güven SERİN  





27 Ekim 2023 Cuma

NEVZAT AVCI: BİRAZ KÜL,BİRAZ DUMAN,O BENİM İŞTE

 


HUZURLA...

        NEVZAT AVCI: BİRAZ KÜL, BİRAZ DUMAN, O BENİM İŞTE!

  Atölye günü henüz başlamıştı. Günün ilk saatlerinde duydum Nevzat Avcı’nın öldüğünü. Her saygın ve sevilen kişi ölüm gibi insanı hüzne boğan: -En son ne zaman görüştük, buluştuk, hissiyatına, tesellisine sarıldım…

  Zaman kavramını, atölye uğraşları içinde yitirmiş olmalıyım ki:

   Sayın Nevzat Avcı ile birkaç ay önce görüştüğümü sanıyordum! Arşive girip, onun kendim adına çekmiş olduğum fotoğraf klasörüne baktım. 2022 yılının Aralık ayı buluşup son sohbetimizi yaptığımın farkına vardım. Neredeyse 11 ay olmuş…

  Nevzat Avcı’nın o sağlam ve dik duruşlu müzik insanının ölüm haberi karşısında biraz yutkundum fakat nafile! Biraz bocaladım; yine nafile… Nasıl ki ressamlar, sanat eserleri için kullanacakları boyalarda inceltici kullanırlarsa, insan denen canlının, en azandan kendimin incelticisi de dışarıları olduğu için hemen sahilin yolunu tuttum.

  Gün denen mucize, neredeyse her şeyin ilacı gibi… Erzurumlu Nasip Bey’in iki taze çayı, eski tanıdık Adnan ile bir süreliğine, oradan buradan sohbet; Nevzat Avcı’nın ölümüyle yüzleşme vaktinin geldiğini bilen bir yürekle yürüdüm atölye istikametine doğru…

   Bir bir sıralanan Nevzat Avcı anıları… Yıllar önce Avni Anıl’ı Tekirdağ müzik severleriyle buluşturduğunu hatırladım. Avni Anıl’ın önemli bestelerinden “Biraz Kül, Biraz Duman” şarkısıyla teselli buldum. Nevzat Avcı’nın neredeyse bütün enerjisini Tekirdağ insanlarının kalbine Türk Musikisi aktarmak için çırpındığını biliyoruz.

   Yılmaz İçöz nasıl kendini Tekirdağ insanlarına Tiyatro sanatını sunmak, sevdirmek ve kalıcı hale getirmek için adamış ise, Nevzat Avcı da şaşmaz bir musiki inancı, duruşu içinde her daim dimdik durmayı başarmış, yaşarken kendi kaidesi üzerinde kendi eserini yaratmış, yontmuştu…

    Türk Musikisini sevmekten öte yaşardı adeta. Kim bilir ne baskılar yapılmıştır ona; daha popüler, daha hareketli şarkılar söylensin, çalınsın yönetilsin diye…

   Nevzat Avcı görmüş olduğu müzik eğitimi, almış olduğu yüksek disiplin iradesinden bir dakikalığına bile şaşmadı. Hep dimdik, hep takım elbise ve kravatlı ve hep nazik…

  Son sohbetimizde de üzerinde durduğumuz konulardan birisiydi; müzikle alakası olmayanlar, ama müziği kendisine rütbe gibi kullanmak isteyen insanların şımarıklığı... O,şiire, besteye ve notalara geçmiş her eserin, kalpten, yaşanmış öykülerden geldiğini bilmenin yüksek duyguları içinde icra edilmesini isterdi. Gülümsemeyi bile müzik şöleni içindeymiş gibi yapardı. Sesindeki ayrıcalık, yüzünde ve gülüşünde hep özgür, hep damıtılmış bir musiki adamı bakışı vardı.

   Dertleşmeyi biraz yoğunlaştırma fırsatımız olsaydı Avni Anıl’ın bu değerli bestesindeki haykırışı, yine korosundaki ekip arkadaşlarıyla birlikte, uçsuz bucaksız evrenin en güzel zenginliği, özgürlüğü olarak yönetir ve söylerlerdi;

 “ Biraz kül biraz duman/O benim işte, O benim işte/Kerem misali yanan/O benim işte/O benim işte”

   Sevenleri gerçekten de üzüleceklerdir. Boşluğu kapanmayacak bir halde. Müzik disiplini, Cumhuriyet görgüsü, insan ahlakı zor bulunanlardan olduğu apaçık bellidir.

   Birçok yere ismi verilmek istenecek. Avni Anıl ismi verilen sokağı kaç kişi biliyor? Ya Haldun Dormen için verileni? Kuru kupkuru bürokrasi, halkın sevdiği sanatçılarla kavuşumuna sarılmayan bir anlayış, çökmeye, şehirleri de çölleştirmeye yetiyor da artıyor bile…

   Kuru, kupkuru anmak, o insanın yüce varlığının saygınlığından faydalanmak olmamalıdır! Gerçek olan, onun idealini yaşatmaktır asıl mesele; sanat ve sanatçı sevgisi…

     Zülfü Livaneli’nin Yaşar Kemal dostluğu bilinir. Müzik insanlarıyla yazarların idealleri birdir. O yüzden Yaşar Kemal’in sözlerinden yola çıkan Livaneli; “ Merhaba şarkısını besteleyip seslendirmiştir;

Dünyanın ucunda bir gül açılmış

Efil, efil esen yele merhaba

Karınlığın sonu bir ulu şafak

Sarp kayadan geçen yola merhaba!”

     Merhaba Nevzat Avcı; merhaba; anlattığın, dokunduğun bütün zorluklar içinde dinlettiğiniz, davet ettiğiniz yüzlerce konsere; merhaba, merhaba… Merhaba Nevzat Avcı merhaba; günlük telaşların, kolay kazanım, kolay kaybedenlerin dünyasına uzak oluşunuza; MERHABA SAYIN NEVZAT AVCI: MERHABA…

Güven SERİN 

   


24 Ekim 2023 Salı

SEVGİLİ ÖĞRETMEN ARKADAŞLARIM

 

Kamera; Güven 

                            SEVGİLİ ÖĞRETMEN ARKADAŞLARIM!

   Damıtılmış insan öykülerini, tarihe düştükleri notları birçok yazarın, şairin sevdiği gibi çok seviyorum. Usulca bildik bütün makyajdan sıyrılır ve öz hale gelir; düşünce sahibi ile birlikte.

  Resim öğretmeni Hasan Yaman’ın ölümünden kısa bir süre önce bir gece yarısı; “ Tarihe küçük bir not düşmek istiyorum “  dedikten sonra aslında küçük de değil; “ Gülle gibi “ büyük bir not düşmek istiyorum diyerek, yazacaklarının önemine dikkat çekmek istiyor. Bir yerde Hasan Yaman öğretmenin son isteği yazdığı beş sayfalık notların 45 yıllık dostu olan Kenan Oflaz’a verilmesidir! Bu öyle bir istektir ki, ölümün çağrıları artığı, kendinden geçip yoğun bakıma girdiği zamanlarda bile notların Kenan Oflaz’a verilmesini sayıklar…

   Öğretmek, bir yerde sükûnet ve uyum içinde haykırmaktır da… Asıl öğreticiler, uyarıcılar köşelerine çekildiği vakit; bilgi ve gerçekler de yerini söylemeler bırakıyor. Avazı çıktığı kadar bağıran, bir konuda iddia eden birisine usulca; “ Affedersiniz ama bunları nereden duydun? Nereden öğrendin?” vakit, filancadan duydum diyerek verdiği cevap, yürüttüğü fikrin de nasıl çürüdüğünü, savunmasının çöktüğünü görmek mümkün değil midir?

   Tam da bu yüzden, eğitim ve öğretim dünyası, çok ama çok sağlam temellerle atılmış üniversite ve öğretmenler-öğreticiler tarafından verilmelidir. Bilgiyi, eğip bükmeden, kendi yatağından uzaklaştırıp, öfkeli ve can yakıcı hale getirmeden aktarmak; uygar dünya ile yarışmak anlamına geliyor.

  Hasan Yaman öğretmenimiz de Kenan Oflaz ile yola çıktığı, dostluk kurduğu dönemlerde tanık olduklarını, Kenan Oflaz’ın öğretmenlerin hakları için yaptığı girişimleri verdiği mücadeleyi tekrar anlatmak için, bir gece yarısı hasta yatağında kalemiyle kâğıda kendi ifadelerindeki gibi “Tarihsel notu” düşüyor…

  Hasan Öğretmen öleceğini hissetmiş olmanın, ölüm saatlerinin yaklaşmasındaki ilahi tesirin altında, öğretmenlerinden öğrendiği şekliyle, el yazısıyla düştüğü notların ana fikri; İlk Öğretim öğretmenlerinin aldıkları “Ek Ders Ücretleri “hakkındadır. Alınan ek ders ücretlerinin canlı tanıkları olarak, bir kendisinin, bir de arkadaşı eğitimci yazar ve geçmiş dönemin Tekirdağ İl Kültür Müdürlüğü yapan Kenan Oflaz’dır. Kendisinden sonra dostu olan Kenan Oflaz’ın yaptığı, verdiği ve öğretmenlere sağladığı ek ders ücret kazanımını anlatmayacağını bildiği için yaklaşan ölümle birlikte yapılan fedakârlığın meslek aşkıyla birlikte gün yüzüne çıkartıp, hiç olmazsa Kenan Oflaz’a bir TEŞEKKÜR sağlamaktan başka bir şey değildir…

  İlginç olan o dönemin emekli veya görev yapan öğretmenleri hakkında ki gözlemleridir. Henüz Tekirdağ Öğretmenevi kapanmadığı, çay salonu, lokantası, kafeterya bölümleri kullanıldığı zamanlarda, her sabah çay salonuna gelen Kenan Oflaz’ı gözlemlemiş. Çayını söyleyip gazetesini okumaya daldıktan sonra gelen birçok öğretmenin selamsız geçişini içine sindirememiş olan bir öğretmenin, henüz soluğu, yazma ve düşünme yeteneği varken, gerçekten de yaşama dair düştüğü bir not, sıradan bir olay, haykırış değildir…

  1977 yılı Demokratik Eğitim Kurultayı yapılmaktadır. Tekirdağ TÖB-DER yetkili kurulu Ankara’ya gitmiştir. Kenan Öğretmen ile Hasan Öğretmen ilk olarak, başkentte tanışmışlar ve ölüm anına kadar devam etmiş.

   Kenan Oflaz’ın da içinde olduğu eğitim öncüleri, öğretmenlerin daha iyi şartlarda eğitim yapması, daha demokratik ortamlarda sağlıklı ve ülkemiz için daha yararlı, verimli olmak için TÖB-DER Genel Merkezi öncülüğünde bir gün süren bir toplantı yaparlar. İnanılmaz zorlu geçen bir toplandı; fikirlerin havada çarpıştığı, insan zihninin bile terlediği anlar yaşanır…

   Dönemin iktidarı Cumhuriyet Halk Partisi’dir. Bütçe ve Karma Komisyon Başkanı ise Tekirdağ Milletvekili Yılmaz Alpaslan’dır. TÖB-DER Genel Başkanı ise Gültekin Gazioğlu’dur.Gazioğlu öğretmenlerin özlük hakları ve eğitim ve öğretimin içinde yaşadıkları ekonomik zorlukları anlatmak için ısrarla randevu istediği halde alamaz.TÖB-DER Genel Başkanı Gültekin Gazioğlu Kenan Oflaz’dan randevu almasını ister.Ve Kenan Oflaz,hatipliğini kararlılığını,öğretmenlerin yaşadıkları sorunları öyle bir anlatır ki randevu alınır.

   TÖB-DER Genel Başkanı Gültekin Gazioğlu, Ankara TÖB-DER Merkez Şubesi Başkanı Hasan Yaman ve Tekirdağ TÖB-DER Şubesi Başkanı Kenan Oflaz, Yılmaz Alpaslan’ın T.B.M.M. makam odasında görüşmeye giderler. Uzun bir görüşme ve öğretmenlerin, özellikle İlk Öğretim öğretmenlerinin özlük hakları ve ek ders ücretleri tartışmaları çözülemeyecek aşamaya geldiğinde, Kenan Oflaz, kararlı ve sert bir çıkış yapar:

—Yılmaz Bey, öğretmenlerin bu ücret işi olmazsa, bir daha Tekirdağ Milletvekilliğini unutun! TÖB-DER olarak karşınızda oluruz!

  Verilen büyük mücadele sonucu, özellikle İlk Öğretim öğretmenlerine yapılan haksızlık sona ermiştir. Ve ölmeden önce bir arkadaşa yapılmayan teşekkürlerin, belki de yeterli görmediği saygının karşılığı büyük ve cesur bir vefa örneği göstermektir… Hastalığına yanacağına, ölüm korkusundan şaşıracağına, tam tersi, eğitim ve öğretim adına cesur bir mücadelenin kahramanı olmuş Kenan Oflaz’ın bu başarı öyküsünün bilinmesini, unutulmamasını istiyor! Bir resim öğretmeninin beyaz ve çizgili bir kâğıda düştüğü beş sayfalık notların YÜCE öyküsü ve son isteği budur; dostlarım…

Güven SERİN 


21 Ekim 2023 Cumartesi

BİZ ÖLDÜK: HEY DÜNYALILAR NEREDESİNİZ?

 


           BİZ ÖLDÜK: HEY DÜNYADAKİLER, NEREDESİNİZ?

   Filistinli hemşire İsrail’in vahşeti karşısında her gün ölen yüzlerce çocuğu, onların kıpırtısız yüzlerinin yarattığı hiçlik karşısında bildiği her şeyi unutmuş halde… Yaralı çocukların ise ağlamak, inlemek yerine, daha çocukken büyümüş olmalarının çaresiz akan kanları karşısında bir türlü erişilemeyen insanlığa son bir sesleniş gibi haykırıyor umutlarının tamamı yok olan hemşire;

   “ Biz öldük: Hey dünyadakiler, neredesiniz? Neredesiniz; biz öldük! Durmasını istiyoruz?”

  Binyamin Netanyahu iradesini, yönetimini ve onun omuzlarına sarılan, destek olanları istediğiniz kadar lanetleyin; güç denen şey, vicdan ipini koparmışsa, şefkat denen yuvadan kaçmışsa, çaresi yoktur bu işin! Eninde sonunda güç denen bu korkunç ilerleme en yakınındaki uygarlıkları yutacaktır. Yutmaya yazgılıymış gibi, geçmişe dönüp bakmazlar bile…

  Sadece 6 Bin yıllık insanlık geçmişini izlediğimizde yutulup yok edilen uygarlıklar karşısında şaşkına dönmemiz mümkündür. Tarih denen bilim varken, bütün kanlı savaşların öyküleri biliniyorken,21.yüzyıl dünyasında göz göre göre, bütün dünyanın bir yerde seyrettiği ölümleri, sarılarak veya lanetleyerek bir yerde hiçliğin içinde kaybolan masumiyet, suskunluk kadar susmuş olmanın, suçsuzluğa susamış bir halde zaman akışında bizler de kaybolmaya, yok olup unutulmaya mahkûmuz…

  Bir gerçek var ki, artlarından ağlanan, gözyaşı dökülen masum her beden tarihin sayfalarına silinemez bir şekilde kazınmış oldular. Yok, edicileri de eninde sonunda başka büyük güç sahipleri yok etmeye yazgılıdırlar. Kaçış yok, ancak erteleme ikramiyesi kullanılabilinir…

  Bildiğimiz manada SUÇ denen şey bu orantısız savaşta gün yüzüne çıkmıyor. Suçlu cezalandırmıyor? Sanki bir film seti ve ölen yüzlerce çocuk, kadın, yaşlı insan; savaşan düşman askerleri gibi; ölümleri normal karşılanıyor; ölüme susamış, ölümcül düşünceleri olanlar için...

  Savaş denince her iki tarafın askerlerinin birbiriyle olan mücadeleleri anlaşılırdı. Son vahşete savaş demek mümkün değil. Savaş denirse, savaşların da anlamı değişmiş, belki de o korkunç beklenen son; 3.Dünya Savaşı böyle orantısız şekilde, eline hiçbir zaman silah almamış, almayacak milyonlarca, milyarlarca insanın öleceğinin de sinyalleri, denemeleri gibi…

   1994–1995 İngiltere futbol sezonunda deplasmanda Crystal Palace ile karşı karşıya gelen Manchester United’in efsane futbolcusu Eric Cantona, kendisine küfür eden seyirciye tekme atması, tüm dünyayı ayağa kaldırmıştı. Efsane futbolcuya hapis cezası yanında futboldan bir süreliğine men cezası verilmişti. Görüyorsunuz ya hak ve adalet yan yana yürürse, suç işleyen EFSANE bir sporcu da olsa, uygulanması, insanı duygulandırıyor.

  Peki, ama yüzlerce çocuğun, yüzlerce kadının, yaşlı insanın; kısacası eline silah almamış insanların ölümü karşısında Binyamin Netanyahu’yu kim yargılayacak? Yargılayacak olanlar, onun savunucu durumundaysa ne olacak? Filistinli hemşirenin belki de insanlığın son sözleri olabilecek, gişe rekorları kıracak cesaret sahibi bir yönetmenin filminde tekrar tekrar haykıracaktır;

  “ Biz öldük: Dünyalılar, neredesiniz? “ Bu işi durduracak olan yine siyasi irade olacaktır olmasına ama ölenler öldükleriyle kalacaklar… Onların ruhlarına bir yudum, belki bir kucak teselliyi yine sanatçılar yaptıkları eserleriyle katkı vererek yerine getireceklerdir…

   Mark Knopfer’in kurmuş olduğu Dire Straits müzik grubu, savaş karşıtlığını müzisyen ve bestekarlık dehasıyla, diğer yürekli, duygu yüklü sanatçılar gibi anlatmış, körleşmeye, sağırlığa giden insanlığa sinek vızıltısı gibi duyulsa da kendi hünerini, düşünce ve irade izlerini bırakmayı başarmıştır;

 “ Artık silah arkadaşı olmak için yanıp tutuşmayacaksın!/Bu yıkıntı alanları boylu boyunca/Bir sınavdı/Savaş daha da şiddetlenirken acı çektiğimize şahit oldum/Korku ve şiddetin içinde beni çok incitmiş olsalar da/Siz beni terk etmediniz/Benim silah arkadaşlarım/Pek çok farklı dünya/Pek çok farklı güneş var/Ve bizim tek bir dünyamız var./ Silah arkadaşlarımla savaşan aptallarız…”

  Savaşan aptallarıyız diyerek kendi savaş karşıtlığını müzik ve savaş tarihine kaydetmiştir…

    Bunca kayıt, sesleniş, öykü, kınama varken, niçin savaşın korkunç zalimliği karşısında vicdan harekete geçmiyor? Çünkü artık 3.Dünya Savaşı hazırlıkları yapılıyor; düğmelere basılıp füzeler ateşleniyor. Füzelerin, bombaların düştüğü yerdeki ölümü, yaralıları ve onları gören, onlarla sarmaş dolaş olan Filistinli Hemşire gibi yakın durmuyor. Ve hissedemiyorlar savaşın ne kadar pis koktuğunu ve ne çok kanı, canı boşu boşuna akıttığını, yok ettiğini…

 Güven SERİN 

  


19 Ekim 2023 Perşembe

NAGİHAN GÖKÇİL: GÜLÜMSEYEN YÜZ

 

Kendi Sitesi

Nagihan Gökçil 53 yaşında ebedi dünyalara
yolculuğa çıktı.

Nagihan Gökçil
Ömrü yetseydi daha kim bilir neler
üretecekti?






         NAGİHAN GÖKÇİL: MARİFET ve GÜLÜMSEYEN BİR YÜZ

    Tekirdağ’ın öz evlatlarından birisi, Nagihan Gökçil… Ekim ayı, O’nun sonsuza göç ettiği, benim doğdum ay; sonbaharın şölensi zamanlarının başladığı, rüzgârın hasat yapılmış tarlaları savurmaya başladığı gün ve geceler…

   Gerçek manada gönlünü yazı yaşamına kaptırmış olanların duygusal yoğunluğu hangi aletle ölçülür bilemem! Bildiğim bir şey var; birçok değeri ölümünden çok sonra tanıyorum! Seviyorum ve önemsiyorum. İşin bir buruk, bir de coşku yanı var!

   Nasıl mı? Buruk yanı, on parmağında on yetenek olan, düzeyli ve nitelikli yaşamış olan Tekirdağ Karacakılavuz’un öz evladı Nagihan Gökçil ile tanışamadım. Tanıma fırsatını ise bir başka Karacakılavuz aydını Yaşar Dallı sayesinde yakaladım…

   Coşku yanına gelince, Nagihan Gökçil’in Karacakılavuz, yani doğduğu yerle kurmuş olduğu bağları inceledim. Bu konuda; insan denen yüce canlı nitelikli ve sade bir yaşam sürüyorsa, sosyal medya denen dünya da izler-paylaşımlar da yapıyorsa, geriye çok önemli bilgiler, görgüler, sonradan kültüre, belki de geleneğe dönüşecek zenginlikler de bırakıyor. Kütüphanelerin en değerli kitaplarındaki saklı bilgiler gibi öğrenen ve gözleyen için, hepsi çok önemli belge değeri taşıyor…

   Nagihan Gökçil’in Facebook ve İnstagram paylaşımlarını uçsuz bucaksız sükûnet, saygı ve minnet duyguları içinde izledim. Hiçbir paylaşımını cilalamamış… Umut, üretim, öğretim dolu duyuru ve paylaşımlarına bir tek makyaj sürmemiş…

   Tekirdağ Karacakılavuz’a lavanta dikmek, lavanta çiçekleri büyüsü içinde başka dünyalara geçmek için gelmiş gibi… Tarladaki çalışmaların her anında var. Bir Mart günü tohum ekerken de, yaz sonu hasat yapmış bir insanın bereket denen yüce şeye, minnet duyguları içinde bakarken de…

   Son paylaşımlarını ölüm vakti henüz gelmeden 45 gün önce 21 Ağustos 2023 tarihinde yapmış. Lavanta tarlasını dinlendirmek adına söküp yerine ekmiş olduğu nohutlarını, Karacakılavuz yerli tohumunu şöyle anlatıyor;

 “ Yerli tohum ve tabi ki lezzetli… Nohutlarımız sonunda yemek için hazır! Denemek isteyen!”

   Patates ekerken, soğan ekerken, ektiklerinin hasatlarını yaparken; toprak ile tohum işbirliğinin her evresinde Nagihan Gökçil var. Tek kelimeyle yaptığı, paylaştığı hiçbir işte, görüntüde “Konu Mankeni” olmamış… Sonradan görmeler gibi şımarmayıp, tıpkı ektiği doğal ve yerli tohumlar gibi “Taş yerinde ağırdır” felsefesiyle, eski insanların söylediği gibi, yüzünde bolca ışıklar biriktirmiş…

   Fotoğraflarının hepsinde ürettiklerini, hayli meraklı ve başarılı olduğu el zanaatlari ile buluşma ve tanıtım anlarını, bir çocuğun saf sevgisi, kucaklaması içinde sunmuş…

    19 Temmuz 2023 paylaşımında ise lavanta, nohut, patates fotoğrafları altına şöyle bir not düşüyor;

   “ Her yerde hasat telaşı! Biz de gün doğmadan yola koyulup, nohut, patates, soğan hasadımızı yapıp, lavanta demetlerimizi kestik. Bereketli olması dileğiyle…”

   Paylaştığı fotoğrafların içinde sol elinin parmakları arasında küçük bir nohut tanesi, kabuğu henüz açılmış ve o kabuğunun içinde, saf ve tertemiz bir halde yaşam ve yaşamak için hazır olduğunu anlatıyor gibiydi…

   2020 ile 2023 arası fotoğraf paylaşımlarına baktım. Belli ki üretmek, yeni yerler gezip görmek, yeni şeyler öğrenmek için sosyal dünyaya çok fazla zaman ayıramıyordu. Sadelik, sükûnet ve paylaşıma yansıyan ruhsal duruluk içindeki sunumları, diğer yaşama yolcu olacağını bilen bir bedenin, sadece üretmek olana dikkat çekmesi, kargaşa ve yağma felsefesinden, hilebaz anlayışlardan çok ötesindeydiler…

   Yine kendisinin çektiği bir fotoğraf; lavanta dalları üzerine konmuş bir kelebek. Sanki kelebeğin kısacık ömrüyle kurulmuş bir bağ; ancak 53 yaşında 6 Ekim günü sona erecek, daha öyküsü ve öyküleri bitmemiş bir anın da anlatımıydı…

   Nagihan Gökçil 6 Ekim’de sonsuza göç ederken, ben ise gerçek doğum zamanı,12 Ekim de dünyaya gelmişim. Ekim çocuklarıyız; sonbaharın kır kokularını her yere taşıdığı, bereket denen şeyin ancak doğal kalınarak:-Alaşılır ve paylaşılır lezzet katacağını, hatırlatıyordu Nagihan Gökçil:-Kısacık Karacakılavuz, Tekirdağ, İstanbul yıllarına sığmış ömrün her aşamasında…

 Güven SERİN 

  

 

  













17 Ekim 2023 Salı

PAŞAKÖY,İPSALA,TEKİRDAĞ,SAKARYA KARASU HATTI

 

İNTERNET

     İPSALA PAŞAKÖY, TEKİRDAĞ, SAKARYA KARASU HATTI

   ( Hayat, Hayat, Hayattır; Tüm Gücümüzü Verdiğimizde )

  Bu çalışma her ne kadar anılardan beslenmeme yardım ediyorsa, aynı zamanda Türk Kurtuluş Savaşı ve Türklerin 13 Eylül 1683 Viyana’da başlayan toprak kaybı,13 Eylül 1921 günü, şanlı zaferimiz Sakarya Meydan Muharebesi ile durdurulmuş olup,1980’li yılları anarken, Kurtuluş zamanına kadar uzanacağım…

 Bir gün sonra yayınlanacak köşe yazımı gazeteye gönderdikten sonra, gün içinde yapacaklarımı planladım. Dışarıdaki ışık, çalışma atölyesine kadar sızıyor, içimdeki serüven kaçkını çocuğu dışarıya davet ediyordu. Öyle de yaptım; kıracak değilim ya!

   Erzurumlu Nasip Bey’e vereceğim diğer günlere ait Habertrak gazetelerini de yapıma alıp Hüseyin Pehlivan Caddesi üzerinden, Vali Konağı Caddesi derken Atatürk Bulvarı’ndan geçip sahildeki Yalı Bölgesine ulaştım.

  Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi’nin çınar ağaçları altına dizdiği banklardan birisinin üzerine oturduktan sonra Erzurumlu Nasip Bey’i arayıp iki çay söyledim. Biraz ötede aracı içinde Hasan Bey kitabını okuyordu. Çayın birisini onun için söyledim.

  Müzik çaların kulaklığını kulaklarıma taktıktan sonra tuşa bastım. Opus grubu;

“Live İs live/When we all give the best” diye başlayan sözlerle birlikte yüksek tempoda çalan davullar, duyulan seyirci alkışları, Tekirdağ gününe süzülen ışıklar kadar güçlüydü.

  Yazı sanatına sağlam destek veren, bizi her daim çocukluğa getiren ölmemiş anılarım da koşarak yanıma kadar geldi.1980’li yılların ortalarıydı. Sakarya Karasu doğumlu arkadaşım Kubilay Kara, dilinden düşürmediği şarkıyı, sanki Opus grubuyla birlikte söylemeye başladı.

   Kubilay Kara’nın sesi İngilizce şarkılara, özellikle bu şarkıya çok iyi yakışıyor, ne zaman canımız bu şarkıyı dinlemek istese Kubilay Kara hemen şarkının ilk bölümünden başlıyordu;

 “ Live is live/When we all give the best “ derken, aslında şarkının Türkçe’sini bize haykırıyor, Karasu ile Tekirdağ, Edirne Paşaköy İpsala arasında kurulacak bağların düğümlerini sımsıkı atıyordu.

  Ne diyordu Opus ünlü olduğu şarkının sözlerinde;

  Hayat/Hayat hayattır; tüm gücümüzü verdiğimizde/En iyisini veririz/Saatin her bir dakikasında/Dinlenmeyi düşünmeyiz; tüm gücümüzü verdiğimizde.”

  Öyleydi 1980’li yılların arkadaşlıkları! Gurbete çıkmış insanların sağlam duruşları, karakterleri, yaşadıkları yerden kazandıkları zenginlikleriyle birlikte buluşmuş, o zamanlar birbirimizin doğduğu yerlere birlikte gitmiştik.

   Sakarya Karasu’ya bir kış günü ulaşmıştık. Paşaköy İpsala’ya da öyle… Karadeniz’in en çılgın zamanlarıydı. Derli toplu temiz yüzlü insanların yaşadığı, Kurtuluş Destanı sırasında kasabalarını düşmana teslim etmeyen direnen kahramanlarının yaşadığı yere, bir kış günü varmıştık.

  Kubilay’ın; “Ana” diyerek seslendiği annesinin annesi Fehmiye Ana Yenimahalle’de yaşıyordu. Yenimahalle’nin tam ortasından bir nehir geçiyordu; ismi destansı mücadelenin de ismi olan Sakarya. Oracıkta son buluyordu 824 km süren yolculuğu…

  Fehmiye Ana’nın iki katlı ahşap evi, cumbalı balkonu ve Karadeniz kokan bahçesi görülmeye değerdi. Bahçenin içinde Bagen denilen mısır ambarı dört direk-ayak üzerine kurulmuştu.

   Sakarya nehri boyunca yürüdük. Karadeniz kıyısındaki ıssız Karasu plajına ulaştık. Yaz günlerinin tam tersiydi; kuşlara, dalgalara, düşmana geçit vermeyen kahramanların anılarına kucak açan bir kumsal…

   Kahramanlar dedim de, Yunanlılar her tarafı, hatta Sakarya’yı-Adapazarı’nı işgal etseler de Karasu’da bulunan Halit Molla, İpsiz Recep kuvvetleri ( Kuvâ-yi Milliye) öyle bir savunma yaptılar ki, Yunan kuvvetleri geri çekilmek, durmak, bir kez daha düşünmek zorunda kaldı.

   Kubilay Kara ve Karasu ile 1980’li yılların ortasında kurulan arkadaşlık böyle bir şey; Sakarya Nehri ile Karadeniz arasında kurulan doğal bağ gibi; anmaya, anılmaya, hatırlanmaya mecburdur: -Çünkü insanı insan yapan da budur; AİDİYET duygusu…

   “ Hayat, hayat, hayattır; tüm gücümüzü verdiğimizde…”

Güven SERİN 


16 Ekim 2023 Pazartesi

BİR ÇINAR: HATİCE ÇINAR

 

Kamera; Güven

Kamera; Güven

Kamera; Güven

                                     HATİCE ÇINAR: BİR ÇINAR

   Hatice Çınar’ı, dokuma ustası ve öğretmenini yeni tanıdım.13 Ekim günü Yahya Kemal Beyatlı Kültür Merkezi binasında bulunan Namık Kemal Kütüphanesine kitap değişimi için gittiğimde, Kültür Müdürlüğü sergi salonuna indim. Açılmış olan sergileri gezerken tanıştım dokuma ustası Hatice Çınar ile.

   Serginin ismi kulağa ve hissiyata çok iyi geliyor; “ Geçmişten Geleceğe İzler” Geleneksel Türk Sanatları; dokumacılık, seramik ve çini eserleri, kim bilir kaç yüzyılın izdüşümü, öyküsü, henüz söylenmemiş sözcüklerin de karşılığı vardı bu ürünlerde.

   Sergideki dokuma ürünleri, çini ve seramik eserleri hepsi hünerli bir el, eller tarafından yapılıp sunulmuştu. Çağımız tüketim çağı, vazgeçme, terk etme çağı olduğu için, el sanatları dipsiz kuyulara terek edilmek üzereyken, Kültür Bakanlığı, Müdürlüklerimiz ve aynı zamanda Hatice Çınar gibi bu işe tutku ile bağlı insanların yüce emekleriyle bugüne kadar gelmeye başardılar…

   Geçmişten Geleceğe İzler sergisindeki dokuma, çini ve seramik ürünlerini gördükten sonra dokuma salonuna geçtik. Dokuz dokuma tezgâhın bulunduğu Orta Asya’dan Anadolu’ya ve oradan Rumeli diyarına ulaşan, Tekirdağ’a uzanan çok eski kültürlerin ilmik ilmik dokunduğu kilimlerin, farklı dokuma ürünlerinin de tezgâhlarda üretildiği salon; tam manasıyla; geçmişi, sadece geleceğe taşımıyor, aynı zamanda bu zamana da aktarıyordu.

   Gülsüm ninemin dokuma tezgâhına göre daha küçük, daha bakımlı tezgâhlar; öğrenmek isteyen, hüner sahibi olmayı hedefleyen insanlarımız için kurulmuş. Bu işin sırlarını kurumlarımız; Halk Eğitim Merkezi ve Tekirdağ Kültür ve Turizm Müdürlüğümüz tarafından yapılan destekler ile birlikte Hatice Çınar gibi öğreticilerle birlikte, unutulmaya yaklaşan el sanatlarımız için kurtarıcı; bir yerde geri çağırma, yok oluşa meydan okuma haline gelmiş durumda.

   Dokuma atölyesine gittiğimizde bir çınar ağacı gibi dimdik duran Hatice Çınar’a dokumacılık adına kısacık sorular sorduğumda tıpkı iplikleri, motifleri, öyküleri dokuyan diğer eller gibi heyecan ve inanç içinde;

 “ Ben Hatice Çınar, Karacakılavuz doğumluyum.1974’ten beri bu işi yapıyorum. Dokumacılık zanaatını bana annem ve ninem öğretti.”

—Hatice Hanım, bu işi kişisel olarak mı yapıyorsunuz?

—2001’e kadar kişisel olarak yaptım. Sonra bana yapılan teklifi; yani bu işi diğer insanlara, kursiyerlere öğretme işini kabul ettim.2001’ten bu yana, bir yandan kendi adıma ürünler dokurken, bir taraftan da bu işe gönül vermiş olan insanlara öğretiyor, anlatıyorum.

—Bugüne kadar kaç öğrenciniz oldu?

—Bugüne kadar 450 kursiyere dokumacılığı anlattım ve öğrettim.

—Yaptığınız işi belli ki çok seviyorsunuz. Tam tamına yarım yüzyıldır bu işi yapıyorsunuz. Umutlu musunuz?

—İlk başlarda umudumuz azalır gibi olsa da, şimdi daha çok umutluyuz. Yaptığımız eserlerin bazıları Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Hanım tarafından ABD’ye getirildi. Orada da çok beğenilmiş…

   Umudu yitirmemek, tüketim dünyasına bir yerde üreterek meydan okuyup, göğüs germek fazlasıyla erdemli, hünerli, inançlı bir şey…

    Tüketmenin sonu olmadığı ispatlanmıştır. İhtiyaçların da öyle! İnsan denen canlı dengeyi, üretmekle, irdelemekle başaramazsa, mecburen tüketim dünyasının kölesi olmak zorundadır. Bir yudumluk yaşamın neredeyse tamamını tüketim çılgınlığı içinde debelenerek, oradan oraya savrularak geçireceği gün gibi ortadadır.

  İl Kültür ve Turizm Müdürü Ahmet Hacıoğlu göreve geldiği 2019 yılından beri üreten ellerin, düşüncelerin yanında olmayı sürdürüyor. Görevi başında ve her zaman bir başka düşüncenin heyecanı içinde gülümserken gördüğüm Ahmet Hacıoğlu’nu gönülden tebrik ediyorum.

  Hatice öğretmene, ustaya şehrimiz, ülkemiz ve yitik giden nice zanaatin, kültürün yitirilmemesi için kaybetmediği heyecanı ve enerjisi adına teşekkürü borç biliyorum. Ben Hatice ÇINAR: BİR ÇINAR…

 Güven SERİN 

  

 

 






13 Ekim 2023 Cuma

MALKARALI İHTİYAR ADAM

 

İNTERNET

                         GÖZLERİMDE YAŞTAN GAYRI NE’M KALDI

  ( Malkaralı İhtiyar Adam )

  Katıldığım cenaze töreninde tanıdım beli bükülmüş, zayıf kollarında vücudunu saran damarların hepsinin görüldüğü ihtiyarı. Arkadaşımın akrabasıydı. Kim bilir kaç yıllık yaşam ortaklığı yapmış olduğu karısı ölmüştü. O gün onun yaslı günü olmaktan çok öteydi…

  Birlikte gittik gözlerini ebediyen yummuş eşinin gömüleceği köy mezarlığına. Çam ağaçları, çınarlar ve etrafta o toprakların öz çocukları olan yabanıl otlar; dünyalar…

   Kuzeyin kurtarıcı çocuğu poyraz; günü, etrafı temizleme, şenlendirme peşinde üfür üfür dalgalandırıyordu ağaçların ve otların dallarıyla birlikte ihtiyar adamın yalnızlığını. Gözlerine baktım; adanmışlığın teslimiyetini ve saf hüznü gördüm…

   İkimiz yan yana öylesine bekledik; ölen eşine son görevi yapma vaktini. Estikçe rüzgâr bizim yerimize konuştuğunu düşünerek öylesine sustuk; kimseler yokmuş gibi, kaybolduk zamanla birlikte boşluğun içinde…

  Sessizliği ihtiyar adam bozdu:

-        Ah ki ne ah; çok acı… Şimdi ben nasıl gireceğim o ıssız evlere?

-        Yanınızda kimseler yok mu amca?

-        Çoluk çocuğu büyüttük. Torunlar, çocuklar hepsi başka başka yerlere dağıldılar.

-        Yalnız mı yaşayacaksın artık, sorusu karşısında hiç duymamış gibi, taşınmış olduğu dış uzayın sınırlarını zorlayan bir sonsuz kayboluş içinde bir süre sonra yine rüzgârla birlikte belli belirsiz fısıltılar içinde:

-        Gözlerimde yaştan gayrı ne’m kaldı; ne’m kaldı, diye mırıldandı.

   Âşık Mahzuni Şerif’in türküsünden veya ona atalarından miras kalmış bir seslenişten oluşan sözcükleri birkaç kez tekrarladı. Kim önleyebilirdi ki yalnızlığını? Hiç beklentisi olmayanların, edebi dünyalara yelken açılanların bile okuyuculara, sesleneceği canlılara ihtiyacı varken; kim, sadece yalnızlığa adanabilir?

  İhtiyar adam 80 yaşına ulaşmış, henüz kendi kendine yetecek bir halde daha kaç yıl direnecek yer çekim kuvvetiyle ortak çalışan yaşlanmaya? Evinin olduğu yerde hepsi tek katlı birkaç yapı sıralanmış. Ortada ise her çiçekten birkaç saksı ve birkaç ağaç; ölenle birlikte ölünmeyecek oluşun bıkıp usanmadan yaşama tohumlar, nektarlar, polenler taşımanın sınırsız görev bilinci içindeydiler.

  Olmasaydı edebi aşkımız, dokumasaydı bize sonsuzun enerjisi fark bile etmezdik beli bükülmüş ihtiyar adamı. Sadece o anlık, bir acıma türküsü mırıldanmaya çalışır, kendi acınacak zavallı halimizi örtmek için eşelenip dururduk…

   Oysa Marce Proust hepimiz adına not düşmüştür yitik olanları anlatacak yazarlar, sanatçılar adına;

 “ Sanat sayesinde bir tek dünya, kendi dünyamızı göreceğimize, çeşitli dünyalar görürüz; özgün sanatçı sayısı ne kadar çoksa, bize açık olan dünyaların sayısı da o kadar çoktur ve aralarındaki fark, sonsuzlukta dönüp duran dünyalar arasındaki farktan büyüktür. Bu dünyaların adı ister Rembrandt, ister Vermeer olsun; onların ışınları bize yansımaya devam eder.”

 Güven SERİN 

 

 

                                  



12 Ekim 2023 Perşembe

TEKİRDAĞLI BİR GENÇ KIZ

 

İnternet

                                 TEKİRDAĞLI BİR GENÇ KIZ

   Vakit hızla ilerliyordu fakat vaktin ilerlemesi kimin umurunda… Aylaklığa Övgü eseri Bertrand Russell’in olsa da felsefesini yaşamak ise büyük çoğunluğun ve biz yazarların işidir…

   İstesek de istemesek de, vakit denen şey; hızla ilerleyecek… Ne arkasından koşarak, ne de “Yalan dünya” deyip bizi kandırdığı için şikâyet etme hakkımız var…

   Yavuz Mahallesi, Tintinpınar Caddesi eski bir tanıdık ile tüm zamanlara ait sohbetimiz devam ederken yanımızdan gelip geçen gencecik bir kız… Sırtında okul yaşamın ağır gelen yükleri; kitaplarıyla dopdolu bir çanta… Her adım atışında etrafa saçılan ince tiz sesin kaynağını, ilerleyen vakit ile birlikte geçen genç kızın, bağlı olmayan spor ayakkabılarından sağa sola çarpan iplerin çıkardığını gördüm ve anladım.

  İnsan, sağa sola vura vura, çarpa çarpa; savrula savrula ama yine de genç kızı bırakmayıp peşinden koşan iplere özenir mi? Özendim… Savruluşlarına… Kırbaç gibi kötülüğe tokat atışlarına… Kendi özgürlük alanlarını yaratmalarına… Pisliğe, yere, taşa, dağa, onlarca yitik öğüde kafa tutuşlarına; imrendim…

  Vakit denen şey nasıl koşuyorsa durmadan, yanımızdan geçen genç kızın da duracak hali yoktu. Belli ki bir an önce eve gidip, sırtındaki yükü atmalıydı! Bir yel gibi gelip geçti yanımızdan.

   Coşkun Marketin köşeciğinden Yaşar Erkan Sokağa saptıktan sonra gözden kayboldu; tüm dünyaya bir genç kız nezaketiyle kafa tutan, onları beton yığınlarına sıkıştıran, özgürlüklerini kısıtlayan her şeyi protesto eden ayakkabı bağcıklarını savura savura geçip gitti…

  Lafı açılınca hep yaptığımız tekrar sözleri duyurmak isteriz; ahkâm kesme huyumuzun hatırına; “ Şimdiki gençler ne şanslı!”

  Tanrı aşkına hangi şans? Kaç tanesi yaşamı kendi düş ve gönüllü gücüyle kucaklayarak öpüyor? Anne ve babaların, konu komşunun güya öğüt veren korkulu, sancılı, kararsız zavallı bakışlarından kurtulamayıp, teknoloji denen aletler sayesinde dünyayı bildikleri halde; mahallede, sitelerde ve yarınlardan korkarak yürüdükleri gelecek beklentileri içinde sıkışıp kalmış gençlerimiz ne kadar şanslı olabilir ki?

  Kendi tabularımızı, kendi korkularımızı, kendi MÜKEMMEL düşlerimizi, onların gencecik, körpe bedenlerine yükleyip ruhlarının nasıl ezilip büzüldüğünü iyi hesaba katmadan, onların şansına göz diken biz büyüklerin kurban törenleri bitmeyecek; bitemeyecek…

   Neden acaba? Yalan dünya dediğimiz, gerçekten de çarçabuk geçen bir ömre, bu kadar sıkıntı, sızlanma, beklenti yüklenmesi ve bu beklentilerimizin karşılanmamasının suçlusu hep başkaları mı?

   Nazım’ın tek beklentisi mısralarındandır… Hangi vakit olursa olsun, kalemi elinde, kâğıdı yanı başında;

 “ Aynaların içinde iniyordum merdivenleri

  Belki yirmi yaşındayım, belki yüz yaşındayım

  Vakit hızla ilerliyordu, yaklaşıyorduk gece yarılarına

   Garda genç bir kadın beni karşıladı

  Beli karınca belinden ince

  Saçları saman sarısı, kirpikleri mavi

  Tuttum elinden yürüdük

  Yürüdük güneşin altında, karları çatırdata çıtırdada”

 Güven SERİN 

   


10 Ekim 2023 Salı

TRAKYA,TEKİRDAĞ ÖREN YERİNE SAHİP ÇIK

 

Kamera; Güven 

Kamera; Güven

Kamera; Güven

Kamera; Güven

                      TRAKYA, TEKİRDAĞ, ÖREN YERİNE SAHİP ÇIK!

( Hera’nın Şehri Tekirdağ’a Zenginlik Sunmak İstiyor )

   2000 yılında başlayan Trak Antik Kenti Heraion-Teikhon kazıları bütün zorluklara rağmen heyecan-inanç içinde devam ediyor. Prof.Dr. Neşe Atik ve kazı Başkan Yardımcısı M.Akif Işın tarafından, yaşadıkları kent ve ülke sevgisi, kısacası tam bir tarih aşkıyla Tekirdağ ve ülke turizmine, ilk Trak şehri; Hera’nın Şehri, kazandırılmak için devam ediyor.

   Tekirdağ’ın dibinde, Karaevli sınırları içinde, İstanbul’a bir saat, Truva Antik Şehri’ne ise 4–5 saat mesafede bulunan Trak antik şehri, turizm dünyasına da ayrıcalık, farklı renk, neşe getirecektir…

   Turizm dünyası da farklılıklar, değişiklikler arar. Hiç kimse öyküsü olmayan antik şehrin antik taşlarını görmek için gidip zaman harcamaz!(Bilim insanları ve meraklılar hariç!) Anlatacak bir öyküsü varsa, birkaç temel taşı, birkaç büst bile çok şey anlatır ve bulunduğu yere zenginlik taşır.

   Ülkemizdeki antik yerleşim yerlerinin haddi hesabı yok. En son gezdiğim antik dünya, Frigya medeniyetiydi. Eskişehir, Afyon, Ankara ve Kütahya illerini içine alan bu muhteşem uygarlığı geç tanımış olmanın buruk tarafını saklayamam…

   Şimdi de Tekirdağ’ın, Trakya bölgesinin ve Türkiye’nin ilk Trak Antik Şehri ülke ve dünya insanlarıyla buluşmak için can atıyor. Hatta gün sayıyor dersek yanlış bir laf etmiş olmayız…

 Karaevli Mahallesi kırsalında neredeyse yarım çeyrek yüzyıldır kazı yapan Prof.Dr. Neşe Atik, heyecanını saklayamasa da yaptığı ve yapacağı mücadelenin yorgun yüz hatlarını da gizleyemiyor. Çok mücadele ettiler ve etmeye de devam edecekler. Gelin görün ki, burası artık ören yerimiz olsa da,12 ay boyunca kazı yapma izni bulunsa da istenilen parasal destekler bir türlü ulaşmıyor…

  T.C.Kültür ve Turizm Bakanlığı ve daha birçok kurum ve kuruluşumuz ellerinden gelen desteği yapsalar da,2000 bin ve 2500 yıllık geçmişe sahip Trak kenti; Hera’nın Şehri artık beklemek istemiyor. Turizmin hizmetinde, kuraklık yaşayan şehrimize hareket getirmek istiyor.

   Peki, nasıl olacak? Yeterli kazı bütçesi olmazsa, bu kazılar on iki ay boyunca nasıl gün yüzüne çıkacak?

   Belediyelerimize, özellikle Tekirdağ Büyükşehir Belediyemize çok iş düşüyor. Sanıyorum artık, bu meselenin ciddiyetini anlamak zorundalar! Özellikle Tekirdağ kültür ve turizmi için kurulmuş, yasalarla güç kazanmış bölümleri; Müdürlükleri ve Daire Başkanlıkları bu antik şehir için ÖNCELİK almak zorundadır. Mazeretlerin hepsi bir kenara; önceden yardım etmek, özellikle nakit yardımı konusunda belediyelerimizin şöyle bir korkusu vardı:

—T.C.Çevre ve Şehircilik İklim Değişikliği Bakanlığı, Yerel Yönetimler Genel Müdürlüğü onaylarsa bizler daha rahat yardım yaparız.

  Tam da burada yazmak, açıklamak isterim; Tekirdağ Karaevli Mahallesi sınırları içinde 23 yıldır devam eden Trak Antik Şehri kazısı için yapılacak yardımlar adına hiçbir sakınca, mazeret yoktur, kalmamıştır!

   Sorun şudur; Hera’nın Antik Şehri Tekirdağ ve ülke turizmiyle buluşsun mu buluşmasın mı? Buraya yapılacak yardımlar, aynı zamanda şehrimizin, gençlerimizin de geleceğine yapılacak yardımla eştir. Olmasaydı Efes Antik Şehri, ne Kuşadası, ne de Selçuk, bu kadar canlı ve zengin turizm kaynaklarıyla beslenebilirdi!

    Şehrimizin, antik kentimizin ve yok olmuş turizmin bir an önce ülke ve dünya turizmiyle buluşma vakti gelmiştir.

   Kendimizi TEKİRDAĞ ile yakın görüyorsak, öyle veya böyle bir bağımız varsa, imkânlarımızı en üst limitlere kadar zorlayarak, Hera’nın Şehri’nin ilk bölümü için kurumsal veya şahsi katkılarımızı hemen yapmalıyız.

   Gördüğüm o dur ki, başlayan kazıların kesintisiz devam etmesi için Belediyelerimizin ve diğer kurumlarımızın destekleri devam etmelidir. Kazıdan çıkan toprakların atılması ve kazıya katılan kazı işçilerinin daha da çoğaltılması ve aynı zamanda barınak olacak bir konteyner için acilen ihtiyaç vardır.

 Güven SERİN 

  









7 Ekim 2023 Cumartesi

TANIŞALIM MI BEN MEŞE AĞACI

 

Kamera Güven  Kumbağ Tekirdağ

Kamera; Güven Kumbağ

                                     TANIŞALIM MI; BEN MEŞE AĞACI

  Karanlık henüz çökmüş, dalgaların şahlanışı, apayrı bir görüntü kazanmıştı. Hava akımlarını yakalayan martılar, belli belirsiz görünseler de, sanki gökyüzünde süzülen melekler, hiç kanat çırpmadan oyun oynayan çocuklar gibiydiler. Kumbağ’ın Marmara ile buluştuğu sahil şeridinde, ışıkları altında masalımsı bir görüntüsü vardı…

    Gün batmadan öncesi ve daha kim bilir kaç kez, adalara doğru bakan tepe ve onun üzerinde bulunan ağacın fotoğrafını çekmiş, arşivdeki yerlerini çoktan almışlar, unutulmuşlar ülkesine yollanmışlardı…

   Yine fotoğraflarını çektim ve kendimce olağan bildik başka manzaraların peşinde dolaşırken bir yandan da Metin’in geçmişe, eski komşuluk ilişkilerine olan hasretine ait sözcüklerini dinliyordum.

  Ne olduysa o an; karanlık çökerken Kumbağ tepeciklerinin, ormanlarının ve yaşam alanlarının üzerine, sanki ağaç dilinde bir fısıltı karıştı; epey sert esen Gündoğusu rüzgârının içine:

—Tanışalım mı? Ben yaşlı meşe ağacı?

—Sen kimsin?

—Buraların öz evladı yaşlı cüce meşeyim. Atalarımızın bize aktardığı kadarıyla binlerce yıldır Trakya topraklarında yaşıyoruz. Kadim kültürlere, balta girmemiş ormanlar zamanına, savaş ve barışlara, nice insan çığlığına tanıklık eden masalımsı öyküleri de köklerimiz ve özümüzde, nesilden nesle aktarıyoruz…

   İrkilmemek elde değil! O güne kadar yüzlerce fotoğrafını çektiğim, yıllarca çok yakınından Marmara ve Adaları, aynı zamanda kâinatın büyüklüğünü anlatan yıldızları izlediğimiz yerdeki cüce meşe ile ilk kez tanışıyoruz. Ne büyük insan garipliği ve bencilliği…

  Dikkatli bakınca cüce meşenin bulunduğu yerdeki kayaları bir arada tutan toprak tabakaları ve daha çabuk eriyen kayalar, akıp gitmiş denize doğru. Yıllarca bize arkadaşlık, sırdaşlık yapan meşe için sayılı günler var. Bir şey gittikten veya gitmesine yakın bir enerji kaplıyor etrafı. İçinde hüzün ve bütün canlıların hissedebileceği saf boşluk, kaybolmuşluk ve çaresizlik hissi…

  Bildik bütün nakaratlar, sözcükler, gösterişli duruşlar bile eninde sonunda bu sonsuzun içinde bir kara delik tarafından yutulmaya yazgılı değil mi?

   Cüce meşe bir kez dile gelmişti. Bilmediğimiz bir dil ve anlaşma yöntemiydi bizimkisi. Biraz Aborjin dili, bir parça hayvansal içgüdü ve belki de evrenin canlı yaşamına taşıdığı ortak maddelerin sesleri soluklarıydı bize buluşturan gizemli şey...

   O sırada cüce meşenin fısıltıları yine duyulur gibi oldu:

—Biliyor musun biz seninle akrabayız!

—Nasıl Olur?

—Öyle, insan DNA’sı ile meşe ağacının DNA’sını bilim insanlarına sorup öğrenmeni isterim. Biz seninle kuzen oluyoruz. Yani insanlarla…

   Meşe’nin yaklaşan ölümü, onun benimle kurduğu bu yüce diyalog devam etti:

—Senin Antalya Kaleiçi Karaalioğlu Parkı yakınlarındaki falezlere tutunmuş çitlembik ağacı ile kurduğun dostluğu da biliyorum.

—Nereden biliyorsun?

—Arkadaşın Metin’e yıllardır ballandırarak anlattın o çitlembik ağacını. Çitlembik ile birbirimize çok benzediğimizi senin sohbetlerinden öğrendim ve ben de görmediğim çitlembik ağacını çok sevdim.

—Birbirinize çok benziyorsunuz. Onun da köklerinin bir kısmı uçuruma, dallarının neredeyse tamamı Akdeniz’e uzanan boşluğa uzanıyor. Senin de Marmara’ya uzanıyor, sımsıkı tutunduğun taşların içindeki köklere ait bedenin dalları.

—Ama artık çok vaktim kalmadı. Tohumlarım rüzgârlarla, denizin akıntılarıyla yüzlerce km öteye çoktan dağıttım. Bir sürü evladım, torunlarım var. Bizler, dünya yaşamına insandan çok önce uyum sağladık. Yaşama katkı için her şeyimizi koyuyoruz ortaya…

  Meşe ağacının yanında ayrılırken, acaba bir daha görebilecek miyim diye insan kalan yanımın kırıntılarıyla bir hüzün, bir burukluk hissettim. Ormanlar yanıyorken, milyonlarca ağaç birkaç günde yok oluyorken, ömrünü tamamlamış, Marmara ve adalara uzanan tepede çok güzel bir ömür sürmüş cüce meşe için bir hasret; daha şimdiden bir öykü ve sızı yazılıverdi içimdeki deftere…

—Tanışalım mı? Ben yaşlı cüce meşe! Atalarımızın kadim kentlere yaptığı tanıklığı, nesilden nesle aktarıyoruz.

—Truva Savaşı da var mı bu aktarım içinde?

—İnsanlığı ve doğayı etkileyen bütün olaylar; milyonlarca kıpırtı, his, çığlık, acı, öfke ve umut, coşku…

 Güven SERİN