28 Şubat 2019 Perşembe

KADIN ERKEK ÇAKIŞMASI




KADIN ERKEK ÇAKIŞMASI
------------------------------------------

   Seyahatlerin en güzel tarafı, toplu taşıma; iller, kasabalar arasında yolculuklarda demlenir. Bir kış günü, sobanın sıcaklığı, duyulan çayın kokusu nasılsa; öyledir; bir parça doğa, yabanıllık kokar.

  Yaklaşık 330 km süren Kars Hopa minibüs yolculuğum da böyle başladı, gelişti ve kendince mayalandı. Altı numaralı koltuk benimdi. Oturmaya geldiğimde yan tarafta bir genç kadın oturuyordu. Belli ki yanlışlıkla verilmiş. Bilirsiniz, bizim insanımız mümkün mertebe kadın ile erkeği ayırmakla yükümlüdür.

 Sırf bu ayırma işi yüzünden; Rus kadınlarına, Ukrayna’ya, Uzak Doğuya ayrı bir düşkünlük, çarpık ilişkiler gelişse de, birçok yerde böyledir; yani; mış gibi, ağır ağabeylik, adamlık gösterileri.

 Tabi ki bu durumu genç kadın yadırgamadı, benim yadırgadığım kadar. Kendi kendime önce ben önlem alayım; bu değerli yabanıllık içinde başıma bir iş gelip, sonradan kaldırılmak yerine…

 Nitekim bu durumu şoför ile muavine söyledim. Sanırım sıkça olduğu için bu tür olaylar, onlar kendi dilince ve en güzel anlatımlardan birisini ifade ettiler; “ Kadın erkek çakışması olmuş.”

  Orada bu işe böyle bakıyorlar. Bakış açısı tam da oluşan olayın algısını, garipliğini anlatıyor. Oysa başarılar ayrıştırarak değil, birleşmeler sonucu doğuyor. 

Bunca insanımız koşa koşa gitti Avrupa dünyasına. Orada bu kadın erkek çakışmaları oldukça bol! Tıpkı, icatların, ilim ve teknolojilerin bol olduğu gibi; kapılar açık olsa; bütün kısıtlı, koşullu hallerimizle koşa koşa gideceğimiz bir dünya…

Güven Serin 



27 Şubat 2019 Çarşamba

Jorge Valdez - Adios Corazon





 Ne çok paslanmışız;kıyamet gibi ses,görüntü varken;bir duş,banyo,

hatta annelerimiz gibi kiremitle ovmak...

26 Şubat 2019 Salı

DÜŞÜNCEYİ TETİKLEYEN ŞEY ŞİİRDİR



                          DÜŞÜNCEYİ TETİKLEYEN ŞEY ŞİİRDİR



 Kim söylemiştir? Hangi zamanlara aittir? Sokretes’den öncesi mi? Nazım’ın vakıt hızla ilerlerken, saat gece yarısına yaklaşırken duyduğu telaş anı, sayfalara dökülen düşünce biçimi mi?

 Nazım’ın gece yarısı gördüğü bir manga askeri ondan başkası görmedi. Üstelik ellerinde otomatik silahlarıyla sağa sola ateş ediyor, insanın neslini kazımak için saldırıyorlardı.

  Düşünceyi tetikleyen şey şiirdi! Kim demiş bunu? Sonsuz Düşünce denizine dalan Alain Badiou mu? Heraklitos veya Parmenides mi? Belki de; Heidegger’dir; kim bilir…

  Şiir, düşünceyi tetikliyorsa o zaman tehlikeli bir şey olmalı! Hele bu zamanda; 21 yüzyılın ilk çeyreği biterken; bunca şiir, düz yazı, hikâye, animasyon, film, fotoğraf, resim yayınlanıyorken neredeyse tetiklenecek düşünce sahibi kalmamışken bu konu üzerinde çaba sarf etmem zamanı değerlenirmek, gazete köşemde ki yeri doldurmaktan ibaret kalacak gibi…

 Karamsarlığa teslim olacak değilim elbet. Şiirin tetiklediği nice düşünceyi burada kendi bahçemde işledim, işliyorum ve üretme palanlarım devam ediyor.

  Şu anda bir şiir dinliyorum; Nazım’dan; Saman Sarısı şiiri. Düşüncenin, bilginin alabildiğince coşmuş hali…

  Nazım; vaktin gece yarısına ilerlediği saatte gördüğü askerlerin gözlerinde ki korkuyu görmesi; Hem de hayvanca korktuklarını, ölümlerine ağlanmayan askerler olan yaptığı yorum, ürpertici bir gerçeğin muhteşem vurgusu, tespitidir de.

  Bu tespit, vurgu; ancak şairin şiiri ve sanatıyla yaşama, neşeye, dengeye katılır. Şair, tetiklenmiş düşüncenin dizelerine öyle bir kapılmış ki; bir dönemi, insanlığın tapınaklardan öte taptıkları bir ideolojinin kölesi olduklarını; acı çeken bütün ruhların tesellisi olabilecek güçte duyurur.

  “ Ölüler bir SS mangası olsalar da ölüler öldüremez; kurşunla da, bıçakla da! Ölüler, dirilerek öldürür; kurt olup bir elmanın içine girerek.”

 Paul Celan bir şiirinde başka bir düşüncenin tetiklemesini yapar;

“Öngörülerle,
Bezenmiş disk,
At kendini
Kendi dışına.”

  Alain Badiou’nun tespiti;”bilmek ile öngörü” arasısında boşluk kalmadığında; dışa atlama, atılma, taşma durumu… Şiir bunu en iyi yapan şey! Öngörülerin yetmezliği, bilginin depreşme halleri, fokurdayan kanın duyduğu yaşama hissiyatı, eninde sonunda bir çıkış arar. Kendinin dışına taşmak ister yani…

  Üç boyutlu zamanda; geçmişte ve bugün, aynı zamanda gelecekte düşüncenin dalgaları içinde korkusuzca sörf yapacak nice şair olduğu gibi, var olmaya devam edenlerden sonra da edecek olanlar olacaktır.

  Evrimin ilerleyişi, insan denen canlının sosyolojisi, psikolojisi tek taraflı, sadece içgüdüsel olmaktan öte bir başkaldırı ve arayış biçimine dönüşüyor.

 Lucertius için üstün varlıkların olmadığı anlaşılıyor. Sınırları zorlayan bir yargı, inanç ve cesaret! Onun için gökyüzü boştur, tanrılar ise ilgisizdir. Bu boşluğu dolduran ise şairlerdir; şiir ülkelerine gidip heybeleri her daim dolu dönmeleri, anlatacak, haykıracak sözcüklerinin olması; kaçınılmaz bir devinim, ilerleme ve düşünce tetiklemesi getirecektir.

 Lucertius bu seslenişini yüzyıllar ötesinden yapmıştır; “ Şiir ülkesinin kimsenin girmediği, daha önce hiç ayak basılmamış yerlerini kat ediyorum. Bakir kaynaklara gidip oralarda beslenmeyi seviyorum.”

  Ve Nazım, düşüncenin düşlerden sıyrılma anını şöyle seslendirir; “ Vakıt hızla ilerliyor; Meryem Ana Kilisesinde saat başlarını çalan borazan/Gece yarısını da çaldı/Ortaçağ’dan gelen çığlığı yükseldi/Şehre yaklaşan düşmanı verdi haber/Ve sustu ansızın gırtlağına saplanan okla/Borazan iç rahatlığıyla öldü/Ve ben, yaklaşan düşmanı görüp de/Haber veremeden öldürülmenin acısını düşündüm.”

 Böyledir şirinin düşünceyi tetiklemesi; ucu bucu; yoktur…

Güven Serin 


23 Şubat 2019 Cumartesi

DÜŞ KIRIKLIĞI






DÜŞ KIRIKLIĞI
----------------------------------

  Hemen hemen her insanın içinde, derinlerde olan düşleri vardır; dünyaya, yakın çevresine dair… Bir hele geçirsem şu mevkii, göstereceğim günlerini! Bir kazansam büyük ikramiyeyi, görecekler günlerini!

  Düşlerimizin gücü, derinliği hemen hemen hepsinin çevremizden etkilenip şekillenmesinden ibarettir. Yazı ve okuma hayatı içindeki insanlar daha fazla düş kurarlar. Zaten işlerinin yarısı düşlerden ibarettir. Yaratıcılığın vazgeçilmezidir düşler…

 Çocukluk zamanımın düşü, rüyaya dönüşmüştü. Öyle etkilenmişim ki sabahleyin kalktığımda Gülsüm Ninemin kurduğu yer yatağında bakkal dükkânını arıyordum. O kadar üzüldüm ki; nereye gitmişti o güzelim bakkal dükkânı!

 Yıllardır yerel basında; Sığdaki Derinlikler isimli köşemde yazıp duruyorum. Sadeliğine sade, beklentisiz olma açısından da bir idealistin sağlamlığı kadar sağlam durduğumu sanıyordum…

  Hâlbuki için için, her sözcük, her çalışma beni bir parça daha öteye, düşler ülkesine de taşımıyor değildi. Belki bir gün bir kitap, bir hikâye ve daha yukarılara çıkma düşü… Bütün bunların tek sebebi var; yaşadığımız toplumun beklentileri…

 Bizler bu beklentilere boyun eğdiğimiz an sıradanlığın yolculuğuna başlıyoruz. İster yazar, çizer, düşünür olalım; ister başka şey; toplumun “AFERİN” demesine muhtacız… Bu yüzden aldığımız büyük araçlar, evler; bir an önce başkalarını duyurma istekleri; ezici güzellikleriyle doludur…

 Beni düşünden uyandıran kişi yine bizim gibi bir yazar oldu. Julus Renard bir gece ruhlar âleminden değil de edebi dünyadan, onun yaşam dolu sayfalarından sıyrılıp bana seslendi;

“ Kendinde büyük bir yetenek olduğunu ortaya koyma isteğini yitirdiğin an, gerçek bir gelişme gösterebileceğini unutma!”

 Gitti bütün düşlerim! Ünlü, zengin olma heyecanım; hepsi bir toz bulutu gibi dağılıp gitti…

  Peki, ama bir söz bunca düşü, kurguyu bir den yerle bir eder mi? Yüzüncü Maymun Teorisini hatırlatmak isterim. Bir de koca bir bardağı taşıran en son küçük damlanın büyüklüğünü…

 İçimde, ruhumda bir şey daha dengelendi. Sonsuz beklentilerin garip sancılarına ayrılan zamanın ne büyük, ömrümüzün ise ne kadar küçük olduğunu anlamak adına; pek de iyi; pek de insanüstü bir hissiyat…

Güven Serin  



22 Şubat 2019 Cuma

SEN TÜRK DEĞİLSİN!








SEN TÜRK DEĞİLSİN!
----------------------------------

  Sevinilecek bir anlatı mı, yoksa üzülecek bir şey mi? Elbette, geçici egoyu, onurlanmayı bir kenara bırakırsak oldukça üzülecek bir şey; Türklüğümüzün farklı bulunuşu; bir türlü Mustafa Kemal’ ve arkadaşlarının yarattığı mucizenin karşılığı olarak, her daim farklı ülke insanları tarafından farklı algılanmamız…

 Sosyolojik, psikolojik ve trajik bir vaka… Bana bu seslenişleri yapan üç insan; üçü de farklı milletlerden. Türkleri öyle bir tanımışlar ki; bir sürü önyargı da bunun içinde dâhil; farklı bir insan karşılarına çıkınca, akıllarınca iltifat ve takdir etmek adına; “ Sen Türk değilsin!” diyorlar.

  İstanbul’da bir arkadaş buluşmasında bizle birlikte olan bir Rus vatandaşından duydum ilk olarak bu seslenişi. Sonra, Antalya Kaleiçi bir pansiyon işleticisi olan Silviya’dan ve Batum’da taksinin şoförü olan Roland da aynı seslenişi yaptı; “ Sen Türk değilsin!”

 Bu acayip seslenişte; benim Türklükte yerim yoksa hangi millete uygun görülüyorum? Bundan haber veren yok! Biraz öte taşırsak; dünyalıyım der geçersin… Her şey bu şekilde çözülse; herkes dünya milleti olmayı ilahi bir gönüllük içinde kabul etse; çoktan bütün sınırlarımı atardım.

 Böyle değil elbet! Yüzyıllara dayalı gelişim, değişim ve benzer yönlerimiz, bizleri bir milletin varlığı içinde var oluş yazgısını da beraberinde getirerek; nice büyük aşama ve sınavlardan sonra bu hissedişi yapar hale gelmişiz.

 Öyleyse; Türklüğü bu kadar yanlış tanıtan varsa; Milli Eğitimin, Turizm ve Kültür Müdürlüklerinin, Üniversitelerimizin oturup da ağlaması gerekmez mi? Marifet, kabalıkta değil artık! Marifet, yaşadığın ülkene, şehrine, kasabama, köyüne; onur, itibar katmakta! Öncü milletlerin geçtiği aşamalardan geçme; icatların, ilimin, sanatın, felsefenin de merkezinde bulunup onlarla birlikte yoğrulma…

 Bir iltifatı bu kadar trajik kabul edeceğimi bilemezdim. Bir onurlanma değil, bir acı çekme gerçeği; Ben Türküm; varlığımı ilk hissettiğimde, Türklüğü gönüllü sevmemde ki en güzel öncüler; Dedelerim, ninelerim, teyzelerim, amcalarım ve dayılarım.

 Dünyaya geldiğim kerpiç evlerde, onların bitişiğinde bir de hayvan ahırımız vardı. Çırağımız için Kürt Mehmet derlerdi. Dedemin ve babamın ilk işi; annem ile nineme; Kürt Mehmet Amcanın yemeğin hazır mı? Odası temizlendi mi? Suyu gitti mi? Bu öğretiler, güzellikler, diğer insanlara verilen değerler, dönemlerdir beni Türklüğe kucak açtıran.

 Bir de sonsuza kadar yaşayacak ruhumun, kabul ettiği değerler var; genlerde saklı. Geçmişe utanarak değil; bu büyük arayışın göçlerine, her milletin yüce sevdaları, acıları, coşkuları ve kırılma anları olarak bakıyorum.

 Türklüğü onurlandıran en büyük Türk'e de büyük bir hürmet besleyerek; Mustafa Kemal ATATÜRK'E…

Güven Serin

19 Şubat 2019 Salı

SEVMENİN BEDELİ VAR





SEVMENİN BEDELİ VARDIR
----------------------------------------

 Seyretmiş olduğum Fransız filminde insan psikolojisi üzerine; hatta erkeğin, kadının içgüdüleri üzerine oldukça fazla bilgi, deneyim yer alıyordu.

 Filmin ilerleyen sahnelerinde erkek karakter; “ Fiziksel aşk tanrıyla çarpışmanın verdiği abesliktir.” Dedi. Düşündürücü… Düşünmeden korkmuyor olmak, Mısır Piramitlerini yapan ustaların, işçilerin zorluklarıyla yüzleşmek gibi bir şey… Ter, çaba, sıcak ve ölümü koklamak vardır; Yaşama dair her şey…

  Catherine Breillat bu filmde neredeyse kösnül vaziyette gezen insanları, insancıkları korkusuzca işlemesi; Fransız sinemasının, dünya sinemasına katkılarını da anlatıyor.

 Sevmenin bedeli; sevilmemektir; dersek fazla mı ileri gitmiş oluruz? Gülsüm Ninem; beni yıllarca sevdi. İlk torunun kutsal içgüdüsü ile şımartmanın bin bir çeşidini yaşattı. Ya sonra; ergin ve bağımsız hale geldiğimde; bu büyük sevgiye ne kadar enerji taşıyıp karşılık verdim? % 10’u bile değil… Ya, şımartılma zayıflığını onu alt etme savaşım? Bir ömür sürdü; sürüyor; sürecek gibi…

  Filmin devamıyla birlikte güzel kadınların çirkin erkekler tarafından kapıldığını anlıyorum. Filmin vermek istediği de bu. Bunun sadece mevki, şan, şöhret olayı olmadığını da anlamam için iyi bir fırsat; andı benim için.

 Peki, ama güzel kadınlar çirkin erekler tarafından niçin kapılır? Bunun iyi korunmuş bir sır olduğunu öğrendim. Tam da burada eylem; güzellik ve çirkinlik arasında gizlenmiştir.

 “Güzellik alçalmadan beslenir, onunla paylaşır her şeyi!” işte verilmek istenen “sır” budur. İyice yaklaşır, dikkatlice hatta mercek altına koyarsak bu sosyal olayı; muhteşem dönüşümü, sıkılmış,bezgin insan davranışlarının tutarlı ve tutarsızlığını görmenin ezik ama galip tarafında küçük bir yürüyüşe çıkma hakkını elde edersiniz.

 Öyle yaptım; küçük bir yürüyüş, yağmurlu ve kuzey rüzgârlı bir güne iyi gelir. Sevmenin bir bedeli var; terk edilmek; bıkkınlık vermek… Ya o söz; “ Kaçan kovalanır!” Erkeğin içgüdüsel sesleri; ulaşılmayana ulaş, keşfedilmeyeni keşfet…

  Oysa insan bütün bu olup bitenleri; sinemanın, tiyatronun, opera ve edebiyatın da desteğiyle bir kenara itip nazikçe kendi yazgısını şekillendirip, doğanın bahar şenliğine çevirebilir…

Güven Serin 


16 Şubat 2019 Cumartesi

KEPİRTEPELİ BİR ÖĞRETMEN;AZİZ ATEŞ


Kamera; Güven -Tekirdağ




Kamera; Güven 



Kamera; Güven
Ayvalık Ekbir Tesisleri




İzmir Diyarı



Ahmet Adnan Saygun Sanat Merkezi



İlmik ilmik yaşam kokan;
o kıyıdan diğerine vuran duygular;
kendi kendisini törpülemek ne zor şey;
insanın kendisini...


"Öyle bir yerdeyim ki;öyle bir yerdeyim ki;
bir yanım maviyosun dalgalanır sularda." 


Kamera; Güven AGORA-İZMİR

"Dostum dostum;güzel dostum;
bunu beter çizgidir bu;bu ne çıldırtan
denge..." 




 KEPİRTEPELİ BİR ÖĞRETMEN; AZİZ ATEŞ!
-------------------------------------------------------------

  Anılarımız, hatıralarımız belki de daha bir insan olmamız yolunda en iyi rehber görevi yapmaktalar. Bir haber okumuştum yakın zaman önce; iyi anılara sahip olanların, moralleri çok daha iyi olduğu üzerine.

 İyi anı fikrinden tam olarak ne kastediliyor bilmem! Anladığım şey; eğlenceli hayatı olan insanların daha verimli olduğudur. Yakın çevremde başarılı, mutlu olan insanlar biliyorum. Kaybedişlerden daha fala kazanmalar; aklın ve duyguların hassas dengesi, o muazzam yaşam terazisinde dengeye ulaşıyorsa sorun yoktur.

  Aziz Öğretmen deyince, ne çok türkü, fıkra geliyor akla! Türkülerin, sanat müziklerinin hikâyesini bilmek ondaki o büyük duygu selini tetikleyen mavi gözlerini puslu hale getirmek demekti…

 Bir yola; yolculuğa çıkmıştık 3 Haziran 2009 günü. Tekirdağ’dan İzmir’e, Alaçatı, Çeşme’ye doğru. İzmir’de Konak Öğretmen Evinde arkadaşım Ali Boylu ile birlikte bir akşam yemeğinde; sözden söze yelken açmıştık.

 Onun zorlamasıyla otobüsün bir ve iki numaralı koltuklarına bilet almıştık. En önde oturmasını, ovalara, dağlara; kırlara bakınmasını seviyordu. Belki de Karabezirgan Köyü, oradaki özgür kuzey esintisi, kırlarla iç içe Kepirtepe’de ki öğretmenlik eğitimi; zanaat ve sanata yakınlık onu duyarlı, bol hissiyatlı yapmıştı.

  Kıyıdan kıyıya vuruyordu Kepirtepeli Aziz Ateş’in sevinci. Bacadan bacalara tüten bir odun ateşiydi… Kıvılcımları çok netti. Sert görünüşü, duyarlılığı diğer insanlara karşı bir duvar örgüsü yapmıştı. Biraz zahmete girmek gerekliydi; onun duvarlarından içeri girmek için. O bunu seviyordu; Kepirtepeli olmanın zahmetli yolculuğu sonunda marifetli bir insan olmak…

 Zordu zor olmasına; bir kâşif olana izin verirdi buzdağının altında kalan o engin tarafını görecek olana. Bazen bir çocuğun onu ikna edeceği kadar şefkat yeterli; kilidi olmayan bir kapının hemen ardındaydı.

 Ayvalık yakınlarında otobüsün verdiği mola yerinde; yeşilin, bol doğanın içinde olmak, orada öğle yemeği onu fazlasıyla mutlu etmişti.

 Anıların yaşama katkısı üç boyutlu düşünceden geçiyor. Geçmişi yok etmeden, güne taşımak; yarını bilerek; o kadar özel bir an ki; sadece yaşanarak anlaşılır. Yazın hayatının, edebiyatla olan birlikteliğimin en büyük katkısı bu olmuştur; üç boyutlu yaşamın içinde yeşermek, yol almak…

 3 Haziran 2009 yolculuğumuzu anma, hatırlama ve geçtiğimiz yerlerin izlerine bakma anı; 1 Şubat 2019’a denk geldi. İzmir’de katılacağım birkaç etkinlik arkadaşım Ali Boylu’nun da yaşadığı şehre bir kez daha o büyük İzmir-Ege heyecanıyla gittim.

 Neredeyse; Aziz Öğretmenle birlikte ayak bastığımız, dokunup birlikte duygulanıp türküler, fıkralarla iç geçirdiğimiz mekânlara uğradım;

  Ayvalık Ekbir Tesisleri yemek ve dinlenme alanı; ahşap masalar… Kazların, tavukların yaşadığı büyük bahçe… Taş çeşme; Agora Antik Kenti; Smyrna’nın yüzyıllardır akan çeşmesi; Kemeraltı, Alsancak; Konak…

  Anılara dokunmak; korkmadan, bütün insani duyulardan sıyrılmış olarak; ağırlıksız bir ortamda; kısa insan ömrü, ölümlü olan canlının, ölümsüz düşleri adına çok büyük bir zenginlik.

 Aziz Ateş bu şehirden ayrılalı; yani kanser illetinin onu aramızdan alması neredeyse bir yıl oldu. Karabezirgan Köyü muhacir mezarlığı onun manevi evi… Babasının, annesinin hemen yanıbaşı; büyük bir sükûnet içinde, çam ve kır kokularının her daim kuzey rüzgârıyla buluşup kavuştuğu köy mezarlığı…

 O,Kepirtepeli bir öğretmendi. Hâlâ öyle… Şiire, türkülere, fıkralara ve güzel olan her şeye… O,felsefeye büyük saygı duyardı; babasından, dedesinden büyüklere duyulacak saygının en üste oturması, tutulması gerektiğine inanmış bir Kepirtepeli öğretmen…

 Çocukları olan öğrencilerine Ahmet Muhip Dranas’ın şiiriyle göbekten bağlıydı. Birbirleriyle şiir tadında konuşurlardı;

Aziz öğretmen; “ Yeşil pencerenden bir gül at bana/Işıklarla dolsun kalbimin içi” derdi; sözü öğrencileri alırdı; “ Geldim işte mevsim gibi kapına/Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ”

 Tam da şairin hissiyatı vardı bu yolculuğumda. 23 yıllık birlikteliğin sağlam dostunu uğurlamıştım 17 Şubat’ın 2018 tarihini gösteren soğuk bir gününde. Gün, Aziz Öğretmen gibi sağlamdı; poyraza aitti; yani kuzey rüzgârına; yanık sesli sanatçının arınmış sesi teselli edebilir bizi…

 Aziz Öğretmen, poyrazın çocuğu gibi sert görünse de; onda, bütün yönlerin rüzgâr akımları vardı. Bütün şairlerin, türkü ve şarkıların hikâyelerine kapılan mavi derinliğe uzanan gözleri gibi…

 Onunla yapmış olduğumuz yolculuğu kısmen aynı izleri takip ederek tekrarlasam da, dostluğun kültürel, sosyal ve edebi yaşama katkılarını bilmenin ölümlü fakat soluk alan tarafında; bir başka sanatsal etkinliklere katılarak; alkışlara onun da alkışını katarak katıldım.

 Elhamra Sahnesinde Mozart’ın Don Giovanni Operasını, Sahne Tozu Tiyatrosu’nda Kaç Baba Kaç komedi oyununu ve Agora Antik alanını; onun duygularıyla gezip, bir işaret, bir teselli, bir algı denge ve huzuru istedim…

  Agora Antik şehrinde bir anıt, anıtın kaidesine işlenmiş bir yazı var; teşekkür yazısı. O günün ünlü yargıcı Damokharis’e şehir halkının teşekkürü. Yüzyıllar önce deprem yüzünden yıkılan şehrin çık hızlı onarılması Damokharis sayesinde olmuş…

  İnsanın da onarımı; dostları ve anıları sayesinde daha kolay gerçekleşir. Bu yüzden; anılarımıza taşa, mermere oyulmuş antik şehirlerde ileri medeniyetlerde bulunan teşekkür yazıları gibi bakalım! Onlar,”Ey Damokharis’in Smyrna-İzmir şehrini eski haline getirişine teşekkür etmişler; yüzyıllar ötesinden.

 Ben ise 2 Şubat günü; Aziz Öğretmene “ Ey Aziz Öğretmen; Biraz daha insan olmam için bana verdiğin cesarete, alkışa, inanca, sevgiye TEŞEKKÜR ederim.” Diyerek…

 Güven Serin 
 














14 Şubat 2019 Perşembe

ISLIK ÇALARAK






ISLIK ÇALARAK…
--------------------------------------


  Islık çalmanın güzelliğini, onun beden dereciklerinin şırıltılı hallerini nasıl anlatabilirim ki? Yaradılışın ritmi, umutların beklentisi ve heyecanı; kendi kendine yetme ve yetinmenin cesur yolculuğunu anlamakla başlar; ıslık çalmanın o büyük, değerli anlamının getirisi…

  Doğa Rutkay’ın Her Şey Bu Masada ki konuğu 84 yaşında ve halen görevin başında bir sanatçı vardı; Kayhan Yıldızoğlu.

  Nice sinema ve dizi… Büyük yeteneğin iç dünyasını, yaşam felsefesini ilk kez dinledim. Üstelik çok küçük bölümünü! Ama aynı zamanda en önemli olanı; çok pahalı bir hazinenin kapılarını cömertçe açarak sunuyor; sunmak istiyor.

  Görgü ve bilgi, uzun damıtma süreçlerinden geçmişse; her daim, insana, doğaya uzanmak, onlarla el ele vermek ister. Kayhan Yıldızoğlu’da bunun peşinde; hiçbir takıntısı, egosu olmadan anlatmak istiyor; yaşamın bize ait olduğunu…

  Islık çalarak ütüsünü, yemeğini yaptığını; ıslık çalarak bulaşıklarını yıkayıp; her daim yaşamın içerisinde, titizlikten öte, temiz ve istikrarlı bir canlı içerisinde hazır olduğunu anlatıyor.

  Bu anlatımlara nice anlam, kavram yüklerken; insanın gelişiminde ki katkıların sınırsızlığını da isimlerle anlatmak istiyor. Dünya sinemasından, sanatından, Türkiye zenginliklerinden en duyarlı bir halde;84 yaşında bir insan çökmüşlüğü, pes etmişliği içerisinde değil; delikanlı bir heyecan fırtınasını en makul ve damıtılmış bir halde anlatıyor.

  Ne hazin zamanlarda yaşıyoruz? Olması gereken bir yaşam sürecini anlatan bir sanatçının, sanki kıt, bulunmaz, nadide bir sırrı açıklar gibi dinlediğim yaşam süreci bana lüks geliyor. Sanki ulaşılmaz geliyor…

  Yaşamlarımız;21.yüzyıla taşıdığımız 20.yüzyıl kalıntıları; ne kadar çok eziklik, rezillik, kimsesizlik ve miskinlik taşıyor ki; olması gereken düzen, istikrar, temizlik, kendi kendine yetme, üretme ve barışçıl haller; bulunmaz bir Hint Kumaşı gibi geliyor.


 Güven Serin 







13 Şubat 2019 Çarşamba

Billie Marten - Winter Song (Cover)



  Gün poyraza gebe; havada berekete dönüşecek nem;
insanlık yine bildik oyunları içinde; ne çok göl yiyecek kendi kalesine, kendi
kendine çalım atanlar; oysa edebi ateş, bir tütsü dumanı gibi her daim tütecek
bir yerlerden...

8 Şubat 2019 Cuma

Denzel Washington'dan İlham Verici Muhteşem Konuşma



  
 Yaşam; yaşama hakkı;
hiçbir söz; sözcük tam olarak karşılığını veremez... İnsan hakları; insanın;
her insanın ne kadar önemli olduğundan söz eder; okuyunca mutlu olur; bazı insanlar;
bazıları ise hiçbir zaman okumayacaktır; çünkü onun hikâyesini anlatmaz, onları
fark etmez o haklar... Sanırım, en muhteşemi, insanın kendi ruhsal damıtışı ile
yaptığı şey; hiçbir mühendis, mimar, filozof yapamaz onu; ilmik ilmiktir, damla
damla; velhasıl büyük sabır, doğrudan yöneliştir; var olan sonsuza...
Güven Serin

5 Şubat 2019 Salı

MARTI ÇIĞLIKLARI


Kamera; Güven

Bir kıta'dan diğerine geçerken;
gemileri ve insanları iyice tanıyan martılar.

İnsanı mutlu eden bir eğlence. Üstelik
çok az emek harcayarak;az
masraflı...Zannederiz ki insanın
yüce başarısı:)) Hayvanlar çocuklar
gibidir;oyun oynamayı severler...
Yani Montaigne'nin kedisi misali;
biz onlarla eğlendiğimizi düşünürken;
"Ne malum onlarda bizle eğlenmiyor olsun?" 
Montaigne'ye yakın bir düşünce içinde
hayvanları halen anlamakta çok
uzak olduğumuzu biliyorum..


Kamera; Güven

Çanakkale Eceabat arası;her gün,
belki her gece yaşaman değerli 
bir çılgınlık...



Kamera; Güven







İKİ KIRMIZI MUM


"Şimdiki zaman,güçlü bir tanrıçadır" der Goethe;her daim
sabun köpüğü gibi akıp gitmesine seyirci kaldığımız
zaman...



İKİ KIRMIZI MUM
----------------------------

 Evde yalnız olduğum bir saat; akşam saati ve yemek vakti… Yılbaşından kalan bir şişe arpa suyum var. Hemen kolları sıvadım. En iyi bildiğim şeylerden, laf aramıza biraz zararlı olandan; patates kızarttım. Üç tane köfte, üç tane de biberi yağda kızartıp bir borani hazırladım. Yanlarına yeşilliği bol olan bir salata…

 Masanın patronu kırmızı mumlar oldu. Müzik yok! İki kırmızı mum loşluğu içinde mekân ve insan buluşması…

  Sanki mekânda ilk kez oluyormuş hissiyatı içinde; insanın insana; kendine ne kadar çok ihtiyacı olduğunu bilerek; yudumladım yiyeceklerimi ve içeceğimi…

 Hiçbir gam, keder ve nefreti taşımadan var oluşu, varlığı hissetmek; ne büyük bir kutsallık… Abartı ve, şamata peşinde koşan nice insanın, daha da yalnız olduğunu düşününce, zaman zaman, kendi kendimize yetmeyi, yetinmeyi kanıtlama adına; baş başa geçireceğimiz kendi ruhumuzun bize ne büyük şükran sunduğunu görmenizi isterim…

 Hep korkarız yalnızlıktan. Oysa kendi kendimizle kalmaktan korktuğumuz aşikârdır. Girmemişse insan edebi, felsefi, sosyal ve sanat dünyasının içine; hep vurdumduymazlıkla saldırdıysa etrafa; vermekten çok hep almanın, çalmanın, taklit etmenin peşinde koşmuş ise; korkutur bizi; kendi kendimizle baş başa kalmak…

Güven Serin