29 Ekim 2021 Cuma

KIR SAÇLI ADAM

 


Emil Cioran 

                                                      KIR SAÇLI ADAM

  Öğle vakti birkaç saat önce geçmiş, akşam vaktine ilerliyordu döngünün gezegeni. Küçük çay ocağının önünde, kıt olan masanın hasırdan yapılı sandalyesinde oturmakta, kahve parçacıkları kokan nefesimin dümen suyu içinde ilerlemekte, hatta yuvarlanmaktayız.

  Önde kır saçlı bir adam, viran yürüyüşlü; ağır-aksak… Sonradan anladım ki bir un çuvalı kadar fazla kilolarından ve bir sorunu var gibi görünen sol ayağından ötürü öyle yürüyordu. Arkasında genç bir kadın, hiç makyaj yapmadan da güzel görünen, sarı saçlı, durgun bakışlı iki çocukla birlikte geliyorlardı.

  İlk baştan, kır saçlı viran yürüyüşlü adamın kızları, çocukları sandım gelen üç kişiyi. İki üç metre uzaklıktaki banka oturdu büyük bir zahmet içinde gelen kır saçlı adam. Kadın, kız çocuğu ve erkek çocuğu da onu izlediler; küçük masanın etrafına, küçük, büyük sandalyelere doluştular.

  Anlaşıldı ki kadın onun kızı değil, karısı, diğerleri; altı yaşlarında bir kız ve dört yaşlarında bir erkek çocuk da onun evlatlarıymış. İlk önce şaşırıyor insan; bakmanın, görmenin körlüğü içinde şartlanmış yanlış tanı koymuş bir doktorun hüznü içinde, karşıma oturan kır saçlı adamı, usul usul inceledim...

   Kadından daha yaşlı değildi. Ama ben öyle sanmıştım. Gelip geçseydiler yanımdan, onu çoktan işi bitmiş bir ihtiyar sanmayacak mıydım? Yüzü, tıpkı bir çocuğun yüzü gibiydi; pürüzsüz, masum-günahsız…

  Bacağındaki sancı, bedenindeki kilolar çocuk bakışlı yüzünden okunuyordu. Sadece kır saçlarından ve kilosundan ötürü onu viran bir nisan sanmıştım. Bir ihtiyar; çoktan vaktini doldurmuş bir yaşlı adam… Oysa daha kırk yaşlarındaydı; tıpkı genç, güzel, alımlı ve makyajsız karısı gibi; tam bir aile saadeti içinde oturdular küçük masanın etrafına.

  Onları rahatsız etmeden her fırsatı değerlendirerek baktım kır düşmüş saçları olan adamın yaşam yükünün ağırlığı altında eziliyormuş gibi gizli ve bir parça şımarık bir çocuk gibi sancı çeken yüzüne.

  Paraya-pula, geziye, yemeye, içmeye doymuş, kendi koşusunu sonlandırmış bir insan kılığındaydı. Arkadan, yandan bakılınca ise iyice ihtiyarlamış bir insan…

  Rumen filozof, yazar Emil Cioran, kendi yolunun sonuna geldiğinde bir röportajda ona sorulan bir soruya şu can alıcı cevabı veriyor;

“ Kaderinize karşı bakış açınız nedir?

-        Benim kaderim sona erdi. Artık yazmamalıyım kararıyla sona erdi… Bu kararın fizyolojik bir temeli vardı. Nasıl desem… İçimde bir şeylerin değiştiğini hissettim.

-        Nasıl bir değişimdi?

-        Bu şey… Bir kırılma! Nasıl derler; TÜKENMİŞLİK…”

  Kır saçlı adamın oturuşunda, yürüyüşünde ve boşluğa bakışında tam da Emil Cioran’ın sözleri ve eylemiyle uyum gösteren bir hissediş ve duruş vardı. Oysa bu sözcükleri söyleyen filozof, yarım yüzyıllık yazı, düşünce serüveni karşısında fazlasıyla yorulmuş, ihtiyarlamış, kendince tükenmişti… Yamaktan, okumaktan ve belki de düşüncelerden vazgeçmişti. Ona sunulan bütün hediyelerden de, mal mülk kazançlarından da…

  Yaşamın yükleri, dünyanın ağırlığı der gelip geçeriz. Filozofun fizyolojik sebepleri, karşımda oturan kır saçlı adamın da derdi olmalıydı. Ama sadece fizyolojik sebepler mi? Kilolarını verse, aksayan bacağını iyi bir tedavi sonucu bir sporcu hareketine, heyecanına ulaşsa; onun bedenine yapışmış acılı, sancılı bakışlardan kurtulabilir mi?

  Tanıdığım bir doktor, eşinin eczanesinde karşılaştığımda, ayaküstü sohbette konu konuyu açmışken bana şunu söylemişti;

  “Dostum, en çok hangi hapları satıyoruz biliyor musun?

-        Bilmiyorum

-        Antidepresanları…”

  Donmuş yüzler ve ruhlar; susturulmuş sesler, renkler ve soluklar; hepsi bir tek sebepten dolayı kilitlenme aşamasına geliyor; hiç kimse diğerini önemseyip dinlemiyor…

   Bir beğenme mantığı içerisinde, en farklı gösteriyi nasıl sunarım korku ve iştahı; 21.yüzyılın modern insanını çıtır çıtır yeme peşinde; onun iştahı da yerinde; fazlasıyla…

  Sanırım işin sırrı kıt olanda gizli… Haddini aşma eylemi, ister tüketim, ister mal, mülk, her türlü eşya edinmede yaşansın; doğanın öz evladı olan insanı, insandan ve doğadan alacağı o muhteşem sevgi içinde var edip besleyemiyor; eksik kalıyor insanın diğer insan ve tabiat yanları…

Güven SERİN  

 

 


28 Ekim 2021 Perşembe

İSTİKBAL GÖKLERDEDİR

 

İnternet

                                             İSTİKBAL GÖKLERDEDİR

       ( Zamanın Yurttaşı Olmak!)

 

    Alman filozof, yazar Friedrich Schiller şu sözüyle insanı pek güzel anlatıyor;

  “ İnsan bir devletin yurttaşı olduğu kadar, bir zamanın da yurttaşıdır.”

  Zamanın yurttaşı olmak ne demek? Anladığımız kadar anlatalım o zaman… Mustafa Kemal ATATÜRK,1800’lü yılların sonunda doğup,1900’lü yılların yarısına gelmeyen bir ömre neler sığdırdığını bizden daha çok bütün dünya biliyor. Ömrünün büyük kısmının askerlik ve savaş alanlarında geçmesine rağmen, Cumhuriyeti ilan eder etmez, bir gün daha vakit kaybetmeyi göze alamayıp, on beş yıla sığdırılan devrimlerin önemini komşu ülkelerde yaşanan vahşetler, göçler ve savaşlar sayesinde çok daha iyi anlıyoruz…

 Bu dahi, sadece savaşmaya yazgılı değildi. Halkını, gelişmiş ve hür medeniyetler seviyesine getirmeyi, askeri lisesinde okuduğu yıllarda bir düş ve düşünce olarak kendine amaç-hedef ve yol olarak seçmiştir.

  Sözün kısası, savaş bitip Cumhuriyet ilan edildiğinde ; “ Esas savaşımız şimdi başlıyor; ekonomik, cehalet” diyerek, kalkınmak için eğitimli insanların olması gerektiğini çok iyi biliyor ki, bu bilginin ışığında daha 1925 yılında Türkiye Teyyare Cemiyetini kurduruyor. İlerleyen zamanlarda Gök Okulları açılıyor. Uçak fabrikaları kuruluyor.

  Niçin mi? Bu dahi, istikbalin-geleceğin göklerde olduğunu günümüzden 100 yıl önce söylüyor. Sadece söylemek mi, bunu eyleme geçiriyor; “ Bir ülke, kendi hava sanayini kurmalı! Bütün uçaklar ve parçaları memleketimizde yapılmalı!” inancını daha 1925’li yıllarda yaşama geçiriyor, seslendiriyor.

  2021’e gelindiğinde göklerde olan geleceğe yapılan yatırımların çok azını bildiğimiz halde bu bile birçok ülke için imkansız anlamı taşıyor.Uzayda dönen uydular,araştırma ve gözlem yapan bilin insanları,uzayın derinlerine gönderilen uzay araçları ve çok yakında Mars'a insanlı inişin,orada Marslılar kolonisi,medeniyetinin kurulma amaçları,geleceğin ve günün göklerde olduğunu anlatmıyor mu?

  Uçma ve gökler deyince aklıma Ahmet Kutsi Tecer’in Havacıya Türkü şiirinden birkaç dize geldi;

  İşte sana mavi, geniş bir alan/Haydi yiğit haydi artık havalan!/Sende bulut gibi gökte yuvalan/Haydi yiğit haydi artık havalan!”

  İlk uçağa binişim 1990’yılların başında oldu. Atatürk Havalananından bindiğim uçağın jet motorları çalıştığında, uçağı o güçlü enerjisiyle sarstığında ilk önce uçak mühendislerine teşekkür edip minnet duygularımı uçak, göğe yükselmeye başladığında yaptım.

  O büyük kütlenin, o büyük şehrin üzerinden havalanması, yer çekimine meydan okuması, birkaç saat içinde Urfa’ya indiğimizde anladım zamanın yurttaşı olmanın ne olduğunu.

  Arkadaşım Ali ile İzmir’de buluştuğumda söz etti uçma anılarını. Ali bir iş insanıydı. Zamanla yarışan, Tekirdağ’ın onur duyacağı, yaklaşık 25–30 kişiye de işveren olmanın telaşını, yetişme çabalarını ancak uçakla giderdiğini bir güzel anlattı.

  Anlatması bir ara uçak mühendisliğini, göklere ve zamana meydan okuyan o teknoloji karşısında düşmüş olduğu şaşkınlığı şöyle izah etti;

  “ Bazen şaşırıyorum; hangi şehirde olduğumu unutuyorum arkadaşım. Bir gün, İzmir’den Ankara’ya uçtum. Aynı gün içinde oradan Gaziantep ve Antalya ve gece İzmir’e tekrar döndüğümde inanamadım…” Aynı gün içinde, dört şehir görmek, işlerimi halletme karşısında hayret ettim…

  Mustafa Kemal ATATÜRK, göklerde olan istikbali çok iyi anlamıştı. Uzağa bakışı, keskin mavi gözlerinden mavi göklere uzanıyor ve sıklıkla;

“ Halkı uçmaya alıştırmalıyız! Bunun içinde önce Ankaralıları Pazar günü ucuz fiyatlarla uçaklara bindirip Ankara üzerinde uçurun. Bunun korkulacak bir şey olmadığını ancak böyle inanacaklar ve etraflarına inandıracaklar. Doğrusu budur…”

  Doğrusunu gören Atatürk’ün talimatı hemen uygulamaya konulmuş, tek motorlu bir King Bird ve bir Junker F–13 ve bir AT9 adam başı 2,5 liraya Ankaralıları kent üzerinde dolaştırmaya başlamıştır. Kalkış ve iniş arası 20–25 dakika geçer…

 Zamanın yurttaşı olmak böyle bir şey… Teknolojiyle ters düşmeyip, benliğimizi, geçmişimizi yok saymadan, bütün bağları sımsıkı birbirine birleştirmek ise ayrıcalık; bir dünya insanı, zamanın yurttaşı olmak demek…

  Bayramımız KUTLU olsun…

 Güven SERİN

  


26 Ekim 2021 Salı

TEMBELLİK HAKKI

 

İnternet


                                                TEMBELLİK HAKKI

 

   Tembeli kim savunur? Aylaklığa kimler övgü düzer? Edebiyatın ve felsefenin içinde kendine çok anlamlı ve değerli bir yer bulsa da tembellik; zorlanır uygar ve kapitalist dünyanın sınırları içinde. Bütün savunmaları boşa çıkar; ezilir, büzülür ve korumasız, kanatsız bırakılır…

  Daha fazla KAR üzerine kurulu, SAVAŞ ve ARABOZUCULUK tılsımlarıyla dopdolu bir dünya… Ne antik zamanlardan bir ders kalmış geriye, ne de uzay çağının başlama sirenleri çalıyorken bir dönüşüm, bir adalet arayışı var yeryüzünde…

  Zenginliğin sevildiği, yoksulluğun ve tembelliğin hor görüldüğü ve alabildiğine reklâm pastalarının büyüdüğü bu dünyada gel de erdemden, kısacık insan ömründen söz et…

  Şairlerin, yazarların felsefeleri bu yüzden özgürlük için çırpınır. Hakkı verilmeyene hakkını; söz, tiyatro, sinema, resim sanatıyla teslim etmektir bütün istedikleri. Bir de, her daim insan kalmak için, gerekirse bir fıçı içinde yaşamak isteyenleri, yalınayak, üstü başı dağınık halde Sokrates kimliğinde kalanları cesaretlendirmektir düşünceleri…

  Bertolt Brecht, bu yüzden sorgular tüm zamanları. Emeğin, üretimin, zanaatın ve sanatın içinde zorlanan, isimleri öne çıkmayan, tembellik ve aylaklık özgürlükleri ellerinden zorla alınan, Dünyanın Yedi Harikası veya harikaları olarak bilinen eserlerin üzerine düşen terlerin, gölgelerin, umutların ve iniltilerin hakkını arar şiirinde;

“ Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?

Kitaplar yalnız kralların adını yazar.

Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?

Birde Babil varmış boyuna yıkılan,

Kim yapmış Babil’i her seferinde?

Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar

Altınlar içinde yüzen Lima’nın?

Ne oldu dersin duvarcılar

Çin Seddi bitince? “

  Dikkat ederseniz, gelişen uygarlığın merkezinde TÜKETEN İNSAN var. Her şey onu şişmanlatmak, borçlandırmak ve hastalandırmak üzerine gibi görünüyor. Daha huzurlu yaşamların, daha uzun ve sağlıklı ömürlerin yerine, daha büyük yalnızlıkların ve bitip tükenmek bilmeyen hastalıkların hükmü ilan edilmişe benziyor…

  Antik dünyanın insanları, felsefeyi, tiyatroyu yukarılara nasıl taşıdılar dersiniz? Tembelliğin, aylaklığın farkına varıp, düşüncenin, sohbetin, seyahatin demini bildikleri için…

  Bu yarış nereye varır belli değil… Her şeyin daha büyüğü, daha çoğu; hatta hepsi; neredeyse imkânı olsa, insanlık evreni parselleyecek… Geride adı-sanı nice imparatorluk dururken, kim bilir kaç kez dünya kendi var oluş kıyametlerini yaşamışken, harika bir oyunun içinde tam bir çırpınış destanına tanıklık ediyoruz…

 Büyük İskender dünyayı fethedecekti oysa yaşasaydı otuz yıl daha...! Süleyman Peygamber kuşları dahi anlayacak, yüzyılları dahi cebinden çıkartacak yaşa ulaşmıştı... Zamanın prangasına girip de kurtulan olmamış…

  Dünyayı yöneten büyük azınlığa göre, bunca insanın köleleştirilmesi tam manasıyla Çalışma Aşkı yüzünden oluyor. Paul Lafargue ise Tembellik Hakkı eserinde, özgür insanı köleleştiren kurnaz ve hilebaz ustalara şöyle sesleniyor;

  “ Çalışma kapitalist toplumda her türlü entelektüel soysuzlaşmanın, her türlü organik bozulmanın sebebidir.”

  Dr.Beddeo’nun fikri ise;

  “ Bir ırk ancak fiziksel gelişiminde doruğa çıktığında, en yüksek enerji ve ahlaki güç noktasına erişir.”

  Latin şair Vergilius destanındaki seslenişi ise hayli ilginç;

“ Ey Meliboe, Tanrı verdi bize bu aylaklığı…”

  Aylaklığa, tembelliğe bakış açınız tam olarak nedir bilemesem de, yeterli olanı, yetinmenin o muazzam erdemini, değerli ve eşsiz o çizgiyi yakalamak, tam manasıyla Sümer Kralı Gılgameş’in ölümsüzlük otunu araması gibi bir şey…

Güven SERİN


22 Ekim 2021 Cuma

TİME-ZAMAN

 


                                                        TİME ( ZAMAN )

 

     Yılda dört kez yapılan, tenis dünyasının en saygın turnuvalarının ikincisi olan Fransa Açık ( Roland Garros ) karşılaşmalarını izlerken fark ettim, oyuncuların dinlenme saati bittiğinde hopörlerden yayılan tek bir sözcük duyuluyor, binlerce insanın sessiz ve heyecanlı bekleyişi içinde;

  “ Time “ Bir kadın sesi; ne sert, ne fazla zarif; bir görev çağrısı kararlılığı içerisinde bir kadın sesi; “ Time “ , “Zaman “ hatırlatması yapıyor…

  Ne çok duyardık veya duyarız bizden önceki kuşaklardan; “ Bizim zamanımız geçti artık! Dedelerimizin, ninelerimizin zamanında şöyle, böyleydi…”

  İster içinde bulunduğumuz, isterse adına; geçmiş veya gelecek zaman dediğimiz süreyi anlatalım; bir türlü durdurulamayan öneme sahiptir zaman… Şairin (Attila İlhan ) mısraları kendi çağrısını yapıyor;

“ Efendiler, az söylemek, çok yapmak zamanı gelmiştir.” Tıpkı, dinlenmekte olan sporcuları maçın kalan bölümlerini oynamaya davet eden Fransa Açık Turnuvasında binlerce seyircinin ve milyarlarca yaşa, zamana sahip güneş ışınları altında çağrı yapan ses gibi; “ TİME…”

  Zaman denen kavram, bir gün konuşmak istese tam olarak ne derdi acaba? Şöyle seslenir miydi; “ Hep, zamandan-benden şikâyet ediyorsunuz! Sürekli geçmişi söylerken, bugünü ve yarınları harcıyorsunuz ve yine, zamanın yetmediği üzerine şikâyet ediyorsunuz!”

 İyi belgesel izleyicileri çok iyi bilir diğer canlılar; hayvanlar ve bitkiler dünyasını. Zaman kavramının önemini çoktan anlamışlar ve eksiksiz uygularlar. Bütün telaşları, akan zaman nehrindeki faaliyetlerine odaklanmak ve bu süreci çok iyi yönetmekten ibarettir.

  Mart olunca leyleklerin, nisan olunca kırlangıçların, kartalların gelişi, hiç aksatmadan uyguladıkları dönüşüm; ürüme ve beslenmeyle birlikte yaşadıkları göç; göçebelik; zaman sürecine uygun, coğrafi yerlerdeki yaşam alanlarına ait mevsim değişimlerine sıkı sıkıya bağlılık…

Ne içindeyim zamanın/Ne de büsbütün dışında;/Yekpare, geniş bir ânın/Parçalanmaz akışında…

  Ahmet Hamdi Tanpınar’ın zamanı anlatan bu şiirinin ilk dizeleri her şeyi açıklıyor gibi… Hiç kimse tam olarak zamanın içine yerleşemediği gibi, tam manasıyla dışına da çıkamıyor. Yani; yoktan var olmadığımız gibi, vardan da yok olamıyor; ama hep aynı, olduğumuz, göründüğümüz, duyulduğumuz gibi de kalamıyoruz…

  İyi ama, zamanı-time, çok iyi kullanmaya kalktığımızı bir düşünelim. Tıkır tıkır uyalım akan zamana. Ve elimizden gelen her saniye, sanise-sini değerlendirelim; ama yine de yetmeyecektir zaman akışının bir anlığına durmasını sağlamayacaktır. En güzel yaratılarımız, icatlarımız, bizi zamanlar ötesine taşıyacak, anılmamızı, hatırlanmamızı sağlayacaktır ama bize ait olan elementler çoktan bir başka yolculuğa çıkacaktır… Albert Einstein’in İzafiyet Teorisi ve İkizler Paradoksu fikri, bu yazılanların dışındadır; şimdilik…

  Tıpkı şairinin değişim anını betimlemeye çalıştığı şiirindeki ikinci ve dördüncü mısralar gibi;

Bir garip rüya rengiyle

Uyuşmuş gibi her şekil

Rüzgârda uçan tüy bile

Benim gibi hafif değil…

Kökü bende bir sarmaşık

Olmuş dünya sezmekteyim.

Mavi, masmavi bir ışık,

Ortasında yüzmekteyim.

  Kendi icat ettiğimiz zaman kavramı, evren için sonsuz olsa bile, evrende her şeyin sonlu olduğunu öğreniyoruz; bilim insanları sayesinde. Yaşadığımız gezegenin doğum zamanını, şimdi kaç yaşında olduğunu ve yaklaşık olarak ne zaman öleceğini…

   Galaksimizin yaşını ve ölüm zamanını dahi biliyor anlamaya çalışıyoruz, uçsuz bucaksız evrenin korkunç büyük karanlığını yaran, muhteşem ışık gösterileri olan yıldızların, gezegenlerin parıltıları altında…

  Bir anlığına, zamanının baskısını hiç umursamayan, kırlık bir alanda bir ahlât ağacının koyu gölgesine sığınmış olan bir çoban uykusunda sahiplenmeliyiz zamanı. Telaşlardan, korkulardan bir süreliğine sıyrılıp, çan seslerine karışan guguk kuşlarının uzak ninnileri, çobanaldatan kuşlarının neşeli oyunları içinde dalmalıyız şairin;

 “ Bir garip rüya rengi olan o mavi ışığa” yaşarken dalmalı ve her gün, uyandığımızda, yaşama yeni doğmuş bir bebeğin kokusuyla uyanmayı denemeliyiz; “Hiç olur mu?” laf salatalarına, gururuna, büyük insan aldanışına şans vermeden akmalıyız zamanın nehrinde…

Güven SERİN  

 

 


21 Ekim 2021 Perşembe

KOCAOĞLAN'IN HUZURU KİMDE VAR?

 



                           KOCAOĞLAN’IN HUZURU KİMDE VAR?

 

   Zannedersiniz hiçbir tasası yok! Bütün dünyevi işleri daha doğar doğmaz tamamlamış da şimdi aylaklığın tadını çıkartıyor. Bir ara şüpheye düşmedim değil; acaba, Bertrand Russell’in Aylaklığa Övgü eserini mi okudu?

   Kocaoğlan’ı tam olarak ne zamandır tanıyorum; bilemeyeceğim. Orta ve Eskicami bölgesinde yaşayıp da bu koca beyaz kürklü hayvanı-köpeği tanımayan yoktur. Onu en çok yatarken, uyurken, sessiz, sedasız bir halde düşlerin içinde yüzerken görmüşlerdir.

   Bugüne kadar hiçbir şekilde durup da onun yüzünü incelemedim. Öyle ya vaktimiz olmuyor; koşturmaca, kavram kargaşası içindeki o korkunç yüklerin altında ezileceğiz derken…

   Bütün bu yüklerin altında ezilmemiz, mal-mülk karşısında muhteşem derecelerde mutlu olmamız hiçbir şekilde Kocaoğlan’ı ilgilendirmiyor. Onun konusu değil… Daha hiç kimseye özel bir minnet duyduğunu da görmedim. Yıllar önce deri hastalığının başlangıcı ona uzattığım elin dokunan tek yararı, bir tek hap vermekten ibaret…

   Hani hep söylenir ya, yaşlanmış, yaşı başı ağırmış, o muhteşem enerjisi yok olmuş kimseler tarafından;

   “ Yaşlılık dönemi gelip çattı, karakış zamanı… El, ayak ve yürek titrer; tam bir alacakaranlık zamanları içindeyiz…”

   Her kültürde buna benzer söylemler; deyim ve atasözleri fazlasıyla vardır. Hepsinin de kendine göre haklı tarafının olması yanında, gelecek nesillere muhteşem bir hatırlatma, uyarı bilinci vardır.

   Çok çalışkan, neredeyse 24 saat iş-güç düşünen bir arkadaşım hastalık evresine girince ne yapacağını şaşırdı. Derhal elindeki işlerin yarısını bir kenara bıraktı. Mal, mülk fazlasıyla, hatta yedi sülaleye kadar yetecek kadar olmasına rağmen, üç ayda bir gitmiş ve gideceği doktor kontrolleri neredeyse kâbusu oldu.

   Bu arkadaşımın yaşam karşısındaki masumiyetini bilmesem onu anlayamaz,buraya taşıyamazdım.Masumiyeti en az bizim mahallede yaşayan Kocaoğlan’ın ki kadar geçerli.FakatKocaoğlan çaresiz bir şekilde bir hayvana-köpeğe yüklenin içgüdüler ile kendi aylaklığının huzurunu,hiç kimseye minnet duymadan,bağlanmadan yaşıyor ve ortaya büyük ve net bir karakter koyuyor.

   Ya biz insanlar? “ Elalem ne der? “ düşüncesinden tutun da, filanca komşu, akraba ile boy-post yarıştırmaya, bir yudumluk yaşam için korkunç korkuların karşılığı olan birikimler için yaşamıyor muyuz?

   Gelelim Kocaoğlan’ın huzuruna! Yanından her telaşlı geçişimde ona imrenmiyorum dersem doğru söylemiş olmam! Resmen ona imreniyorum. Bir gece Beşiktaş futbol karşılaşmasını izleyip eve giden caddeden; Kolordu’dan dönerken yine gördüm onu hep aynı yerde.

   Kocaoğlan’ın en sevdiği yerlerden birisidir; Kolordu Caddesi ile Muhtaroğlu Sokak kesişimi olan kaldırımın hemen kenarında uyumak veya kestirmek. Yanından geçerken, tenha caddenin fırsatını kaçırmamak için Kocoğlan’ın birkaç fotoğrafını çekmek istedim.

   Kocaoğlan’ın yattığı, aylaklığın demine dem kattığı yere daha da yaklaşınca resmen gülümsediğini farkettim. Halkın diliyle yüzüne yayılan nurlar, aylaklığın iç huzuru, kimselerin malına-mülküne el, dil uzatmamış olmanın iç-gönül rahatlığı içinde uyumak ile gülmek, kestirmek ile etrafı dinlemek arasında özenilecek bir köpek yüzü, o büyük beyaz ve kalıp postuyla insanlığa ders veriyordu…

   Sessizce, uyuyarak ders verilir mi demeyin! Belki de yeterince sessiz olmadığımız için sessizliğin seslerini duyamıyoruz…

   Hep felaket, hep kötülük haberleri bizleri öyle bir sarmış ki, bir köpeğin yüzünde, sanki bütün yaşamın izlerini, mutluluğunu, iç huzurunu göremeden her gün ve büyük garip telaşlar içinde gelip geçiyoruz.

   Hiçbir diploması, hiçbir mülkiyeti olmayan Kocoğlan, kim bilir kaç yaşında olmasına rağmen, sadece yaşamın içinde olmanın ve kalmanın muhteşem bilinci veya içgüdüleri içinde her gün; Russell’in Aylaklığa Övgü, eserine ayrı bir gayret, minnettarlık duyuyormuş gibi kendi gösterisini yapıyor…

Güven SERİN 

20 Ekim 2021 Çarşamba

SANATÇI ÇOK ÇABUK UNUTULUR

 


İrfan DOĞRUSÖZ
Malkara Tekirdağ

                                 SANATÇI ÇOK ÇABUK UNUTULUR

                 ( İrfan Doğrusöz ve Şadiye Erdölen anısına )

 

  Vefa; kısacası sevgiyi sürdürme bağlılığı hemen her insanın ağzından düşmez de iş uygulamaya gelince, dün ne yediğimizi de unuturuz. Şehrimizin sanatçısı, yazarı bir eğitimcinin duyarlılığından esinlenerek bu çalışmayı yapıyorum. Aytaç Oy’un Dilek Gazetesi 53.Sayısın 2 Temmuz 2007’de yazmış olduğu köşesinde şöyle bir yazı var;

 “ Sanatçının Kaderi

 Sanatçılar çok çabuk unutulurlar… Gündemdeyken milyonların beğenisini kazanan, afişleri duvarlardan düşmeyen insanların kendi yanlışlıkları sonucu son zamanlarını sefalet içinde geçirmelerine neden olur.

    Ama sanatçılar gündeme damgasını vurdukları, ortaya koydukları sanat eserleriyle anılırlar… Bir film, bir şarkı, bir heykel, bir resim, fotoğraf olabilir.43.Tekirdağ Kiraz Festivali son günü olan 19 Haziran’da yitirdiğimiz Şadiye Erdölen de resim öğretmenliğinin yanı sıra bir ressam, bir heykeltıraş bir seramikçiydi. Bir sanatçı idi Erdölen. Tekirdağ Kiraz Festivali amblemini çizin kişiydi Erdölen.1960 yıllarında Tekirdağ’da görev yapan resim öğretmeniydi Erdölen. Ve çizdiği amblemin alt bölümünde yapıtının kendisinin çizgileri olduğunu gösteren ufacık “ Ş.E.” harfleri koyarak “Bana bu ödül yeter” diyen, başka bir karşılık beklemeyen bir sanatçıydı Erdölen. Gelin görün ki festivalin ilk yıllarında belleğimize kazınan “ Ş.E.” harfleri bu sanatçıya çok görülerek kaldırılmış…”

  Aytaç Oy’un sanatçı duyarlılığı içinde 13 yıl önce yazdığı bu yazı derinliğini, acısını ve sızısını halen koruyor. Kalp atışları duyuluyor. Sanatçının şehir sevgisinin yanında toplumsal, sosyolojik duyarlılığının beslenme biçimi; sevgi bağlarından-vefadan başka bir şey değil…

  Aytaç Oy’un 2 Temmuz 2007 günü yazısında bir başka sanatçıya da yer verdiğini gördüm. Malkara doğumlu Dr.İrfan DOĞRUSÖZ. O da 17 yıl önce ölmüş. Sesini, soluğunu, hünerlerini sadece doktorluk-sağlık sahalarında değil, Tük Müziğinin bahçelerinde de göstermiş bir sanatçı…

  Her geçen gün cehaletimin daha belirgin hale gelmesi; bilginin, öğrenmenin ve öğretilerin ne büyük bir okyanus olduğunun da farkına varmama neden oluyor. Aynı zamanda şehir hafızamızın vefa, okuma duygusundan yoksun olunca İrfan Doğrusöz gibi sanatçıların dehasını da anlamadan yaşayıp gidiyor görünüyoruz. Belki de ne yaşıyor, ne de yaşamıyoruz…

   İrfan Doğrusöz kimdir? 1927 yılında doğan sanatçı ilköğrenimini babasının da teşvikiyle İstanbul Belediye Konservatuvarında gördü.1950 yılında İstanbul Radyosunda ses sanatçısı olarak çalışmaya başladı.1955 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesini bitirerek doktor oldu.

  Efsane takım “ Vefa” nın genç takımında futbol oynadı.”Sporular Marşı”nı besteledi.1963’te İç Hastalıkları Uzmanı oldu.1967 yılında tıp alanında çalışma yapmak amacıyla ABD’ye gitti. Kültür Bakanlığı Klasik Türk Musikisi Korosunda ses sanatçısı olarak görev yaptı.100’e yakın şarkı, saz eseri, çok sesli Türk Musikisi denemeleri, marşı, ayin-i şerif ve müzikal hikâye şeklinde besteler yaptı.

  İrfan Doğrusöz iyi bir doktor, bestekâr olmanın yanında vefa bilir bir insandır. Bunun göstergesi olarak kurmuş olduğu sevgi bağları; Tekirdağlı şairler, Aytaç Oy, Zeynep Karakaya Demir ve Cahide Ulaş gibi…) şiirlerinden besteler yaptığı gibi şairlerle ortak yapıtlarda bir araya geldi.2003 yılında ABD’de vefat eden İrfan Doğrusöz’ün cenazesi İstanbul-Atatürk Kültür Merkezi’nde yapılan tören sonrası vasiyeti üzerine doğum yeri Malkara’da toprağa verildi.

  İrfan Doğrusöz,” İtri, Dede Efendi, Tanburi Cemil Bey”  gibi bestekârlarınla birlikte olma inancı içinde şu sözü söylemiş; “ Ölümden korkulmaz” demiştir. İrfan Doğrusöz’den geriye çok şey kalmıştır. Bizler unutsak da, tarihin sayfalarına, müzik severlerin gönüllerine, müzisyenlerin belleklerine kazınılan şiirler, şarkılar ve besteler; kendi küllerinden tekrar tekrar doğar ve yaşar; üstelik efil efil esen değerli bir bahar rüzgârı gibi; yaşam ve yaşatmak kokar…

“ Sevdadan Vazgeçmek

Sevdadan vazgeçmek pek kolay olmaz

Gönüller perişan, aşkları solmaz

Bak neler söylüyor bağrımdaki saz

Sevmekten usanma, hayat yalanmış

Kadına naz yaraşır, erkeğe niyaz

Sevda kanunu tahsil et biraz” 

Güven SERİN 

15 Ekim 2021 Cuma

ARTIK HERKES YALNIZ

 


İnternet


                                           ARTIK HERKES YALNIZ!

 

    Seksenli yıllarda dansçı, doksanlı yılların başında pop sanatçısı olarak ünlenen Hakan Peker’in konuk olduğu televizyonda, yerden göğe kadar sanat, sanatçı ile ilgili sorular sorulup, çok samimi cevaplar alınıp verildi…

   Program sunucusu aklına gelen her soruyu sorup kendince doyurucu cevaplar aldıktan sonra konu dostluklara geldi.1980’li,1990’lı yıllardaki dostlukların şimdi nasıl olduğunu sorunca sanatçıya;

   “ O,günün şartları şimdi yok! Herkes kendi çalışmasını, sosyal dünyadan; İnstagram,Facebook ve diğer kanallardan yapıyor.Artık birilerine ihtiyaç yok!” dedikten sonra şu sözcükleri de ekledi;

   “ Artık herkes yalnız!”

   Sanatçının yüzündeki yalnızlık bütün çıplaklığı ile gün yüzüne çıktı… Gelişen, güya ilerleyen medeniyetlerin kaçınılmaz sonu mudur yalnızlık? Belki de çeyrek yüzyıl sonra kimse evinden dışarı bile çıkmaya tenezzül etmeyecek! Her şeyi ayağına getiren, ayağa ve yalnızlığa hizmete adanmış teknolojiler çığ gibi büyüyor…

   Dervişane veya bilgeliğe giden, edebi dünyanın damıtılma sürecine muhtaç yalnızlıklara hiçbir şey diyemem. Gerekli olan yalnızlıklar-dır bu tür yalnızlıklar…

    Günümüzün, medeniyetimizin yalnızlığı ise oldukça garip… Alışmakta epey zorlanacak bizim nesiller. Belki de bizden sonrakiler de, geçmişi sıklıkla hatırlayıp, günün objeleri, yiyecekleri ve beğenileri, selfi veya özçekim-leriyle eğlenip o muhteşem yalnızlık ızdırabını geçici olarak unutacaklar…

   Evrim mi böyle istiyor, yoksa dünyanın krema ve kaymağını yiyen birkaç ülkenin açgözlü yöneticileri mi?

     Sanki yüce yaratıcının veya evrenin ana kuralı gibi hak ile akıllı arasındaki bağlar; zenginlik-güç ve haklı olmaya dönüşmüş! Yoksul ve duygulu insanların kabul görmediği, belki de bu korkunç gidişatı durduracak, organik olana tekrar dönüldüğünde kıt hale gelecek bu canlıların neslini çoğaltmak için apayrı programlar, yatırımlar yapılacak; gelecek muhteşem yalnızlıkların ve insanlığın büyük çoğunluğunu tehdit eder hale geldiğinde…

   Öyle bir aşamaya gelindi ki artık herkes yalnızlaşırken, herkes; yönetmen, şair, yazar, doktor, öğretmen, mühendis, tarihçi, mimar olabiliyor. İnternetin; arama motorlarının sağladığı bilgiler yardımıyla pratik hale gelen, getirilen yaşam, kendi kendimize yetmeyi sağlıyor veya sağlayacağa benziyor…

 

  Burada, bu çalışmada kimseye akıl verecek değiliz. Toplulukların o büyük koşusunun, büyük yalnızlığının önüne de geçemeyiz… Herkes ürkmüş o fakirlikten, köylülükten, kasabalıktan ve hor görülüp ezilmekten… Şimdi herkes ünlü, beğenilir, en fazla dikkat çeken olma peşinde koşuyor. Etraf, toz duman; bu büyük koşuya milyonlar, milyarlar katılmış…

  Meşhur bir söz var ya;

   “ Herkes aklını pazara çıkarmış, yine kendi aklını satın almış”

    Akıllar bir kez pazara çıkmış ve satın alanlar da bizsek, kendi kendimizin beğenisine, durmak bilmez açlığına, ezilmişliğine tutunmuş ve dönen girdabın içinden çıkma becerisi göstermek gibi niyetimiz yoksa kıymetli yalnızlığımız kutlu olsun…

   Samuel Beckett’in Godot’u Beklerken isimli trajikomik oyununda seslenir iki oyuncudan birisi;

   “ Yapacak bir şey yok… Yapacak bir şey yok…” ve şöyle devam eder ikili arasındaki diyalog; 

 “Elimizden ne gelir ki?” 

  Tam da burada insanın hüneri, zanaatı ve sanatı lazımdır. Bir yerde can simidi olarak peşinden koştuğu felsefe, edebiyat ve sanat burada iş yapacak, kurtulmak isteyenleri kurtaracak güce sahip olacaktır; fark edecek derman, takat kalmış ve onlar görünür haldeler ise…

Güven SERİN 

5 Ekim 2021 Salı

ÖĞRETMEN,İŞİNE TUTKU İLE BAĞLI AŞIK BİR SANATÇI OLMALIDIR

 


İnternet


          ÖĞRETMEN, İŞİNE TUTKUYLA ÂŞIK BİR SANATÇI OLMALIDIR

 

      Bir aydın, günümüzden yüzlerce yıl önce; 1800’lerin sonunda öğretmenin-öğretmenliğin felsefesini böyle savunup ortaya sunuyor.

    Anton Çehov gençlik yıllarında Maksim Gorki ile konuşurken kendi idealindeki öğretmenliği izah ediyor;

   “ Öğretmen, işine tutkuyla âşık bir aktör, bir ressam olmalıdır. Oysa çocuklarımıza bir şeyler öğretmek için köye adeta sürgüne gider gibi isteksiz giden öğretmenlerimizin kendileri yarı cahil birer ameledir.”

   Çehov niçin bu felsefeyi savunuyor? Öğretmen işine tutkuyla âşık bir insan olmazsa ne olacağından korkuyor?

   Gerekçesi çok basit… Özellikle Rusya’nın kırsal bölgelerindeki kalkınmanın, eğitimin çok zayıf olduğunu biliyor. Ülkesini seven her insan gibi ideallerini arkadaşı Maksim Gorki’ye anlatıyor;

   “ Çok param olsa burada hasta öğretmenler için bir sanatoryum kurardım. Aydınlık bir yapı olurdu. Hani kocaman kocaman pencereleri, yüksek tavanları olan çok aydınlık bir yapı... Mükemmel bir kütüphane kurar, bütün müzik aletlerini bulundurur, arı besler, bostan eker, meyve yetiştirirdim.

   Onlar için tarım üzerine, meteoroloji üzerine, daha birçok konuda konferanslar düzenlerdim. Öğretmen dediğin bir şeyler bilmelidir; her şeyi…”

   Cehov yaşadığı ülkede, Rusya’da öğretmenler için sıra dışı ortamların yaratılmasını savunuyor. Biliyor ki eğitim-öğretim seçkin insanlar tarafından yapılmaz ise;

  “ Devlet kerpiçten yapılmış çürük bir ev gibi çökecektir…”

   Öğretmenevlerini dahi yaşatamamış,21.yüzyılın Türkiye’sinde gelinen noktada kadrosu olmayan, güvencesi, özlük hakları, aldığı ücretin yaşam standartlarını çok altında olan öğretmenlerin eğitim verdiği ülkemizin durumunu bir düşünün?

   Daha Cumhuriyet kurulur kurulmaz eğitime, öğretmene muazzam değerler verilip, onlara seçkin koşular sağlanmaya başlamış.1940’lı yılların başında ise o büyük devrim; Köy Enstitüleri kurulmuş…

    Tam manasıyla ülkenin, ülkemizin çağlar boyu yakalayacağı o büyük değişimi, dönüşümü Cumhuriyet ile yaşamaya başlamışken; ABD gibi bir cazip güç, cazibeye kanan makamında kalma meraklısı yöneticilerimiz tarafından kabul görüp, kendi bindikleri eğitim ağacı bir güzel kesilip Köy Enstitüleri kapatılmış…

   Kara kapkara bir gün; neredeyse yetmiş yıldır öyle veya böyle, öğretmenliği yüceltmek, daha seçkin hale getirmek yerine bugün güvencesi, kadrosu olmayan on binlerce öğretmen, geçip savaşı veriyor.

   Karanlığı, cehaleti nasıl giderecekler; eğitim verdiği sınıflarda? Kendi yaşamlarını açlık sınırından kurtaramayan öğretmenler ne yapabilir bugünün ve yarının çocuklarına?

   Öğretmenevleri, oradaki lokantalar, çayhaneler, pastaneler, kısacası eğlenen öğretmenlerin bu eğlencesi bile lüks sayılmış, maaşları güçlü, görgülü bir öğretmenin çok altında bırakılmış insanlardan bu karanlığı, cehaleti yok etmesini bekleye bilir miyiz?

   Cehov arkadaşı Maksim Gorki ile bir başka sohbetinde acı acı konuşur;

   “ Şu bizim Rusya, ne saçmalıklarla dolu, ne akıl sır erdirilemez bir ülkedir!”

 Güven SERİN 

 

 

 

 


1 Ekim 2021 Cuma

BİZ MODORN BİR AİLEYDİK

 

İNTERNET


                                        BİZ, MODERN BİR AİLEYDİK!

 

   Sözcüklere, sloganlara, fıkralara sığınmayı çok güzel beceriyoruz; milletçe… Modern, çağdaş sözcüklerine de sığınanları pek kuşkuyla dinlerim! Acaba; özde, yaşamın pratikleri haline getirdikleri bir şey mi, yoksa sadece sözde mi kalıyor diye…

  Atölyeme, uzun zamandır uğramayan tanıdığım uğradı. Epey süzülmüş… Kendince kilo verip, delikanlı bir ruha, bedene sahip olarak yalnızlığını daha çekilir, dayanılır hale getirme biçimi, kılığına girme çabaları…

   Haklı da sayılır; insan ilk önce kendi ayakları üzerinde durmak için; beden ve ruhunu her daim tımar edip, yaşamı her türlü eksiklik içinde kucaklamalı…

  Gerçek manada sohbete aç tanıdık ile neredeyse bir saat konuştuk. Zor günlerden geçirdi ve geçiyor. Hani, halk dilinde “ kırk yıl” denir ya, kırk yıllık bir aileydiler; “ Biz modern bir aileydik!” diyen tanıdığım.

  İki oğlan, iki kız büyüttüler. Çocukları çok önemli mesleklere edindiler. Hepsi yurtdışında yaşıyor. Anne, modern ailenin kadını gezmeyi, görmeyi sevdiği için yıllardır o çocuğundan diğerine, ülke ülke dolaştı durdu. Ülkede, şehrimizde altı ay kalıyorsa, altı ayı da yurt dışında geçti.

  Nasıl olduysa bu modern ailenin eşlerinin arası açıldı-bozuldu. Anne ile baba birbirlerine ters düştüler. Modern Aile ya, çocukların hiçbirisi ses çıkartmadılar bu olup bitenlere. Sessiz sedasız olmayan bir ayrılma biçimi gerçekleşti.

  Modern ailemizin kadını çok gezdiği için çok bildiği için bir şekilde mülkiyetleri kendi üzerine yapmış. İyi de bir avukat tuttuğu için; tuttuklarını koparıyorlar. Modern ailenin erkeğine yatacak bir yer dahi bırakmayacakları anlaşılıyor…

  İşin garibi, modern aileler böyle mi ayrılır? Diye düşünmeden edemedim. Yani, çoluk-çocuk, çok önemli yerlere gelmiş, zengin olup gelişmiş-modern ülkelerde, şehirlerde yaşayan çocuklar babanın düştüğü bu duruma; GIKLARINI dahi çıkartmamışlar.

  Bana uğrayan modern ailenin tanıdığıma sordum elbet;

“ Çocuklarınız, yardımcı olmadı mı ayrılık kararı verdiğinizde? Sana yapılan bu haksızlık karşısında annelerine; - Dur bakalım anne, bu kadarı da fazla! Demediler mi?”

  Karşımda oturan tanıdık, bu işin derin vurgununu yemesinden mi, yoksa modern aile olmanın verdiği soğukkanlılık yüzünde mi nedir şu sözcükleri söyledi;

  “ Biz modern bir aileydik! Kimse kimsenin işine karışmaz…”

  İçin için; vay be! Dedim;  birkaç kez… Modernlik, yalnızlık, perişanlık ve haksızlık doğuruyorsa, içinden insan denen canlının ruhu ile birlikte vicdanını alıyorsa; böyle modernliği kim ister? Tabi ki modern tutkunları…

  Bir zamanlar böyle bir yaklaşımı genç bir arkadaşımdan duymuştum. Bir konuşmada;

“ Biz modern bir aile olduğumuz için babam bizi hiç dövmez. Ama her türlü psikolojik eziyeti yapmaktan da geri kalmaz!”

 Nasıl yani?

“ Arkadaşım, dedim ya; biz modern bir aileyiz! Babam bizi dövmez ama rencide eder…”

  Lafın kısası, bu devirde kimseye bir şey denmeyecek kadar MODERN zamanlardan geçiyoruz. Bir taraf, güllük gülistanlık görünürken, modernce birbirlerini parçalıyorlar. Diğerleri ise ilkel bir şekilde; vur aşağı, tut yukarı; aynı kapıya çıkmıyor mu?

Güven SERİN