29 Ocak 2020 Çarşamba

DEHŞETİN SON KERTESİNDEKİ OLAYLAR






                    DEHŞETİN SON KERTESİNDEKİ OLAYLAR


   Yaşamı her daim tastamam ister ve hayal ederiz… Kolayca, hiçbir acının sızının yanımıza uğramadan mutlu olmanın gülünecek yazgısına teslim oluruz… Bazen şu sözcükleri duyuyorum başına beklemediği kötü bir olay gelen kimselerden; “ Bize de mi Allahım!”

  Bu süreçleri tam olarak nasıl izah ederiz bilinmez! Dinler ayrı, filozoflar ayrı izah yapmışlar çoktan… Bilinen bir gerçek varsa; “ Aç tokun halinden anlamadığı” gibi, başına bir şey gelmeyen de gelenin halinde anlamıyor…

  21.yüzyıl anlaşılmazlığın, yalnızlığın, çığlıkların bile sessizliğinin yüzyılı olacakmış gibi geliyor bana…

   Görevlerini en saf ve en karşılıksız bir halde sanatçılar yapmışlar ve yapmaya devam ediyorlar…

  Samuel Beckett bir şiirinde; “ Çektiğim acılar, varlığımın inşasının irili ufaklı parçalarıdır. Sadece düşünmek var etmez insanı. Duygularını, ruhunu ve hatta zekâsını geliştiren asıl üreticiler acılardır. O halde VARIM! Çünkü acı çekiyorum…”

  Dehşeti anlatan olaylar bu dünyanın özünde var. Bilim insanlarının dünya oluşumuyla olan bilgilerine baktığımızda birkaç milyar, belki daha da fazla, ateş topunun, korkunç gazları ve ısılarının ne büyük cehennem ateşi ve dehşeti yarattığı düşünülemez bile…

  Susan Sontang için dehşet sahnesi çok küçük yaşlarda, bir kitapçıya girip, bir dergideki Nazi Kamplarında ölen insanların fotoğraflarını görünce ayrı bir dönemin başlangıcını duyurdu. Dehşetin, sadece ayak sesleri olmaz! Görüntüleri, kokusu ve iç paralayan çığlıkları da olur…

  Bur korkunç sahneler, dehşet sözcüğünün bile izah edemeyeceği anlar, sanatçılar yardımıyla başkalaşım geçirirler. Belki de insanlığın buraya kadar gelmesinde, kötülüğün bu kadar kol gezdiği “Tüm zamanlar” da, yine iyiliğinde kalabilmesi, insanların acıların irili ufaklı parçaları sayesinde olmuştur…

  Ünlü Yunanlı Yönetmen Theo Angelepoulos’un çocukken; 1946 yılında izlediği Kirli Yüzlü Melek filminden etkilenmesiyle; sinema o günden sonra onun hayatının bir parçası olur… Theo’yu bu kadar etkileyen şey nedir acaba?

   Filmin son sahnesinde Kirli Yüzlü Melek denen kahraman; James Cagney idam cezasına çarptırılmış ve elektrikli sandalyeye götürülürken “ Ölmek istemiyorum… Ölmek istemiyorum…” yakarış sahnesi; gölgelerin içerisinde gerçekleştirilen ölüm sahnesi; Theo ismindeki küçük çocuğu, dünya çapında sinema yönetmeni yapmaya kadar götürmüş, her daim, insanların perişanlıklarını, düşlerini, göçlerini anlatan çok önemli sanatsal işlere imzasını atmıştır.

  Oysa filmin kahramanı; Kirli Yüzlü Melek, ölüme bile korkmadan gitmeyi çoktan kafasına koymuştu. Onu örnek olan binlerce serseri genç, onun yalvarmayacağını, kahramancı öleceğine inanmıştı… İşte bu inancı yok etmek, toplumun serseri gençler olarak toplumun dışına atılan o insanları kurtarmak isteyen birisi vardır; kasabanın Rahibi! Kirli Yüzlü Melek; James Cagney veya filmdeki ismiyle; Rocky ile ölümünden 10 dakika önce bir anlaşma yaptı. Yani ona; çocukluk arkadaşına yalvardı. Bir kahraman gibi ölme! Niçin? Çünkü kurtarmak istediğim bütün gençler seni bir kahraman olarak kabul ediyor. Sen öldükten sonra da senin gibi serserilik yapmaya devam edecekler.

  Ne yapayım o zaman? Senin hatıranı küçümsemeleri gerek. Bir korkak gibi öl! Rocky, çocukluk arkadaşı olan Rahibi kırmadı. Bir korkak gibi ölme rolü yaptı; “ Ölmek istemiyorum…” Bu sesi işiten rahip, arkadaşı için bir damla gözyaşı döktü; bir acı, bir dehşet ve kayıp yaşanırken, geride kalan binlerce çocuğunda kurtarılacağını bilmenin değerli ıslaklıkları…

  Susan Sontang Nazi Kamplarında çekilen fotoğrafları gördükten sonra şu yazıları not düştü;

“ İnsanın, dehşetin son kertesideki olaylarının fotoğrafları, çok hızlı biçimde içimi parçalamıştı. Gerçekten de ömrümü, bu fotoğrafları görmeden önce, gördükten sonra diye ikiye ayırdım. (O fotoğrafları gördüğümde on iki yaşındaydım.) ”

  Kendi gamsızlığı mızın sefasını çekmeye devam ederken, acaba bizler,”Bize düşen bir iş var mı?” diye ne zaman ayağa kalkıp, çevremize; mahallemize, şehrimize ve ülkemize dönüp esaslı bir şekilde TÜM duyularımızla birlikte bakacağız acaba? Yapaylıktan ve unutkanlıktan uzak, hakiki bir gözyaşı, değerli bir hüzün, parçalardan oluşan bir acının sanata dönüşmesi gibi…

Güven SERİN   

22 Ocak 2020 Çarşamba

KUYTUYA ÇEKİLMİŞ ÜÇ KÜÇÜK KUMRU







                                  KUYTUYA ÇEKİLMİŞ ÜÇ KÜÇÜK KUMRU
                                    (Yüksekler değil, yamaçlar daha korkunçtur.)


    Poyrazın hüküm sürdüğü zamanlardayız.Kuzeye açık olan Tekirdağ şehri,hatta biraz da kuzeyde bulunan Çorlu,Saray,Muratlı,kuzeyin bu değerli rüzgârını ve soğuğunu çok daha net hissederler…

   İnsan olgunlaştıkça daha barışsever oluyor. Küçükken karasineklerin düşmanı olan ben, serçelerin peşinde sapanı ile koşan çocuk içinde oluşan kıpırtılara karşılık arıyor… Çalışma odasında kış uykusundan uyanmış büyük bir karasinek dolanıyor. Dışarıda ise muhteşem bir kuzey rüzgârı; poyraz…

  Hiç kimse odasında sinekle birlikte yaşamak istemez! Eninde sonunda ondan kurtulmak ister. Bize öğretilen ve bizim öğrendiğimiz; iğrençtirler ve zararlıdırlar alışkanlığı başköşemize oturmuştur.

  Gün yeni başlamıştı. Birazdan atölyeme gidecek, hümanizma, doğa adına bir şeyler yazacak, düşünecek, üreteceğim! O bir şeylerin içinde “yaşam” ve “yaşama hakkı” olacaktı… Bu duyguların baskısı, çalışma odasında uçan uyuşuk karasineği öldürmek yerine hafif sersemletici bir vuruşla, yaşar halde dışarı atma çaresini düşündüm. Dışarıda rüzgâr insanı bile titretecek kadar sertti ama bir kuytuya çekilebilirse karasinek, baharın müjdecisi olan yaşam uçuşuna tekrar kavuşabilirdi. En azından böyle bir şansı olmasını istedim…

  Bahçeye bakan balkonun kapısını rüzgârın uğultusuyla birlikte açtım. Karasineği balkonun kuytu köşesine bırakma eylemi içinde elimi uzattığımda, orada balkonun en kuytu köşesinde gecenin azimli soğuğunu geçirmiş olan üç küçük kumru uçuverdiler.

  Her şey bir saniye içinde oldu. Kumrular, daha kapı açılır açılmaz hazırlandıkları belli. Bu kadar sakin olan bu hayvanlar, yaşamda kalmak adına korkuyu çoktan öğrenmişlerdi. Belki de Alman filozof Nietzsche’nin “ Yüksekler değil yamaçlar daha korkunçtur.” Sözünü çok daha öncelerinden ezber etmiş, genlerine kuytularında tekinsiz olabileceğine dair ilahi uyarıyı almışlardı…

   Karasineği kurtarma çabam, üç küçük kumruyu vakitsiz günün içine kaçırmama neden oldu… Kumruların kaldığı; daha doğrusu tünediği yere yaklaşınca, günlerdir orada kaldıklarına dair işaretleri gördüm. Sevindim; hemen yakınlarında; her gece kitap okuyup, gecenin çöken karanlığıyla birlikte yorgunluğun uykusuna daldığım yerin birkaç metre ötesinde üç küçük kumru komşuluk yapıyordu bana.

  Yaşam böyle bir şey; can sıkıntısından can çekişirken, hangi alışveriş, yiyecek mekânına gideyim telaşı oluk oluk akarken, bir yandan da kuytuya sığınmış üç küçük kumru, bir seferliğine hayatı bağışlanan karasinek, yaşama ayrı bir etki yapıp, kendi iksirlerini edebi düşüncenin hissiyatına bir parça eklenen şefkati, merhametiyle birlikte sunuluyor…

   Poyrazın gücünü arkama alarak koşarcasına atölyeme geldim. Tanıdık koku ve bir şarkının içine girdim; Johnny Cash, güven veren sesiyle yaşamın yoğun hislerini olduğu gibi sunuyordu dinleyicisine;

“ Bugün canımı yaktım.
Hâlâ hissediyor muyum diye
Acıya odaklandım
Gerçek olan tek şeye
İğne bir delik açtı
Eski tanıdık bir sızı
O acıyı kesmeye denedim
Ama her şeyi hatırlıyorum
Ne hale geldim ben?
En tatlı dostum!                                                 
Tanıdığım herkes
Sonunda çekip gitti
Her şeye sahip olabilirdin
Benim çöpten imparatorluğum da
Seni hâyal kırıklığına uğratacağım
Canını yakacağım”

Güven SERİN   

11 Ocak 2020 Cumartesi

NAİM SÜLEYMANOĞLU


BAŞARIDAN BAŞARIYA KOŞTU

ÇOK ALKIŞ ALDI ve HİÇBİR KURUMUN
YAPAMADIĞI KADAR TÜRKİYE'NİN ADINI
DUYURDU...

YA SONRA? Tüketmeye meyilli şark kurnazı
beyinlerimiz,O'da tüketti;son hali aşağıda;ölmeden
biraz önceki hali...



Buruk hali,kendi hastalığı ve yalnızlığı adına
değil,Türk Halter Sporu adına...


                                     NAİM SÜLEYMANOĞLU


   Sanatçıların, sporcuların ve EFSANE haline gelmiş insanların yaşamları sonlanınca ayrı bir evreye; yaşatma biçimine dönüşüyor. Naim Süleymanoğlu sadece Türk insanı için değil ezilen, dışlanan, kimliği reddedilen diğer milletler için de simge olmuş insanların başında geliyor.

   Sinema sanatı, tiyatro sanatı gibi; efsaneye dönüşmüş değerleri ortaya çıkartmak, duygularıyla, sesi soluğuyla anlatmak adına çok değerli bir kültür olayıdır. Naim Süleymanoğlu filmini izleyip de, insan tarafıyla ağlamayacak birisi olamaz…

   Naim Süleymanoğlu Halter sporu için yaratılmış, kasları, kemik yapısı ve iradesiyle bu spor için doğmuş ve doğrulmuştur… Hatice Ana’nın doyamadığı bir çocuk; O çocuğunda doyamadığı bir Ana…

  Özer Feyzioğlu’nun yönetmen koltuğunda oturduğu filmin sanatçı kadrosu üzerlerine düşenleri en iyi şekilde yapmışlar. Filmin çekildiği yerler, harcanan emekler ve filmin kurgusu; sinema seyircisi adına beklentileri en üst derece karşılayacak vaziyetteydi…

  Naim Süleymanoğlu film biterken son seslenişini yapar; “ Bir gün öleceğimi bilsem de bu haykırışım dan asla vazgeçmeyeceğim…”

   Naim Süleymanoğlu sporcu yönüyle insan sınırlarını zorlayan bir aşamaya; başarılara ulaşmıştır. Kendi ağırlığının üç katını kaldırmak ne demek? Mucizevî bir şey olmaktan öte, çalışma disiplini ve insan iradesinin gücü; başarısı demek… Başka? 8 Dünya Şampiyonluğu,46 dünya rekoru demek…

  Naim’in filmine son gece, İlhan Bey sayesinde gittim. Film bitiğinde dudaklardan dökülen sözcükler; “ Gaflet uykusundan uyandım” felsefesini tekrarlıyordu… Yaşadığımız gündem, her gün başka bir kaybediş ve hüzün hikâyeleri kafalarımızı o kadar karıştırıyor ki, nitelikli sinemayı, nitelikli kitabı, sosyalliği ve kültürel seçimleri yapamıyoruz. En azından kendi adıma; Naim, Tekirdağ sinemalarında haftalarca kaldığı halde, seyretmek için gerekli gayreti gösteremediği filmlerin başında geliyor…

  İlhan Bey, Orhan Bey, hep birlikte Naim’i izledik. Sinema salonunun loş hali, her birimizin birbirine göstermek istemediği gözyaşlarını da bir güzel gizledi. Orhan Bey ve İlhan Bey, Naim’in geldiği yerden; Bulgaristan’dan kimliklerini korumak için göç ettiler; Büyük dedelerimiz ve Naim gibi… Yaşananları, filmde işlenenleri gözleriyle görüp, kulaklarıyla işitmenin yanında, acıları, hüzünleri an ve an rafine ettiler…
                                                                                                                                       
   Naim’in sesi o kadar net ve anlaşılır çıktı ki; yok sayılan eziyetler,yok edilen kimlikler,onun Birleşmiş Milletlerdeki konuşmasıyla tüm dünyaya duyuruldu;

“ Bir insanın hayatta kaybedeceği en son şeyi; kimliğidir! Bulgaristan’da yaşayan Türklerin isimleri değiştirildi! İşkence ve zulüm gördük… Bizim tek isteğimiz; Evrensel İnsan Haklarından her bir dünya vatandaşının faydalandığı gibi, doğduğumuz topraklarda özgürce yaşamaktır. Bulgaristan Komünist Partisi bunu sağlayamıyorsa; bizlerin anavatana dönmemize izin versin!

   Ben, NAİM SÜLEYMANOĞLU, bugün ve bundan sonra kırdığım her rekorun ardından, kazandığım her madalyanın peşinden; Özgürlük… Özgürlük, Özgürlük, diye haykıracağım! Bunu sadece zulme uğramış Türk halkı için değil, insan hakları içinde yapacağım…”

  Naim’in açtığı yoldan, ortaya koyduğu güçlü direniş karşısında uluslar arası tepkilerin artmasıyla o günün Bulgaristan hükümeti dayanamayıp bütün sınır kapılarını açmıştır. Yüz binlerce insan anavatana göç ettiler; geride, milyonlarca anı ve hatırayı bırakarak…

  Seyretmiş olduğumuz film; sinema adına, ezilen ve zülüm gören insanların varlıklarını anlatmak adına çok değerlidir. Filme girmesi gerekenler, bir ömrün karşılığı olması mümkün değil… Naim Süleymanoğlu ölümünden çok kısa zaman önce yapmış olduğu bir konuşma, filme alınsaydı; halkımız adına çok daha önemli bir iş yapmış olurlardı.

  Naim Süleymanoğlu ölümünden önce, halter sporu adına gelinen noktanın hüznünü taşıyordu. Niçin? Sorusunu ısrarla ve kimseleri kırmak istemeden, ilk çocuk ve mahcup haliyle sorguluyordu.” Yeni markalar yaratmalıyız! Dışarıdan getirilen sporculardan medet umduk; bu yanlıştır. Kendi markalarımızı yaramlayız; yeni sporcular yetiştirmeliyiz.” Haykırışı maalesef duyulmamış…

  Değerleri, efsaneleri ne çok harcıyor, eskitiyor ve unutuyoruz… Alkışın en büyüğünü yapıyoruz, Cep Herkül, diyecek kadar efsaneleştiriyoruz, ama yaşarken; yok saymak; aynı zamanda kendimizin de yaşayan ölüler haline gelmiş olduğumuzun anlatımı değil midir?

  Bir yerde bir söz okumuştum; “ O halde, insan kalmaya bak. Temel mesele, insan olmak! Bu ise kararlı, dürüst ve neşeli olmak demek, evet, herkese ve her şeye rağmen neşeli olmak, çünkü sızlanmak zayıfların işidir.” John Berger’e ait bu sözlerin aksini savunan var mı?

  Naim SÜLEYLMANOĞLU böyle bir insandı; İnsan kalmış bir insan…

  

  Güven SERİN



9 Ocak 2020 Perşembe

İNSANCILLIK RUHU...


Kamera; Güven
BİZİM SİLO (YILLAR ÖNCE...)



Kamera; Güven   BİZİM SİLO
TEKİRDAĞ

                                         İNSANCILLIK RUHU


  Hümanizma için dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in o günün imkânlarıyla Türkçeye çevirdikleri dünya klasiklerinin ilk yaprağında, Bakan Hasan Ali Yücel’in şu sözleri bulunur;

  “ Hümanizma ruhunun ilk anlayışı ve duyuş merhalesi, insanın varlığının en somut (müşahhas ) şekilde ifadesi olan sanat eserlerinin benimsenmesiyle başlar.”

  Fransa edebiyatından o günün şartlarında günümüze aktarılan yazarlardan birisi de Honore De Balzac’dır. Balzac’ın Mutlak Peşinde eseri de bir başka insancıllık örneğinin karşılığı olarak, Madam Delannoy’a adanmıştır. Günümüzden 180 yıl önce bu eserin başlığında Balzac’ın şu satırlarını paylaşmak isterim;

“ Madam, umarım Tanrı bu yapıtı benden uzun ömürlü kılar. Böylece size karşı duyduğum-ve bana gösterdiğiniz o,”Ana “sevgisine benzer sevgiden aşağı kalmayacağını umduğum-gönül borcu, duygularımız içinde önceden biçilen vadenin ötesinde ve varlığını sürdürür. Eğer yüreğin ömrünün, yapıtlarımızın yaşamıyla uzadığını kesin olarak bilseydik, bu yüce ayrıcalık, ona erişme tutkusuna kapılmış insanların bu uğurdu çektiği tüm sıkıntıları unutturmaya yeterdi. Öyleyse yeniliyorum: Umarım dileğimi yerine getirir Tanrı! “

   Bir esere dâhil olmak ve bir sanatçının sevgisini kazanmış olmak; edebi anlatma bir başka yolun yolcusu olmaya koyulmak anlamını da taşıyor. Bizim varlığımızı oluşturan ömrün sonu gelse bile, eseri oluşturan sanatçının yakarışı, ebedi bir sevgi ve hatırlayıştan başka bir şey değildir… Eğer ruhlar diyarı diye bir yer varsa, tekrarlanan bu yakarış, bizlerin eliyle de evrene bırakılmaya devam etmesinin en güzel karşılığı, bu canlıların yaşamlarındaki sevginin ödülü olarak evrene bırakılmaya devam ediliyor.

  Zamanlar arası gezimi bugüne taşımak istiyorum. Bir başka insancıllık-hümanizma peşinde koşan, icatlarda bulunan bir kadından; Canan Dağdeviren’den söz etmek istiyorum. Fizik okumak istediğinde “ Bu işi yapapazsın; fizik erkek işi diyenlerin karşısında durup, yoluna devam etmiş bir insan Canan Dağdeviren…

 Canan Dağdeviren; Türk bilim insanı olmanın yanında, ABD’deki Harvard Üniversitesi’nin Genç Akademi üyeliğine seçilen ilk Türk bilim insanıdır. Kendisinden söz edilmesinin sebebi ise icatlarıdır.

  Ruhunu ve bedenini kaplayan hümanizma ve bilim sevgisi;28 yaşında hiç bitmeyen kalp pilini icat etmesiyle dikkatleri çekti. Kalp pili icat etmesinin ana sebebi; hiç tanımadığı dedesinin kalp krizinden ölmesi ve onda oluşmuş dinmeyen dede sevgisinin de bir parçası ve aynı zamanda başka insanların dedelerinin, babalarının, ninelerinin, annelerinin de erken yaşlarda ölmemesi üzerine mayalanmıştır. ALS hastası Stephen Hawking ile tanıştıktan sonra Parkinson hastalarının hayatını kolaylaştıracak bir beyin iğnesi yaptı.(Parkinson’la mücadelede kullanılan ilaçların direkt olarak beyne enjekte edilmesini sağlayan bu iğne, hastaların koordinasyon bozukluklarının tedavisinde kullanılacak. Teyzesini meme kanserinden kaybetmeden önce teyzesine bir söz verdi; “Elektronik sutyen yapacağım” En ufak hücre bozulması gözlemlendiğinde sutyen uyarı verebilecek…

  İnsancıllık böyle bir şey! Hangi dalda-meslekte yer bulursa bulsun, almak istediği yol; ticaretten çok öte giden, uçsuz bucaksızlığa uzanan bir yoldur. Bazen avukat, bazen doktor, kimi zaman; yazar ve şair olarak karşımıza çıkar… Her mesleğe sızmış, evrimin ve evrenin bir parçası olmuştur. Çok cahil, çok geri kalmış insanlar veya topluluklar dediğimiz yerlerde bile fazlasıyla bulunur; hümanizma…

    Hele bir de, bilimle, edebiyatla, sanatla, felsefeyle beslenmeye görsün; zamanlar, kıtalar, diller, dinler, milletler arasına kök salmanın yüksek onurunu, şanlı neşesini yaşar ve yaşatır…

Güven SERİN 







7 Ocak 2020 Salı

TANTALOS İŞKENCESİ


EBEDİYETE KADAR AÇ ve SUSUZ;
Vah Tantalos Vah...



                                            TANTALOS İŞKENCESİ


   Mitler; efsaneler olmasaydı bugünü, bugünün insanını anlatmakta zorluk çekerdim… Bir akşam,17 yıl oturduğum eski mahalleme çıktım. İki kahvehaneye uğradım. Her ikisinde de, bir sürü tanıdık; arkadaş, eski komşum ile selamlaşıp kucaklaştık…

   Arkadaşlarım; Ünal Ağabey, Metin, Fedai, İsmail Ağabey, Ali hepsi geçmişin izleri, anılarıyla dolu engin denizlerde yoluculuk yapmış kahramanlık destanlarını birlikte başarmış dostlukların izlerine benzer manevi izler taşıyan insanlar…

  Konu konuyu açtı, birkaç saat zamana neredeyse yıllara gizlenmiş anı ve hatıraları gün yüzüne çıkarttık. Güncel olana da, bu sohbetler, hasret gidermeler içinde ulaştık. İsmail Ağabey’in komşusu Ali Amca ile yeni tanıştım. Yaşı 80 olmasına rağmen ona “İhtiyar” diyemezsiniz…

   Hepimizin ortak bir tanıdığı eski tüccar, şimdi müteahhit olmuş! Hepimizin tanıdığı eski tüccar yeni müteahhit, yene hepimizin bildiği o vazgeçilmez huyunu devam ettiriyormuş! Yani almayı çok seven, ama konu vermeye gelince cebinde akrep olan insanlardan birisi yeni müteahhit, yapmış olduğu evi inşaat halinde Ali Amca’ya satmış. Ali Amca, tam bir eski insan klasik davranışı içinde, borçlu olmaya dayanamadığı için evinin parasını daha evi bitmeden yıllar önce ödemiş. Gelin görün ki, yıllar önce ödediği evde oturmaya başlayan Ali Amca, evin bitmeyen, bitirilmeyen sorunları için bizim yeni müteahhitte defalarca söylese bile onun meşhur pişkinliği karşısında yapacak bir şey bulamıyor; çaresiz kalmış…

  Ali Amca, pişkin yeniyetme müteahhit’in durumunu anlatırken bende Tantalos İşkencesine çok eski bir efsaneye gittim. İzmir Yamanlar Dağı civarında Kral Tantalos yaşarmış. Zeus’un oğlu bir ölümlü olan Tantalos Tanrılar arasında onlarla birlikte yemek yiyen tek ölümlü idi. Bu işe gıcık olan Tanrılar, çaresiz Zeus’un korkusundan seslerini çıkarmazlarmış. Aynı öfkeyi Kral Tantalos da gururlu Tanrılar için duyarmış.

  Kral Tantalos bir gün, sevmediği gururlu Tanrıları sınamak istemiş. Onları yemeğe davet etmiş. Tanrı olup olmadıklarını anlamak için öz oğlu Pelops’un etini kestirtip pişirtip onlara ikram etmiş. Tanırlar önlerine konan etin ne olduğunu anladıklarında tiksinerek masadan kalkmışlar. Ve aralarında kararlaştırıp Kral Tantalos’a ebediyete kadar ders olsun diye Tantalos İşkencesi olarak bilinen cezayı vermişler.

   Tantalos İşkencesi nedir? Tanrıları küçük gören Kral Tantalos,öyle bir ceza almalı ki,insanlar bunu tüm zamanlarda Tantalos İşkencesi olarak hatırlayacaktır…

  Kral Tantalos cehenneme gönderilmiş. Diz boyu berrak sularda yaşamaya mahkûm edilmiş. Susayıp su içmek için eğildiğinde sular toprağın içine çekiliyormuş. Hemen üzerinde ise bulunan dallarda, armutlar, üzümler, şeftaliler en güzel, en iştah açıcı halleriyle duruyormuş. Tantalos uzanıp koparmaya çalıştığı zaman bir rüzgâr çıkıyor, dalı yukarılara üflüyor-muş…

   Sizin anlayacağınız Kral Tantalos verilen cezan karşılığı olan; bolluk ve bereketli suların, yemişlerin, meyvelerin içinde aç ve susuz kalmaya mahkûm bir halde yaşıyormuş…

  Ne acı bir ceza! Ne korkunç bir eziyet… Bu bir efsane efsane olmasına ama, yeni müteahhit, eski tüccar ve daha nicelerimiz; insanoğlu kendi yarattığı bolluk ve bereketlilik içinde Kral Tantalos’dan daha beter işkenceler çekiyorlar… Varlıklarını gizlemeleri, kendilerine eziyet etmeleri bir yana, alış veriş yaptıkları insanları da zora sokuyorlar. En yakınları, konu komşuları dahi bu Tantalos İşkencesine çarptırılmış insanlardan öte kaçıyorlar; Amman bize de bulaşmasın, bize de dokunmasın bu lanetli ceza diye…

  Siz siz olun dostlarım; dünyanın sayılı günleri, yani bize ait yaşam çok ama çok kısa; Tantalos’un durumuna düşmeyiniz… Tantalosların malını kimler yediği hepimizin bildiği bir şey; çoğu kendi malına mülküne dokunmaz ama arkadan gelenler; yağmalar, işkenceye dönüşmüş mal- mülkün biriktirilmiş hallerini…

Güven SERİN


 

3 Ocak 2020 Cuma

TOLSTOY KRAL LEAR'E ÖFKELİDİR


BÜYÜK KRAL...



ÖFKELİ TOLSTOY


                             TOLSTOY KRAL LEAR’E ÖFKELİDİR


  Bunu iddia eden ben değilim. Batı Kanonu yazarlarından Harold Bloom’un tespitlerinden ve bu iddianın peşine takılmış birisi olarak yazıyorum.

   Acaba niçin? Tolstoy, Kral Lear’in üzerinden Shakespeare’yi aşağılamak istemiş olabilir mi? Bakacağız!

  Kral Lear,Shakespeare’nin yazmış olduğu tiyatro oyunlarından sadece birisidir. Üç kızı olan Kral’ın, yaşlılık zamanında krallığını üç kızı arasında paylaştırmak istemesiyle hikâyemiz de başlar.

  Kral Lear, üç kızını yanına çağırtır. Artık yaşlandığını ileri sürer. Krallığını üç kızının yanında, üç genç insanın yönetmesini ve ölümü ardından çeyiz kavgası yüzünden krallığının perişanlığını önlemektir amacı.

  Shakespeare’nin önemli karakterlerinden sadece birisi olan Kral Lear, kızlarına, o bildik soruyu sorar; “Hanginizin bana olan sevgisi daha fazla?” Kızlarının göstereceği fazilet, yani sevgi sunumu için, daha fazla miras vereceğini söyler.

  İlk önce büyük kızı, Goneril’e sorar;”Kızım konuş bakalım?” Goneril, zorlamanın zoraki konuşmasını gölgelere sığınarak ve güçlü bir şekilde yapar; “Babacığım, sizi, kelimelerin tesirinden, gözle görünenden, saygıdan ve mesafeden, zengin ve ender sayılacak her şeyden bile çok seviyorum.”

  Büyük kız Goneril, sayar da sayar! Artık bunamaya başlayan Kralın duymak istediği sözler bunlardır. Hemen hemen her evde, olanlar gibi; her daim, süslü sözlere muhtaç insanlık!

  Kral Lear,Goneril’in konuşmasından çok hoşlanır.Elinin altında bulunan krallığının haritasından,çok önemli bir bölümü büyük kızına verdiğini söyler.Harita işaretlenir.

  Sıra ikinci kızına; Regan’a gelir. Kral aynı soruyu ona da sorar. Konuş kızım! Regan; “ Kız kardeşimle aynı taraftayım! Onunla aynı değerleri paylaşıyorum. Siz, majestelerine olan sevgim sonsuzdur.” Der. Kral Lear’ın yüzü yine gülümser. Elinin altındaki haritaya tekrar döner. Ona da krallığının büyük bir parçasını, ablasına verdiğinden aşağı kalmayacak bir yeri verir.

   Sıra en küçük kızına gelir. Kral; “Kardeşlerinden farklı olarak ne sunacaksın; konuş” der. Küçük kız; “ Hiçbir şey lordum!” Kral Lear şaşırır. “Hiçlikten hiçlik doğar; tekrar konuş” der.

  “Kahırlar içindeyim ki, kalbimi dilime çekemiyorum babacığım. Sizi tüm bağlılığım içinde seviyorum majesteleri; ne az, ne çok!” küçük kız Cordelia böyle der. Kral, hiç memnun kalmaz. Övgüler, düzgüleri bekliyordur; şaşkındır.

  Kral Lear Cordelia’ya daha şefkatle ve uyarcı sözlerle yaklaşır; “ Canım, sözlerini biraz düzelt ki, servetimin tadını kaçırmayasın!”

  Küçük kızı, olduğu gibi, en içten en samimi dille, aynı sözleri tekrarlar. Kral Lear’in öfkesi büyüktür. Fırtınaya dönüşür. Küçük kızı Cordelia’yı mirasından mahrum bırakır. Öfke büyüktür; bir kez daha, büyülü sözlerin altında hilebazlık kazanmıştır.

  Tolstoy, Kral Lear’ın öfkesine mi kızar? Yoksa samimiyeti, barışçıl olanı görmeyişine mi? Yoksa Shakespeare’nin edebiyat alanında yarattığı o büyük krallığa mı?

  Laf aramızda dostlar, Harold Bloom’un tespitleri, Lear’a kızan Tolstoy’un son zamanlarında Kral Lear gibi yaşadığı üzerinedir. Bu kadar öfke, telaş, aşağılama kendi kaderinin kapısına kadar ve Kral Lear’la aynı kaderi paylaşma anlamına mı geliyor?

  Sırf bu yüzden, yaşamımdan geriye kalan yarım yüzyıl içerisinde kendi öfkelerim değerlendirdiğimde de bunu görüyor buluyorum. O büyük krallığın öfkelerini, paylaşımlarını yapmak istemeyen bir öfke krallığı var mıdır? İnsanın, evrimsel sürecinde büyük ilkellik, hayvani içgüdüler hep peşimizde.

  Öfke krallığından kurtulmamın, onun zincirlerini çözmemin en büyük yardımcıları, edebi, sosyal dünyadır. Yazmanın okumak, okumanın yazmak kadar gerçek, sonsuz olduğu çok boyutlu bir dünya… Bugüne kadar pes etmediysem, bunun sebebi budur; bu eşsiz, büyülü ormanlarda dolaşmak; kimi bir çoban kılığı içinde, kimi gezgin; sıradanlığın özgürlüğü, mülkiyetsizliğin ağırlıksız olanı budur…

   Tolstoy, kendi zamanından çok önce yaşamış ve halen yaşadığını sandığı Shakespeare’ye kudur- muşçasına saldırır. Niçin? O da, Kral Lear gibi yaşlandığı, krallığını yönetmekten korktuğu için mi?

  Perde kapanmadan önce bir ses duyulur; “ Gerçekten öldü!”  ve bir ses daha; “ Daha uzun yaşamalıyız!”

   Shakespeare ve Tolstoy; insanlığın peşinden her daim gidecekler. Hatta zaman zaman önüne geçip; seslenecekler; “ Doğa, sen benim TANRIÇAM SIN!”

 
Güven SERİN