29 Kasım 2016 Salı

PİRAYE ve NAZIM






PİRAYE ve NAZIM
-------------------

  Küçük; belki minicik bir kadındır Piraye. Nazım ile sevgisi, edebi dünyaya sunduğu buket; bir orman kadar büyük; geniş ve derindir…

  Bazı safdiller sanatçının rahattan, huzurdan, insanı insan yapan duygulardan arınmanın besleyeceğini sanırlar. Hâlbuki insanın yolculuğunda yaşamın eksiksiz olan bütünlüğüdür fayda, huzur, devamlılık sağlayan şey…

  Sanatçı ne kadar çok toplumdan, toplumu biçimlendiren eksiklerden, aksamalardan kaçarsa, o kadar sanatından uzaklaşır. Nazım’da kendi sevdalarından kaçmayarak, yüzleşmeyi tercih eden; bu tercihlerin zorlukları, yürek acıları onu dağlarken, o şiir dünyasına usta bir mimar gibi dize taşıyarak, yangınını; yangınları sündürüp, kendi kulübesini inşa etti.

 Piraye Nazım’ın döşeğinden, yanından eksik oldu olmasına; yüreğinden ise hiç eksik olmadı… Piraye’ye yazdığı ilk dönem şiirlerinden birisi, bunun en etkili kanıtı, anlatımıdır;

Abe şair,
Bizim de bir sözümüz var
“aşka dair.”
O meretten bizde çakarız biraz…
(…)
Deli çığlıklar atıp avaz avaz
Burnumun dibinde geçti de yaz,
Ben, bir demet mor menekşe olsun
Getiremedim
Sana!
Ne halt ettik,
Dostların karnı açtı
Kıydık menekşe parasına!


Güven Serin 

22 Kasım 2016 Salı

35.TÜYAP-ULUSLARARASI KİTAP,SANAT FUARI


Kamera; Güven  




Kamera; Güven   İoanna Kucuradi

Kavramları hatırlattı. Beynimizde ki olayların,nesnelerin
karşılığı olan kavramları...


Kamera; Güven Nurhan Atasoy

Kara Memi dedi,başka bir şey demedi;illa
onun sanatı;haklıydı,bilmediğimiz bir okyonus
Kara Memi


Kamera Güven- Onur Öymen

Tarihin;koynuna yaslanmış olayların istatiksel ve
sosyolojik karşılığını hatırlattı. Ortaya çıkan
görüntü;ürkütücü...

                       35.TÜYAP-ULUSLAR ARASI İSTANBUL KİTAP,SANAT FUARI


  9 Gün; dünya kendi etrafında dokuz gün dönerken; güneşin etrafında ise aldığı yol; yaklaşık olarak 26–27 milyon kilometre… Ne çok şey oluyor; bir saat, bir günde dahi…


  Onur konuğu ülke Almanya ve bu ülkeden katılan 28 yayınevi; ülkemizden ise 800 yayın evini buldu. Gerçek manasıyla bir dereni, gölün, denize dönüşmesi; belki de birkaç yıl sonra bir okyanusa dönüşecek etkinlik…

  Böyle bir etkinliğin; uluslar arası bir cıvıltının, seçenekler cenneti sunumlarının Tekirdağ’da yaşanmıyor olması üzüyor beni. Oysa Tekirdağ bu işler için seçkin bir coğrafyaya sahip…

  9 günün ardından ve 9 günün saatlerine sığan 300 etkinlik; panel, söyleyişi, şiir, dinletiler ve çocuk etkinlikleri…

  35.TÜYAP Fuarının ardından aklımda kalacaklardan birisi de gençliğin zaferi oldu… Bütün stantlar genç insanlarla; erkek, kız, çocuk, yetişkin; hiç kimse birbirine dokunan solukları, bedenleri adına rahatsızlık duymuyor; bir başka olayın devinimi, büyüsü gerçekleşiyor burada.

  Koca mekân; bu mekânı insansız görmek istemez kimse! Olmuyor, insanın ayak sesleri, gevezelikleri, durgun halleri, hüzünlü bakışları ve şımarık duruşları olmadan hiçbir şey tamam olmuyor; bütün kavramları yine insan akıla uygun hale getiriyor.

  Almanya’nın Basın Bildirisinde Hareketli Zamanlarda “ Sözcüklerin Etkisi” diye başlayan bir anlatım… İnsanın içi titriyor; hareketli zamanların büyüsü olan sözcükleri ve etkilerini düşününce ve ne kadar çok zahmet gerektiğini anlıyorum; etkili bir sözcüğün büyülü zamanına dokunma şansını bulmak…

  35 yaşına giren Uluslar Arası İstanbul Kitap Fuarı 100 Binleri ağırlamaya başladı. Bu yılki onur yazarı ise bizden birisi ama bütün dünyaya ait bir yazar, düşünür; İoanna Kuçuradi. Yaşı 80 ama bir seksen yıl daha olsa yine bu yıl ki fuar sloganı söylemi gibi; “ İnatla ve Değerler Peşinde İoanna Kucuradi”

  83 yaşında ki Nurhan Atasoy aynı felsefenin yolcusu. Matrakçı Nasuh derken Kara Memi’nin zenginliğini keşfetmiş, adeta onunla bütün bir ruh, beden olmuş; çalışmalarına doyamadığı gibi, belki kendince bir arpa boyu yol almanın acısını taşıyor.

  Atasoy ısrarla ricada bulunuyor biz katılımcılara; “ Sizler bana borçlusunuz!  Evet, borçlusunuz; benim yapamadıklarımı; Matrakçı Nasuh, Kara Memi, benim ortaya çıkartamadıklarımı sizler takip edin! Sizler keşfedin!”

  İoanna Kuçuradi seksen yaşının yorgunluğunu bitmeyen bir felsefe anlayışı, yaşama bırakacağı bir “hatırlatma” , “uyarı” ve fark ediş “kavramı” için,adeta insanlık mücadelesi veriyor.

  Kucuradi’nin küçülmüş bedeni, devasa felsefesiyle tezatlık oluştursa da ortaya oldukça anlamlı bir tablo çıkıyor.

  Onur Öymen Büyükada Salonda “Arka Plan” isimli konuşması, matematiğin istatistik dalını da tarihsel süreçlerle birleştirip altın tepside sunar gibi… Dünyada halen uygarlığını sürdüren milletlerin, devletlerin ülke olma yolundaki yolculukları ve karıştıkları vahşet; insanın aklının almayacağı kadar ürkütücü…

 Örneğin; ABD… Amerika Kıtası Kristof Kolomb ile başlayan keşfi, daha sonra ki yerli vahşeti; Onur Öymen’in verdiği rakamlar insan aklını zorluyor. Keşfedildiği zaman Amerika Kıtasında ki yerli nüfusu 5–6 milyon olarak tahmin ediliyor. 1900 yıllar da ise 200–300 bin insana kadar düşüyor.

  TÜYAP’DA işlenen konulardan birisi de Felsefe ve İnsan… Çocuk ve gençlere yönelik “Eğitim Hakkı”, “ Farklılıklar”, “ Eleştirel Okuma ve Düşünme.” 300 etkinlik…

  Sanırım, anne ve babalara, öğretmenlere ve sanatını geliştirmek isteyen sanatçılara TÜYAP gibi etkinlikler; Yüksek Lisans veya Doktora gibi etkinlik seviyesi kadar derin, yüksek ve genişlik kazanıyor; resmi, heykeli, seminerleri, şiirsel dinletileri gibi…

  Bernard Shaw “ Hareket halindeki cehaletten korkarım.” Demesi ayrıcalığını koruyorken, aynı zamanda Almanya’nın basın bildirisinde Hareketli Zamanlarda “ Sözcüklerin Etkisi” işlendi.

 Sözcükler, her alanda kendi seçkisin oluşturur; yani kavramlara verdiğimiz değer, ruhumuz ile bedenimiz arasında ki o yüksek algı, denge ve imbiğin ürünü olan öncelik sahiplenmesi; büyülü bir yaşamın peşinde koşar; bitmeyen, bitmeyecek bir koşudur…

  Her yıl gezen, gören kişi sayısı artıyor. Bu yıl 621 Bin katılımcı… Büyük rakam… Almanya da ki fuarda 2 Bine yakın yayın evi katılımcı 400 Bini geçmez iken, bizde ki bu artış; gençlik çığlıkları sevindirici mi; düşündürücü mü?

  Tam olarak karşılığı nedir bu 621 Bin insanın? Sosyal, kültürel, toplumsal veya kişisel olarak; neler değişti bu insanlarda? Yoksa buda bir popülerlik mi?


 Güven Serin 
 



 

  




21 Kasım 2016 Pazartesi

UMULMADIK TOPRAKLAR'A


Kamera; Güven TÜYAP



Kamera; Güven  TÜYAP


Kamera; Güven  TÜYAP


Kamera; Güven  TÜYAP

UMULMADIK TOPRAKLAR
--------------------

  35. TÜYAP Uluslar arası İstanbul Kitap Fuarı resim ve heykel salonlarında, hepimizin maruz kaldığı göçmenlik üzerine düşünmeye davet ediyor. Bir çalışma, bir etkinlik, insanın sanatı, zanaati ve çabalarıyla çok değerli bir kavram üzerine oturuyor; anlama ve anlaşılma sanatını, sanatçıların resim, heykel veya hikâyelerinde bulabiliyoruz…


  Sanatçı Gülsün Karamustafa ise toplumsal sorumluluk projesi dâhilinde “ Bu İşin Sorumlusu Kim?” diye sormaktan geri kalmıyor. Kimdir sahi? Şudur, budur demeden öte, bu oluşumların kırılma anlarını, sosyolojik yansıma ve geçişlerini de anlama, bilme içtenliğine erişerek bir cevap verebilir miyiz?


Güven Serin 




7 Kasım 2016 Pazartesi

MASALIMSI GERÇEK


Kamera; Güven--- Akdeniz...



Kamera; Güven -Akdeniz ve Toroslar;
ayrıca mitoloji;...
                                                 MASALIMSI GERÇEK


Bir şiir, gökyüzüne yayılan sözcük demetleri…
Moliere’nin huysuzu! Yoksa Tarık Buğra’nın rüyası mı?
Bildik Buğra ve İbiş… Bir rüya; belki masal veya
Gerçeğin ta kendisi…
Sıcak mı sıcak Akdeniz… Palmiyeler ve biraz
Ötede falezler…
Çitlembik daha şen ve yeşil…
Gitar çalan adam;
Terbiyeli; yani oldukça deneyimli;
Gam ve neşe; velhasıl insana işliyor melodisi.
Bilirimsiniz;
Bir de Engin Alkan’ın Molier’in Huysuzu var.
Huysuz mu huysuz; biraz da aksi, cimri…
Soracak olursanız rüyayı; İbişin rüyasını;
Derim ki; Semra mı? Hatice mi?
Sadece bana güldü, beni sevdi takıntıları,
Gerçeğin rüyasıdır belki…
Yayılıyor ezgi, melodi ve sözler.
Yaşamı; insan yaşamını yorumluyor.
Oysa bir kadın; insan değiliz biz, diyor.
İnsan örneğimiz, bizden önce başka insanlığın;
Olmadığını bilmiyor…
Dökülüyor vahşilik; cehaletin merakları;
Deniz ve kumlar gibi…
Türküevi, Rumeli; biri gitarı,
Diğeri udu, kanunu öne çıkarıyor.
Gülümsüyor uçkuru düşünmeyen kadın.
İçe, dışa; dosta ve düşmana…
Kahve teninden, incecik;bir şeyler sızıyor;
İnsana, değişime, yürüyüşe,
Masalımsı gerçeğe dair…

Güven Serin 




3 Kasım 2016 Perşembe

RÜYA ÖLÜM GİBİ SİYAHTIR




RÜYA ÖLÜM GİBİ SİYAHTIR
----------------------------


  Theodor Adorno bir kitabında bu cümleyle başlar insan yolculuğuna. Tıpkı, herkes gibi ben de ölüme inanırken, sıranın bana gelmeyeceğinin kurnaz gülümsemesini yapıyorum çoğu zaman.

  Sanat dünyası, özellikle tiyatrocular bu rüyayı daha bir yaşarlar. Onlar sahnelerler hakikatin yalan, yalanın hakikat olduğunu… Bütün bu hakikatler içinde, çok kısa bir rüya gibi geçer ömürler…

 Yaşama ebedi bir düş gibi, her türlü insan algısıyla sarılmayanların meşhur sözüdür; “ Hiçbir şey anlamadım ben bu hayattan!”

 Hâlbuki Bülent Somay bir seslenişinde başka bir şey anlatır yaşama dair;

“Ben sana aşığım” aşkı yaşarken rüyaların en pembesi, yeşili, kırmızı, sarı, mavisi görünür insana. Ne büyük lütuftur insanın ilerleme destanına katkı adına. Bülent Somay böyle der demesine ama Özcan Erdoğan da “ Ben sana aşığım” cümlesini aklın matematiği, sosyolojisi ve felsefesiyle yorumlar;

“ Ben sana aşığım, dediğim andan itibaren ötekinin benim üzerimde iktidar ediyorum, çünkü iktidar emretmek, istemek ve rica etmek parametreleri üzerine kuruludur. Hatta rica etmeyi yalvarmaya kadar götürebiliriz. Egemenlik ilişkisi demek, iktidarın kalıcılaşması, kurumsallaşması demek...”

  Erkeklerin ölümcül rüyasıdır kadınlar. Dalga dalga gelir yokluğun en amansız anında. Sanatçı, Bertolt Brecht için de böyle bir rüya tüm yaşamı boyunca devam etmiş. Onun için; Bütün kadın çalışma arkadaşları onunla en az bir kere yatmıştır inancı hâkimdir edebi dünyada.

  Bu kadar çok kadınla birlikte olması, belki bir parça Nazım Hikmet’i hatırlatır. Ama Brecht Nazım’dan çok öte… Bu çirkin, ama sanatında üretim çılgınlığı yaşayan adam için kadınlar hep vardır. Hatta ona sığınmış, onsuz yapamayan Helene, Margarette ve Ruth…

 Brecht’in rüya gibi yaşamını Elias Cennetti belki en doğru yorumluyor;

“ Brecht arabasına gösterdiği şefkati başka hiç kimseye göstermez.”

 Bu rüyanın içinde var edeceğimiz en pahalı şeylerden birisi de kendi şefkatimiz olacak sanırım… İşte bu yüzden, Tasavvufu felsefesinin, İbnü’l Arabî’nin Füsusu içinde yer alan;

Âlem Hayal İçinde Hayaldir, açılımı, anlatısı anlaşılmaya çalışılmalı…

 Güven Serin  

ZİHİN BERRAKLIĞI





                                              ZİHİN BERRAKLIĞI


  Çoğu zaman yitik hissederiz kendimizi. Yaşamın anlamsızlığı, ruh halimizin amaçsızlığı, zorla kabul ettirilen toplumsal kalıpların can sıkıcılığı; beden yataklarını taşırır durur…

  Bilirsiniz; taşan nehirler bereket; mil taşırken ovalara, aynı zamanda zarara-ziyana da yol açarlar; ilmi; mühendislik çalışmalar eksik ve yetersizse…

  Öyleyse, bize sunulan bütün yardımları sırasıyla kabul etmek oldukça akıllıca… Bir doktora görünmek mecburiyet olmaktan çıkmalı; bu kültüre; kendisini seven, ruhsal ve bedensel sağlığa inanmış insanın vazifesidir.

  Her daim doktor ve ilaçlar yeterli olmayacağı zamanlar, kendi motorlarımızı, kalkanlarımızı fark etmek; milyarlarca hücrenin yaşam için nasıl da her gün bedenimizin içinde yaşamı kovaladıklarını insan biyolojisine bir parça eğilmek…

  Biraz kulak kabarttığımda etrafa; ikili ilişkiler ister karşılıklı, ister telefonla olsun; bataklık kokularının acı duyumsamasını yok saymam mümkün değil. Sosyal hayatımızı belirleyici olan tek şey; maddiyat olmuş. Hani, sıkça satıp, savdığımız, gururlu bir çalım için sürekli borçlanıp, etrafımıza farklı görünmeye çalışırken sıfırı tükettiğimiz konu; mesele…

 Yitik, terkedilmiş bir toplum olma yolunda ilerliyoruz gibi geliyorsa size; öğretmenin, imamın, avukatın; yani bize öncülük yapacak bütün insanların da kendi girdabına kapıldığını görüp, kendi şifamızı, yine kendimizden yola çıkarak insanlarda aramanın ter akıtarak çalışmanın, yorulup yoğrulmanın vakti geçiyor gibi…

 Az okumanın yanında, doğru gezmemenin, güncellenmemenin, şarj ve deşarj ilmi zorunluluğun karşısında saygı duymamamızın ağır yükü zavallı bedenimizi iki büklüm yapmaya başladı.

 Yaptığımız tek şey; sıfırı tüketince maddi olarak; zaten olmayan sosyal, felsefi düşünceler sayesinde bir yerlere saklanıp kuytularda dolaşıyoruz. Böyle mi olmalı bu güzel canlının dünya yaşamı?

  Bizler, dünyaya sınırsız yükleri taşımak için gelmedik. Evrimin yüce becerisi 5 milyar yaşında olan dünyanın yaşama olan gebeliği; yaratıcının seçiciliği her birimiz için başlı başına mucizevî bir etken olmuştur.

 Öyleyse; bizler niçin varken yok olmak, kendimizi zalimce bitirip, ondan, bundan kaçmak zorunda kalalım? Neyin yarışıdır bu yarış? Zihnimiz berrak olmazsa; ne sinemadan, ne müzikten, sevgi ve sevdadan da hiçbir şey anlamadan acı dediğimiz; intikamın, nefretin, kabalığın esiri olmaktan başka bir çare göremeyiz.

  Çocuklarımıza eğitim vereceğiz diye bütün varlığımızı adayıp, onların birkaç üniversite bitirip işsiz kalmasını bir türlü azmedemiyoruz. Oysa aynı şeyi herkes düşünüyor. Herkes eğitimin basamaklarına kurban törenlerine gider gibi kendini kurban ediyor; sunak taşları; insan ruhlarının hiçlik kokan kanlarıyla dolmuş, taşmış durumda.

  Yaşamın biricik olduğunu kabul edip, sadece mezarlıklarda sukunet ve tarafsızlık duygusunu bir kenara bırakıp; hatta pilav yemeden, ayran bile içmeden, orada bulunan çam, toprak kokan, kuş melodilerini dinlerken, yaşamın istikrara muhtaç olduğunu; istikrarın tutuculuk değil, yaşama atılacak; son ana kadar hareket sağlanacak enerji, irade üretmek olduğunu hatırlatmak ister; sizlerden rica ederek;

 Farklı mekânlara gidip, bazen bir yudum şarap, bazen bira, bazen rakı veya bir kahve içip, ara sıra da olsa kahvenizi, Marmara’yı tepeden gören bir mekândan; rüzgâr koridoru alan; kuzey rüzgârının efendilik yaptığı yerlerden geçip, uğrak ve sığınak olarak görmenizi diliyorum.

 Yaşam değerlidir; yaşama göz açmış bütün canlılar da öyle… En çirkini, en güzele muazzam bir destek olurken; en yetmezi, yeterliliğe sanatsal, sosyal ve manevi bir destek olduğunu unutmasak iyi ederiz.

 En erdemli; en yüce uyarı; insanın, gezerek, görerek, okuyarak ve taptaze güncellik kokan beceri ve irade davranışlarının nazik emridir. Dengenin, adil ve nazik olmanın sırrını öğrenmiştir; tıpkı yoksulluğun parasızlık değil, yaşama katkı sağlamamam olduğunu, berrak bir zihin yapısına sahip olmadığını öğrenmesi gibi…

 
 Güven Serin 
 

 

 


  

2 Kasım 2016 Çarşamba

AHMET SELÇUK ÖZBEK KIZILIŞIK


Kamera; Güven

Sanatçının ağzından çıkacak her sözcük;saygı,merak
ve yaşama dair bir açlıkla bekleniyor.



Kamera; Güven


Kamera; Güven 
Ahmet Selçuk Özbek Kızılışık

                                       AHMET SELÇUK ÖZBEK KIZILIŞIK



Tam olarak böyle; yiğit nasıl lakabıyla bilinirse, sanatçı da ismi, soy ismi; felsefesi, sanat anlayışıyla anılmak ister.

  Ahmet Selçuk Özbek Kızılışık; sevgili ağabeyim ve dostum; sanat ve tarihsel yolun yoldaşı arkadaşım nihayet kendi atölyesine kavuştu.

 İstanbul, o büyük orman; devasa okyanus kendi içerisinden var ettiği insanı; sanata adanmış sanatçıyı yine kendi içerisinde bu kez Asya tarafında onurlandırma ödülünü verdi.

  Sanatçının çocukluğu Sultanahmet, Fener ve ön önemli kısmı Küçük Ayasofya bölgesinde, denizin kara ile hemen buluştuğu yerde şekillendi; mistik, tarihsel, mimari, sosyolojik birçok olgu burada ekildi, tohum halinden filize doğru ilerledi.

  Güneşle ilk kez burada; tıpkı denizle buluştuğu gibi; kâgir bir evin, Bizans surlarına uzanan balkonu, denizin bir atlayış; dalış mesafesinde; Asya kıtasının tam karşısında bu yer; Küçük Ayasofya bölgesi aynı zamanda İbrahim Çallı’dan Bedri Rahmi’ye; Bedri Rahmi’den Ahmet Selçuk Özbek Kızılışık’a kadar uzanacak bir sanatın buluşmasını yaşatacak çocuğun evidir.

 Ahmet Selçuk Özbek Kızılışık Bedri Rahmi’nin öğrencisidir. Hani şu dizeleri yazan; ressam şair Eyüboğlu;

Karadutum, çatal karam, çingenem,
Nar tanem, nur tanem, bir tanem

  Hani şu dizeleri de gökyüzüne, aziz ülkeme; ülkemin bitirilen köylerine bugünü görmüş gibi armağan eden şairin, ressamın öğrencisi;

Yerliyim yerli olmasına
İlmik ilmik, damar damar
Yerliyim.

Şairim,
Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası
Ayak seslerinden tanırım
Ne zaman bir köy türküsü duysam
Şairliğimden utanırım.

  Bedri Rahmi Eyüpoğlu kokusu neredeyse tüm öğrencilerine sinmiştir. Ahmet Selçuk Özbek Kızılışık, geçmişinden, Avrupa’ya ulaşmış, Asya kültürünün mahcup, derin ve özgün bonkörlüğünden de beslenir.

  Kadırga, Çapa İlkokulları derken Gedikpaşa Ortaokulu ve Pertevniyal Lisesine ve oradan Mimar Sinan Üniversitesine giden yolculuk; daha baştan karar vermiş sanatçının yolculuğudur da…

  Uzun yıllar Kadıköy Saint Joseph Fransız Lisesi Görsel Sanatlar ve Tarih Öğretmenliği yapan Ahmet Selçuk Özbek Kızılışık şimdi yeni; yepyeni bir döneme; geride bıraktığı yılların tecrübe, deneyimi ve sanatçının özünde saklı kalan ama bir türlü gerçekleştirme zamanı bulamadığı eserleri üzerine yoğunlaşma zamanı başladı.

 Saint Joseph Fransız Lisesinden emekli olur olmaz, hiçbir sanatçının yapmadığı gibi kenara, köşeye çekilme gibi bir lütuf kabul etmeden kendi atölyesini açtı.

 Nadir bulunan türler uygar ülke insanları,kurumları tarafından koruma;kollama altına alınırlar. Gerçek sanatçılar da oldukça nadirdir. Tıpkı Ahmet Selçuk Özbek Kızılışık gibi…

 Sevgili ağabeyim-dostum; insanlık yolunda yoldaşım; atölyen, yeni hayatın, yeni başlangıcın kabul ettiğimiz aslında sanatçının dönemlerinden başka bir şey olmayan bu dönem; hayırlı ve kutlu olsun…

  Atölye açılışına Tekirdağ’ı; bizleri; Habertrak kalemini de dâhil etmen; incelik, hassasiyet şölenine her daim görgü, insaniyet taşıyan kimliğinin yüz akı olmuş halinden başka bir hal değildir.

  Sartre aydının işlevini anlatırken; hiç kimse tarafından görevlendirilmemiş ve statüsünü hiçbir otoriteye borçlu olmayandan söz eder. Sanatçı da böyle birisidir; canavarlaşmış toplumun büyük kargaşasına rağmen; ısrarla yok sayılır, öldürülmeye çalışılırken; o evrenin yaratıcısından, onu oluşturan bütün elementlerden, kemiğinin içinde ki iliklerden ve nöronlarına baskı yapan dürtü, sezgi ve akıldan beslenen insan…

 Ahmet Selçuk Özbek Kızılışık; Tekirdağ Habertrak ailesi olarak sana yolun yolculuğunda, katıldığın yaşam töreninde her daim sanatla, halkla, edebiyat, tarih ile sarmaş dolaş olmuş zamanlar diliyoruz…

 
 Güven Serin 


  



1 Kasım 2016 Salı

İLLA Kİ ADALET





İLLA Kİ ADALET!
------------------

 
  Siyasetin milletin kaderini etkilediği bilinen bir gerçektir. Halkın siyasi kararları da siyasetçiyi… Hal böyle olunca, yetki güce dönüşürse; bugünün olduğu gibi; güç, önüne geleni süpürmeye başlar.

  Nasıl ki, iğne batınca çok canım yandı diye avazımız çıkıyorsa, çuvaldız batanları, uzuvları kopanları, canları gidenleri, yuvaları dağılanları da adalet ile teskin edeceğiz. Sadece teselli mi?

Hayır! Yüz bin kere hayır? Adalet ile duygulandırıp, onurlandıracağız. Böyle yapmak zorundayız! Çünkü bıçağın kemiğe dayandığı an; canlıların topyekûn ve sıra dışı davranışları çıkar ortaya.

 İlerici, adil siyaset yapmak için, çok iyi konuşma yeteneği, siyaset bilgisi yetmiyor. Tıpkı adil olmak; adalet dağıtmak için sadece hukuk bilgisinin yetmediği gibi… Tarihsel bilgiler, edebiyat, felsefe; en az diğer bilimler kadar gerekli ve bilinmesi gerekiyor.

 Bir örnek vermek istiyorum; Rabelaıs’ın kahramanından; Düşmanı köşeye sıkıştırmışlar, alabildiğine yok ederken, kahramanlardan birisi seslenir;

Devam edelim mi? İşin başında ki komutan seslenir; Hiç gerekli değil! Gerçek askerlik sanatı gereğince düşmanı umutsuzluğa düşürmeliyiz, bıçak kemiğe dayandı mı, düşman yıpranıp tükenmekte olan gücünü ve yüreğini yeniden toparlayıverir.

  Hiçbir kurtuluş umudu kalmaması, bitmiş tükenmiş insanları diriltip kurtaracak olan ilaçların en iyisidir. Nice zaferler, yenenlerin elinden kaçıp yenilenlerin eline geçmiştir, çünkü yenenler hak ettikleri kadarıyla yetinmeyip her şeyi çiğneyip yok etmeye çalışmıştır.”

 Bu edebi, felsefi ve askeri görüş karşısında kim “ret” hakkını kullanabilir? Ahmaklar mı? Gözü, kin, nefretten görmez olanlar mı? İçlerinde ki kuşkuları hiçbir zaman akılla, ilimle desteklemeyenler mi? Yoksa bu yazılanlara gülüp geçenler mi?

 O zaman, gülmeyi seçin derim! Nasıl olsa, düşünmemiz, mantıktan çok hissiyatların, kalıplar halinde ki tekrarlarıysa; gülün! Zaden yazar da bunu ekleyiveriyor şiirinin sonuna;

Gülen kitap yeğdir ağlayan kitaptan
Gülmektir çünkü insanı insan eden…

  Edebiyat bazen güldürür, bazen kafa karıştırır. Kimi zaman ise düşündürür; tıpkı düşsel bir tekkenin büyük kapısı üzerinde ki yazıt; yani kitabede yazılmışlar gibi;


“ Girmeyin buraya, ikiyüzlüler, yobazlar, kartlaşmış maymunlar, kalleşler, yağ tulumları…

  Yampiri çarpık boyunlular, odun kafalılar, hödükler, sahte çilekeşler, takunyalı kara böcekler, kürklü dilenciler, sefa pezevenkleri, kayış suratlı, şiş göbekli fitne tellalları, gidin başka yerde satın dolaplarınızı.

  İğrenç dolaplarınız, kötülüklere boğar çayır çimeni, yalan dolanlarıyla türkülerimizi bozar iğrenç dolaplarınız.

  Girmeyin buraya, doymak bilmez hukukçular."

Güven Serin