29 Aralık 2016 Perşembe

HARBİYENİN ANLAMI!









Hülya Karakaş'ın albümünden...

HARBİYENİN ANLAMI!
----------------

  Harbiye sözcüğü; hemen hepimizin algısında güven verici, sağlam bir kavram üzerine oturuyor. Belki de yüzyıllardır bir arada kalabilmemiz, millet oluşumuzun özü bu güvende, inanmada gizlidir.

 Harbiye; Harp Okullarını anlatırken bu konuya bir dokunursak bin ağ işitmek de mümkün… Har Okullarını baştan beri siyasetin dışında tutmayı hedefleyen Mustafa Kemal; muhtemelen bu işin içine siyasi düşünce sızarsa, bu güven, istikrar aksayacak olduğunu bir asker olarak biliyordu.

  Tekirdağ; kentimiz insanı Harbiyeliye, Harbiye kavramının saygınlığına ciddi bir sevgi ve hürmet beslediğini biliyorum…

  Harbiye kavramından, bu değerli anlamın sanatsal yönünden bakmak istiyorum;

Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosundan söz edeceğim. İstanbul deyince aklıma gelen ve zaman zaman gittiğim mekânlardan birisidir Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi.

  Bu seferki oyunun ismi de Yangın Yerinde Orkideler. Mehmet Baydur’un yazdığı değerli bir çalışma…

  Tiyatro sanatının olmazsa olmazıdır sosyal hayata dair tespitleri. Bu çalışma da öyle bir çalışma; çöplükte yaşayan insanları, çöp gibi gördüklerimizin, göremediğimiz tarafını; taraflarını ve bizim şıklığımızın, parfüm kokan taraflarımızın, parfümsüz halini; hijyen peşinde koşarken, ruhumuzun nasıl ve ne şekilde kirlendiğini, koktuğunu da anlatır; sanatıyla sanatçı…

  Yangın Yerindeki Orkideler; Muhsin Ertuğrul Sahnesinde, kendine düşeni; yazarı, oyuncuları ve Şehir Tiyatroları yöneticileriyle birlikte; tıpkı sahnedeki sanatçılar gibi alkışı hak ediyor.

  En başında Genel Sanat Yönetmeni Süha Uygur, yönetmen Hülya Karakaş ve teknik ekibin tüm emekçilerine kadar; elbet, oyuncuları en önde ve ellerimiz acıyana kadar alkışlayarak…

  Son sözü Oyunun Yönetmeni Hülya Karakaş’a bırakıyorum;

“ Tuhaf insanların dayanışması da tuhaftır! Onlar yaşamak için direnirken, biz enikonu her durumda ölümü düşünürüz. Biz parmağımızın ucunda kıymık ararken tuhaf insanlar her durumda birbirlerinin eline yürekleriyle dokunurlar. El mühimdir, sıcaklık hissettirir, direnci tarifler.”

 
 Güven Serin





28 Aralık 2016 Çarşamba

BALKANLARDAN GELEN...


Kamera; Güven  Pera Müzesi

(Kutluyorum)




Kamera; Güven Pera Müzesi

Değerli bir çalışma;gidilirse bu videonun üzerinde
ısrarla durulsun...


Kamera; Güven Pera Müzesi



Kamera; Güven  Pera Müzesi

Sesini duyuramamak;gayret edip ısrarla haykırmak;

yeşilin,ormanların,yaşam alanlarımızın yok
oluşuna duyuru yapmak...


Kamera; Güven   Felix Zıem  Pera Müzesi

Israrla gidip görülmeli...



                                              BALKANLARDAN GELEN…



  Hep duyduğumuz bir haberdir; “ Balkanlardan gelen soğuk hava” diye… Balkanlar soğuğu taşıdığı gibi; anıları, geçmişi, ata diyarının kokusunu da taşır; kimileri için…

  Her şeyden önce; sadece bizi hatırlatmaz Balkanlar. Hunluları ve Atilla’yı da, savaşları ve bu büyük acılardan doğan şiirsel destanları,  filmleri; nice sanatsal çalışmayı da…

  Pera Müzesi farlı alanlarda hiç durmadan sanatın insana ulaşmasına dair sayısız etkinliklerinden, sergilerinden birkaçını daha gerçekleştirdi.

  Felıx Zıem’in Işık Denizinde Bir Gezgin adlı çalışmaları, bir gezginin, yaratıcı sanat yanıyla birleşince ortaya neler çıkarabileceğini görüp şaşırmak da mümkün; umutlanmak, gezmeyi,görmeyi ve irdelemeyi;üç boyutlu bakmanın gerçek yanını bulmak da oldukça mümkün görünüyor.

  Bir diğer sergi ise Balkanlardan Gelen Soğuk Hava, bilinen söyleme atıfta bulunarak onlarca sanatçının eserlerini Pera Müzesi sayesinde Türkiye insanlarına; bir insanlık vazifesi gibi sunmak…

  Bu kadar puslu havalar insan denen mahlûku ümitsizliğe, dibe vurmuşluğa çektiği ortada!  Küratörler Ali Akay ve Alenka Gregoric; Balkanlardan Gelen Soğuk Havaya sanatının serinliğini taşıyan sanatçılardan beni en çok etkileyen ise ANRİ SALA oldu.

  Sala,1974 Arnavutluk Tiran doğumlu. 42 yaşındaki sanatçının video çalışması; bu çalışmaya bırakılan derinlik, bütünlük ve ritm; kalın kadife perdenin ardında ki loşluk, sizi dans edecek hale getirirken, iliklerinize süzülen sanatsal duyarlılık, bir süre sonra, beyninizin; nöronlarınızın büyük sessizliğiyle zıt bir duraksama ve şifreleri çözülen gösterimin, sesini duyurmaya çalışan bir kadının, sesini bir türlü duymayan bateristin harika ritmi veya uslanmaz, baskın gürültüsüyle, zıtlığın bütünlüğü gözler önüne seriliyor.

  Kadın sanatçı ısrarla; Bana Cevap Ver? Bu vido çalışması; duyarlı olmakla duyarsızlığı üst derece anlatmayı başarmış. Sesi duyulmayan kadının tek derdi, doğanın yok edilmesine bir cevap aramak. Bateristin de tek derdi; doğayı yok edip, büyük kazanç sağlayanları temsil etmek; yani, cevap arayanları duymamak, seslerini bastırmak…

  Sanatının özüne dokunmayı başaran her sanatçı, en kısa bir zamana sığacak bir çalışmayla bütün zamanlara seslenecek başarıyı bulabilir. Anri Sala, Başkasını İzlemek-Bana Cevap Ver, çalışmasında bunu başarmış.

 Tıpkı; tüm zamanlara ait şiir, karikatür, resim, hikâye gibi; bu kısa vido; varlığınıza dokunan hassasiyeti ve duyarsızlığı bir potada eritecek; ortaya çıkacak ürün; belki de sizin de sanatınızın bir başka yöne veya şekle bürünmesine neden olacak; yani, siz çıkacaksınız ortaya; üstelik sesiniz duyulmuyor olsa da, ünlü veya ünsüz de olsanız; yüce bir ses olacak; belki de duyulmadığı için duyulacak…


  Bir başka çalışma; sergi ise FELIX ZIEM; bir gezginin, sanat ve zanaat yanının sosyoloji, mimari, düşünce; bakma ve görmeyle birlikteliğinin kıyamet gibi ürünlerini; kahverenginin uslanmaz koşusunu, derinliklere yön verişini gözlerimiz, beynimiz ve artan bilgimizle kısır dünyamızın ne kadar eksik oluşu da kayıt altına alınacaktır.

  Felıx Zıem;Pera Müzesi aracılığıyla,başka bir sanatçının ifadesinde ki gibi; “ Ziem renk ezgilerini göksel bir kora gibi çınlatıyor.”

  Göksel bir koroyu duymak adına, kulağımızın açık oluşu, duyduğumuzu tanımlayacak bilginin, görgünün oluşu veya oluşmaya başlaması; hangi zenginlik ile kıyaslana bilir?

  Onun için çok verimli bir ressamdır diye kayıtlara geçen eser sayısı; 10 bin desen, 6 bin yağlıboya yaptığı anlatılıyor.

  Onu anlatan kahverengi ne kadar detaylı bir şekilde tuvale yansıdıysa; ışıklı peyzajlarda su ve gökyüzü öne çıktığı duyuruluyor.

  Gezgin sanatçıyı anlatan en güzel felsefi ifadelerinden birisi de bu olmalı;


“Her sanatçının çoğunlukla gerçek ülkesinden uzakta bir yurdu vardır. Yeteneği elverişli bir ortam gibi orayı sever, uçarcasına oraya döner. Orada serpilir ve en güzel çiçeklerini verir. Ziem’in yurdu da Venedik’tir. Oradan ayrılabilir, yolculuklar yapabilir, bir mevsim İstanbul’da ya da başka bir yerde kalabilir, ama resmin asıl evi orasıdır.”


 Güven Serin 




21 Aralık 2016 Çarşamba

BİZİM PASAJIN KEDİSİ


Kamera; Güven Kedi Tekir


BİZİM PASAJIN KEDİSİ
-----------------------------


  Aslında kedileri demek daha iyi olur. Birisi oldukça yaşlı ve deneyimliyken, diğeri haddini bilen bir genç kedi. Renkleri aynı. İkisi de yöresel kedi renklerimizden; Tekir renkli tüyleri var.

  Hakan Beyin söylemesine göre, yaşlı olan kedinin her sabah onunla konuştuğu üzerine… Yakından bakınca ve dinleyince insan bakışı ve seslenişi insanı insanlaştırıyor.

  Hüseyin Pehlivan pasajına geleli birkaç ay oldu-oldular. Nereden geldiler, kimin kedisiydiler kimse bilmiyor. Bilinen, görünen bir şey var ki; bu kediler oldukça sağlıklı ve yaşlı olanın deneyimli olduğu…

  Berber Hamit sosisle, ben kaşar ile destek veriyoruz. Her sabah kahvaltı vaktini çok iyi biliyor. Karnı benden önce acıkıyor yaşlı ve deneyimli kedi Tekir’in. Öyle bir miyavlaması; seslenişi var ki; ne kadar kızsanız, çekil başımdan, sıranı bekle diye içinizden geçirseniz, bir şekilde sizi ikna ediyor.

  Sesle olmazsa bakışlarıyla; kapının yanında bekleyip kendi payını almanın hünerli gösterisini yapıyor. Genç olan, ince sesiyle, ilk baştan gıcık olacağınız bir ses tonuyla seslense de; bu kediler arasında ki üst alt rütbe düzenini de çok iyi gösteriyor.

 Her sabah olduğu gibi bu sabah da kahvaltısını benden önce istedi. Birkaç kez ustaca kovduğum halde; manevrasını iyi yapıp, yine kapıdan sesleniyor.

  Fransız düşünür Montaigne’nin kediler üzerine niçin kafa yorduğunu da anlamaya çalışıyorum. Sıkça izlerdi kedileri. Bilirsiniz; oyuncudurlar. İnsana oldukça yakındırlar. Yeter ki sahiplenin; mırıltılarını en huzurlu hayvanın çıkartamayacağı hoşluk içinde yakınınızda, kucağınızda uyurlar.

 Montaigne de böyle halleri oldukça fazla izlemiş. Kedisiyle oyunlar oynamış. Her çağırdığında kedisinin oyuna koştuğunu görmüş görmesine ama şunu da düşünmeden edememiş;

  “ Ben kedimle oyun oynarken, onun benimle oyun oynamadığını nereden bileyim?” Gerçekten de hayvan bilimi, hayvanlar dünyası karşısında her geçen gün başka bilgilere sahip oluyor. Bu canlıların hepsinin gizemli derinlikleri var. İnsanın kat ve kat alt edebilecek canlılar, sessizce belki de görünmez bir şekilde yaşama, varoluşa büyük bir destek, saygı içerisinde milyarlarca yıl olduğu gibi destek vermeye devam ediyorlar.

 Yaşlı Tekir ile genç Tekir’in durumları oldukça iyi. Anlaşmamız saygı ve mesafe üzerine kurulu. Nedense daha ileri gitmekten çekiniyorum.

  Belki de yeterince sevip, sevginin karşılığını veremeyecek, yetmeyecek oluşunun korkusu sürüp gidiyor; her sabah kaşar, sosis ve diğer komşulardan kahvaltı haklarını alacakları çok önceden yapılmış bir anlaşmanın karşıtlığı gibi; kahvaltı bittikten sonra sesler kesiliyor; dış sahaya çıkıyorlar; bitmeyen yaşam arayışlarını onlar çok iyi biliyor; bizlerden bile iyi…


Güven Serin 


16 Aralık 2016 Cuma

AÇLIĞIN FAYDALARI





AÇLIĞIN FAYDALARI
------------------------

  Coşmuş olan teknoloji sınır tanımayan önerilerle karşımıza çıkıyor. Şimdi; tam da bu zamanda altyapılarımızı sorgulama zamanı! Yani, karar verebilme yetisine sahip miyiz; değil miyiz?

  Tıpkı, içinde 1 milyon kitap bulunan kütüphaneye gidip ne alacağımızı bilmek gibi; besinlerin sonsuz faydasıyla zararını bilmek; öğrenip yaşamımıza katmanın en kritik zamanlarında bulunuyoruz.

  Çünkü ya kara-kuru, yağı alınmış insanlara, ya da oldukça kilolu, her iki aşamada sağlığı bozulmuş insanlara döndük.

  Biliyorum; “Atın ölümü arpadan olsun” atasözleri, bize yerli yersiz destek veriyor. Bir de; “ Bir şey olmaz!” söylemi, sanki evrensel bir kültür gibi aslında çok değerli bir virüs gibi ruhumuz ile bedenimizi sarmış durumda.

  Sözün özü; çok param var, çok yerim; çok sağlıklı olurum; mantığının hiçbir faydası yok! O yüzden inceleniyor 130–140 yıl yaşaya bilen Budist rahipler. O yüzden, Orta Asya’da 100 yaşını çoktan aşmış insanların varlığı bilim dünyasını harekete geçiriyor; bilinen önerilerin, ticari yalanların ötesinde daha az, daha seçici beslendikleri için bu insanlar daha uzun ve sağlıklı yaşıyorlar.

  Beyin dergisi Mayıs Haziran sayısında Açlığın Sıra Dışı Faydalarından söz ediyor. Seçici olmanın, ne bulursak yememenin beden için ne büyük zenginlik olduğundan…

  Az yemenin bağışıklık sistemi üzerindeki olumlu etkileri; güçlenen bağışıklık sistemi sayesinde daha az hastalanacağımız gün gibi ortada.

 Ayrıca, kimse korkmasın; can boğazdan gelir elbet; burada yine insan seçiciliği ve iradesi giriyor ortaya; kendimize eziyet etmeden, besinleri azaltabilir, en az iki günde bir, beslenmemizi yarı yarıya düşürüp; açlık çeken hücrelerin, zararlı hücreleri parçalayıp yok etme şölenini duyumsaya biliriz.

 Bilinen hastalıklar; Kanser, Alzheimer, Parkinson, Kalp Rahatsızlıkları, Sindirim Bozuklukları; hepsi yanlış beslenmenin sonucu değil midir? Tam da zamanı; kendimizi önemsemenin; çok uzun yıllar yaşamaktan öte; kısa bir ömür bile sürsek; son ana kadar vücut ve ruhsal bir esenlik içinde…

  Biliyoruz ki, aç ve açıkta olan tokluğu yaşamadıysa; yaşatılmadıysa; bu hakkı kendinde görmedi-görülmediyse; bizim tokluğumuz her daim sinir bozucu olacaktır. Dinler, işte bu gerçeği yıllar; yüzyıllar önceden haykırdılar; her ne kadar, esas amacın dışına taşmış olsalar da; insan ruhunun gerçek ilkelliklerini de yok etmeye çalıştılar.

  İlkellik dedim de; hiçbir ilkel yaşam; toptan yok edici olmuyor insan gibi; çevresini bu kadar değiştiren tek mucize veya felaket…


Güven Serin 


15 Aralık 2016 Perşembe

GÜZELKÖY-MELEN (BENİM KÖYÜM)


Kamera; Güven Güzelköy-Tekirdağ



Kamera; Güven  Güzelköy-Tekirdağ


Kamera; Güven Güzelköy-Melen-Tekirdağ


Kamera; Güven Güzelköy-Tekirdağ

                              GÜZELKÖY-MELEN (BENİM KÖYÜM)
---------------------


Güzelköy’ün yakınından nice geçişlerim olduğu halde, içerisine; sokaklarına, meydanı, tarihi eserlerine, anıtsal ağaçlarına ve taş köprüsüne ilk kez bu kadar yakın oldum.

  Güzelköy insanı Şarköy Belediyesinden dertli mi dertli… İlgisizliği, yöre insanına kulak vermeyişleri oldukça sıkkın bir görüntü içindeler.

  Kadir Albayrak’ı soruyorum. Dinleyenlerin hepsi saygı içinde anıyorlar; Kadir Bey bu köye; BENİM KÖYÜM dediği halde bizi niçin yalnız bırakıyor, duygusal haklılık içinde konuşuyorlar.

  Tarihi eserleri, anıtsal ağaçları; çınarları gezip dokunuyorum geçmişin ruhlarını taşıyan bedenlerine. Taş köprü, daha nice zamana dayanacağım, anlayışı içinde bölgenin ilk kurulan Türk köyleri içinde, taşa ve ahşaba duyulan saygıyı, koruma ve kollama anlayışını da fark ettim.

  Bugüne kadar ellerinden geldikleri kadarıyla, sokaklarını, meydanlarını, tarihlerini, anıtsal ağaçlarını korumuşlar. Temiz sokakların doğal taş döşemeleri insanın içine hoşluk katıyor.

 Güzelköy tarihsel, coğrafik açıdan yörenin gözdesi olacak; Ulasal ve uluslar arası turizme, kültüre açılacak kadar değerli bir yer…

  Burası da turizm projeleri içine alınan yerlerimizden birisi ve en önemlilerinden… Tarihi yerler numaralandırılmış; bekliyor… Oysa yeterince beklemiş bu köyün; camii, hamamı, anıtsal ağaçları; artık derman kalmamış bu bekleyişin…

  Yağmurlar yağdığında içme suyunun içine karışan suların bulanıklığı bulandırıyor kimilerinin düşüncelerini; haklı olarak; su vergisi alıyorlar, ama su depomuz, borularımız kontrol edilmiyor, diyorlar.

  Bir de Temel fıkrasını; hatta Hoca Nasrettin’i aratmayacak bir öykü dinledim köy meydanının taze kokan çay yudumları içinde.

  Nedir bu öykünün anlamı? Köy meydanına, meydana çıkan sokakları gösteren tabelalar takılmış. Etrafımda oturan insanlar; bunları da çek ve duyur, diye uyarıyor. Niçin? Takılan tabelalar gösterdikleri sokaklara, meydanlara ait değil…

 Bu işi yapan yetkiliyi ısrarla uyarıyor köy insanları; taktığınız bu tabelalar bu sakakları, bölgeyi anlatmıyor, diğer mahalleye ait, diye; yetkili bildik ve gururlu cevap veriyor;

“ Siz benden iyi mi bileceksiniz?” Şimdi, bu yetkili insanların maskarası olmuş; haklı olarak; bende cahil maskara yetkiliye gülümsüyorum; acı acı, bilgiç bilgiç…

  Yörenin; Güzelköy’ün kalkınması, yaşaması için; zeytin ve bağlar yetmiyor… Acilen turizmin kurtarıcı, yenilikçi ve rekabetçi anlayışı girmeli bu köye. Üstelik önce bir ilerleme içinde; pansiyonları, müzeleri ve onarılmış hamamı, camii, köprüleri, anıtsal ağaçları ile bir bütünlük içinde; ulusal ve uluslar arası insanlara, bir ilaç, dinlence gibi sunulmalı…

  Güzelköy’ün bir başka sancısı; köy gençliğine ait olan spor sahasına, Şarköy Belediyesi tarafından el konulmasıyla yaşanıyor.

  Sanki başka boş yer yokmuş gibi, gençlerin, gençliğin, belki de sembolik olarak bayramlarda bir araya gelen köy insanlarının toplanıp spor yaptıkları bu alan bir şirkete kiraya verilmiş.

 İnanılacak gibi değil… Ayda Bin liraya… Oysa ne çok boş alan var kiraya verilecek… Mazeret de hazır; köyde spor yapacak genç mi kaldı?

 Sadece Yuh! Yuh, diyorum… Niçin kalmadığını sorgulayıp, kalır hale getirmek varken, kalmamışlığa, yok oluşa bir de Şarköy Belediye Başkanı mı vuracak?

 Kadir Bey; Sayın Başkan; “ Benim Köyüm” dediğin köy, saygınlık, nezaket içinde ilgi bekliyor; denetim bekliyor; denizi geçip, derede boğulmasın diyor bu yöneticiler.

Güven Serin 




14 Aralık 2016 Çarşamba

SAİT ESİRCAN ANISINA


SAYGIYLA...



SAYGIYLA...

SAİT ESİRCAN ANISINA
--------------------


  Ölümünden yıllar geçse de ne çok hatırlayanı var öğretmen Sait Esircan’ın. Arkadaşları, öğrencileri yaşama davet ettikleri anılarıyla; hatıraları ölü olmaktan kurtarıp bugüne; yaşama davet etmişler.


  Kasabanın Işığı isimli Öğretmen Sait Esircan kitabı 1917–1987 dönemini anlatıyor. Bir insanın-öğretmenin iz bıraktığı; eğitimin, öğretimin kıtadan kıtaya; boyuttan boyuta akacağının, yokluktan varlığa dönüşeceğinin ispatı olan bir çalışma…

 Bu çalışmayı oldukça değerli buluyorum. Konu, sadece bir öğretmen değil, unutmayı neredeyse kötü bir kültür haline getirmiş insanlarımıza ayrı bir yol-yöntem de gösteriyor.

  Bu eser; Kasabanın Işığı çalışması Abdullah Damar ve Aytekin Erdem tarafından çıkarılmış; edebi, sosyal dünyamıza kazandırılmıştır.

 Sizleri kutluyorum. Sait Öğretmeni duyar gibiyim; 101 Abdullah; teşekkür ederim. Karaoğlan Aytekin; sana da; sizleri minnetle selamlıyorum…

  Bu eser 20.yüzyılı anlatıyor. Şimdi ise 21.yüzyılın ilk çeyreği yaşanırken; hiçbir öğretmen minareye çıkıp çocuklar nerede; “ Benim eşek çocuklarım; çalışmazsanız köyde kaz güdersiniz.” Demiyor; demeyecek.

  Şimdi bireyselliğin krallığını yaşıyoruz; güya özgürlük; aynı zamanda esaret; kul olmak iç içe… Bir çalışan; üniformalı; ona dert yanan sivile böyle söylüyor; “ Ağabey, benim yapacağım bir şey yok; biz emir kuluyuz.”

 Oysa eğitim, öğretim; çare bulmak-üretmek; yoksulu, düştüğü girdaptan kurtarmaktır da… Sait öğretmen; seni tanımış olmanın sevinci ruhumu ısıttı; minnetle selamlıyorum seni…


Güven Serin 



13 Aralık 2016 Salı

GAZİKÖY SESİNİ DUYURAMIYOR


Kamera; Güven  Gaziköy

Viranlık krallığını duyurmuş burada...



Kamera; Güven   Gaziköy



Kamera; Güven  Gaziköy
Kıymet Hanım,Makbuş Hanım;saygıyla...


Kamera; Güven  Gaziköy...


                                             GAZİKÖY SESİNİ DUYURAMIYOR

----------------------------------------------



   Ne yapsa çare değil Gaziköy’ün sesini duyurması. Tek çare göç gibi; insanlar bir bir göç etmiş ve ediyorlar…

  Üstüne üstlük bütün bu sorunlar yetmezmiş gibi; kan davası… Kulağa ne kadar acı ve tuhaf geliyor… Gerçekler; bazen tuhaf ve rahatsız edicidir; yüzleşmemiş, yüzleşemeyen insanlar için.

  Gün yükselirken gökyüzünde doğudan batıya doğru; ilerleyerek güneyin yamaçları üzerinde biz de öyle ilerledik Tekirdağ Gaziköy diyarına. Sahil boyunda oturup bir çay içen için ne kadar farklı bir yer!

  Tam da yaşanacak bir yer; dersiniz; ulu çınarın altında, serçelerin şamatalarını dinlerken… Az ötede Marmara; olanca suyu ve tükenen balıklarıyla hiçbir şey ifade etmez Gaziköy insanı; insanları için…

  Onlar; dört elle sarılmışlardır bağalara; zeytinlere… Bir türlü para edemeyen, köyü yok sayan anlayış, irade ve idare biçimlerine rağmen direnen Gaziköy insanı; arka sokaklara; kuzey yamaçlarına inince daha iyi anlaşılıyor…

 Gaziköy’ün Rum Kültürünü anlatan dar ve taştan döşenmiş arka sokaklarına sokak demek mümkün değil artık. Taşları çoktan yerinden oynamış ve çıkmış… Sokak demekten öte geçmiş… Kan davasına konu olan hanenin kadını, gelini kesiyor önümüzü! Tam bir feryat içindeler; bağırlarını deşsen acı duymayacak biçimde haykırıyorlar…

 Kendi kişisel sorunlarını bir kenara bırakıp; bu sokağı yaz, tamir edemediğimiz, başımıza yıkılan evlerimizi; bizim olmayan sokağımızı, feryadımızı duyur, diye yankılanıyor sesleri Gaziköy yamaçlarında.

 Koruma, kollama içine alınan; Sit Alanı ve tarihi, turistlik önemi var diye Büyükşehir Belediyemizin önemi sırasında öncelik alan bu yer; ilgisizliğin tam da merkezi olmuş…

  İnsan şaşıyor; hatta şaşırıyor… Niçin; her şeyin göstermelik olduğunu, bir türlü öze dokunacak şeylerin başlamadığı adına; hiç de zor olmayan önlemler alınması ne büyük anlayış, sevgi çıkartırdı ortaya…

  Gaziköy gibi yirmiye yakın köyün olması; ahşap ve taş usta, kalfa, çıraklarının da yetişmesi adına fırsata çevirtilmesi gerekirken; hazır taşlarla, çakma görgü ve bilgilerle tarihi ve turizmi aramaya, çağırmaya çalışıyoruz…

  Yolu, yordamı, koruması olmayan feryat eden kadınları geçip; yol olmaktan çıkmış sokaklarda ilerledik. Terkedilmiş gibi bir köy; denizin, turizmin, insan kültürlerinin hemen kıyısında; etraf inanılmaz bir adaçayı kokusu içinde…

  Bir yerlerde adaçayı mı demleniyor diye tartışıyoruz Bülent ile… Bir demlik adaçayı bu kadar etkili olup, sokaktan yamaçlara iner mi diye kuşkuya dokunuyorum. Biraz daha ilerleyince bir başka viranlığın yakınında Kıymet Hanımla bildik törene başlıyoruz;

Hoş geldiniz misafirler. Hoş bulduk ablacığım. Kıymet Hanım 83 yaşında. Yüzünde adaçayı ve yaşama sımsıkı tutunmuşluğun kokulu anlayışı… Viran evini gösteriyor; yıkılmış ve yaptırılmıyor. Akrabalarından duacı; başını sokacak prefabrik bir ev yaptıkları için…

  Kıymet Hanım komşusu Makbuş Hanımın kapısını çalmadan açıyor. Bir başka ulu güzellik; 85 yaşlarında; bir göz odaya sığınmış… Çoluğu, çocuğu misafirliğe geldiklerinde kalacak yer olmayışının yalvaran gözleriyle süzüyor beni…

  Hepsi insan yüzleri… Topluma, aile yaşamına çocuk sunmuşlar; Kız, erkek evlat vermişler… Şimdi hak ettikleri korunmayı, saygınlığı ve ilgiyi bekliyorlar.

  Gaziköy yalnız mı? Bunca yıl oyalanmışlığın acısını çıkartıp, varken yok olan bu yer Tekirdağ turizmine ve yöre insanına çok ciddi katkılar sağlaması bu kadar yakınken; niçin bu kadar uzak?

 Kadir Bey; senin turizm projelerin niçin bu kadar ağır işliyor? Kâğıt üzerinde bu kadar kolay olan işler; eyleme dökülmezse; yarınlara nasıl bir izah, saygınlık, itibar içinde çıkacaklar?

  Taşları sökülmüş, yerinden çıkmış sokak aralarında taş ve ahşap evlerin mezarlıkları arasında dolaşırken bir başka ev dikkatimi çekti. Gösterişi ahşap kapısında bir işaret, anlatı, haykırış bulabilirim diye yaklaştım. Kırılmış, dökülmüş; güvenliğini sağladığı evin salonu kırıklıklardan görünüyor.

  Bu görüntü aynı zamanda etrafa yayılan adaçayı kokularının da kaynağını görmemi sağladı. İçerisi son hasat ürünleriyle dolu; kurumaya bırakılmış adaçayı örtüsü… Yeşilin, dayanıklılığın ve doğallığın kokusu; viran, yalnız Gaziköy ile uyuşmuyor…

Güven Serin 



12 Aralık 2016 Pazartesi

SANATÇI DOĞUŞTAN LANETLİDİR



SANATÇILAR DOĞUŞTAN LANETLİDİR
--------------


 Tam olarak nerede okudum; hatırlayamıyorum… Aylar önceydi… Bir çentik; bir soru; cevabı zamana yayılan…

  Sanatçıyı, sanatıyla meşgul olanı diğer insanlardan ayrı düşünmek adına değil, canını; can yongası malını, ünvanları düşünmeyerek; istemeyip, reddeden sanatın sanatçısını anlamak; biraz da anlatmaktır amacım…

  Yüceliğin yaratıcısı; evrimin ebedi yolu canlı olmanın en güzel haline dönüştürdüğü halde insanı; yetmezlik içinde, zamanlar ötesi uzanmak ister; ilimin, sanatın düşünce heyecanı ve aceleciliği içinde.

  Bazen, toplumu idare edenler; yani krallar, başkanlar veya sıradan bir yerin yöneticisiyle ters düşer sanatçı. Tuvale, kâğıda, kitaba; notalara döker içindekini.

  Veya sözden söze; Sokrat gibi öğrencilerine aktarır; Soru sorup düşünmeyi-düşündürmeyi…

  Lanetlenir! Baldıran zehri ikram edilir. Giyotine başını koyması veya göz hapsine… Velhasıl dili, düşünceleri zehirli kabul edilir; lanetlenir, düzeni korumak isteyen, düzene el atmış, kendi şahsının düzeni bozulacak diye korkan nice despot kişi…


  Henüz 29 yaşında; bilinen yaşamı reddeden Nilgün Marmara’da böyle bir lanetin ağırlığını mı hissetti de ayrılmayı seçti yeryüzünden? Sanatın derinliği, yüceliği bazen, görünmezi görür, bilinmezi bilir mi yapıyor insanı? Gereksiz mi görüyor, nice insan telaşını, vızıltılarını; dürüstlük altında ki hilebazlıkları?


 Kâğıda döküyor Nilgün fısıltı halinde, hoşluğun boş zamanlarına diyeceklerini;

“ Bir şeyden kaçıyorum, bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp gelip kendime yerleşemiyorum, kendime bir yer edinemiyorum, kendime bir yer… Kafatasımın içini, bir küçük huzur uğruna aynalarla kaplattım, ölü ben’im kendini izlesin, her yandan, o tuhaf sır içinden! Paniğini kukla yapmış hasta bir çocuğum ben. Oyuncağı panik olan sayrı yalnızlık kendi kendine nasıl da eğlenir.”

Güven Serin 

9 Aralık 2016 Cuma

İNSANLARIN MALINA MÜLKÜNE EL KOYMAK DOĞRU MU?







                  İNSANLARIN MALINA-MÜLKÜNE EL KOYMAK DOĞRU MU?




  İsterseniz borçlar kanunları, isterseniz düzenin adaleti deyin; bir insanı bitirmek, bir aileyi, bir bölgeyi sonra da bir ülkeyi bitirmek gibi geliyor bana.

  Adalet yerini bulacakken, adaletin ince çizgileri, bu çizgileri var eden insanı yok edersek, merkezde insanın adalete ve yaşama olan inancını zayıflatırsak; toplumun çözülmesi kolaylaşmaya başlar.

  Günümüzde ve öteden beri bolcu duyduğumuz şeylerden birisidir; insanların borçlarından dolayı mallarının, mülklerinin aciz edilmesi. Devlet eliyle, neredeyse donlarına kadar el konulan malların, mülklerin çıplak insanının ruh halini siz düşünün?

  Bazı ev araçlarının artık bol ve ucuz oluşu, yediemin depolarının ağzına kadar dolması yüzünden değeri küçük olan ev eşyalarına aciz işlemi yapılmaktan vazgeçildi. Sevindiricidir; küçük bir adım görünse de, adaleti uygulayan avukatların pek sevmediği bir yasadır.


  Ev eşyalarına el koyacağız diye nice insan korkutuldu. Utanmayı bilen insanlar komşular görmesin tanıdıklar duymasın diye, küçük borçlar için dahi nice ödemeler yapmak için, yerinden, yurdundan oldular; yani mallarını sattılar.

  Yasasız devlet olur mu? Elbette olmaz! Yasalar, insanların daha iyi, daha güvenli ve huzur içinde bulunması için her daim değişebilme, en ideale, en koruyucu ve hak edici hale getirilmek için yine yasa yapıcıları hiç durmadan kendi vicdanlarını, görgülerini toplumsal bilinci, psikolojiyi başköşeye koyarak yenilemeliler.

  Bir çiftçiyi düşünün! Malı-mülkü kalmazsa ne yapacak? Şehirlere, kasabalara göç edecek. İş bulursa çalışacak; bulamazsa kendi ahlak, görgü kuralları neyi emrederse onu yapacak; yasaları, kuralları zorlayacak; hem de sonuna kadar…

 Bir esnafı, tüccar, fabrikatörü düşünün! O da aynı işleri yapacak; bütün bildik oyunları oynayacak; yaşamın içinde kalabilmek için… Bazıları da en değerli şey olan; canlarına kıyacaklar…

  Bir insanın neredeyse bütün ömür didinip ortaya çıkarttığı; sahip olduğu, evi, barkı, ocağı; borçlar kanunu yüzünden elinden alınıyor. Bu yıkımın boyutunu düşünmek için, toplum bilimcilerine sığınmak, onların araştırmalarını dört elle sarılmak gerekir.

 Bir evin, bir aracın, kendine yetecek tarlanın, hayvanın el konulamayacağı günler ne zaman olur? Bunların olması, borçları, alacakları ne kadar etkiler?

 Bugünün dönüşümünü kurnazlıklarla çözen insanlar yok değil. Daha iş yeri açmadan üzerindeki malı-mülkü başkalarına devretme zorunda kalan insanlar; bir başka yıkımın, hilebazlığın içine zorla itilirler.

  Niçin? Elbette, ileride borçları onları zorlarsa, yaşamak için ellerinde çare diye; mal-mülk olsun; devlete, konuya, komşuya, akrabaya yük olmamak, gülünç duruma düşmemek için; insanın, yetersiz kanunlar karşısında bulduğu çözümlerden sadece birisi…

  Bir tüccarın, esnafın, çiftçinin, memurun, işçinin birkaç evi, arabası, hayat standardının üzerinde tarlası, hayvanı varsa; standarda kadar hepsi alınsa; kanunlar sayesinde tümü satılıp alacaklılara verilse; kimsenin gözü arkasında kalmadığı gibi; gidene yanmaz bile. Çünkü yaşamlarını devam ettirecek, onları zalime, ayıba muhtaç bırakmayacak azami olan mal-mülk yüce devlet, yüce yasalar tarafından korunuyordur.

 Böyle bir düşünce, böyle bir kanun; lüks müdür? Utançtan, göçlerden, intiharlardan, yıkımlardan daha önemsiz midir?

  Günümüzden 2200 yıl önce böyle yasalar çıktığını söylesem; kaç kişi inanır. Yunan Uygarlığı boşuna batıyı; aklı etkilemedi!

  Sicyonlu Aratus Achaea Birliği’nin liderliğini yapan devlet adamıydı. Malları-mülkleri elinden alınmış olan insanlar için ilk yaptığı şey devleti yönettiğini sanan TİRANLARI ortadan kaldırmak olmuştur. Herkesin refahını düşünmek onun ilk işidir.

 “ Başkasının evinde karşılıksız yaşasınlar” ; “ Niçin böyle olsun? Bir ev satın almışım, inşa etmişim, geçindirmişim ve para yatırmışım, bana ait olan evi iznim olmadan kullanabilir misiniz?

  Sayın yasa yapıcıları; Sayın yasa uygulayıcıları; yürütme, yargı ve yasama tarafında bulunan kıymetli insanlar; malı-mülkü tamamıyla alınan insan bitik insandır; yitik, çaresiz insan; aynı zamanda çürümüş insandır; kokar ve bulaşıcı hastalık dağıtır…

 
 Güven Serin 



7 Aralık 2016 Çarşamba

PAŞA DEDE



PAŞA DEDE
----------------

  Yaşadığımız sürece ne çok insan davranışı; insan çelişkilerine sahne olacağız kim bilir? Doğalı, neredeyse yarım yüzyıl geçti. Son iki yıl önce öğrendim ki doğduğum diyarda ki akrabalarım heyecan içinde.

  Niçin? Bir paşa dedemiz olduğunu öğrendikleri için. Oysa paşa dedemizi hiç görmedik, onunla ilgili hiçbir hikâye dinlemedik; sanki hiçbir zaman yokmuş gibi… Şimdi, onun Rumeli zamanlarında; oradaki topraklarımızı kaybetmediğimiz zamanlarda paşa olup, göç ettiğinde Marmara bölgesinde de birçok yerde aklımızı, hayalimizi aşan malı-mülkü olduğunu öğrenmiş olmamız…

  Köprünün altından çok sular geçtiği gibi; paşa dedemizin çocukları çoktan bu dünyadan göç etti. Üstelik mallarına, mülklerine de sahip çıkanlar olmuş… Nasıl ki doğa boşluk kabul etmiyorsa; insanın, malı, mülkü de boş kalınca sahip çıkan oluyor; oldukça doğal bir insan sürece; paylaşımı…

 Şimdi, paşa dedemiz olduğu, üstelik de zengin olduğu öğreniliyor. Çünkü insanların dünyevi ihtiyaçlarını karşılayacak imkânları neredeyse yokluk; imkânsızlık içine girdi. Yaşaman garip iflaslar, yok oluşlar; insanları en uzak çareleri aramaya, üretmeye itti…

  Bizim akraba gruplarımız da uzak akrabamız paşa dedenin peşine düştü. Kulağa hoş gelse de, sadece mal-mülk olarak sahiplenmek eksik bir şeyler yaratıyor. Köksüz ağaçlar, temelsiz evler gibi bir şey…

  Bütün bu güzel düşleri, büyük beklentileri dinleyince ister istemez iç çekiyorum; hiçliğin hastalığına düşmediğim, kendi kendime yetme becerisine sımsıkı tutunduğum için…

  Yine de zaman zaman ; geçmişte bir paşalık var; ağır adam kılığında; tıpkı atalarım gibi…
 
 Paşa paşa sürdüğüm yaşamın bir geçmişi varmış; bir avuntu da olsa; paşa dede muhabbetini Mehmet enişteden dinlerken; onun tüm yaşamını sadelik; kimilerinin gözünde; alt katmanlarda geçirmesi; onun yüzündeki gülümsemeyi, karakterinde ki hayal kurma becerisi ve her daim çocukça bir yaşam izlerini görmek; paşa dedemin yüksek duruşu, büyük mal mülklerinden çok daha öte bir insani değer olarak görünüyor.

  Nice kral, padişah, hükümdar koltuğun iğneli bir fıçı olduğunu öğrendikten sonra, başının üzerinde sallanan kılıcın bir tek ince tel tarafından tutulduğunu öğrenince iş işten geçer… Artık, sade bir yaşam; halkın kendisi olmak uzaktır; ulaşılmayacak kadar…

  Kral, yoksulluğa, sadeliğe özenirken; nice insan, paşalık, vezirlik, krallık düşleriyle yatarlar derin uykularına…

Güven Serin 

3 Aralık 2016 Cumartesi

ZAMANIN KISA TARİHİ




                                           ZAMANIN KISA TARİHİ


Stephan Hawking’i zirveye taşıyan; tüm dünyaya duyuran bir çalışmadır; Zamanın Kısa Tarihi… Bugün 74 yaşına gelen Hawking hastalığı ortaya çıktığında 21 yaşlarındaydı. Doktorlar iki yıllık ömrünün kaldığını söylemişti.

  Onun kendisine inandığı gibi ona da inanmış; sevmiş birisi vardı; Jane Hawking… Tıp Dünyası hastalığına Motor Nöron hastalığı ismini vermişti. Ağır ağır çürüyecek; eriyecek kasları onu gelinen duruma getirdi. Önce yürüyemedi; Sonra konuşamadı. Görme ve duyma duyularından başka bir şeyi kaldı mı derseniz;

  Evet; derim; kesinlikle; düşünme gücü… Onun da ısrarla söylediği şey;

“ Hayat ne kadar güç-zor görünse de… Her zaman yapabileceğin ve başarılı olabileceğin bir şey vardır.” ; “ Nefes aldıkça umut vardır.”

   Zamanın Kısa Tarihi isimli kitabı 10 Milyondan fazla satar. Artık tüm dünya biliyordur onu. Düşüncenin ilim, felsefe ile buluşmasının sınırsızlığını anlamaktır Hawking felsefesi. Bir konferansta bunun üzerine şu sözcükleri sıralar;

  “ Biz kimiz? Niçin buradayız? Eğer bunun insan aklının nihai zaferi olacağını bilseydik… Böylelikle tanrın aklını da bilebilirdik.”

  Bu konferansta ona birçok sorular sorulur. Birisi de;

“ Profesör tanrıya inanmadığınızı söylediniz. Size yardım eden bir hayat felsefeniz var mı?”

  Cevap verir Hawking;

“ İnsan çabasının bir sınırı olmamalı. Hepimiz farklıyız… Yaşam ne kadar zor görünse de; her zaman yapabileceğimiz bir şey vardır.”

  Başkasının bakımına muhtaç; on yıllardır tekerlekli sandalyeye bağlı ve elektronik aletler sayesinde göz refleksleriyle konuşan bu insan; insanın tanrıya ulaşma; onu bilme ve kim olduğumuzu anlama çabaları, milyonlarca insanın anlamayacağı uzaklıkta…

 Tıpkı, yıldızların, galaksilerin uçsuz bucaksızlığı kadar uzak… İlim böyle bir şey; en gelişmiş canlı olan adına insan denen biyolojik varlığa bir de ruh ekliyor; sınırsızlığa uçacak ve oradan aldığını, öğrendiğini insanlık borcu olarak dünyaya bırakacak; bir de dip notu düşecek;

“ Hawking bugün 74 yaşında. Hiç de emekli olmayı düşünmüyor…”

İngiltere kraliçesinin verdiği şövalyelik nişanını reddeden Hawking, belki de Ortaçağ geleneğinden esinlenen bu nişanların, bağlayıcı, kontrol edici; sınırlayıcı taraflarını da reddederek, çalışma alanının İngiliz sınırlarından çok öte evreni anlattığı da kanıtlamak; işaret etmek istemiştir.

 Aynı nişan bizim eski Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül’e verildiğinde koşarcısına gitmişti… Siyasetçiyle, bilim insanı arasında ki farkın irdelemesini de yapmayı düşünebiliriz.

  Hawking’i mutlu eden şey; onurlu kılan şey; büyük salonları dolduran alkışlar değil; ona sorulan sorular ve o kıymetli soruları, eleştirileri cevaplamak için zamanı bile durdurmayı göze alan ilim insanının ruhsal ve bedensel emeği…

 Bizim de dünya çapında bilim insanlarımız var. Bunları hangi büyük salonlarda ağırladık? Onları esas olan kalıcı mutluluğun sorularıyla onurlandırdık?

  Aziz Sancar’ı sadece ödül aldığında hatırladık! Hâlbuki her fırsatta büyük salonlarda, bin bir rica ile ülkemize çağırılmalı. Bilim adına; ülke insanımızın ruhlarına baskı yapan büyük kaos, karanlık ve çelişkiler adına…

  Ali Kuşçu’yu ne kadar tanıyoruz? Tanıttık? Felsefesi, matematik anlayışıyla ilgilenip üniversite, lise; hatta halk seviyesine getirebilecek titizliği gösterdik? Oktay Sinanoğlu’nu? Ölünce insanlar unutulabilir. Ama ilim, sanat, felsefe; ölümsüzlükle ödüllendirilmiştir; sadece uygar dünya; ülkeler bunu görebilir, duyabilir ve anlayabilir…



Güven Serin 

2 Aralık 2016 Cuma

İYİMSER KÖTÜMSERLİK





                                            İYİMSER KÖTÜMSERLİK


  Şair, sanatçıya düşen görev bilinciyle kuşkularını dile getirir. Üstelik dili de çok uzun olan, ahlak anlayışı bizim efendiliğimizi zorlayan; ağır ağabey-abla görünmek yerine sevenlerini yanıltmak yerine ilk başlarda şaşırtır sanatçı.

  Baştan sona; çocukluğundan yaşlılığına kadar aynı istikrarlı şaşırtma ve bilinen ahlakçı gösteriye hiçbir şekilde yanıt vermeyen, onların kalplerinde taşıdıkları büyük yalanlara inanmayan birisidir Charles Bukowski.

 Onu anlamak için bugün; günümüzde dağıtılan ödüllere iyice bakın! Bakın ki, gerçek sanatçının peşinde kaç kişi koşuyor? Ödülleri niçin verirler? Al gülüm; ver gülüm düzenine bir kat daha hiçlik katmak için mi; yoksa insanlık yolculuğunda edebi yaşamı hak etmiş, sanatçının sanatını kutlama, onurlandırma adına mı?

  Charles Bukowski böyle yaşamlara; biraz kaba sayılan “ moktan yaşamlar” olarak baktığı bellidir; aşikârdır. Moktanlığı kaldıra bilmek için, en yakın sığınma arkadaşı da alkol olur.

  Ölmek için dünyaya gelen insanı şiirsel ve felsefi anlatımı ise;

“İnsan ölmek için dünyaya geliyordu. Bunun anlamı neydi? Hayatımızı oraya buraya takılarak geçiriyorduk. Bizi bir yerlere getirecek treni bekleyerek, sıcak bir ağustos gecesi bir otel odasında koca göğüslü bir kadın bekleyerek.”

  Beklemenin can sıkıcı olmasından çok, bekletilmenin aldatıcı etkisidir şairi zorlayan, yaşam avareliğine sürükleyen şey.

  Yakın zamanda bir insanlık buluşu yapılırsa; insana bağlanacak bir alet, insanın saygınlığını, erdemini, dürüstlüğünü ölçebilme becerisine sahip olursa; bu aleti ilk önce kimler lanetleyecek; kimler yasaklayacak; biliyor olmama rağmen yine de bilmemişin merakıyla bekliyorum…

 Kendini yüce insan ilan edenler, kendini tanrının kılığına sokup, ona, buna ceza kesip, günahını, sevabını dağıtma ahmaklığına girenler; bu aletten kaçmak için delik arayacakları kesindir.

 Muhafazakâr bir partinin partililer ile tanışma toplantısını bir süre izledim. Mehter Takımı, insanın ürpertecek, tarihin içine çekecek kadar duygulu çalıyor. Partinin üyeleri, taraftarları bayrama gelmiş gibiler; yeni, temiz ve tıraşlı, makyajlı halleriyle pırıltılar saçıyorlar.

  Yine de bir şeyler eksik… Herkesin elinde son model akıllı telefonlar. Sahneye giren iki ağır araba; iki Alman malı Mercedes; ağırlıklı oluşuyla göz kamaştırırken, bütün partililerin saygıyla bakmasına neden oluyor. Çünkü onun taşıdığı, taşıyacağı kişiler de ağır kişiler; yani saygı duyulacak; en azından siyasi olarak, onları bir yere taşıyacak veya bir yerlerle köprü olabilecek oranda ağır…

 Bir yandan mehter takımı olanca içtenliğiyle halkı selamlıyor. Bir yandan iki Mercedes, bütün partilileri ikiye bölmüş, kutsal bir şeyi korur gibi, hiç kimse ona dayanmıyor; onu saygıdeğer bir canlıyı korudukları gibi koruyorlar.

 Peki, ama bunca söylem; gâvurluk üzerine bunca önyargı nerede? Mehter marşının yüreklere su serpen marşlarıyla onca yeri alıp vatan yaptıktan sonra koruyamamak, onca bilgi, görgü ve kadim toplulukları, milletleri bir araya getirip de ilmen niçin dünyanın öncüsü biz olmadık da; onca söz, önyargı hastalığı oluşturduğumuz milletler arabasıyla, telefonuyla, aşısı, hap; ilacı, petrolü, enerjsiyle bizi tutsak eyler?

 Sanatçı burada girer devreye. Büyük kandırılmalara, gösterilen büyük suskunluklara meydan okur; üzerine yağacak bir türlü belayı bile bile; en yakın dostundan yudum yudum içerek selamlar yaşamı.

Bizi şaşırtan şiirsel haykırışı devam eder Bukowski’nin;

“ Genellikle yaşamın en güzel bölümleri hemen hiçbir şey yapmadığımız anlardır. Vaktimizi tümüyle ense yaparak geçirirsiniz. Her şeyin anlamsız olduğunu fark ettiğiniz zaman, bunun ayrımına varmış olmanız yaşamınızı anlamsız olmaktan kurtarır aslında. Ne demek istediğimi anlıyor musunuz? Benimkisi iyimser bir kötümserlik…”

 Güven Serin 





1 Aralık 2016 Perşembe

İMDAT!


Yüz kara adam için
Yüz kara tabut gerek bana
Yüz kara vaiz ve kara vaazlar
Yüz kara İncil'den
Onları cehenneme yollarken
Yüz kara tabut gerek bana








İMDAT!
--------------



Bir ses; sesleniş; sahne yönetmeni Ariane Mnouhkine; Antalya Büyükşehir Belediye Tiyatrosu salonunda asılı bir panoda;

İmdat! Diyor…
Tiyatro yetiş imdadıma!
Uyuyorum, uyandır beni
Karanlıkta kayboldum, yol göster bana, ya da bir ışık yak.
Tembelim, utandır beni.
Yorgunum, kaldır beni.
İlgisizim, vur bana…

 Diye devam ediyor; umarsamaz, donuk ve her türlü yaşam saldırısından etkilenmiş; büyük adaletsizlikleri, kayıpları, dünyanın uzay, ilim çalışmalarına karşın, savaş politikalarına, diploması sanatını, tiyatro, sinema sanatını özümsememiş olmanın yetersiz ve pes edişiyle; endişeli bir sıtmanın, öldürücü diyar hastalıkların pençesine düşen insanın seslenişi yapılıyor.

  Adaletin temsil eden kadının gözleri bağlı. Sol eli başının çok yukarısında; bir teraziyi tutuyor; onurla, inanmışlık ve adaletle… Sol bacağı, bir yılanın; kötülüğün üzerine basmış; sımsıkı…

  Sağ kolunda ise bir kılıç; her daim ataleti korumak, kollamak için hazır; kınından çıkalı çok olmuş…

 Niçin öyle değil; bugünün adaleti? Herkese; birgün herkese lazım olacağı için mi? O zaman mı; kayıpların zindan pişmanlıkları, kör kezzapları ve akrepleri sokacak o şanlı tenimize?

  Bir film sahnesi beliriyor; Quantin Tarantino’nin yönettiği filmin içinden fışkırıyor adalet eksikliği;

Yüz kara adam için
Yüz kara tabut gerek bana
Yüz kara vaiz gerek ve kara vaazlar
Yüz kara İncil’den
Onları cehenneme yollarken
Yüz kara tabut gerek bana

  Cumhuriyet gazetesine; gazetecilere yapılan baskı; adalet ve adaletsizlik arayışı; yatmıyor insanın insanlık gönlüne. Onurlandırmıyor dördüncü güç diyerek övündükleri, gölgesini sığındıkları basını…

  Her daim, sahensinden, sadece kendi sesi ve ruhundan seslenen Genco Erkal da katılıyor; zulmün, baskının törenine;


Sonra saygıyla toprağa oturdum
Dayadım sırtımı duvara
Bu anda ne düşmek dalgalara,
Bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben…

Bahtiyarım…

Güven Serin