27 Şubat 2021 Cumartesi

KRALİÇE MACHLİ ÖLDÜ

İnternet


                             KRALİÇE MACHLİ ÖLDÜ

 

    Machli, Hindistan’da Ranthambore Milli Parkı’nda yaşayan 1997 yılında, tam da Muson yağmurları sırasında doğmuştur. Machli, ünlü dişi bir kaplandır. Ünü, çoktan ülkesinin sınırlarının dışına taşmış.

   Verilen bilgilere göre, bu güne kadar en çok filmi, fotoğrafları çekilen kaplan Machli olmuş. Machli, Hintçede “balık” anlamına geliyor. Bunun sebebi de sol kulağında balık benzeri bir lekenin oluşuydu.

   Fakat Machli’yi bu kadar ünlü kılan şey tam olarak neydi? Aslında bir tek cevabı yok… Machli doğduğunda onun bir kod adı vardı; ( T–16) kaplan bilimcileri tarafından doğar doğmaz fark edilmeye başlandı. Baskın bir yavruydu. İki yaşına geldiğinde annesinden ayrılıp kendi avlanmaya başladı.

   T–16 kod verilen ve sonra Machli olarak ünlenen dişi kaplanın ününe ün katan birçok davranışı onun farklı karakterinde ve bugüne kadar dünyanın en uzun süre yaşamış kaplanı olmasıyla da ayrı bir önem kazanıyor. Kendinden çok büyük timsahları avlaması, yeri geldiğinde erkek kaplanlarla dahi kavga etmesi, onu izlemeye gelen turistlere, özellikle kadınlara olan ilgisi, zekâsı ününe ün katıp ülkesine çok büyük hizmetlerde de bulunmuştur.

   Ranthambore Milli Parkı, özellikle Machli’yi görmeye gelen turistlerle dolup taşıyordu. Doğumu 1997 yılından ölümü 2016 yılına kadar Machli’nin ülkesine kazandırdığı turizm geliri 100 Milyon Dolar olduğu açıklandı.

   Machli en az kendisi kadar değerli yavrular doğurdu. Yaşamı boyunca üç kez doğum yaptı. Onu görmeye gelen turistler ününe ün katan unvanlar verdiler;

 “Kaplan Kraliçesi” , “ Göllerin Leydisi” , “ Timsah Katili “ yaşamı boyunca almış olduğu unvanlardır. 2016 yılında öldüğünde onu bilen tanıyan herkes üzüldü. Bazıları, en yakınını kaybetmiş gibi gözyaşları döktü.

   Ranthambore kraliçesi eceliyle ölmüştü. Normal kaplan yaşamının beş yıl üzerine çıkıp neredeyse 20 yıllık bir ömür sürmüş, bir deri bir kemik kalana kadar yaşama tutunmaya çalışmıştı.

   Bilirsiniz, eceliyle ölmenin; yani yaşlanmanın ayrıcalığı vardır. Ağır ağır süzülen yaşlılık, enerjinin bedenden akıp gitmesi, en küçük hareketlerin dahi yük haline dönüşmesi, koca bir ömrün yorgunluğu, doymuşluğa dönüşür. Gidiş zamanına çağırır, sizi siz yapan milyarlık hücreler…

   Bir deri bir kemik ve dişleri dökülmüş Machli’nin hali de böyleydi. Doğumundan beri onu izleyen bilim insanı, gözlemcisi, onun ölümüyle birlikte ölmüş gibi yas-matem içindeydi.2021 yılı, Natınal Geographıc Wıld kanalından Machli’nin daha önceden çekilmiş belgeselini izlerken; ÖLÜMÜ de izledim… Aralıyordu sonsuzun kapısını ve dokunuyordu insana, son bir kez bakan Machli’nin ölümlü bakışları…

   Yorgunluğun, zamanı gelip de dünyevi bütün tatlardan, tuzlardan gidecek oluşun bütün özellikleri vardı kraliçe Machli’de. İhtişamı, gücü, gösteriyi, zeka sanatını ve içgüdüleri bir araya getiren sahneleri tam tamına 19 yıl sergilemiş, insanlar arasında, sınırları aşmış bir ayrıcalıklı yere sahip olmuştu.

   Hindistan Hükümeti, Machli’nin ünü, ülkeye kattığı faydayı, Machli’ye son bir vazifeye çevirmeyi bilmişti. Ona düzenlenen törende Machli’nin, kraliçeliğine, ününe yaraşır bir törene dönüştü; özenle, resmi bir protokol eşliğinde ve çok uzaklarda Machli için ağlayan insanların boşluğa bıraktıkları sevgilerinde yayıldığı anlarda; Machli’nin bedeni, odunların ateşiyle kavuştu sonsuza…

   Zekâyı, sabrı, bilimi, içgüdüleri ve sevgiyi bir arada görmek, beynime giden uyarıları tetikledi. Kalemi ve kâğıdı eline al Machli’nin ününe bir yudum da sen ekle diyen yüce bir ses; tıpkı İrlanda edebiyatında bir başka kralın, güçlü insanın lanetlenip kuşa dönüşmesi, sonra bir çoban tarafından boğazından bir okla vurulması ardından bırakılan ağıtsal bir şiirin ifadeleri gibi;

 “ Tadı tuzu kalmadı yaşamın

Yumuşak bir döşek olmadan,

İçimi kurutan ayazdayım,

Karlı rüzgârların ağzındayım…”

 Güven SERİN 

 

   


 

26 Şubat 2021 Cuma

LA MANCHALI DON KİŞOT İLE TEKİRDAĞLI HAZİNECE MEHMET PAŞA

 


Kamera; Güven

Hazinece Mehmet


                                                LA MANCHALI DON KİŞOT İLE

         TEKİRDAĞLI MEHMET PAŞA

 

İspanyolların nasıl ki yiğit şövalyesi La Manchalı Don Kişot’u varsa, Süleymanpaşa Tekirdağ’ın da Hazineci Başı Mehmet Paşası vardır. Don Kişot’un yiğitliğine, kahramanlığına, serüven meraklı oluşuna kimsecikler bir şey diyemez.

  Mıguel De Cervantes’in beş yüz yıl önce yazdığı, yüzyıllardır okunan, ülkelerin sınırlarından içerlere giren bir kahramandır Don Kişot. Onun üzerine bindiği beygiri, dünyanın en sıska, en zayıf ve hastalıklı hayvanı olsa bile, yiğit Don Kişot’un gözüne en asil at olarak görünürdü Rocinante isimli at.

  Don Kişot’un sevdası, şövalye romanlarına aşırı düşkünlüğünden gelir. Bu düşkünlüktür onu serüvenden serüvene iten şey. Tıpkı, şövalye romanlarında olduğu gibi o da bir kahraman olmaya ant içmiş, her şövalyenin bir atı ve bir de sevdiği kadın olması gerektiğine inanmıştır. Hiç bir zaman görmediği ve aşırı çirkin olan bir kızı, düşlerinde dünyanın en güzel kadını olarak kabul etmiş ve ona soylu bir hanıma yaraşacak bir isim bulmuştur; Tobosolu Dulcinea.

  İspanya’da doğmuş bu kahraman şövalyeye karşılık gelecek ve bizim şehrimizde yaşayan bir başka kahramanı siz okuyucuya sunmak istiyorum. Tekirdağlı, Hazinece Başı Mehmet Paşa’yı! Halk arasında; “ Egzozcu Mehmet “ olarak bilseler de, onun şövalyelere yakışır hazine merakı, dillere destan olmaktan çok öte, filmlere, romanlara dahi taşınacak cinstendir.

  Mehmet Paşayı bilmeyenler çabucak onun düşleri içine gerebilirler. Matematik bilimine taş çıkartacak zekâsı, tiyatro sanatına rakip olacak kurmaca-larıyla birden bir başka evrene çeker sizi. Onun hazinleri tılsımlı olup, ancak o tılsımı ona gaipten gelecek yetki ile kendisi tarafından açılacağına o kadar çok inanmış görünür ki, onun serüveni; anlattıklarını dinledikten sonra sarhoş olmanız, birden o esrarengiz dünyanın içine girmeniz kaçınılmazdır. Öyküsü bitince, kendinize geldiğinizde bu işin hangi tarafında olduğunu bir türlü anlayamazsınız.

  Mehmet Paşa öyle bir anlatıcı rolüne girer ki; gerçek ile düşlerin tam da kesiştiği yerde bulursunuz kendinizi. Bir tarafı tamamıyla hayal dünyası! Bir tarafı apayrı bir komedi ve gerçeğin aldanış mı yoksa aldatış tarafında mı olduğunun şaşkınlığı içinde yanından uzaklaşırken onu da, Don Kişot kadar maceracı ve zeki bir insan olarak aklınıza not edersiniz.

  Don Kişot; yani namıyla anılan La Manchalı şövalyenin öyle konuşmaları vardır ki, sanırsınız bilgeler bilgesi. Ama öyle de sanrıları vardır ki, kahkalar ile gülerken bile ağlayacak ve ondan nefret edecek gibi olursunuz.

  Onun kendine gelişinin en yüce sahnesi; ölüm döşeğinde, yapmış olduğu son konuşmada gizlidir. Büyük ustanın-yazarın; insanlığa mirasıdır o konuşmanın ana fikri…

  Tekirdağlı Hazinece Mehmet Paşa’nın öyküsü ise Tekirdağ sınırları içindedir. Tekirdağ’ın kırsal arazilerinde gömülü ve tılsımlı olan hazinelerinin koruyucu yiğit şövalyesidir o.Don Kişot gibi bir ata-beygire ve seyise hiçbir zaman ihtiyaç duymamıştır. Onun en değerli binek hayvanı kendi ayaklarıdır. Hiç üşenmeden bütün yaz ve sonbahar kırlarda dolaşır. Nafakası, geçim kaynağı; doğanın ve diğer insanların çok eski zamanlarda ektikleri, terk ettikleri bahçelerdedir.

   Bütün gün gezer, dolaşır, yorulur, emek harcar ve bir insanın bir günlük yevmiyesini çıkartır. Sanırsınız ki o para onun için çok önemlidir. Tıpkı Don Kişot gibi paraya asla önem vermez. Don Kişot’un düşlerindeki sevgilisi, eşsiz kadını gibi onun da sevdiği, önemsediği kadınlar vardır. İşte bütün serveti bu kadınlar içindir. Bütün yorulmaları, emeği, didinmesi; kendine ait hiçbir malı mülkü olmamanın ezikliği, yoksulluğu hiç görünmez onun üzerinde.

  Baba mirası kalan miras hakkı bile Don Kişot’un serüvenlerinde harcadığı altınlar gibi birkaç ay içerisinde suyunu çekmiştir. Bitmeyen, tükenmeyen en değerli hazinesi; düşlerindeki tılsımlı olan Tekirdağ’ın kırlarında, çataklarında gömülü hazinelerdir.

  Meraklıysanız hazineye ve serüvene; Don Kişot’u okumanın yanında halen yaşayan yiğit ve şehrimizin kıvrak zekâlı paşasına da yaşarken tanıklık etmenizi isterim. Bildik bütün koşulları nazikçe bir kenara bırakarak izlemelisiniz; elinin tersiyle bildik bütün unvanları, mülkleri, alışkanlıkları bir kenara atıp, kendi düşünü yaşayan bir insanı…

  Don Kişot’u nasıl tüm dünya önemsiyorsa, Tekirdağlı Hazineci Mehmet Paşayı da öyle önemsiyorum. Yüz binlerce insanın korkularını, bıkkınlıklarını taşımayıp, kendi kayıplarını bile mizah, komedi ve trajedi sanatıyla yoğuran yiğit insanı; Tekirdağlı Hazineci Mehmet Paşayı saygıyla selamlıyorum…

  Not; Sözümüz meclisten dışarı dostlar; sürçü lisan ettiysek affola…

 Güven SERİN 




20 Şubat 2021 Cumartesi

SUÇLAYICI GELDİ HANIM!

 



                                    SUÇLAYICI GELDİ HANIM!

                                       ( Karpman Dramı-Üçgeni )

 

    Şehrinize bir satıcı gelse ve şöyle seslense;  “ Suçlayıcı geldi hanım; kurban nerede? “ Ne yaparsınız? Şaşıp kalır mısınız? Yoksa bir parça bizimde satmakta olduğumuz felsefeyle yüzleşme içine mi girersiniz?

   Neredeyse her köşe başında, her mekânda; eş-dost ortamında “ Suçlayıcı “ rolüne veya rollerine bürünmüş insanlara dönüştük. Herkes birini, birilerini suçluyor. Fakat tam olarak bu suçun neresinde olduğunu bir an olsun sağduyu içinde düşünmek dahi istemiyor; istemiyoruz…

   “ Suçlayıcı geldi hanım; kurban nerede?” ; “ Hadi oradan suçlayıcı, sana haddini ben bildiririm.”, “ Sen kimsin?” ;  “Ben Kurtarıcıyım; bilmiyor musun; bir süre önce suçlayıcıydım, şimdi kurtarıcı rolündeyim.”

   Bu dram böyle sürüp gider… Tam olarak ismi; Karpman Dramı Üçgenidir bu döngünün, kaderimizmiş gibi sürüp gitme süreci… Yetişme biçimi ve eğitimle yakın alakalı olan bir süreç; soylu bir dram süreci… Hatta zamanı bile eğip bükecek derece vazgeçilmez yargılara sahipmiş gibi yerle bir ediyoruz kendi yaşamlarımızla birlikte diğer yaşamları…

   Bir üçgen düşünün; Karpman Dramı Üçgeni; bir ucunda KURTARICI. Diğer ucunda SUÇLAYICI ve diğer alt ucunda ise KURBAN var. Bize tanıdık geliyor mu bu üçgen? Her an bu üçgendeki rollerden birisi içerisinde bulunduğumuz aşikârken, bunu kabul etme yüceliği gösterebilir miyiz? Sanmam… Öyle olsaydı, kıyamet gibi bilgi çağında yaşarken, kendi çıkışımızı yapmak için kendi özeleştirimizi yapar, ayağa kalkar ve hastalığımız, takıntılarımız ile yüz yüze gelirdik…

   Her şeyi devletten, her şeyi MİLLETTEN beklerken; millet şöyle, devlet böyle derken, milletin de, devletin de bir parça biz olduğunu birisi hatırlatsa; “ Ya sen ne yapıyorsun hemşerim?” deseler verilecek cevap bulamayız…

   Bir ülkenin vatandaşı Karpman Dramı Üçgenine kapılmış bir iktidarın, muhalefetin de bu üçgene dâhil olmaması mümkün mü? Onlarda bizlerin yaptığını yapıyorlar; Suçlayıcı, Kurtarıcı ve Kurban rolünde bir sürü komedi…

    Her şeyin büyüğünü yapmaya meraklı hükümet; maaşların en büyüğünü veremiyor emeklisine. Her şeyin en büyüğü ile övünen siyaset; en büyük huzuru; suç işlenmeden geçecek bir günü, bir ayı, bir yılı veremiyor…

   Karpman Dramı Üçgeni insanlar arasında en yaygın ilişki modeli olduğu kabul edilmektedir.1968 yılında analizci Steven Karpman tarafından ortaya konmuştur. Bu modelde her zaman üç rol vardır. Kişi sayaları birden fazla da olabilir. İşin garibi zaman zaman aynı kişi farklı rollerde karşımıza çıkabiliyor. Suçlayıcı, birden kurtarıcı rolüne geçmesi mümkün…

   Burada en zor durumda olan kişi-kişiler kurban rolündeki insanlardır. Kurban, yaşamdan bezmiş, zevk alamaz hale gelmiş, umutları tükenmiştir. Her daim haksızlığa uğradığını düşünmektedir.

    Kurban, kendi yazgısıyla ıstırap çekerken, suçlayıcı ise sinirli, hırçın ve kurban üzerinde hükmetme gücünü iyice arttırma yollarını arar ve bulur. Zaten kurbanın yapacağı çok şey yoktur teslim olmaktan başka…

   Kurtarıcı ize kurbana üzülüyor görünse de, böyle bir şeyi kendisi için istemektedir. Kendi problemlerini aşamadığı için merkeze başka birini; kurbanı koyduğu için kurtarıcı rolüyle öne çıkar.

  Suçlayıcı, kurban ve kurtarıcı, Karpman Drama Üçgeni arasında zaman zaman rollerini değişerek kendi ömürlerini-döngülerini tamamlarlar. Kurban her daim kurtarıcı gördüğüne minnet duygularıyla yaklaşır. Kurtarıcı kahraman rolüyle kendi payını almış, suçlayıcı ise kendi problemlerini güya bir yerlere gömmüş, yok etmiştir. Gerçek manada hepsi, drama sahnesinin içinde kendilerine düşen rolleri oynarlar.

  Bütün bunlardan kurtulma yolları var mıdır diye soruyor uzmanlar! Elbette vardır; var olduğunu da açıklıyorlar. Kendi içsel motorlarımızı çalıştırmak, bir güzel bakım yapıp, birilerini suçlamayı veya kurtarmayı bırakmak! Barışçıl yollara giden yolculuğa çıkmak. Nasıl mı?

     Bilimin nimetlerini, sosyolojinin, edebiyatın, sanat dallarının iksirlerini damla damla içmeye koyulmak; kimsenin bize borçlu olduğunu düşünmeden, kendi kurtuluşumuzun kendi ellerimizde olduğunun bilincine sımsıkı tutunarak…

Güven SERİN  



16 Şubat 2021 Salı

SON SÖZÜ GENÇ KADIN SÖYLEDİ

 


İnternet

                                          SON SÖZÜ GENÇ KADIN SÖYLEDİ

  

  Karlı, buzlu bir Tekirdağ Süleymanpaşa gününde, bir faaliyet, bilgi için birkaç km uzaklıkta bulunan özel hastaneye gittim. Doktor hanımın ameliyatta olduğunu, yarım saat beklemem söylendi. İsteyip de bulamayacağım bir fırsat; hastaneler, insana dair çok şeyleri anlatır ve ben bunları oturduğum yerde gözleme, izleme ve irdeleme fırsatı bulmuşken, heybeme doldurmaz mıyım hiç?

   Temiz, düzenli ve tıkır tıkır işleyen hastanenin personeli oldukça genç insanlardan; doktor ve hemşirelerden oluşuyordu. Üst katta bekleme salonu, genç evli çifter töreni yapılan podyum gibiydi; kimi küçük çocuğu, kimi bebeği, kimi de eşiyle birlikte gelmiş olan genç çiftler; aynı salonda bulunan üç dört kadın doktoru muayenehaneleri önünde bekliyorlardı sıralarını.

   Uzun yıllardır yazı sanatıyla yoğrulduğum için, insanları rahatsız etmeden gözlem yapmayı da öğrendim zamanın akış sürecinde. Önümdeki duvarda asılı duran tabloda; yapbozlardan yapılmış dokuz bebek resmi vardı. Hepsinin başında kral tacı bulunuyordu. Her bebeğin bir kral olduğunu düşünürseniz; Hamlet’in babasının başında da o tacın olacağını, yaşasaydı, Hamlet’in de o tacı giyeceğini bilirsiniz…

   Bebekler, görünen manzaranın bir yüzüydü; asıl olan genç çiftlerin bekleme esnasındaki davranışlarıydı. Koltuklara oturur oturmaz, akıllı telefonlarına sarılanları mı istersiniz; yoksa küçük çocuklarıyla bir psikolog gibi oyalananları mı? Hepsinin bedenleri dimdikti…

     Neden diyecekseniz, henüz olgunlaşmamış toplumların en büyük gösterisidir; bir tarafta sıradan bir muayeneye, ilaca muhtaç durumda olanların ulaşamadığı yerlerde olmanın gururu; onurla yer değiştirecek kadar değerlidir; uzun ömür yaşama garantisi gibi bir şey hissettirir; karnı tok, sırtı pek insana-insanlara…

   Asıl komedi karşıma oturan genç çift ailesinde saklıymış meğer… Genç erkek benim yanımdaki koltuğa oturdu. Genç kız ise tam karşıma. Yanında da orta yaş bir kadın; belki genç kadının, belki genç erkeğin annesiydi.

   Ailenin oturmasının üzerinden bir dakika geçmişti ki; Kadın; “ Sağ bacağım çok ağrıyor” dedi. Bunu fırsat bilen genç adam da; “ Sağ dizim çok acıtıyor” dedi. Kadın, gündemin değişmesinden bir parça rahatsız olsa da ağrısını vurgulamak için; “ Bacağım hem ağrıyor hem de dizimin altı şişti” demesine rağmen, genç adam kendi ağrılarını allayıp pullayıp anlatmak istedi…

   Onları duyan ama hiçbir şekilde konuya dâhil olmayan genç kız, Şekspir karakterleri gibi kendi sırasını bekliyordu. Genç erkeğin karşısında oturan kadının derdine çare üretmek yerine, kendi derdini öne sürmesi kadını memnun etmedi. En sonunda; “ Gençsin, dikkat edeceksin kendine!” sözleriyle, içten olmayan bir uyarı niteliği ve sözü bitirmek isteyen bir söz; “ Bizlerden geçti artık, sizler gençsiniz, dikkat edin!”

   Orta yaşlı kadının heyecansız, neşesiz sözleri bildiğimiz sözlerden; birkaç neslin kendini feda edişinin sözleriydi.” Her şeyi kızanlar, çocuklar için!” gören, kendi anne ve babasından öyle öğrenen orta yaş kadının artık ölüm yaşı ortalamasının değiştiğinden haberi bile yoktu.69 yaşına kadar olanların yaşlı bile sayılmadığı 21.yüzyıl onun için doğmamıştı…

   Kadın ile genç erkek arasıdaki sevgisiz, zoraki konuşma bitmeden önce sırası gelen genç kız, yanında oturan dizi şişmiş, bacağı ağrıyan orta yaş kadına şu seslenişi yaptı;

   “ Sen bize daha çok lazımsın! Kendine daha çok bakmalısın!” dedikten sonra benim yanımda duran genç erkeğe bakarak; “ Sen ise bize PARA için lazımsın!” diyerek kapanışı yaptı… Belli ki genç erkek babadan veya anneden yana zengindi ve ailesinin bankasıydı. Yani! O da bir başka kurban…

   Genç kızın bu sözü karşısında genç erkeğin ağrısı, sancısı veya diğer sorunları geçici olarak rafa kalktı ve konuşma sonlandı…

   Bir Şekspir eserini okuyor ve sonuna geldiysek, oyunun karakterlerinden birisi şöyle der miydi olup bitenler için bizlere;

   “ Cehalet Tanrı’nın laneti olduğuna göre, bilgi-deneyim ve bencillikten sıyrılma; göklere uçabileceğimiz kanatlarıdır.”

 Güven SERİN 

 


9 Şubat 2021 Salı

ŞEKSPİR ve HAMLET

 



                                 ŞEKSPİR ( SHAKESPEARE) ve HAMLET

 

                                          ( Üst Tarafı Sessiz Bir Dünya )

  

   Kolay yaşamayı seven insanlık, kolay sözlere, hazır sloganlara tutunmayı sever. Toplumumuzun büyük çoğunluğuna edebiyat nedir? Diye bir soru yöneltsek, art niyetsiz bildik şu cevapları verirler; “ Gereksiz, boş sözler…” Bu yüzden, arkadaşlar veya insanlar kendi aralarından gerildikleri birbirini suçlayacakları zaman; “ Bana edebiyat yapma!” diye seslenip karşıdaki insanın canını acıtmak isterler.

   İşin garibi, romanlara, öykülere; edebi dünyaya armağan edilmiş her türlü esere yabancı ve uzak duran insanların da yaşamsal umutları edebiyata bağlıdır. Şairini hatırlamadıkları bir şiir dizesi, çok ötelerden dinledikleri bir masal, efsane, destan kalıntısıdır onların yüreklerindeki ateşe odun taşıyan şey…

   Dört yüz yıldır dünya sahnesinden; tiyatro, opera, sinema ve kitaplara tutunan okuyucuların dilinden düşmeyen kişidir Şekspir… Tıpkı Homeros gibi, varlığı ile yokluğu ayrı bir gizem oluşturan Şekspir, Hamlet ile başköşeye oturmayı çoktan hak etmiştir.

   Hamlet, ilk bakışta bir tragedya algısı yaratsa bile, onun içine girdikçe, kahramanların davranışlarını ve karakterlerini tanıdıkça, sadece trajediden beslenmediğini bulmak mümkündür.

   Gücün ve hırsın neler yaptıracağını işlerken, hem görünür hem de görünmez olan SEVGİ, insanı körleştirip, kör sevgiye dönüşmesiyle, tıpkı güç ve hırs kurbanları gibi bir dönüşüme, asil bir ölüm yolculuğuna, delirme içgüdüsüne tutunduğunu buluyoruz; Hamlet ve Şekspir’in gizemli ve derin dünyasında…

    Bu büyük eserin en dikkat çekici yanı “ Kör sevgi” ve onun ihtişamlı savunuculuğudur. Hamlet’in amcası tarafından öldürülen babasının yasını tutması, amcasına olan korkunç kini, karakterinde olan sevgiyi, halkın ona duyduğu büyük saygıyı gölgede bırakmış, belki de yıllarca kral koltuğunda oturup, halka huzurlu, barışçıl yıllar yaşanacakken, sevgiden doğan delilik nöbetleri; tragedyanın kalbi olan kan gölüne dönüşmüştür.

   Şekspir’in zekâsı, bütüne yayılmış olan sahnelerin diyalogları bir ormana dönüşmüş hali, sizi korkutmasın. Ölmeden önce, bu eserin kahramanı Hamlet’in sözleridir dört yüz yıldır bizi bize daha fazla sokulmaya iten şey;

   “ Vakti olsa derdim ki size…” Hamlet’in son sözlerinden birisidir bu söz… Yarım kalmıştır… Vakti olsaydı, zehirlenmemiş olsaydı ne derdi bizlere? Kaç sanatçı, kaç insan bunu düşünecek vakti bulabilir, bu işe kafa yorabilir acaba?

   Cemal Süreya’nın kısa şiirindeki gibi; “ Hayat kısa, kuşlar uçuyor” mu derdi? “Bunca ölüm ve öldürme, yaşamaktan daha değerli değil!”(…)Onun diyemediğini herkes kendi diyemediklerinle kıyaslasın…

     Neredeyse hepimizin sonu Hamlet’in sonu gibi değil mi? Sevgi ile rüşveti karıştırmış, kurban olma ile bağımlılığı, alışkanlıkları korkuya dönüştürmüş, doğada yaşayan en sıradan hayvanın özgürlüğüne imrenecek kadar uzak kaldığımız bu dünyada… Gelinen noktada yaşamın kısalığından ve hırslarımızın, kinlerimizin, nefret ve sevgilerimizin menzile erişemediğinden söz etmeyiz mi yaşamın kıyıcığına geldiğimiz zayıf ve titrek soluğumuzu duyduğumuz o son anlarda…

  Hamlet’in ardından onun dostu olan Horatıo da zehir içip ölmek ister. Bir sevgi bağımlılığı daha, belki de çoğumuz için ASİL bir dostluk haykırışı, destanı sahnelenir. Fakat Hamlet ölmek üzere olduğu halde arkadaşı Horatıo’nun zehir içmesine izin vermez. Ona yalvarırcasına şu sözleri söyler;

   “ Sen erkek adamsın Horatio, ver kupayı bana!

Ver Allah aşkına…(Kalkıp kupayı alır ve düşer.), ( Hamlet, ölmek üzere son sözlerini fısıldar)

Bak, canım Horatio

Kimseler bilmez olanları,

Ne berbat bir ünüm kalır dünyada benim!

Yüreğinde bir yerim varsa,

Geç git biraz gideceğin cennete,

Biraz daha katlan bu kötü dünyamıza

Benim hikâyemi anlatmak için.”

   Hamlet, son sözlerini söyler ve ölür; “ Olan bitende benim de az çok… Üst tarafı… Sessiz bir dünya...”

   Bu büyük eserin en can alıcı sözcükleridir Hamlet’in ölüm anındaki tespitleri. Gerçekte ölmek istememektedir. Bütün iyi niyetine, taşıdığı yüce sevgiye rağmen, kendi kusurunu da insanlığa bırakır Hamlet’in ağzından Şekspir…

  Edebiyat tam da böyle bir şeydir; sosyoloji, psikoloji, trajedi, eğlence; velhasıl tam bir insanlık sanatıdır; ucu bucağı olmayan bir şey; koca romanı, öyküyü iyi anlamazsanız, kaçırdınız demektir kendi geleceğinizi; kısacık yaşamın uçan kuşlarının peşinden…

   “ Vaktim olsa derdim ki size…”

 Güven SERİN