27 Kasım 2012 Salı

GERİ DÖN


İSTANBUL 
Bazen düşünce denizinde arar
bulamazken kendinizi, küçük bir derenin
içinde görünen kendinize gülümseyerek
bakarsınız. Size benzer, kesildi kesilecek
şırıltısı; yağmurlara, dağlardaki karlara
muhtaçlık içinde yalvaran bir gururla
akar akar... 

GERİ DÖN

  Bir çağrı, yalvarma, sesleniş belki de bir nasihattir ,”geri dön” sözcükleri. Hangisi olursa olsun, içinde taşıdığı alışkanlığı, saygıyı ve sevgiyi de anlatıyor,”geri dön” çağrısı.

  Yüksek gururun kök saldığı, övgülerin nasırlaşan  sertleştiği, zarafetin yok sayıldığı bu diyarlarda iş işten geçmeden “geri dön” çağrısına kulak asan çok az insan vardır. Mezar taşlarına ağlanır, ağıt yakılır da, bir türlü yaşam içinde soluk alırken o canlının büyük keyfine keyif katmak için uğraşılmaz. Her şey geçtikten sonra; “ iyi insandı, hoş kadındı” gibi vicdan törpülenmesine zavallı insanın garip mırıltılarını dinleriz.

  Belki bir hikâyede, şiirde veya bir dost ortamında işitilir o ses; “GERİ DÖN” Belki, bize olan ihtiyacı anlatır… Veya kaybettiğimiz ruhumuza aç olan sarhoş bedenimizi toparlamamız için bir dost uyarısıdır. Bir sevgilinin erdemli son seslenişi de olabilir. İş ortağımızın altın değerinde bir uyarısı, anamızın evladına susamışlığı, babamızın sert vicdanının duygu seline kapılmışlığını da anlatıyor olabilir…

  Masamın üzerindeki kitabı alıp yıllanmış sayfalarını çevirmeye başladım. Basılalı sekiz yıl olmuş ama içine konuk ettiği kahramanların ruhları yüz yaşını bulmuş. Solmaz Kamuran’ın Çanakkale Rüzgârı geçmişimiz ile yüzleşmenin büyük hüznünü de anlatır bize. Cehaletin, kurnazlığın vicdan ve adaletten yoksun kaldığı zaman olacakları da anlatır. Evrenin insanlığa acımak yerine insanlığı alabildiğine serbest bırakıp bu büyük komedinin sessizce tanıklığını da yaptığının büyük delilidir aynı zamanda yaşanan büyük olaylar.

  İhtiyar bir adam seslenir, aşkın yoğunluğu içinde kıvranan, terkedilmişliğin büzülmesini yaşayan kadına;

“ O kadar tecrübem ve bilgim yok. Hayat konusunda bir amatörüm ben. Ama yine de söylüyorum, geri dön.”

Kadın, bakar ama görmez, algılamaz bir şekilde cevap verir;

“ Halim yok. Direncim, enerjim yok. Yapamam!”

  İlim dünyası doğanın insana akan enerjileriyle de meşgul olur; güneş, yağmur, toprak, ağaç, çiçek, arı, solucan, rüzgâr hep insana doğru akar. İnsana enerji, direnç ve öğreti taşırlar. Ya insanın insanlığa bıraktığı miraslara ne demeli? Şiirlere, romanlara, resimlere, öykülere, masallara, fıkralara, efsanelere, destanlara ne demeli? Hepsi insanın yorgun düştüğü zamana adanmıştır.

 İnsanı tam anlamıyla yok edecek yine insanın kendisidir. Pes etmişliği yok edecek bir ilaç, aşı yoktur. Var olan enerjiyi davet etmeyen ruhu kalkındıracak yine insanın milyarlık hücreleridir.

  Geri dön, çağrıları her zaman bildik lisanla yapılmaz. Bazen bir tarla kuşu çağırır sizi. Kimi Ganos, Çanakkale, Meriç bülbülleri inanılmaz bir yaşam sebebinin ulvi seslenişiyle çağırılar yaşamın içine; merkezine. Gelincik çiçeği bütün kırmızılığı, yüksek dikkat çekişiyle, geri dön çağrısı yapıyordur, bitmişliğin nefessiz kalan canlısına. Ya Ağustos Böcekleri; onlar da milyonluk türküyü, geri dön, çağrısı üzerine yapmazlar mı? Kısacak ömürleriyle her yıl geri dönen diğer canlılar gibi; leylekler, kırlangıçlar, sığırcık kuşları, turnalar hep geri dön, çağrısına kulak verip yaşama, sonsuza, adanmış muhteşem gösterinin oyuncularıdır aynı zamanda.

 Sebeplerimiz ne olursa olsun; maddi ve manevi kayıplarımız bir dünya büyüklüğünde olsa bile, GERİ DÖNMEK güzel şey. İnsan dünyanın yüklerini ağır bulan insan, evrenin bir parçası olduğunu hep unutur. Bedeninde ve ruhunda taşıdığı parçalar evrenin çok değerli eseridir aslında.

 Bize yönelik bütün çağrılar dursa bile, kulağımıza evrenin o güzel, ölümsüz sesi bir şeyler fısıldar; geri dön, fark et kendini ve hayatını sürdür, diğer hayatların büyük gösterisine katkı veren bir oyuncu, yönetmen, izleyici gibi; gülümse alkışları var edenlerin emekleri aşkına.
 GÜVEN SERİN


24 Kasım 2012 Cumartesi

AĞLAMAYI KESİP BAŞTAN BAŞLAMA ZAMANIDIR



Kamera; Güven
Papatyalar, kavgalara,istilalara küsmüş olsalardı
çoktan yok olurlardı; çoktan...


     AĞLAMAYI KESİP BAŞTAN BAŞLAMA ZAMANIDIR

  Kim bilir hangi kitapta ne zaman okudum bu yazıyı! Ve neden şimdi, şimdi karşıma çıkıp da bana seslendi diye düşündüm ilk önce. Bir yazı başlığı olabilecek yüksek erdemli ve kurtarıcı bir sesin seslenişi zannettim bu akıl dolu sözün, öze inen zerreciklerini. Düşündüm de, meğerse tam da zamanında derinlerden çıkmış yüzeye. İnsanoğlu, uyumayı, unutmayı ve büyük pişkinlikleri de sever; unutmamanın, tarihi sürekli temiz tutup berrak aklın iradesiyle bakmanın da uyanıklığını yaşayan azınlıklar ilahi bir takdir gibi hâla var bu dünyada.

  Bu kadar övgüler, övünmelerle yaşam süren bu güzel milletin bu kadar büyük ağlamalara gebe kalacağını on yıl önce söyleselerdi kim inanırdı acaba? Şimdi, büyük sessizlik, büyük karanlık pelerinlerle örtülen acılar, kayıplar bir bir çıkıyor ortaya. Akıl elden gideli çok olmuş. Büyük tuhaflıklara teslim olmuşuz; her gün yerle bir olan insanlık, hayatta kalanlar için büyük bir marifetmiş gibi seviniyoruz.

  Biz şimdilik kuyruğu kurtardık; bugünde bindiğimiz araç kaza yapmadı. Varsın ülkenin birçok yerinde kazalar olsun. Onlar dikkatsiz, onlar kurallara uymayanlar, diyerek nasıl olsa güzel bir teselli buluruz.

  Bugünde terörün patlayan bombaları bizim bölgemizi hedef seçmedi. Varsın seçmesin; nasıl olsa seçtiği yerde bir sürü masum insan şehit, gazi olmaya alışmış, bunu kaderin muhteşem bir kabul edişi gibi ede dursunlar ve bu edilmişlik içinde “ şehitler ölmez” sloganları atsınlar; ama şehidin evindeki yas töreninde bir ölüm için ağlanıyor; bir kayıp için…

  Fikret kara günlerde ümit içinde yazdığı şiirde şöyle sesleniyor, fakirliğe boyun eğmemiş erdemli çocuklara;

Bugün açız yine evlatlarım, diyordu peder.
Bugün açız yine; lakin yarın, ümit ederim,
Sular biraz daha sakinleşir… Ne çare kader!

Hayır, sular ne kadar coşkun olsa giderim
Diyordu oğlu, yarın sen biraz ninemle otur;
Zavallıcık yine kaç gündür işte hasta…”

  Fikret’in açık yürekliliği ile açlığımızı, bitirmişliğimiz,  pes edişimiz, evlatlarımıza haykıra bilecek miyiz? Hiç sanmam, yüksek gurura bin kez yenilmiş bu asil millet, açlığını, kaybetmişliğin  kandırılmışlığın yine saklayacaktır kendi kendine. Bütün isyanları içinden ve gelişi güzel, çere etmeyen yerlerde yapıp teslim olacaktır ümitsizliklerin göklerdeki kaderine.

 Bireysel olarak kimin yanına yaklaşsam büyük çoğunluğu geçinemediğinden, evdeki işsiz sayısının çokluğundan, çocuklarının, kızlarının sigortasız ve on paraya çalıştırıldığından şikâyet ediyor. İçleri ağlarken gözlerinden gözyaşı akmayan büyük toplumum, ağlayışını büyük öfkelere, sararmış suratlara, pörsümüş bedenlere zikrederek büyük bir kimya olayını da icat etmiş oluyor.

  Matematiğin en hakiki bilim olduğunu bilmeyen yoktur. Buna hiçbir yüksek iradeli Türk büyüğü de karşı gelmez diye düşünüyorum. İstatistik de matematiğin erdemli sayılarıyla insanlığa hizmet için var edilmiş. Kurumlar ülke insanlarının refahı, huzuru için vardırlar. İnsanların refahı aynı zamanda ülkenin de gidişatının yükselmesi anlamını taşır. İş yükselmekten açılmışken, yüksek kurumların alnı açık uzmanları açlık sınırı ile fakirlik sınırı olan rakamları matematiğin şaşmaz doğruluğu ile belirlemişler. Anlaşılan o ki, bugün asgari ücretle yaşayan bütün insanların yan geliri yoksa aç oldukları en hakiki matematik bilimi ile ispatlanmıştır. Yine büyük gururu olan ve sadece yalnızken ağlamayı bir erdem sayan halkımın çok büyük kısmı da geliri üç bin liranın altında kaldığı için fakirdirler.

  Fakat yüce toplum içinde, ayıp olmasın, soylu gururumuz ezilmesin diye aç ve fakir olduğumuzu ağzımıza bile almayı büyük günah sayarken, bire bir sohbetlerde inanılmaz feryatlar ve ağlamalar yürekleri dağlıyor. Ya yakın akraba, eş-dost; yardım ede ede, onlar da bitmek üzere; yardım eden, yardım alacak duruma gelmiş.

  Peki, ne yapacağız o zaman? Dedelerimizin o sıcak ve taze kokan ekmekleri yok artık. Sütlerin yonca ve arpa kokuları, dondurmaların, boza içeceklerini, peynirlerin, yoğurtların da o eski tadı yok artık. Çünkü hiçbir şey doğanın saflığından yararlanılarak yapılmıyor. Daha fazla ve daha fazla; büyük zengin olma hayali ile büyük fakirliğe demir atmak üzereyiz.

  Eğer yarınları görmeyi şöyle bir kenara bırakıp, bugünleri bile huzurla yaşayamıyorsak, insanların birbirine güvene azalmış doğru dürüst gülümsemeleri bile duyamıyorsak, hızla borçlanıp bankaların demir yumrukları boğazımıza sarıldığı soğuk parmakları duyuyorsak, ağlamayı bırakıp bir şeyler yapma zamanının geldiğini gösteriyor.

 Kralın çıplak olduğunu her kez biliyor; çoktan da söylendi. Ama bu kral, o hikâyedeki kral değil; bu krala, çıplak olduğunu bütün dünya söylese, utanmazlığı büyük erdem saydığı belli ve en hakiki gerçektir.

  Kendimize güvenmekten başka hiçbir şey gelmez elimizden. Ve çevremize, insana büyük yaratıcı tarafından bağışlanmış akla güvenip sorgulama ve yeniden başlamak zorundayız. Seçimler çok yakın. Seçeceğimiz belediye başkanını, milletvekillerini kesinlikle iyi tanımalıyız. Bu ülkenin milli birliğini, yüksek erdemini yok etmek isteyen, bizleri daha 1950’li yıllarda Marshall Yardımlarına alıştıran büyük Amerika’ya ve onu destekleyen siyasetçilere; her şeyin yeniden başladığını göstermek zorundayız; yoksa her şey için çok geç olmak üzere…

 Güven Serin

15 Kasım 2012 Perşembe

ŞİİR ve ŞAİR


Kamera; Güven  Kaleköy-Kekova-Kaş




ŞİİR ve ŞAİR

  Döneminin aydını şiirin önemini anlatırken hislerini, hissedişini en hakiki anlatımıyla taçlandırıyor;

 “Şiir, en geniş manasıyla, hayat ve kâinatın karanlıklarında yaşayan meçhulün sesi ve gölgesidir. Onun için belirsiz, zekâya asi, açık olmaktan kaçıcıdır. Şiir, hakikatin hayale yükselmesi ve hayalin hakikate inmesidir. Şiir, bir bakışta dumana, bir bakışta ateşe benzer. Avuçlarımıza almaya çalıştıkça yok olduğunu görürsünüz; gözlerinizle kovalamak istedikçe başınız döner ve onu büsbütün kaybedersiniz.”

  Hem şair, hem yazar, hem politikacı aynı zamanda iyi bir vatanperver olan Hasan Âli Yücel gönülden gönle akan şiir için söyledikleri bir şiir genişliğinde, derinlik ve zarafetinde değil midir?

  Bir başka şair büyük ozan Pir Sultan Abdalın şiiri şimdi ustaların ellerinde güzel bir melodiye dönüşmüş, bize şiir ve şarkı seslenişiyle bir şeyler anlatıyor;

Kurban olam kalem tutan ellere
Kâtip Arzuhalim yaz yâre böyle
Şekerler ezeyim şirin dillere
Kâtip Arzuhalim yaz yâre böyle

Ozan Ardahan’dan Kırkpınar’a dolaşsın anlatsın
Karacaoğlan’ı, Pir Sultan Abdalı, Köroğlu’nu
Davullar yine vurulsun, güneş iki mızrak boyu
Yükselsin gün doğusundan, bitsin artık bu küskünlük
Kardeşlerim
Yarın tarih önünde hesap verirken yavrularımız bizi
Kınamasın.

  Şiir, hayat ve kâinatın karanlıklarında yaşayan meçhulün sesidir ama aydınlığa da, düzlüğe de çıkmayı sever. Şiiri vücudunun bütün hücreleriyle benimsemiş ve şiirin gidişatına, kök salmasına inanmış Yücel, şiir dizelerine benzer hakikatin konuşmasına devam ediyor;

“ Şiir, var olanın var olması istenilene sığınması, noksanın olgunluğu özlemesidir. Bu itibarla şiir, ruhlar için bir mercek gibidir; altına tesadüf eden şeyleri olduğundan daha büyük, bazen de daha küçük gösterir. Büyük veya küçük; fakat başka değil! …”

  Şairin yoluna kim yolcu olabilir? Hele bu zamanda, insanlığın şehirler dediği beton yığınları için hapsedildiği, eşya edinme hastalığına tutulduğu bu zamanda, şairin içli ve hisli yolculuğuna kim çıkar; kim bunları kaleme alır? Vakti olmayan, yolları karıştıran, büyük bilgi kirlenmesi içinde boğulan veya boğulanların üzerine yeni diye ağlayan ruhları, bedenleri içe sayarak uygarlıklar yükseltmeye çalışmak kalıcılıktan uzak bir seyir izler.

  Bugünün büyük zenginleri, en küçük fakirleri, güçlü liderleri, kralları yüz yıl sonra belki öyle veya böyle hatırlanacaklar. Ama beş yüz yıl sonra değil adları, ruhları bile bu diyarlarda olamayacak kadar unutulmuş olacaklar. Şairler öyle mi? Dikkatini, emeğini, maddeden kurtulup ruhlarını özgürlüğe bırakmışların dizeleri bin yıl sonra da hatırlanmayacak mı? Elbet hatırlanacak ve hatırlandığı gibi başka yolculukları, arayışları, düşünce ve merakları da beraberinde yolculuğa çıkaracaktır.

  Bu sebepten değil midir Homeros’un, Shakespeare’nin, Vergilius, Nazım, Sait, Orhan, Tevfik’in beden ölümlerinden sonra bile ruh ve eserleriyle yaşamaya devam etmeleri? 

  Şiiri derinlemesine sevmiş, şiirin engin yolculuğunu vatan ve millet sevgisi ile birleştirmiş Yücel gerçeğin, insan aklı ile bu kadar güzel yoğrulmasını doyumsuz tatlar bırakan söyleyişi ile perçinliyor;

“Şiir, sınırlama ve sonu olana sığmayan insan ruhunun sonsuzluklara gömülmesidir. Nihayetsizlik düşüncesi olmasaydı şiir olmazdı; şiir vücuda gelmeseydi sonsuzluk fikri doğmazdı. O zaman insan ruhu, kökünü toprakların altına uzatamayan, dallarını havalara yükseltemeyen bir nebat gibi bodur kalır ve kururdu. Şiir, insanlığın öz suyudur.”

  Şair böyle dedi ve böyle yaşadı, insanlığın öz sularını sevdiği topraklara döküp, kökler salmayı, yokluğun varlığa, cehaletin aydınlığa çıkması için yaşadı ve yaşatmaya uğraş verdi.
Ya bizler ne yapıyoruz? Bizleri hangi planya ve zanaatkârın elleri zımpara-laya bilir, cilalayarak gösterişli, zarif bir duruş içinde olmanın büyük keşfi ile uyuşuklukları yok etmemize yardımcı olur?

          Güven Serin
 

 



10 Kasım 2012 Cumartesi

TÜRK SFENKSİ


Kamera; Güven ...


Kamera; Güven   Ankara

TÜRK SFENKSİ

1930–1933 yılları arasında Avusturya’nın Ankara elçiliği müsteşarı Norbert Von Bischoff bir kitap yazdı. Bu ülkeyi ve bu ülkenin yeni kurulan Cumhuriyetini, Cumhuriyet ile birlikte yükselen abideyi sevmiş, gönül vermiş Avusturyalı Norbert Von Bischoff kitabının bir bölümünde şu sözlerle düşüncelerini tarihe, bugüne ve yarınlara armağan ediyor;

“ Tarih, fikirle maddenin çiftleşmesinden doğar. Babanın payını ananınkinden yahut ananın diğerini babanınkinden üstün tutmak gibi bir şey hatıra gelir mi; Hazır olmayan şeyi en keskin fikir dahi hayata çıkaramaz ve fikrin nefesi kendisine değmedikçe en hazır olan şey dahi hayatı kendiliğinden doğmaz. Sfenks, sorduğu sualin cevabını bilir. Ne çare ki yüreği taştandır, ağzı mühürlü. Cevabı bulacak olan ve bu cevabı bulmakla hem Sfenksi, hem de kendisini kurtaracak olan insandır.

  Türk Sfenksinin sırrını MUSTAFA KEMAL biliyordu. İşte bunun için memleketin ve milletin kurtarıcısı, Türk milli devletinin kurucusu ve Türkiye’de her yeniliğin, her doğup gerçekleşmek istenen şeyin babası olmuştur.”

  Bu ve bunun gibi gerçeğin ta kendisi olan övgülerin binlercesi yapıldı. Esas olan, bizim içimizde yaşamış ama başka milletlerin içinde yaşayıp büyümüş, fikir ve zihin bakımından olgunlaşmış insanların da söyleyerek bir dehanın bir millet için ne büyük bir şans olduğunun da anlaşılması adına çok değerli alıntılar olarak görüyorum.

  Türk Sfenksinin sırrını Mustafa Kemal biliyordu. Ve bu yüzden bitmişlik, bitkinlik ve pes etme aşamasına gelmiş o zavallı, o biçare, o hasta adam görülen çürümüşlük tazelikle büyüdü, gelişti bugünlere geldi.

 Bugünün yöneticileri Türk Sfenksinin yani Türk Milletinin sırrını biliyorlar mı acaba? Hiç sanmam… Ne acılardan, ne yoksulluklardan, ne işsizliklerden haberleri var. Eğer varsa, hangi vicdanlarıyla suskunluğu taşıyorlar bilemiyorum.

 Ülkeyi betonlaştırarak, ülkeyi sadece kara yolu araçlarına, taşeronlara bırakarak ülke huzuru, ülke kalkınması sağlanacaksa böyle bir kalkınmışlığa kargalar bile güler… Vekiller neredeyse 20 Bin TL maaş alırken, asillerin çoğu 700 ile 1000 lirası maaşla geçinme büyücülüğü yapıyorlar. Kim kimi aldatıyor acaba?

  Hâlâ yaşayan çağlar öncesinin filozofu Diogenes der ki;

“ Yaşam bir çeşit oyundur. Kimi bu oyuna yarış için katılır, kimi alış veriş için katılır, yurttaşların seçkinleri de gözlem için katılır. Yaşam böyle bir şeydir işte; kimi aşklarının ve ünlerinin tutsağıdır, kimi aç gözlülüklerini doyurmaya çalışır; filozoflar da tersine, yalnızca doğruya yönelir.

  Türk Milletinin sırlarını yok eden, sırlarını anlamayan, demokrasi, gelişme, hak-adalet palavralarıyla yerle bir edenlerin söyleyeceği çok şeyler var. Biliyorum ve görüyorum ki hepsi birer hatip vazifesi içindeler. Ezberleri söze çevirmede, yoksul, çaresiz ve büyük ödüllere inançlarıyla kavuşmaya adanmış bu halkı tam da burunlarından yakalamışa benziyorlar.

  Milli Bayramların içini boşaltıp yüceltmek, milli şuuru, duyguları ve kurtuluşu içselleştirmek yerine kendi dünya görüşlerini, büyük Amerikan rüyalarıyla bir görüp Arap sevdalılarının büyük rüyaları ne zaman gerçek olacak bilemiyorum. Ama bildiğim bir tek şey var; akıl ile sağduyu ile beslenen, kendi vicdanını ve erdemini elinde tutan, insan olma ile yüce bir insanlık onuru taşıyan her insan, bu ülkeyi, Cumhuriyeti, kendi özgürlükleri, inançları, inançsızlıkları, onurları ve namusları adına yaşatmak zorundadırlar. Sayıları altmışa yaklaşan Arap ve Müslüman ülkelerine biraz bakarak nerede olduğumuzu, bütün garipliğimize, yoksulluğumuza rağmen anlamaya çalışmak, her şeyimizi kaybetmeden önce yerinde bir icat olacaktır…

 Mazhar Osman Atatürk ile görüşme yaptığı bir gün bir ara Atatürk sorar;

“ Osman Bey bu delilik nasıl bir şey?”

 Mazhar Osman şöyle cevap verir;

“Gazi Paşam az çok herkeste bir parça vardır deyince Atatürk;
Ne demek istiyorsun? Bende de mi var?”

 Hoşsohbet ve sözünü esirgemeyen biri olan Mazhar Osman;

“ Ooooo Sizde herkesten daha beteri var. İçeride ve dışarıda dört iklim yedi cihana kafa tutmak akıllı adamın yapacağı iş mi?”

 Atatürk bu lafın üzerine dakikalarca güler. Ya şimdi? Dakikalarca gülen, sorgulayan, düşünen, incelik ve nezaket üreten yöneticilerimiz var mı? Tam aksine saatlerce söven, tehdit eden, özgürlükleri yalnız kendileri için düşünen bir sürü insan bağrışları duyuyoruz.


GÜVEN SERİN


  





5 Kasım 2012 Pazartesi

BAHARATLI MELODİLER

Kamera;Güven  -Kaş



 Adam uzun bir yürüyüşten sonra  tepeye çıktı. Ve güneşe baktı,esen rüzgarın saçlarını dağıtmasına aldırış bile etmeden. Çünkü tabiatın baharatlı melodileri çoktan başlamışlardı büyük konsere; öylesine, bir sevinç tutamı kopardı adam,gönlünün derinlerinden. Ve gökyüzüne,onun bedenini yalayan rüzgara bıraktı; çünkü biliyordu nereye gideceğini; biliyordu...

3 Kasım 2012 Cumartesi

KUM SAATİ


Beynimin odacıklarına biriken kum tanelerinden
bir avuç aldım. Kum saatinin içine koyup,
ters çevirdim. İşte yine yaşamın içinde ve
yaşama akan nehrin sesini dinliyorum.
Nehrin kıyısındaki ılgın ağaçları haylaz
rüzgarın oyun isteğine çoktan tamam
demişler. Bir su yılanı ürkek ve aç, ama 
saldırgan değil yüksek zenginlikler adına.
Gelincik çiçeği kelebeğin ömrü ile 
kıyasladığı uzun ömrünün kırımızı
türküsünü söylüyor. Bir kuş havalanıyor
yaşlı karaağacın en üst dalından. Küçük
bir tüy düşüyor yere, dans ede ede. 
Ve ben ,yaşamın içinde, yaşamın ta
kendisiyim, her insanın ait olduğu canı,
can katarak, canlara adanmış olarak
yaşatıyorum. 

Kamera; Güven Yeniköy-İstanbul

Ezan sesi duyuluyor az ötedeki caminin minaresinden.
Hemen yakınında ki kilisenin çan sesleri çağrı
zamanını bekliyor. Hepsinin anlattığı ve vaat ettiği
sözler hep aynı; BÜYÜK ÖDÜL.
En büyük ödül insan, insanın kendisi ve uçsuz bucaksız
evrenin hayat dolu gezegeni. İnsan küçük ömrünü
sonsuzluğa emanet adına, yaman iç kavgalara
teslim eder. İnanmak ve inanmak ile geçen ömrüne
büyük kayıplar verdirir de, anlayamaz zamanın
son sesini, muhteşem melodisini.

KUM SAATİ

  Kum saati eski bir zaman ölçerdir. Zamanı ölçmeye, anlamaya yarayan bir alettir. Kum saatinin iki küçük küresi arasındaki kumların dar bir boğazdan geçip ağır ağır akması yaşamı, bize sunulmuş muhteşem yaşamımızı hatırlatır bana.

  Genelleme yaparsak insan yaşamı ülkeden ülkeye değişse de ülkemizdeki yaşam ortalaması 65 yaştır. Almanya’da 78 yaş. Yaşam içindeki ölüm yaş ortalaması böyledir ama size hazırlanmış ve sizin kum saatinizin ne kadar dolu ve ne kadar hızlı veya yavaş boşaldığını bilemezsiniz. Hiç kimse bilemez! Doğar doğmaz bizim adımıza da kum saatinin diğer odacığındaki kumlar boş olana akmaya başlar. Boş olan doluyorken, dolu olan da boşalır.

  Ülke ölüm yaş ortalamalarını bir kenara bırakalım. Çünkü bunun alt sınırı nedir, bizim kum saatimiz ne zaman duracak bilemeyiz. Biz akam kumların billur gibi aşağı süzülürken kendi beynimizdeki kum saatini yaşam denen en büyük sanat içinde birkaç kez, hatta daha fazla altüst edip, kum denen anıların, hatıraların akışını izleyelim.

  İnsan beyni paha biçilemez bir aygıt gibidir. Depolar ve hatırlar. Duyguların içinde gezinir. Öfkelenir, kızar, sevinir, sever… Âşık olur, nefret eder; ikisinin ortasını bulur; yalnızca sever ve sayar…

  Adına kader dediğimiz ve her insanın farklı akışa sahip olan yaşam kum saati henüz akıyorken, henüz bitmemişken beynimizde oluşturduğumuz diğer kum saatiyle oynamanın da çocuksu keyfini çıkartalım. Akışı istediğimiz gibi ayarlayabilir, istediğimiz zaman tersyüz çevirip tekrar tekrar akışı izleyebiliriz. Nasıl mı? Yaşam içindeki güzellikleri anlayarak! Anladığımız her olay, öğrendiğimiz her bilgi, dokunduğumuz her nesne, canlı bizim depomuzda birikecektir. Depomuz; yani beynimizdeki yazılımlar, bilgiler; anı ve hatıralar, deneyimler ne kadar çoksa, oyun oynayacağımız kum saatin akışı da o kadar uzun ve heyecanlı olacaktır.

  Yapacağınız bir gezi, yaşayacağınız bir aşk, tadacağınız bir yiyecek, besleyeceğiniz bir hayvan, büyüteceğiniz bir çiçek, yazacağınız bir şiir veya hikâye, gülümseyeceğiniz anların çoğalması; kum saatine taşınan billur gibi kumların ta kendisidir aynı zamanda.

  Tabulaştırılmış yaşam biçimlerinden ürkmemeyi, onların üzerine gitmeyi kum saatinin muhteşem akışı hatırına gözden geçirmeliyiz. Kendisini besleyen, kendi beden ve ruhunu sağlıklı ve heyecanlı bir canlıya dönüştürmesi, düşmanı bile bu işten kârlı çıkarır.

  Kum saatinin beyinsel akışını başaran ve bunla oynayan yetişkin kılığında çocuk, kavgadan çok barıştan söz eder. Nefretten çok sevgiden, tüketmekten çok üretmekten, tutuculuktan çok değişimden söz eder.

  Haydı, kendi yaşamınızın kum saati henüz durmamış! Beyninizin odacıklarını doldurmaya ve her dolu odanın anılarını bir kum saati akışı içinde çevirip o anılar ile eğlenmeye başlayın. Billurlaşmış kumların sesini dinleyin. Bir su sesi, bir kuş, rüzgârın dokunduğu kavak ağacı, yoksa çam ağacı mı? Bir kadın sesi, ipek ten, gül kokulu beden dokunuşu; hepsi kum saati içinde billurlaşmış kumların akışında gizlidir. Sadece insan; insan denen canlı bunları ortaya çıkarta bilir.

  Kendi kum saatimi ters çevirdim. Onlarca billur kum adacığından bir avuç kumu alıp akmaya bıraktım. İmbikten akan şarap gibi, kızıl, kırmızı, beyaz, sarı renklerdeki şarabın damlaması gibi damlamaya başladı.

  Rüzgâr ılgın ağaçlarını sallıyor. Yumuşak dallı ılgın ağaçları birbirine daha da sokulup, sevişmenin, dokunuşların dadını çıkartıyorlar. Yuvasını yapmış bülbül, olanca bilgeliğiyle yüzyılların ötesinden ama hep bildik o şarkıyı; bülbülün türküsünü söylüyor. Meriç nehri ilkbaharın yağmurlarıyla yatağını doldurmuş, hiç bitmeyecekmiş gibi alabildiğine akıyor Ege’ye doğru.

  Bir kurt oluyor dağların en yüksek noktalarından. Bir çakal, kurtlardan nasiplenme telaşıyla ilerliyor sese doğru. Karga sürüsü, güneşli rüzgârın keyfini çıkartıyor; az önce biten yemek saatinden sonra şimdi de bol gürültülü sohbetin içine dalacaklar.

  Guguk kuşu her zamanki gibi utangaç ama duygulu ötüyor. Bir kartal toprağı delercesine bakıyor otlar içinde kayıp giden lezzetli avına.

  Yanık sesler, sevdiğine düzülen şarkılar söyleniyor cumbalı evlerin içinden. Kuyudan su çekiyor kınalı bir el. Karanfil kokan bir kadın ninni söyleyerek masum bir çocuğu uyutuyor. Domino oynuyor Kör Ali, her zamanki çatallı sesiyle gülerek. Yenilme numarasıyla pusular kuruyor acemi rakiplerine.

  İşte böyle dostlarım; kaderin kum saatinin ne kadar akacağını kimse bilemez. Ama beynimizdeki kum saatlerini doldurdukça boşaltır; boşalttıkça tekrar doldurma şansımız vardır. Bunu yapa bilen bir tek canlı var;
İNSAN… Yani sizsiniz…

 Güven Serin

 

  



1 Kasım 2012 Perşembe

TEKİRDAĞ ve MARMARA DENİZİ

Kamera; Güven Hora Feneri-Hoşköy-Şarköy Tekirdağ

1861'den bu yana; rüzgarlı,fırtınalı gecelerin dostu fener,
kim bilir kaç insana yön buldurdu,sığınmanın ve
yaşama tutunmanın bir ümidi oldu.

Kamera; Yunus Ganoslar Tepeleri-Tekirdağ

Bir keman,viyola eşsiz uyum ve insan zekası ile 
birleşmiş; bütün insanlık kargaşalarına meydan
okuyup, bütün çığlıklara damla damla, sızı sızı
yaşam taşıyor 

Kamera; Güven Uçmakdere Köyü - Tekirdağ

Tabiatın en derinine,vadilerin en kuytusuna bir insanlık 
sokulmuş öylesine,yaşam diye... Bir çocuk, bir küçük
hayvan yavrusu nasıl sokulmuşsa yaşamak diye;
bir dişi anneye...

Kamera; Güven   Ganoslar ve Marmara Denizi

Hiçbir borç ve alacak ilişkisi taşımadan yan yana,
iç içeler. Kim kime ne kadar sokulmuş, kim kime
ne kadar fayda sağlamış ince hesapları bile
yapılmadan; Ganosların Marmara ile
buluştuğu deniz çayırlarının yeşile yem yeşile
büründüğü yerde tazelik kokuyor, şafağın güne
kavuştuğu, günün geceye solduğu her döngü
zamanında.

Kamera; Güven  Ganoslar(Işıklar Dağı) Tekirdağ

Kampımızın en pahalı nesneleri; ziller,çanlar ve bir fener.
Fener,eskinin, ninelerin,dedelerin zamanını anlatır bize.
Işığı azdır,bugünün bol ışıklarıyla yarışamaz ama
Karanlığın karanlığa boğulduğu zamanda kampı,
sıcak çadırınızı bulmanıza yardımcı olur. Sislerin 
arasından gülümser size; bir ninenin nasırlı ama
samimi gülümsemesiyle...

TEKİRDAĞ ve MARMARA DENİZİ

  Eğer insan bedeni ürettiği sözcüklerin sihrini yazıya aktaramasaydı birçok insan kederler içinde daha da çok inlerdi. Kederlerimin biraz olsun hafiflemesi sözcüklerin; düşünce, öğrenim ile sevişmelerinden doğan fikirlerimin biraz olsun huzur bulmasına neden oluyor.

  Ülke sevdamın yanında yaşadığım yere olan sevgim ve bu yer için büyük üzüntüm belki de yaşamım boyu devam edecek. Bu sebepten değimlidir; şair Öksel Demir’in bir türlü vazgeçememesi bu şehirden?

 Ben sonradan Tekirdağlı oldum. Şair ise doğma büyüme bu şehirli. Bu şehrin sokaklarında koştu, bu şehrin doğal limanları, gem vurulmamış denizinde yüzdü ve balık avladı. O yüzden bu şehrin rüzgârıyla, yağmuruyla, havasıyla, tarihiyle, sosyal hayatıyla ıslanmış ve bu hayatları kaderin muhteşem bir seçimi olarak yaşam biçimi yapmıştır Öksel Demir.

  Bazen Frişka rüzgârını anlatır büyülü dizelerde;

Usulca geçiyorum
Çiçeğe durmuş kiraz ağacının yanından
Başım önünde
Uyumasın ala şafak
Uyanmasın gün doğumu.
Usulca geçiyorum
Dinmiş fırtınalarım heybemde
Yorgun denizlerin kuytu sularından…

  Bu viran şehrin anlatacak o kadar çok hikâyesi var ki… Tıpkı hikâyeleri de kaybolmaya yüz tutmuş ahşap evleri, burada yaşamış ve büyük anılara, hatıralara katkı yapmış diğer insanlar gibi…

  İnsanoğlu bir mucizenin ta kendisidir. Ama şaşırtan bir mucizedir. Bazen bir zanaatçının elinde sanat doğarken, bazen hoyrat bakışlı insanların elleri, binlerce yıllık sanatları, kültürleri de yok eder. Her ikisinin de insana benzeyen elleri, gözleri vardır. Ama birisi var ederken,  diğeri yok eder… Bu var edişlerle yok edişler, hüzünlü hatıralarla, yeniliğe açacağımız ve gün içine taşıyacağımız heyecanlar dengeleyecektir çabucak geçen yaşamımızı.

  Bir ülkenin, özellikle bizim gibi adı demokrasi ile yönetim biçimi olan ülkemizin kaderi, kendi milletimizin, yani bizlerin elinde görünse bile, birkaç siyasetçinin iki dudağı arasındadır. Şehirler de aynı kaderi, aynı gerçeğin içinde yol alırlar. Şehirlerin aristokratları, sanatçıları, yazarları, şairleri, filozofları varsa, çok şeyleri de vardır; tiyatroları, sinemaları, kütüphaneleri, gözlemevleri, çevre ile barışık fabrikaları, ırmakları, dağları, ormanları, dereleri, müzeleri gibi…

  Bizim şehrimizin yazarı da, çizeri de, şairi de, filozof ve aristokratı da azdır mesela. Ağlanacak kadar, üzülecek kadar azdır. Be sebepten sporu da, müzeciliği de, sineması da, tiyatrosu da, alt yapı, üst yapı, park ve bahçeleri, temiz yol ve kaldırımları da yok denecek kadar azdır.

  Hazır yazar ve şairimizi; Öksel Demir’i yakalamışken onun güzel eserindeki sesleri, geçmiş ile bugünün kucaklayışını biraz kendime, biraz da okumaya merak salmışlara duyurayım. Şair 150 yıldır ışıldayan Hora Fenerini de unutmamış, onun ışığını, yol göstericiliğini ve dostluğunu beyaz sayfalara kök salan sözcüklerle eserleştirmiş;

Gitmek kaldı yine bize
Bir denizi, bir denize taşımak
Bir kenti, bir kente…

Gün yangını vurdu teknemize
Yağmur altında bütün sonbahar rıhtımları
Gitmek kaldı yine bize
Serin, esmer sulara düşmek
Toka edip sirenimize ay ışığımızı
Denizlerin döllediği bir kısraktır ay ışığı
Gece gibi doğurgandır
Esmer bir çocuğun kocaman gözleri yüreğimizde…

  Tekirdağ’ı, Marmara Denizini, yaşamın yaşama sanatına inandığım son nefese kadar yazmaya ve yazdıkça anlamaya, anladıkça kendimi bulmaya devam edeceğim. Bu şehirde dizlerimde yaralar oluşmadı ama yüreğimde hiçbir zaman kabuk bağlamayacak yaralarım var benim.

  Kırgın değilim; buranın bir parçası haline gelmiş Yahudileri, Ermenileri, Rumları gönülsüz gönderenlere. Değilim çünkü kırgınlık, küsmüşlük getirmiyor gidenleri geriye. Şimdi bugün eskilerin Sandalcı Mahallesini, kiliselerin, sinagogların çan seslerini hatırlayan kaç kişi kaldı geriye? Ya hemen evlerin önünden denize girildiğini, onlarca çeşit balığın dolaştığı yerde açlığın, kıtlığın olmadığını; pavuryaları, ıstakozları, tekirleri menekşeleri, lüferleri,  karidesleri, kılıç balıklarını, kılıç balıklarının deniz üzerlerinde yüzen palalarını hatırlayan kaç kişi var acaba?

  Öksel Demir kitabının 49. sayfasında kılıç balığı için yazdıkları oldukça ilginç;

“ Kılıç balığı, durgun havalarda suyun üstünde uyur. Yelesini bir karış çıkartarak salına salına gezinir. Güneş yükseldikçe, ısınan havayla beraber hareketleri de yavaşlar. Burnunun ucunda boyunun yarısı kadar palası bulunur.”

 Tekirdağ şehrini güzelleştiren muhteşem renkler cumbalı ahşap evleriyle birlikte azalırken, Marmara Denizi ve bu denizin reisleri de birer birer yenildiler insan denen canlının kendi icadı olan zamana.

  Denizin Bayram Reisleri, Mustafa, Güngör, Selahattin Reisleri, Torik Recepleri denizin maviliklerinde yok artık. Tıpkı denizin üzerinde uyuyan kılıç balıkları gibi yoklar…

  Upuzun boyuyla, hayatın bütün zalimliğine karşın, deniz güleçliği ve bereketiyle bakan Mustafa Sürmeli; yani Alınteri teknesiyle tekir ve ıstakoz avlama konusunda uzman, daha ölmeden mezar taşını yapan Torik Recep, Güngör Reis, ister gökte, ister yerde olun; ben burada; bugün ile geçmişin köprüsünü inşa etmekle meşgulüm… Şair Öksel Demir de öyle;

Usulca geçiyorum
Çiçeğe durmuş kiraz ağacının yanından
Anılarım, kavgalarım, sevdalarım heybemde
Heybemde ince bir frişka rüzgârı
Ve yanımda gölge gibi
Doğduğum kentle…


 Güven Serin