31 Mart 2023 Cuma

MODERN TIP OLMASAYDI

 

İnternet


                                   MODERN TIP OLMASAYDI!

     Modern Tıp, yani “ Bilime dayalı, araştıran ve gözetleyen çağa ayak uyup sağlık ile insan arasındaki iletişimi sağlayan bilim dalı.”

    Modern Tıp olmasaydı neler olurdu?1600’lü veya 1700’lü yıllarda Gut hastalığı, modern tıp olmadığı için nasıl çözülüyor olabilir? Sıradan bitki karışımları bir yana, yengeç gözlerinden yapılan ilaçlar, kurbağa yumurtaları ve ölmüş insanların kafatası kemiğinin törpülenmesi sonucu yapılan uydurma ilaçlar…

   İnsanlık modern tıbbı keşfetmediği zamanlar, akla hayale gelmeyecek çözümler aradılar. Muhtaçlık böyle bir şey; her söze inanmak, denize düşen gibi sarılmak zorundasınız…

   17.yüzyılda İngiltere’de bitkisel ağırlıklı ilaçlar kullanılıyordu. Zararsız gibi görünüyorlardı. Bazı bitkiler; yüksükotu, güzçiğdemi gibi zehirleyici ve kalbi durduran etkilere sahiptiler.

   Hastalıklar için aradıkları devaları bitkilerde bulamayan insanlar birçok insanın bin yıl yaşasa aklına gelmeyecek arayışlar içine girdiklerini görüyoruz.

   Kedi merhemi, insan teri, insan plasentası, insan dışkısı, oruç tutan adamın salyası, örümcek yağı, akrep yağı, yersolucanlarıyla kaynatılan eniklerin yağı, tilki akciğeri ve daha bir sürü şüpheli veya iğrenç seçenekler, deneyler…

   Ama daha da ilginç ve iğrençleri de var. Üstelik günümüzden 200–300 yıl önce insanların, insanlık yolculuğunda seçmiş oldukları veya hastalıklardan kurtulmak için aradıkları çözüm yolları, normal insanların kanını donduracak kadar soğuk.

   Ölmüş insan vücut parçalarından yapılan karışımların yanında özellikle Mısır mumya parçaları tercih ediliyordu. İnfaz edilmiş insan bedeni parçaları, kötü kokmasınlar diye tütsülenerek, üstlerine çeşitli baharatlar serpilerek şifa-ilaç diye satılıyor, hastaların içmesi sağlanıyordu.

   Modern Tıp ortaya çıkana kadar akla hayale gelmeyecek yöntemler denendi. Bilerek, bilmeyerek ama hiçbir bilimselliği olmayan arayışlar…

   Sorunları çözdüler mi? Hayır… Bugün tıbbın ulaştığı noktada sıradan, çok basit görünen, zararsız sanılan ilacı bile alsanız, reçetesi her türlü olasılığı, deneyi, insan yapısını göz önünde bulundurarak ilacın yan etkilerini yazıyorlar. Tıp ve bilimsellik yan yana gelince böyle bir doğruluk sonumu da doğuyor.

   Yine de henüz tıbbın çözemediği veya birçok insana pahalı gelen tedavi yöntemleri yerine insanlığın arayışlarının sonu gelmiyor.

   Bazı günler, baharatçıların dükkânları eczacılardan daha kalabalık. Baharatçılar ise sanırsınız bu alanda doktora yapmışlar. Her baharatın nasıl mucizeler yaratacağını denemişler, bilimsel kanıtı sunmuşlar gibi övgüler düzüyor sattığı her ürüne…

   İnsanın arayışı, karanlık, kapalı, sorgusuz ve bilimden uzaksa; inanın bana 17.yüzyıl insanlığı gibi hastalandığı zaman başvurmayacağı yol, yöntem kalmayacaktır.

   İşin garibi bazı insanlar tıbba sığınmadan önce bir sürü kulaktan duyma ürün kullanıyor. Ya böbrekleri, ya kalbi, ya da başka organını mahvediyorlar… Ya sonra? Kıyıcığından veya doğrudan Modern Tıbba ; “ Bizi kurtar” demiyorlar mı? Nerede kaldı onca baharat, kurtarıcı diye yutulan bir sürü uyduruk, yutulan şeyler…

   Sözün özü, ölçüyü kaçırmadan yapılacak her şey zarif ve zararsız kalabilir…

     Bilime, sanata, felsefeye, edebiyata ne kadar yakınsak, başımıza gelen her neyse, bir o kadar eğitici, yaşamla ölüm arasındaki o muazzam ince derin ve manidar incecik çizgi ve buluşa dönüşebilir…

 Güven SERİN 

 


30 Mart 2023 Perşembe

LİMONCU HÜSEYİN

 


Kamera; Güven -2019
İnternet

                                                 LİMONCU HÜSEYİN

  Yiğitlerin yiğidi, istikrarın istikrarı, sağlamlığın sağlamı; Limoncu Hüseyin…

Cadde ve sokaklardaki limon satıcılığı yarım yüzyılı çoktan geçti. O’nu, isimli veya isimsiz olarak tanımayan yoktur. Hareketin ta kendisidir o.Şahsiyetin, direnmenin, kendi kendine yetmenin de efendisi: Limoncu Hüseyin…

  Limoncu Hüseyin’i tanıyan bazı gurur ve çalım şahsiyetleri; “ Yiğit-miş! Efendiymiş! Hadi oradan!” diyebilirler. Edebi düşünceyle yoğrulan, kaderini birleştiren birine bu tür söylemler; “Vız gelir, tırıs gider.” Düşünce ve gözlem sanatı bu yüzden var. Yorgun, çaresizlikten çare üreten, yüz bin insanın içinden sıyrılıp sesini soluğunu duyuran insanların öyküsünü anlatmak için…

  Limoncu Hüseyin doktor veya öğretmen olsaydı, onu tanıyanlar, fayda bekleyenler her gördükleri yerde: Sırıtarak; “ Hocaaam nasılsın? Seni çok iyi gördük Hocaaam” diye ne güzel görüntü verecek kadraja gireceklerdi…

  Limoncu Hüseyin Avukat, Hâkim olsaydı, şehrimizin cadde ve sokaklarında limon sattığı gibi özgür dolaşsaydı da önünü kesenler, bedavaya danışma ücreti ödemeden kim bilir kaç bin İNSANCIK bilgi sızdırmaya çalışacaktı.

  Limoncu Hüseyin’in bildiği tek şey limon satmak… El arabasıyla kim bilir kaç kez arşınladı şehrin sokak ve caddelerini. Bir gün, bir saat bıkmaz mı insan?

  Limoncu Hüseyin’i ilk kez 2019 yılında gazetemizin köşesine taşımıştım. O zaman öğrenmiştim yaşının 85 olduğunu. Ya şimdi? Doksana bir adım kalmış. Hükümet Caddesi kaldırımında gördüm onu. Yine el arabası ve içinde bulunan birkaç kilo limonu satmaya çalışan cılız sesi…

  Bu ses, gençliğin rüzgârları eserken, şiirsel bir haykırış içinde çıkmaz mıydı? Haykırmaz mıydı; ?

“ Tam suluuu, taam suluuuu limoooon” diye. Onu dalgaya alanların beklentisi olan argoya kaçan seçeneklere de el atardı Limoncu Hüseyin. Gülüşürdü bizim saflık abidesi Trakyalı insanlarımız; kendilerince bir kurnazlık yaptılar diye…

  Yaşı doksan olmuş, ayağındaki pijamalar dışarıya sarkmış ama o direniyor. Yine, iyice küçülmüş, çocuk hale gelmiş yüzüyle, bir bilge gibi haykırmaya çalışıyordu; “ Limooooon”

  Bu haykırışta neler gizlidir sizce? Erdem denen şey varsa işte burada olmalıdır. Ama-sız, fakat-sız yetme ve yetinme tercihi içinde, bir şehrin neredeyse görünmeyen sembolü olmuş bir insan…

  Sisifos ölümlü bir kraldır. Kurnazlığı ve zekâsı sayesinde birkaç kez ölüme meydan okusa da Zeus tarafından kendisine verilen ceza, sonsuza kadar büyük bir kayayı her gün bir tepeye çıkarmaktır. Ama bir türlü çıkaramaz. Her gün başladığı yolculuğu, tam tepenin başına yaklaştığı vakit taşın geriye yuvarlanmasıyla tekrar başa döner.

  Limoncu Hüseyin, Sisifos kadar çaba gösteren, mitolojik bir kahraman olmasa da, şehir insanımız edebi rüzgârların dalgalandırdığı denizlerde yüzmeyi öğrendikleri vakit, hak ettiği yüce alkışı, yiğitlik lakabını almaya hak kazanacaktır. Bir ölümlü olsa da, yazı sanatıyla ölümsüzlüğe giden gemi onu gücü yettiği kadar taşımaya, denizden denize sürüklemeye ve onun öyküsünü taşımaya, anlatmaya devam edecektir.

 Hükümet Caddesi kaldırımı üzerinde “Limooon” diye bağırmaya çalışan, rütbe ve unvanlardan çırılçıplak sıyrılmış insanı, boynuna sarılıp öpmek, kutlamak istedim. Bu sarılışa ne derdi Hüseyin? Etraf? Bir garip, zavallı, perişanlık acınma senaryosu veya ego tatmini mi?

   Sisifos,Promhetheus,Herkül,Odisseus,Hektor,Akhilleus gibi kahramanlar mitolojide,belki çok ötelerde olabilir.Limoncu Hüseyin ise henüz burada; şehrimizin cadde ve sokaklarında.Sözle,fotoğraf sanatıyla,iletişimle veya neyle olursa olsun bir kez sarılmalı bu kahramana…

  Neden mi kahraman? Sisifos gibi ona taşıtılan büyük kayanın verdiği eziyeti, keyif olma biçimine çevirir ve Tanrılara baş kaldırır. Bütün anlamsızlığa karşın yaşamı yenme böyle bir şey olmalıdır…

    Limoncu Hüseyin, baş kaldırma biçimini, limonları arasına gizlemiştir. Yetmiştir, her haykırışında sattığı ve satacağı birkaç kilo limonun ona verdiği enerji. Yenilmemiştir, küme, sürü haline dönmüş ve bitip tükenmeyen insani isteklere; eğmemiştir boyun hiçbir isteğe, lidere…

 Güven SERİN 

 

 

  





27 Mart 2023 Pazartesi

MARTENİÇKA ŞENLİĞİ

 

İnternet


                                    MARTENİÇKA ŞENLİĞİ

    1 Mart başlangıç olup 31 Mart’a kadar devam eden, insan dünyası yaratıcılığı tarafından gelenek hale gelmiş Marteniçka, Balkan geleneklerinden birisidir. Kırmızı beyaz renklerden oluşan bileklikler, baharın kokusu duyulur duyulmaz bileklere veya göğüslere takılıyor. Görülen ilk leylekle birlikte çiçek açmış, baharın dönüşümünü anlatan neşeli ve renkli bir ağacın dalına asılıyor.

   Sizin anlayacağınız dostlar, insan denen canlı, sadece yasa ve düzen sayesinde beslenip var olmuyor. Geleneklere, düşlere, efsanelere, mitolojiye de bilim ve sanat kadar ihtiyaç var.

   Düşleri, gelenekleri olmayan toplumların şenliğe dönüşen gün ve geceleri de olmuyor. Yaz yağmuru gibi sevinçler, kutlamalar yaşanıp geçip gidiyor. Festivalleri bile şenliğe dönüşmüyor…

   Ona boş ver, buna sırtını dön; yaratılmayan, üretilmeyen öyküler, sahip çıkılmayan tarihsel ve mitolojik hikâyeler toprağın sürekli ilaçlanarak çürümesi gibi çürüyor; verimsiz hale geliyor; birbirine baka baka kararan insancıklar.

   Mimar Sinan yapısı Rüstem Paşa Cami önündeki kaldırımda Martenişka renklerinde bir ağaç var. Japon kiraz ağacı olduğunu söyleyenler var. Ağacın alt dallarına bakarsanız, kırmızı beyaz asılı duran Martenişkaları görebilirsiniz. Hepsi ayrı ayrı eller, yürekler, düşler tarafından itina, dilek ve yakarışlar içinde bağlanmışlar; soluk alıp veren, belki de hisseden genç ağacın capcanlı dallarına.

   Antalya Karaalioğlu Parkı içinde bulunan, kökleri park içinde, büyük ana dalları falezlere, Akdeniz’e eğilmiş olan Çitlembik Ağacı da buna benzer yüzlerce dilek bağcığı, çaputu ile dolu.

   İnsanın insanlık yolunda karşılaşacağı gelişmeler ne olursa olsun, bir türlü erişemediği, ulaşamadığı dileklerini göklere, yaratıcıya aktarması son derece anlamlı ve fazlasıyla insani…

    Astronomi bilimini tanıyan birisinin Astroloji anlaması tebessüm içinde olur. Edebiyatı, felsefeyi tanıyan, anlayan, içinde bulunan kişilerin de en fırtınalı havaları, en korkunç zamanları tebessüm içinde anlamak ve karşılamak tartışılmaz bir gerçektir.

   Beyni, bilime, sanata, felsefeye kısacası her türlü mantık, estetik ve düş gücüne açık bir kişinin yaşama dair soruları vardır! Niçin? Ne yapılabilinir? Reddetme, öneri getirip veya kabul etme, tam manasıyla parmaklarının ucunda; Martenişka Şenliği kadar bahar sevinci ve dilekleri kokar…

   Rüstem Paşa Cami önünde birisi genç bir kız diğeri iki kadın da Martenişka bağlıyorlardı. İlk önce babaanne, sonra anne ve onların ardından genç kız bağladı Martenişkasını.

   Genç ağaç pembe beyaz çiçekleriyle toprağın derinlerine inen kökleriyle duymuştu; güneşin, baharın aceleci sesini. Duymuştu yaşamın var edici erdemini…

   Martenişkalarını bağlayanlar gittikten sonra sokuldum genç ağacın dallarının yanına. Ağırlıksız olmak nedir dedim ve sonra; ekledim:

—Büyük beklentileri, korkunç hesap sormaları nazikçe bir kenara bırakıp yoluma giderek…

Güven SERİN 

25 Mart 2023 Cumartesi

BİZİM KADINLARIMIZ

 

İnternet


                                  BİZİM KADINLARIMIZ

 

  Gün güneşli; laf aramızda ruhsal dinginliği, maddi dengesi, huzur arayanlar için çok güzel bir hava var Tekirdağ sahilinde. Bir de edebi yatkınlığınız, coğrafya bilginiz varsa değmen benim gamlı…

  Yalı bölgesi dediğim yerdeyim. Nasip Bey’in getirdiği taptaze çayı içiyorum. Birkaç bank ötede dört kadın oturmuş, günle birlikte doğanın en tabi renkleri, sesleri gibi bütün yıkımlardan uzak, birbirlerine sokulmuş olmanın sükûneti içinde usul usul konuşuyor, güneşleniyorlardı.

  Kendi sandalyelerini getirmişlerdi. Önlerine açtıkları küçük plastik masanın üzerindeyse ürettikleri organik ürünler duruyordu. Tıpkı sohbetlerinde, duruşlarında olan doğallık gibi, toprağa, kırlara yakın, şehir ile tabiat arasında köprü kurmuş mimarlar gibi huzur içindeydiler…

  Onları tanıyan beşinci kadın, yaptığı yürüyüş esnasında tam da dört kadının olduğu yerde durup kendi derdini paylaşmaya başladı. Belli ki tamirat işiyle uğraşıyorlarmış. Ustanın gecikmiş olması, işin epey uzamış olmasını, arınmış akıl ve deneyim dolu bir dille anlatıyordu. 

  Boyu postu oldukça yerindeydi. İlk bakışta üzerine yakışan yüksek topuklu siyah ayakkabıları, giysileri, başına taktığı ince eşarbıyla çok zarif durduğunu söylemek isterim.

   Daha dikkatle baktığımda, oldukça zayıf, uzun boylu ve zayıflığını saklamak yerine orada oturan arkadaşları gibi yaşama inanmış, güvenmiş bir teslimiyet içinde, sesinden yayılan sözcükler ormanda yaşayan kuşlar gibi yalı bölgesine dağılıyordu.

  Üreten, öğretilerle beslenen insanlarımızın fiziksel hallerinden şikâyet etmek şöyle dursun, bunu tüm dünya, evrenle paylaşmak için can atıyormuş gibi görünüyorlar. 

  Zaman nehri milyarlarca yıldır akıp duruyor. Kimsenin durduramadığı muazzam bir şey! Kıyıcığında yüzmek, çay demler gibi sohbet demlemek varken; yıkmak, yok etmek girdabına cesaretine kapılmak, büyülü gerçeği, yaşamı anlamak şöyle dursun, yaşarken ölmek değil midir?

  Çınar ağacı tutkunu, insana ve vatanına tutkun şair, İbrahim Balaban’ın seslenişindeki gibi; “ Nazım Baba” seslenir kadınlarımıza; “ Bizim kadınlarımız/Şimdi ayın altında/Kağnıların ve hartuçların peşinde/Harman yerine kehribar başlı sap çeker gibi/Aynı yürek ferahlığı/Aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.”

  Nazım’ın ülkesi o zamanlar savaş içindeydi. Kadınlarımız okuryazar olmaktan öte, Anadolu ana tanrıçaları gibi, bin bir acı, özlem, haykırış ve destan yakma peşindeydiler…

  Yaşamın mucizesi olan analar-kadınlar tam manasıyla bütünün en değerli parçasıdır. Bu yüzden, usta şairler (Özdemir İnce ) bir başka sarılırlar, kadınların marifetli duruşlarına;

“Birden anımsadın bunca yıldan sonra

  O gördüğün badem gözlü

  Çingene kadını

  Tam yirmi beş yıl önce

  Sandıklı pazarında.

   Şimdiye kadar hiçbir kadın

  Öyle bakmadı

  Meydan okumadı sana;

  Gözlerini gördün

  Bir anda sevişip ayrıldınız.”

 Güven SERİN 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 




24 Mart 2023 Cuma

OKU BAKALIM ANACIĞIM

 

Bedri Rahmi Eyüboğlu

Eren Eyüboğlu

                                      OKU BAKALIM ANACIĞIM

                 ( Ninelerimizin, Dedelerimizin Nasırlı Ellerinden Öpüyorum)

  Ortak tanıdığımızın mekânında doktor arkadaşıyla kısa bir sohbete katıldım. Göz doktorumuz, daha yeni muayene ettiği bir, kendisinin söylediği gibi, görme zorluğu çeken köy insanı görüntüsü içinde yaşlı bir kadın olmuş.

   Muayene sırası yaşlı kadına gelmiş. Doktor, her hastasına gösterdiği titizliği, muayene şeklini, yaşlı kadın hastasına da göstermiş. Muayene başlamış. Muayene koltuğuna oturmuş kadına karşıki duvardaki harfleri tek tek göstermeye başlamış:

—Oku bakalım anacağım

—R

—Hemen yanındaki harf

—S gibi biraz silik görünüyor

—Hemen altında olan hangi harf?

—K

—Yanı başındaki?

—Bulanık

—Altındaki?

—Okuyamadım!

  Uzağı görme sorunu olan hastasının bu tür temiz,net ve Türkçe cevapları göz doktorunu çok etkilemiş.Sohbetimiz yaşlı kadın ve onun temiz Türkçesi ile anlatma,irdeleme üzerine oldu.

  Tıpkı köy yumurtası, köy ekmeği, köy tereyağı gibi köy insanları, onların temiz ve kendilerine özgü, doğal ifadeleri, uygar dünyanın şehir insanını, tıp eğitimi görmüş bir doktoru şaşırtmaya yetiyor! Niçin?

  Yapaylığın, süslü sözlerin ve ruhlarımızın fazlasıyla makyajlı hale gelmesi, belki de doğal ve özgün olana açlığımızın muhtaçlık haline gelme zamanı gelmiş de ondandır…

  Meşhur bir hikâye anlatılır Süleymaniye Cami üzerine; “ Süleymaniye’yi yıkmak için beş on işçi, kazma kürek yeterlidir. Ama yapmak, yeni bir Süleymaniye inşa etmek için bir Sinan, bir de Süleyman lazımdır.”

  İşte böyle, köy insanlarımızı, yüzyılların imbiğinden süzülmüş deneyimleri, gelenekleri çok çabuk; kırk yılda canını okuduk. Gelinen noktada, nasırlı, bakımsız görünen eller galip geldi. Onlar, kendi savaşını kaybederken kazandılar. Yaşama, nesillere tat-tuz kattılar. Her şeyden önce TOKLUK ve ÂLİCENAPLIK denen şey, onların mayasıdır…

  Kıt hale gelen insanlarımız, öyle bir hafiflik, sessizlik içinde yaşıyorlar ki, kendilerini öne çıkartmayı, kahkaha ile gülmeyi bile ayıp sayıyorlar.

  Doktorumuz, yaşlı köy giyimli kadın hastası için son sözlerini anlattı:

—Doktor oğlum, biliyor musun benim gözlerim niçin görme sorun yaşıyor; çok ağladım da ondan!

—Anladım anacağım, sözünü tekrar anlatan doktorumuzun gözleri nemlenmiş bir halde yanımızdan ayrıldı.

  Alman milleti ürettikleri bira için bile yüzyıllar önce “Saflık Yasası” yapmışlar.

  Ya bizler?

    Saflık Yasası gibi dupduru, yüksek kalitede vicdan, deneyim, şefkate sahip insanlarımızı ne yaptık? Niçin şehirlerin görünmez, bilinmez mahalleleri beton evlerine hapsettik onca zenginliği?

 Güven SERİN 


 

  

 

 

 




23 Mart 2023 Perşembe

BİR BİLENLE MÜZE GEZMEK

 

Kamera; Güven

Kamera; Güven

Kamera; Güven

Kamera; Güven

                                      BİR BİLENLE MÜZE GEZMEK!

 

   Geçtiğimiz hafta Ticaret ve Sanayi Odası salonunda Rumeli Üniversitesi ve Prof.Dr. Neşe Atik tarafından düzenlenen sunum ve basın açıklamasında şehrimizdeki antik kentlerin önemini, turizme açılması gerektiğinin tartışılmasız yararlarını dinledik ve öğrendik.

   Tekirdağ kültüründe, özellikle Arkeoloji Müzesi’nin zenginliği adına yapılan kazıların verimliliğinde ciddi katkılar sağlayan eski Müze Müdürü Mehmet Akif Işın’a telefon açıp, Tekirdağ Arkeoloji Müzesi’ni bin bilenin gözüyle; M.Akif Işın ve Kanan Oflaz, hep birlikte yapabilip yapamayacağımızı sordum. Hiç düşünmeden M.Akif Işın Müdürüm; “ Elbette gezeriz” dedikten sonra o gün geldi.

  Kenan Oflaz eski Kültür Müdürlüğü yapmış, yaşadığı şehri için kalbi şehir sevgisiyle çok hızlı atan aydınlarımızdandır. Tıpkı, Mehmet Akif Işın gibi; yaşamları dopdolu, şehir heyecanı yanında, kültürel, sosyal zenginliklerimize ne katkı yapabilirim sorumluluk anlayışı içinde; kıpır kıpırlar…

  Tarih 21 Mart Salı gününü gösterdiği zamanda Eski Vali Konağı Caddesi üzerinde bulunan 1927 yılında yapılan tarihi bina içinde 1967 yılında açılan, Tekirdağ Arkeoloji ve Etnografya Müzesi’ne gittik.

  Ana salonun girişi çocuklarla dopdoluydu. Bilinçli ve duyarlı öğretmenler, müze ziyaretinin de eğitimin bir parçası olduğunu çok iyi bilirler…

   Batılı turistlerin gezdikleri her yerde bilgi aldıkları rehberlerinin bir tek sözcüğünü kaçırmadıklarına çok tanıklık ettim. Bilerek, bir bilenin gözüyle müzeleri gezmek, bilmeden gezmekten çok farklı bir duygu.

   Tekirdağ Arkeoloji Müzesi eserleri yüzlerce, binlerce yıl öteye uzanıyor. Hepsinin öyküleri, derinlikleri var. Taş eserler salonunda insan eliyle şekillendirilmiş bütün nesnelerin anlattığı bir tek şey var:-İnsanın yolculuğu, uygarlık bilinci ve hünerleri, binlerce yıl önce başlamış. Geride bıraktıkları eserler, bu eserlere kazıdıkları sanat ve zanaatler, iç içe geçmiş hikâyelerle dolu.

   Mehmet Akif Işın, bildiği, öğrendiği ve bazı eserlerin kazı çalışmaları ve çıkarılma anlarındaki tanıklığı ve bütün heyecanını, bilgisini; usul usul anlattı-aktardı. Onlarca kez gitmiş olduğum, taş, heykel, çanak-çömlek, lahit gözüyle baktığım eserler sanki soluk alıp vermeye başladı. Her birinin ağzı, gözü, kulağı oldu.

   Kavramların ortaya çıkması, insanın görgüsü, bilgisi ve öğrendikleriyle çok daha anlamlı hale geliyor. M.Akif Işın Müdürümün verdiği her bilgi, karşısında durduğumuz eserin, o eserler arasında kurulacak bağların, uygarlıklar arasındaki ilişkileri, yaşamların içindeki barış ve savaş zamanlarını, her şeyden önce insanın yolculuğu her daim insanın ürettiği tatminkâr ve teselli edici duygularla dopdolu…

   Müzenin içinde ölen bir kralın geride kalan kemiklerinden yola çıkılıp, yine eski Müze Müdürü M.Akif Işın’ın büyük katkılarıyla etlendirilmiş, görüntüsü ortaya çıkartılmış ve kemik yaşı incelendiğinde 41 yaşında ve sakat olduğu anlaşılmış. Öykünün derinliğine bir bakar mısınız? Bilim ve öğrenme isteği bir araya gelince ne çok şey aydınlanıyor, ses verip soluk alıyor…

   Taş Eserler Salonu en sevdiğim Mezar Steli Roma Dönemi,1700 yıl önce Marmara Denizi’nde boğulan 18 yaşındaki kızları Nervila’ya ait. Ailesinin küçük kızları için mezarı başına diktikleri mezar steli-taşı üzerinde Nevila için bir ağıt; canlı olmanın karşılığı olan, anne ve baba duyarlılığını taptaze bir halde aktarmıyor mu?

  Yaşadığımız bu aziz topraklarda bizden 1700 yıl önce Nervila isimli bir kız da yaşadı. Kaderi, kükreyen denizin dalgaları arasında boğulmak, kötü talihi ona 18 yıllık ömrü layık görmüş... Yazı sanatı ve Mezar Steli kültürü, yüzlerce, binlerce yılı, yani zamanı birden yok hükmünde sayıyor. Bir bağ, bağlanma ve çoktan kemikleri dahi toz olmuş Nervila’nın ruhu için eşsiz ve çok değerli bir acı hissetmek… Ardından, artık onun canının yanmadığını bilerek, bir huzur bulmak; müzeleri keşfetmek ve bir bilenle-rehberle gezmekle oluşuyor.

   Sözlerimi sonlandırmadan önce çok önemli hatırlatmayı yapmadan geçemem! Mehmet Akif Işın 1990 yılı başında müze müdürü olarak geldiğinde müze bahçesi ottan, çalılardan girilmez halde, müze de kapanmış vaziyetteydi. O müze fedakârlığı sadece şehir sevgisiyle sınırlı olmayan, müzeciliğe kalben inanmış o kişi: Mehmet Akif Işın tarafından bugüne ulaştırılmış, şehir kimliği ve kopmuş tarih bağlarıyla önemli onarımlar, buluşmalar gerçekleştirilmiştir.

   Değerli dostlar: Eski Kültür Müdürü Kenan Oflaz, Eski Müze Müdürü Mehmet Akif Işın; bilgilerinize, görgünüz ve şehir sevginize; SAYGILARIMI sunuyorum…

Güven SERİN 

 







21 Mart 2023 Salı

KUMBAĞ SPOR ÜÇ PUANI ÜÇ GOLLE ALDI

 

İnternet

                 KUMBAĞ SPOR ÜÇ PUANI ÜÇ GOLLE ALDI

  Kumbağ Spor maçlarını her izlediğimde; “ Bu takım ligdeki sıralamayı, en altta kalmayı hiçbir zaman hak etmiyor.” Demeden kendimi alamıyorum.

  Saatler 13.00’ı gösterdiğinde başlama vuruşu için genç hakemin düdüğü çaldı. Kumbağ Spor da, Çorlu Kültür Spor’da alt sıralarda oldukları için maçın stresli ve zor geçeceği belliydi. Öyle de oldu. Maç’ta futbol oynamak yerine oynatmama felsefesi Çorlu Kültür Spor Antrenörü tarafından öncelik gibi görünüyordu. Sıklıkla hakemle, kendi futbolcuları yetmezmiş gibi, Kumbağ Spor oyuncularıyla laf dalaşına girdi.

  Hakemin soğukkanlı ve disiplinli duruşu, maçın çok farklı tarafa sürüklenmesini engelledi. Kumbağ Spor oyuncuları oyunun başından beri üstün oynasalar da gol bulmakta zorlandıkları gibi, buldukları pozisyonları da bonkörce harcadılar.

  Dakikalar 44’ü gösterirken Kumbağ Spor oyuncusu Harun GEZGİÇ takımının ilk golünü, rakiplerini çalımlayarak, nefis vuruşla rakip fileleri havalandırarak yaptı. İşte o an, yedek kulübesi, seyirciler; “ Bizler bulunduğumuz alt sıraları hak etmiyoruz!” dercesine takımlarını alkışladılar, sevinç sesleriyle destek verdiler.

  Sporun, hem zihinsel, hem de bedensel bir kültür, disiplin ve ahlak olduğunu sıklıkla unutan ve Kumbağ Spor ile Çorlu Kültür Spor karşılaşmasını neredeyse oynatmamak için hakemle, bütün oyuncularla sıklıkla tartışmaya giren Çorlu Kültür Spor antrenörü-çalıştırıcısını kınamayı borç biliyorum. Hakem, kendisine 23.dakikada sarı kart gösterse de, çoktan kırmızıyı hak edip gönderilmeyi hak etti. Bu kınamanın içinde kendi futbolcusuna da küfür eden bir adamın yeşil sahalara layık olmadığını bir sürü insan gibi bende düşünmeden edemedim…

  Her iki takımın oyuncuları da mücadelede, ter dökmede birbirinden farklı olmasalar da, Kumbağ Spor gerekli önlemleri alır, sağlam ve istikrarlı duruşu yaparsa, hem Süper Amatör Lig’de kalır, hem da bir daha ki yıla çok daha kuvvetli başarılar gösterir.

   Zeki Hoca’nın eski takımı, daha önceleri yazdığım gibi başarılı olmaları için bilinen, dikkat çektiğim önlemleri alırlar, birbirlerini kucaklar ve spor denen mucizeye inanırlarsa, Tekirdağ’ın onuru olurlar…

   İkinci yarı başladığında Kumbağ Spor 1–0 önde oluşunun yüksek moraliyle sahaya çıktı. Sıklıkla rakibini kendi kalesine hapsetti.50.dakikada da aradığı ikinci gol fırsatını buldu. Kumbağ Spor penaltı kazandı. Tunahan ŞİMŞEK,4 numaralı oyuncu çok sert ve düzgün bir vuruşla takımını 2–0 öne geçiren golü attı.

  Fazla değil dokuz dakika sonra üçüncü gül 9 numaralı Kumbağ Spor oyuncusu Berkem ÖNAL tarafından skor tabelasına üçüncü gol olarak yazıldı. Üçüncü gol geldikten sonra maçta ipler tam manasıyla Kumbağ Spor oyuncularının eline geçmişti.

   3–0 lık başarıya rağmen Kumbağ Spor Başkanı Uğur IŞIK, büyük sevincini maç bitimine sakladığı temkinli duruşundan belliydi.

   Sözün özü, Kumbağ Spor daha üst sıraları çoktan hak ediyor. Başarı kadar başarısız oldukları durumları çok iyi analiz ederlerse, Kumbağ Spor’a gönül vermiş diğer insanların çığlıklarını, alkışlarını ve eleştirilerini yürekten kabul edip kulak verirlerse; sportif başarı; şenliğe, şölene dönüşür…

  Kumbağ Spor oyuncularını, Recep YAPAĞCI Hoca’nın yeni görevini kutluyor, üç puana üç golle ulaşmalarını alkışlıyorum…

 Güven SERİN


 


20 Mart 2023 Pazartesi

RUMELİ ÜNİVERSİTESİ ve NEŞE ATİK: TEŞEKKÜRLER

 

Kamera; Güven

İnternet

          RUMELİ ÜNİVERSİTESİ ve NEŞE ATİK: TEŞEKKÜRLER

    Tekirdağ Ticaret ve Sanayi Odası, belki de bugüne kadar yapılmış şehir turizmi ve uluslararası kimliğine katkı sağlayacak en önemli basın sunumu, kamuoyu bilgilendirme toplantısına tanıklık etti.

   Efes Antik Kenti, Meryem Ana, Selçuk tarihi alanları olmasaydı kim duyardı Kuşadası ismini? Tekirdağ’ın sesini duyuran markası olmuş içkileri, içki fabrikası vardı; bir zamanlar… Ya denizi? Kumbağ deyince, kırk yıl önce akan sular dururdu…

   Şimdilerde bunca kaybedişlerden sonra kazanma, şehir kimliğimizi öne çıkarma şansımız var. Karaevli Mahallesi sınırları içinde kalan Heraion Teikhos Antik Kenti ( Hera’nın Şehri) 23 yıllık emeklerin sonucunu almak, hiç olmazsa kazı alanının bir bölümünün turizme açılması, Tekirdağ ve ülkemiz için çok önemli fırsatın kaçırılmamasını sağlamaktır.

   23 yıllık kazılarında birçok insanın, kurum ve kuruluşun katkısı, emeği var. Üç ismin bu şehrin ortaya çıkması ve çıkartılmasında önemi-önemleri ÇOK büyük…

  Prof.Dr Neşe Atik, Prof.Dr. Mehmet ÖZDOĞAN ve Emekli Müze Müdürü Mehmet Akif IŞIN. Üç fedakâr, tarih, arkeoloji sevdalısı insana ne kadar teşekkür etsek azdır. Üç ismin yanına bir dördüncü ismi eklemek isterim: T.C.Rumeli Üniversitesi Rektörü H.Tamer DODURKA…

  16 Mart gününün akşamüstü, Tekirdağ Ticaret ve Sanayi Odası salonu, şehir sevdalısı insanların yanında şehir yöneticilerinin de bir araya geldiği, herkesin;   “ Artık tamam mı? Hera’nın Şehri turizm başlangıcı müjdesi verecek mi?” merak ve heyecan içinde konuşmalar yapıldı.

    İlk konuşmayı Prof.Dr. Tamer DODURKA yaptı. Çok önemli konulara dikkat çekti. Karevli sınırları içinde, Tekirdağ İstanbul yolu üzerinde olan antik Trak şehri olan Heraion Teikhos’un bir an önce turizme kazandırılmasının altını kalınca bir şekilde çizdi!

Niçin mi?

    Trak medeniyetine sahip çıkan Bulgaristan’ın hiç zaman kaybetmeden bu işe dört elle sarılmış olduğunu ve aynı zamanda Avrupa’nın ve Yunanlıların Trak uygarlığının, Türkler ve Türkiye ile anılıp ortaya çıkmamasına sıcak bakmadıkları ve unutulması için çaba gösterdiğini anlattı.

   Doğma büyüme Tekirdağ insanı gibi mi meselenin hepimizin meselesi olduğunu, bu kazılara antik Trak şehrine sahip çıkmamızı isteyen Dodurka, Avrupa tarafından ne kadar inkâr edilirse edilsin; “ Tarih zamanla bütün gerçekleri ortaya çıkartacaktır.”hatırlatmasını da yaptı.

  Süleymanpaşa Belediye Başkanı Cüneyt Yüksel’de en az bu kazıya gönül ve emek vermişler kadar heyecanlı bir konuşma yaptı ve “ 7/24 hizmetinizdeyim, kendi adıma, belediyem adına ne yapmam gerekirse yapmaya hazırım.” Diyerek iyi dileklerle konuşmasını tamamladı.

   Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi Başkanı Kadir Albayrak, salonda bulunanları; “Kalbi duygularla selamlıyorum.” diyerek konuşmasına başladı. Hera’nın Şehri kazılarına bir kez daha dikkat çekerken, buranın 6 Bin yıllık geçmişi olduğunu da söyledi.

  İstanbul Rumeli Üniversitesi Arkeolojik Araştırmalar Ofisi Koordinatörü ve Kazı Başkanı Prof.Dr. Neşe Atik, yaptıkları bu kazıların Tekirdağ ve ülkemiz için çok önemli olduğunu yeniledi. Her zamanki tarih bilinci ve arkeoloji sevdalısı duygularını taşıyan bir özveri içinde anlattı.23 yıllık kazıların, emeklerin sonuna gelindiğini, Heraion Teikhos Antik Kenti’nin bir bölümünün açılması için son bir fedakârlık yapılması gerektiğini anlattı. Kültür ve Turizm Bakanlığı ile görüşülerek gerekli izinlerin alındığı haberi herkesi mutlu etti.

   Prof.Dr. Neşe Atik, konuşmasının başında bu kazının başlaması, devam etmesi iki ismin; iki Mehmet’in beni ikna etmesiyle oldu, sözleri: Emekli Müze Müdürü Mehmet Akif IŞIN ile Prof.Dr. Mehmet ÖZDOĞAN Tekirdağ onur sayfasına kazınmış oldular.

   Yapılan kamuoyu bilgilendirmesine basının da ilgisi büyüktü. TBMM 18.Dönem Tekirdağ Milletvekili Güneş Gürseler, Tekirdağ Süleymanpaşa Kaymakamı Mustafa Güler, Tekirdağ Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Albayrak, Tekirdağ Süleymanpaşa Başkanı Cüneyt Yüksel, Tekirdağ İl Kültür ve Turizm Müdürü Ahmet Hacıoğlu, Eğitimci Yazar, Eğitimci Yazar Yavuz Yalçın ve Şair Kenan Oflaz, Eğitimci, Araştırmacı ve Yazar Münir Satkın ve daha birçok tarih, arkeoloji sevdalısı oradaydılar…

 Güven SERİN


 





17 Mart 2023 Cuma

DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN

 

Kamera; Güven  Makedonya

Kamera; Güven Ohri Makedonya

Kamera Güven  Ohri

                                     DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN

  Makedonya Üsküp’ten eski ama sağlam bir otobüsle başlayan yolculuğumuz yaklaşık üç saat sürmüştü. Denizi andıran 693 metre yükseklikte olan Ohri Gölü kıyısında dolaşmış, gönlümüzce gezmiş, Ohri’nin tarihi yerleri, mimari güzellikleri, sokak, cadde, çarşıları tanıma, gözleme ve irdeleme zamanları içinde olmuştuk.

  Otel sahibi Fuat Hayrettin Bey, tarihe, farklı olana düşkünlüğümüzü görmüş ve anlamış olacak ki, sonraki günlerde bir teklif yaptı:

—Güven Bey, yarın alışveriş için Arnavutluk yolculuğu yapacağım. Eğer uygun olursanız hem Arnavutluk ziyaretini birlikte yapar, hem de Ohri Gölü etrafından dolaşarak tekrar Ohri’ye geliriz. Ne dersiniz? Teklifi karşısında ne denirse:

—Seve seve kabul ediyorum, dedikten sonra bir türlü geçmeyen Ohri gecesi geçmiş ve günün ilk ışıklarıyla birlikte Arnavutluk yolculuğu başlamıştı.

  Daha Makedonya sınırları içinde Fuat Hayrettin Bey, bir rehberin yapmayacağı iyilikleri yapmaya başladı. Tarihi ve doğal güzellikleri olan her yerde mola verip, gerçek bir turizm rehberi gibi gezdiğimiz, gördüğümüz yerleri gönüllü bir şekilde tanıttı.

  Makedonya ile Arnavutluk sınır kapısında pasaportlar kontrol ediliyorken sıra benim pasaporta gelince Makedon görevli, Makedonca:

—Güven Serin kim? Deyince bir panik, bir korku esti aracın içinde. Fuat Hayrettin Bey beni gösterince, görevli tebessüm içerisinde bana bakarak:

—Doğum günün kutlu olsun! Dedikten sonra o günün 20 Ekim olduğunun farkına vardım…

  Şaşkınlık ve korkunun kalın kabuğu

,doğum günü kutlama sevincini perdelemiş olsa bile, zaman denen muhteşem şey, anılara dem vermeyi sever. İşte, şimdi bu anıyı, bu şaşırma ve korkma anını bir düzyazıya, köşe yazısına aktararak, zamanın bana sunduğu, tıpkı toprağın, güneşin, suyun bütün canlılara sunduğu yaşama sevinci gibi paylaşıyorum.

  Mustafa Kemal ATATÜRK, Sofya’da bulunduğu zamanlarda, resmi görevinin dışında kalan zamanları en iyi şekilde değerlendirmiş, Fransızca dersleri yanında dans, opera, bale sanatlarını da incelemiş ve o tarihi sözünü etmişti:

—Şimdi daha iyi anlıyorum, batı bizden niçin bu kadar ileri; Çünkü operası, dansı, sanatı var…

  İşte o an, Makedon sınır görevlisinin pasaportu incelerken 20 Ekim tarihi ile doğum günü arasında kurduğu o bağ, insan ruhunun derinlerinde ayrı bir edebi, felsefi, sosyolojik derinlik yattığının en yüce kanıtı değil de nedir?

  Doğum günüm bana her daim Ahmet Kaya’nın doğum günü şarkısını hatırlatır:

Tutsam şu karanlığı

Tutsam da yırtsam

Ah elim tutuşmasa, elini tutsam

Susmasan konuşsan, sesini duysam

Tutsam güzle yüzünü, bağrıma bassam

Doğum günüm gülüm

Doğum günüm diyorsun

Doğum günün kutlu olsun

Mutlu ol senelerce

  İşte böyle bir şey dostlar, dünya denen gezegende, herkes mutlu doğum günleri yaşayamıyor. Hatta bazıların doğum zamanını bile bilmiyor. Bilenler de unutuyor. O yüzden, bu kadim topraklarda mutluluğun bile fazlası korkutur insanı. Sanki bir ses, sürekli fısıldıyor;

 “Şımarma… Şaşırma… Canlı ve zaafların olduğunu unutma…”

 Güven SERİN 

 

 

  







16 Mart 2023 Perşembe

YÜZLEŞME-YAŞAYAN ÖLÜ

 

İNTERNET

                                                             YÜZLEŞME

( Yaşayan Ölü )

  Gördüğüm o yüz, hiçbir yüze benzemiyordu. Ölü deseniz değil; çünkü henüz soluk alıp veriyor. Henüz, oradan buraya gidebiliyor…

   Tabiat bilimini inceleyen insanlar, uygun zamanı bekleyen, yerin altında gizlenmiş milyonlarca tohumdan söz ederler. Tohumlar, yerin altında öylesine beklerken büzüşük halde dururlarmış. Yaşam dolu çekirdeği korumak için bütün enerjilerini ona ayırırlarmış…

  Ağaçlar, çiçekler de öyle. Sonbaharı hisseder hissetmez yaprak döküp, toprağın altında büzüşen tohumlar gibi yaşamda kalmak için kıymetli enerjilerini kökleri, ana gövde için ayırıyorlar.

  Ya insanlar? Bir tanıdığı ziyaret için gittiğim küçük kasabada gördüğüm o insan? Ali’yi çocukluğundan beri tanırım. Görmeyeli yıllar olmuştu. Onun hakkında üzücü, can sıkıcı haberler duymuştum. Görmeyince göz, bu kadar acı çekmiyor insan…

  Ali, kırklı yaşlarda olmalı. Onun için tam olarak; “ Yaşayan ölü” dersek yanlış olmaz. Tanıdık bir arkadaştan öğrendim çalıştığı lokantayı. Ziyarete gittim. Arkası dönük servis yapmak için ocağın başında bekliyordu. Üç kez seslendim duymadı; “ Ali… Ali… Aliii” beşinci seslenişimde duymuştu. Ali ile birlikte lokantada bulunan herkes bu seslenişi duydu.

   Ali bana baktı. Bir daha baktı ve bir daha… Önce tanıyamadı ve sonra; “ Sen misin? Biraz mahcup olarak; “ Sensin, sensin...” Dedikten sonra ismimi hatırlamaya çalışma çabalarından da vazgeçti.

   Biraz aç olan karnımı doyurmak için Ali’ye istediklerimi söyledim. Gülmeyi, hele gülümsemeyi çoktan unutmuş! Biraz konuşunca ağzını hafif aralar gibi olduğunda gülemeyecek kadar zindan haline gelmiş diş çürüklükleri gördüm. Haklıydı hali gülmemeye; ağzını açmamaya ve laf ola beri gele konuşmamaya…

  Büyük bir yıkımın içinden çıkmış da ölmemişti. Belki de ona yanıyordu. Yaşamaksa bu; ölülerin de yaşadığını anlatmak istiyordu…

   İnsan denen canlının en büyük zaferidir; sanata tutunmak. Hele sanatın edebi bölümü bir kurtuluş gibi yakalar insanı ensesinden; ruhundan, kalbinden; vicdanı kireç bağlamış olsa bile…

  Sözleri Zeynep Dizdar’a ait Funda Arar’ın seslendirdiği şarkıyı, yaşadığını sandığım bedenimin atalarımızdan bize miras şefkat genlerine yaslanarak Ali’ye, onun ölmüş artık duymayan ruhuna armağan ettim;

 “ Kaybolurdu gündüz gece

  Bulamazdım hiçbi’ yerde

  Sormadım ki nerede, kimde?

  Kalbimi bıraktım orta yerde

  Vurmasaydın sende keşke

  Ah be

   Herkes benim gibi değil miydi?

  Yoksa ben mi yanıldım?

  Vay be

  Çamurların içinde de gizli olur hazineler

  Boş ver, boş ver

  Düşe kalka öğrenirsin

  Hayat böyle, der geçersin

  Boş ver.”

    Artık, Ali’nin düşe kalka yüzleşme vakti geçmiş. Onu tanıyan neredeyse herkes; “ Ali büyük hata yaptı. Dağıttı ailesini. İçkiyi içemedi ‘Adam’ gibi.”

   Artık Ali, yaşayan bir ölü… Çoktan boş vermiş; intikam, yüzleşme, nefret veya büzüşen tohumların hissettiği; gün ve sıcaklık onu terk etmiş…

   Ali’yi ziyaretimden sonra bir sürü tanıdık gördüm. Neşeleri, huzurları ve övünmeleri oldukça yerinde! El sıktım, o gün dopdolu bir gün geçirdim. Unutamadım Ali’nin vazgeçtiği yaşamı reddedişini…

    Hissettim sanatçının hissettiği gibi; kendimi HIYAR gibi…

Bir doğrasalar dilim dilim beni; kim bilir kaç gezegendeki bütün okyanuslara cacık olacak gibi yandım bittim; vay be, boş ver be demek istedim…

Güven SERİN 


11 Mart 2023 Cumartesi

KARADAYI

 


                                                              KARADAYI

     ( İbrahim Ertemel )

  Büyükler-atalar ne güzel söylemiş; “ Yiğit, lakabıyla anılır” diye…1980’li yıllarda tanıdım Karadayı olarak bilinen, çok iyi giyinip, her daim tertipli, disiplinli yaşayan insanı.

  Sadece Yavuz Mahallesi,Tintinpınar Caddesi insanı değildi.Ünü,sesi adeta şehrin her yerine yayılmıştı.Neşe saçardı:

—Beşiktaaaaş, diye bağırdığı gür sesi. O an şenlenir, etraf sakinleri, esnaf ve müşterileri; “ Yine Karadayı geçiyor” diyerek gülümser ve birçoğu ona spor, futbol ve takımların bulunduğu yer-skor, son oynadıkları maçlarla ilgili kısa yorumlar, gülüşmeler yapılırdı.

   Nasıl ki 70’li yıllarda aynı radyoyu, televizyonu onlarca insan dinler ve izlerse, Karadayı’nın olduğu yerde de, en az on soluk, on insan, on fikir ve o mizah yayılırdı yeryüzü ile gökyüzüne doğru…

  Karadayı kimdir derseniz; özellikle Ertuğrul, YavuzOrtacami Mahallesi, Köprübaşı sakinlerinin çoğu gülümseyerek; “ Tanıyorum” der. Biraz daha ileri gidip:

—Yahu, Karadayı’nın esas ismi nedir? Sorusuna hemen hemen kimseden cevap alamazsınız.

   O,KARADAYI olarak bilindi ve anıldı. Bu şehrin sokaklarında, caddelerinde lakabına uygun bir ün, şan ve yaşam sevinci yaşadı. Nereden mi biliyor ve anlıyor derseniz; onu tanıma, sıklıkla sohbet etme imkânını bulan şanslı Tekirdağ sakinlerinden birisiyim.

   Bir insan sadece iyi giyinerek, esprili konuşarak sevilmez ve sayılmaz. İstikrar ve kararlılık, temiz anlayışa, giyinişe ayrıcalık katar. Bir de en önemlisi: ŞEHİR SEVGİSİ…

   Yaşadığı yerle bağ kuramayanların büyük çoğunluğunun sorunu vardır. Kendilerinin dahi bilmediği; bir hesaplaşma ve bir türlü bitmemiştir…

    Geldikleri köylerden, kasabalardan, başka şehirlerden güzel, yüklü ve istikrarlı, hatta verimli kültürleri yaşadıkları şehre; Tekirdağ’a vermeyi, sunmayı bir türlü bulamamış olmaları, onlar ve şehir adına bir kayıptır…

   Karadayı olarak bilinen insan, yaşadığı yere tat-tuz katmakla kalmamış, kendisi gibi şehri seven, aidiyet duyusu taşıyan çocuklar-evlatlar, torunlar armağan etmiştir.

    Yürürken yaşadığım şehrin cadde ve sokaklarında sıklıkla aklıma gelen Karadayı’yı, İbrahim Bey’i; İbrahim Ertemel’i, Habertrak ve aynı zamanda kent arşivine taşımayı gönüllü, sevinçli bir borç ödeme, anma, hatırlama ve paylaşmak adına heyecan duydum.

  Ne derdi Karadayı; geçtiği sokak ve caddelerde ve onun sesini duyup ona cevap verecek şakacı insanlara:

BEŞİKTAAAAŞ…

   Karadayı ile ilgili en güzel anıyı sona sakladım. Bu anıyı bana anlatan kişi kırk yıllık arkadaşı Metin Korkmaz’dır.

  Karadayı,Peştemalcı Caddesi’nden Tintinpınar Caddesi girişi,yaşlı çınar ağacı altına geldiğinde dostu Gazozcu Kemal’e yirmi metre öteden,o gör sesiyle:

—Kemaaal nasıl gidiyor araba? Eski dostu Gazozcu Kemal, oturmuş olduğu manav önü sandalyesinde, ağzında hiç düşmeyen sigarasıyla birlikte:

—Tekerlekler havadaaaa, diye ses verirmiş…

  Şehre iz bırakan insanlar böyle bir şey; eninde sonunda edebi yaşam, onlara yazı diliyle kapıları açar ve kucaklar; sarmaş dolaş olurlar…

 Güven SERİN 


 

 

 


10 Mart 2023 Cuma

KADINLAR TOPLUMUN DÜZEYİNİ YÜKSELTİR

 


               KADINLAR TOPLUMUN DÜZEYİNİ YÜKSELTİR

   Toplumun düzeyi nedir? Örneğin yaşadığımız şehrimizin düzeyini konuşalım! Gün batar batmaz insanların evlerine niçin çekildiğini sorgulayalım!

   135 km sahil şeridi olduğu halde, suyollarını, deniz kültürünü, deniz turizmini tam olarak kullanamadığı için üzülmek yerine akıl yürütelim.

   Her şeyden önce tam manasıyla kırk yılda boşalan köylerimizi, eksilen kasabalarımızı, kadınlarımızı başköşeye koyarak bir kez daha gözden geçirelim!

   Göçlerin, çok hızlı boşalan köylerin nedenleri gün gibi ortadadır. Köylerimizi hızla uygar dünya köyleri düzeyine getirmezseniz, gençleri orada tutamazsınız. Sadece gençleri mi? Hayır! Kadınlarımızı da… Köy göçleri, toplum bilimcileri tarafından araştırılmış olsa, geri planda kadınlarımız vardır.

   Nasıl yani? Tarlada, bahçede, bağda çalışıp da 5–6 çocuk büyüten, hayvan besleyen nasırlı elleri öpülmediği gibi, değer bulmayan kadınların muhteşem bedel ödeme biçimidir; köylerin, kasabaların boşalması…

    Yakından tanıdığım kadınlar var. Sadece iş yönünden başarılı değiller! Evleri ekonomik olarak çökme noktasına geldiği, aileleri dağılma aşamasında ilahi güçlerini gün yüzüne çıkartıp da evlerini toparlayıp, gece ayazından sonra doğan güneş gibi doğup, aileleri yücelten, neşelendiren kadınlarımız…

   Perşembe Pazarı çalışkan, eşleriyle birlikte iş yapan kadınlarımızla dolmaya başladı. Pazaryerlerine ciddi rekabet, düzey, neşe, canlılık getirmeye başladılar. Küçük esnaflıkta da öyle; eşleri, çocuklarıyla birlikte iş yapan kadınlarımız, batmaya, yok olmaya yüz tutmuş işlerin hakkından gelip, aile ekonomilerini, sosyal hayatlarını dönüştürüp değiştiriyorlar.

   Bir pilot bölge seçilse veya başarılı kadınlarımızın öyküleri yetirince incelense, yaptıkları mucize belki de milyonlarca erkeğin kalıp haline gelmiş koşullu ve hoyrat bakışlarını da yerle bir edecek…

   Kadını mutlu olmayan, kadını iyi öğretim görmemiş toplumların huzurlu olması mümkün değildir. Olsa olsa, bezgin ve suskundurlar… Eninde sonunda üzerilerine binen yükleri, baskıları en yakınlarındaki çocuklarının KALPLERİNE aktarırlar.

  Bugünün uygar dünyasında, zengin gibi görünen, evlerin birkaç milyona satıldığı, araçların kıyamet gibi arttığı şehrimizde niçin eski mutluluklar yok?

    Kadınlarımızın buruk, yalnız, anlaşılmamış ve çok iyi eğitimlerden geçmemiş olmalarından kaynaklanmasın?

   Değişim ve dönüşüm bayrağının öncüsü kadınlar olmalıdır. Sırf eşitlik, sırf yapay algı yaratmak için değil! Yaşadığımız şehirlerin, toplumumuzun düzeyini yüceltmek için…

  Düzeyin yücelmesi; ne büyük evler, ne de büyük araçlar anlamı taşır! Şehirlerde gelişen ekonomik, sosyal, kültürel mutlulukla iç içedir. Komşuluk ışıklarını bir anda yakar; düzeyi yükselmiş kadınlar.

   Ağlayan çocukların göz pınarları birden susar; onlar önemsenir, onlara bir çeyrek yüzyıl yatırım yapılırsa…

 Güven SERİN 

 

 

 


9 Mart 2023 Perşembe

KRAL YOLU ŞENLİKLERİ

 

ALTINOVA TEKİRDAĞ



Altınova Tekirdağ

                                         KRAL YOLU ŞENLİKLERİ

   Tekirdağ denen güzel diyar, hızla markalarını yitiriyor. Tekrar tekrar; Şarap, EVAR ve SALÂT fabrikalarımızı nasıl yitirdiğimizi anlatmayacağım…

  Tıpkı Oktay Akbal’ın eserindeki gibi “ Önce Ekmekler Bozuldu” demeyeceğim… Şunu demek hakkımız; önce kiraz ağaçlarımız, sonra bağlarımız, bahçelerimiz yok oldu. Hatta yok edildi…

   Düşünün ki denizin kıyıcığında, Avrupa ülkelerine bir adım uzaklıkta, Ege mitolojilerinin dibinde bir şehir: TEKİRDAĞ… Bir bir bütün markalarına, değerlerine sırtını dönüyor da kimseler gözyaşı dökmüyor, dökemiyor…

  Kral Yolu Efsanemiz de yok olmaya yüz tutmuş durumda… Görmeyen, duymayan, hissetmeyen yöneticilerin işleri o kadar çok ki, böyle efsaneyle uğraşacak zamanları yok…

  Oysa turizm, gençler, uygar dünya insanları; bilim, sanat kadar efsanelerle de ilgileniyor, geçmişten bugüne ulaşan imgesel öyküler…

    Tekirdağ’ın eski kiraz diyarlarına, Hera’nın Şehri’ne Kral Yolu Efsanesi ne güzel de yakışıyor. Kiraz bahçelerine, bağ ve bahçelerine sahip çıkamayan Tekirdağ insanı, pek kıymetli ve çok hızlı koşan yöneticileri Kral Yolu efsanesine mi sahip çıkacak?

  Bir düş kurmak istedim; Tekirdağ Kral Yolu Şenlikleri diye! Düşüm bile yarıda kaldı. Kim önemser düşleri? Öldürmüşse efsanelerini, var olan marka değerlerini; bir düşün kıymeti mi olur diye, düşümü ayaza bıraktım; üşüsün, büzülsün ve inadından vazgeçsin diye…

   Kiraz Festivali denen şenliklerimizi panayır seviyesine bile çıkartamadık. Başka ülkelerde olan karnavallar, bizim yaptığımız gülünç eğlencelere uzaktan tebessüm ede dursun; ben, Kral Yolu Şenlikleri düşümü, ayaza bıraktım; büzülsün, üşüsün ve inadından vazgeçsin diye…

   Kral Yolu Şenlikleri, ne de güzel yakışırdı 135 km sahili olan şehrimize. Günlerce sürecek, dolunay zamanı ve denizin dönüşüm anı açığa çıkacak taşlara süzülen insan bakışlarını, insan öykülerini bir düşünsenize; uzanacak Altınova sahilinden ta Kumbağ’a doğru…

   Kayıklarla, ıslak ayakların bedenleri, yukarıdan balonlarla izlenecek Kral Yolu Efsanesi, kim bilir ne çok sevinecek; uyanmak ve haykırmak isteğimize…

   Ama olmadı, düşümü daha ileriye taşıyamadım. Bıraktım ayaza; üşüsün, büzüşsün ve inadından vazgeçsin diye…

   Kral Yolu Efsanesi için niçin bilimsel araştırmalar yapılmaz? Yapılmıyor? Kaç şehrin böyle efsanesi vardır? Kaç şehrin Gelibolu Savaşları ve kahramanlarıyla bağı, bağlantısı ve köprüsü bulunur?

   Kral Yolu Efsanesi, ister gerçeğin, ister düşlerin, öykülerin içinde yaşasın. Bir bağdır; turizm, ekonomi, dönüşüm, yenilenme ve huzur ile iç içe geçmiş bir efsanedir.

   Tekirdağ denizinin içinden karaya, krallıklara, Zeus, Hera, Dionysos ve Athena’ya uzanan suların altından çıkarılmasını bekleyen bir şenliktir; öyküdür…

 Güven SERİN