30 Mart 2018 Cuma

ÇEHOV'IN MARTISI





ÇEHOV’UN MARTISI
------------------------------------

  Şehrimizde yaşayan ve doğaya her hayvan gibi faydalı kuşlardan birisidir martılar. Onların birçok becerisini farklı zamanlarda ki deneyimlerimden biliyorum. Adalara giderken karşılaştığım fırsatçı martılardan, Tekirdağ sahilinde çığlık çığlığa atılan her yiyeceği, günün fırsatı sayan bu hayvanlara; onların uçuş becerilerine, çok hızlı alçalıp, sağa sola dönüşlerine saygı; gıpta ile bakıyorum.

 Çohov’un martısı yalnızlığı veya körlüğü seçmişse; bizim şehrimizin martıları tam da bunun tersi; ciddi bir sosyallik becerileri geliştirmişlerdir. Bilmediklerimizi konuşamayız, yazamayız; anlatamayız. Belki de bizlerin gördüğü o büyük martı kolonilerinde de arkadaşlarına küsüp yalnız uçan, yaşayan martılar da vardır; yaşlılık, kırgınlık veya kendine özgü karakteri yüzünden…

 Çehov’un martısı; sevgiyi, karşılık bulamayan aşkı temsil eder. Çırpınır durur. Kendini ifade etmek, anlatmak istese de; sevgi ve sevgililerin dengede olmayışı, sevilenin reddetmesi, sevenin ise garip bir martı yalnızlığı içinde kadersel bir çöküş, kaybediş, yaşamdan lezzet alamayışa kadar uzanmasıdır.

 Kendini Martıya benzeten Çehov karakteri; Nina; ona âşık olan Treplev’i görmez bile. Oysa Treplev’in kalbi Nina için atar. Ya Nina’nın kalbi? Trigorini; yani bir yazarı sever. Hayal kırıklıklarıyla dolu yaşamlar…

  Önce martı ölür. Yani, Treplev bir gün bir martıyı öldürür. Bunun bir alçaklık olduğunu bilse de, kendi yazılarını Martı ismiyle imzalayan, aşkına karşılık bulamadığı Nina’nın önüne atar. Martıyla birlikte kendi ölümünü, ölüm fermanını o zaman sunar…

 Nina’nın genç aşığıyla ilgilenecek zamanı yoktur. Çünkü o başka bir sevginin; sevdanın peşinde… Çıkmaz sokak; bataklık çamuru gibi; debelendikçe debelenir sıkışmış insan; insancıklar…

 Oysa ne çok seçenek var yaşamın önünde; içinde; kıyıcıklarında. Küçük sandığınız tepelere gitmeyi deneyin! Karşınıza çıkacak zahmetli yolun, içinden geçeceğiniz vadilerin, uçurumların derinliği, gizemi, saklı kalmış suyolları, çınar ağaçları, birbiriyle şölensi bir birliktelik yaşayan dağ sümbülleri, ardıçlar, papatyalar, meşeler, katırtırnakları görecek; yeni yolların ve yollara bırakılan ayak izlerin öykülerini bilme, anlama hakkına sahip olmanız işten bile değil…

 İkinci perdede bir martı öldürülür. Dördüncü perdede ise, martıyı öldüren Treplev kendini vurur. Bir ses patlar; yaşamı alacak çelik bir mermi ilerler; yaşamın odacıkları, bütün duyguları yöneten, aklın, mantığın içinden.

  İlginçtir olayı ilk gören Hekim Dorn, orada bulunan anneyi dışarı çıkarmalarını söyler. Bunu söylemeden önce bir türkü mırıldanır;

  “ İşte yeniden karşında senin, büyülenmiş gibi duruyorum ben.” Bu şarkı o an mı bestelendi? Öleni mi, kalanı mı; dünya yaşamın yanılgılarını mı anlatıyor bilinmez; bilinen şey; perde kapanmıştır. Hiç kimse aşkına karşılık da bulamamıştır.

 Çohov, ince zekâsıyla, girdaba düşmüş insanları; düşecek olanları da uyarma biçimini bir güzel yazıyor, okuyor ve anlatıyor. Ne kadar çok yaşam, yaşantı ve tecrübe olsa dahi; ilkel, yabanıl kalmak isteyen insanların kaçınılmaz sonları, çelişkileri ve acılarıyla bandırma, karın doyurma becerisini bir kez daha öğretiyor; bu sofraya davet ediyor bizi; bizleri…

Güven Serin 

26 Mart 2018 Pazartesi

KAHVE FALI AÇAN KADINLAR






KAHVE FALI AÇAN KADINLAR
-------------------------------------------

  Hepsi modern giyimli; tamamı altı kişi; altı kadın… İki kadın çay içerken, değerleri kahve içtiler. Bilindik o felsefe; “ Fala inanma, falsız kalma!” kültürleşme mi diyelim, kalıplara sığınma mı? Ne derseniz deyin; modern giyimli, bakımlı kadınların kahve fincanları ters dönmüştü bile.

  Fala kim bakacak? Kim baktı? Göremedim. Çünkü Anton Çehov’un Martı Oyunu ile meşguldüm… Martı; yani Nina niçin öldürülmüştü? Nina da kahve içen kadınlar gibi bakımlı, iyi eğitimliydi…

  Öldürülmesi fiziki değil; duygusal olarak, sevgisine karşılık bulamamış Treplev’in önce bir Martı vurması ve sonra Nina’yı gönülden çıkartması veya çıkartamaması adına kendi ölümünü gerçekleştirmesi…

  Altı iyi giyimli; halk dilinde; modern kadın; saçları, başları kuaförden yeni geldiklerini de gösteriyor. Bir parça buluşma anı bile değerli olmalıydı onlar için. Bunca güzellik, yarım saate denk geldi.

  Günümüzün modasıydı; az, çabuk ilişkiler… İletişimde hız, uzayda hız ve genişleme; insanın binlerce yıllık evrimine haykırı gibi görünse de; meşgul olmak, hızlı koşmak; bugünün popüler kültürü haline geldi.

 Hızlı sözcükler; yani yarım yamalak. Hızlı yemek biçimleri; atıştırmalık ve fabrikasyon… Hızlı komşuluklar; komşunun hastalandığından, öldüğünden bile haberi olmamak…

  Velhasıl hızlı âşık olmalar; yuvarlanma, ah çekme, intikam seyrüseferlerin… Bizim altı bakımlı kadınımız; altı dakika dinlemediler birbirlerini. Konuşmalar, birbirini duymayacak, dinlemeyecek kadar hızlı ve telaşlıydı. Fallar bakılmış olmalı! Sözcükler de sahile; kuma yazılan cinsten; ilk dalgaya kadar…

  Aynı anda dünyada bir yavaşlama söz konusu… Simgesi de Salyangoz… Yani sakin ol, yavaş ol; dinle, izle, irdele öyle konuş-yaşa… Bu yüzden sakin şehirler yayılmaya başladı. Doğal ürünler, doğal çevreler destek görmeye; bununla birlikte sakin yazarlık, yazılar da aranmaya başladılar.

 Bağış Erten’in yazısı; yüreklere su serper cinsten; Aman yavaş, aheste! Mikrodalga ısıtmalarla, odun ateşini de anlatıyor; bir başka oldum; ait olduğum, savunduğum felsefeyle yüzleşmek, denk düşmek; güzel ve anlamlı bir şey…

Güven Serin 

 





23 Mart 2018 Cuma

Yo-Yo Ma - Adnan Saygun's 'Partita'





Adnan Saygun'un eseri...Kofi Annan Birleşmiş Milletler görevini bitirmiş ve arkasından veda olarak çalınan beste; Adnan Saygun'un PARTİTASI... Kofi Annan'ın yerine gelen o günün Genel Sekreter Ban Ki-moon eser hakkında Yo-Yo Ma'dan bilgi alır. Ve eser için sözleri;ölümümden sonra ardımdan bu eser çalınsın; Adnan Saygun'un Partitası...


MUHAYYEL ARKADAŞ





MUHAYYEL ARKADAŞ
-------------------------------------

  İstanbul ve Burgazada sevgisinin çok ötesindedir Sait Faik’in insan sevgisi… Belki de birbirini bütünleyen duygulardır; ait olduğun yerin ıssız köşelerinde, muhayyel bir arkadaşla konuşmak…

  Yerlere anlam yükleyen, onları yer olmaktan öte insana eş, dost, arkadaş yapan en hakiki şeylerdir muhayyel hissedişler. Truva’yı ortaya çıkartan güç, Ganoslarda gezinen esintiler; Traklar’dan geriye kalan birkaç şey, Selçuk, Osmanlı’nın, Bizans, Roma’nın sıra dışılığı da bu muhayyel algılara tutunan, gördüklerini, duyduklarını yorumlayan insanlara şükran borçlu olduğumuz kültürlerdir.

  Evliya Çelebi’yi diyardan diyara, şehirden şehre, ülkeden ülkeye koşturan itici güçlerden birisi de bu muhayyel arkadaştan başka bir şey değil. Hatta 18.yüzyılda şehrimizde yaşamış Macar Prens Rakoczi’nin kâtibi Mikes Kelemen ve değerli eseri Ablasına Mektuplarda bu muhayyel arkadaş yardımıyla yazılmıştır.

 Burgazada; hatta bütün adalar ve onların muhayyel köşeleri, tepeleri vardır. Gökçeada’da, Marmara’da, Bozcaada, Büyükada, Heybeli; hepsinin ayrı ayrı korulukları, muhayyel yerleri ve kendime yürümelerim vardır.

  Issızlığı anlamlı kılan, gecenin örtüsünü doğru rotaya işaret eden deniz fenerleri gibidir muhayyel arkadaş. Sezgilerimize, ilham denen mucizeye hükmeder; kıyamet gibi birikmiş insan kavgalarını gülümseyerek reddeder; bilir menzilsiz oluşlarını ve birbirinin tekrarı olduklarını…

 Muhayyel Arkadaşı icat eden, kendine sırdaş kabul eden kişidir Sait Faik. Herhangi bir yerde; Burgazada’nın ıssız tepesinde veya halkın, sıradan insanların olduğu bir meyhanede. Yine öyle bir içkili yerde, içkinin de tesiriyle dört kişinin kavgalarını izlerken tutunur muhayyel arkadaşa.

 Muhayyel arkadaşı sevdiğini bilir ve izah eder. O kadar sever ki, bazen konuşurken dudaklarına dalar öpmek ister; kana kana… Onun muhayyel arkadaşı, cinsiyetten öte bir şeydir. Ne kadın, ne erkek… Belki de hepsi…

 Tam da bu yüzden muhayyel arkadaşı olmayanların yalnızlığı girdaba dönüşmüş, kâbuslara gebedir. Birini aramadan sokağa, parka çıkmaya çekinirler. İlla ki bir yoldaş olacak. Geveze, somurtkan, bozguncu, yaratıcı olmayan birisi bile kurtarıcı niyetine bin bir rica ile yol, muhabbet arkadaşlığı için çağrılır.

 Edebi dünyanın yalnızlığı öyle midir? Muhayyel arkadaşların varlığı bir yana; hemen her yerde, bir garson, bekçi, işçi, çiftçi, emekli, şair, müzisyen, boşta gezen yok mudur? Hepsinin kendine göre gün görmemiş libaslar gibi düşünceleri; sağılmayı bekler.

 Edebi çağrı ve sahiplenme; çaresiz ölümü hatırlatmak yerine bütün muhayyel arkadaşları selamlarken, çırpınış içinde olan insanlığın içinde yeryüzü kalesi, insanlık dengesi için saklı, gizli olan canlıları ortaya çıkartma becerisi gösterir.

 Yürümenin, koşmaktan değerli; düşünmenin mal, mülkten öte; paylaşmanın, vermenin açlıktan öte bir tokluk olduğunu öğretir insana; kalıcı olmayan, her daim kafası karışık olan eşref-i mahlûkat olan canlıya…

Güven Serin 

22 Mart 2018 Perşembe

BİLGİ SÖRFÜ






BİLGİ SÖRFÜ
---------------------

  Sörf deyince akla birkaç şey gelir; Rüzgâr, büyük dalgaları olan deniz veya okyanus! Bir de, ince uzun bir tahta… Üzerine tünemiş insanı da yok sayamayız…

  Önümde bir kitap; yıllardır… Kim bilir kaç kez patinaj yaptım;20–30 sayfadan öteye gitme cesareti göstermedim. Hâlbuki sayfalar; 841… James Joyce’nin sörf yaprakçıkları…

  Bir yazarın bilgi cambazı olması, onu sınırsızlık ile dans etmeye zorlar. Sörfün boyutlarını, dalgaların yüksekliğini hayal etmekten çok öte zorlar insanı. Doymak bilmez, dalgalarla boğuşmaktan, onları yenmekten büyük keyif alır.

5–109. sayfa; nice sörf yapış gibi, Joyce yine coşmuş; dile geliyor; zamanlar, dalgalanmalar, kütüphaneler arası;

“ Bir bilge sokak kedisi, göz kırpan bir sfenks, sıcacık eşiğinden bakmakta! Onları rahatsız etmek, yazık! Muhammet, kediyi uyandırmasın diye binişinin bir parçasını kesmiş”

   23 söz; Kadim zamana, yüzlerce, binlerce yıl öteye uzanıyor. Şaşkına çeviriyor insanı. Mısır ve diğer medeniyetlere, firavunların tanrılarına, anlaşılmazlıklara ve gizemlere; suyun, toprağın altında kalacak büyük medeniyetler…

 Koparılan, parçalanan küçük bir deri parçası; Sünnet; erkek ve kadınlardan çalınan bir parçanın; ne büyük bir soru işaretine dönüştüğünü; sayfalarca, günlerce anlatılıp, milyarlarca uzlaşmazlık ve uzlaşı acıları yaşatacağı 23 sözcük; bu James Joyce’in sörf tahtası; benzemez Vergilius’un yatağından yatıp, hiçliğin bağrını deşmesine…

Güven Serin 


21 Mart 2018 Çarşamba

Tayfun Talipoğlu - Merhaba



Ekinoks zamanı;değişim;yani eşitlik;MERHABA...


ÇALIMINDAN GEÇİLMİYOR




ÇALIMINDAN GEÇİLMİYOR
-----------------------------------------

  Bazı insanlar severler çalımı. Alımlı olmak için yapmadıklarını bırakmazlar. Buraya, yazıma konu olan kadın da böyle karakterlerden sadece birisi

  Onu dışarıdan da olsa çeyrek yüzyıldan beri tanıyorum. Kısa boyunu uzun çizmeleri, topuklu ayakkabılarıyla dengeleyen, göbeğini, elbise ve uzun, geniş kabanlarla gizleyen, yüz makyajını usta bir sanatçı gibi, yaşının çok altında gösteren, görünen; alımlı, çalımlı bir kadın…

  Bazen caddede, bazen sokakta, kaldırımda karşılaşıyoruz. Belki de bini hiç fark etmedi bugüne kadar. Nasıl etsin ki? Hani ünlü insanların film çekimleri olur ya; o da bir film sahnesinde ki gibi; sadece rolünün peşinde didinip duruyor.

 Çalımından geçilmeyen kadının sosyal medyaya yansıyan halini görmek istedim. Esinti bu ya!

  Sosyal medya dediğimiz dünya; oraya yansıyan fotoğraflar, videolar, sözcükler, yorumlar neredeyse bir insanın bir ömür boyunca oluşturduğu, görgünün, kültürün yansıması olduğu kadar; eskilerin dediği gibi “insan mayası” nasıl olur; onu anlatır.

 Onun bulunduğu sosyal dünyaya girince şok oldum. Sanki rütbeleri alınmış bir asker; sudan çıkmış bir balık; bütün heyecanı sönmüş bir ihtiyar…

  İnsan bu kadar savunmasız, bu kadar umutsuz ve solgun görünebilir mi? Anlam veremedim bu işe! Bıkmışlığın, derbederliğin; bunca makyaj, bunca giyim eşyası, ayakkabı; ferman sahibi vezir gibi çalım-alım; hiçbir şeye yaramamış da, her şeyi bir kenara bırakmış; bir de bu halimi görün! Bilin! Der gibi…

 Şaşkınım… Şaşırmışım… Aradığım cevap bu olmasa bile; şunu düşündüm. Hayal kırıklığı… Koskoca olan cinsinden…

  Ve o muhteşem sözcük; ataların diyarından; “ Ya olduğun gibi, ya da göründüğün gibi! “ İnsanlar, farklı görüntü, kendi özünden şikâyetçi ve kaçar vaziyette ne tükenişlere ne büyük ömür tükettiler.

 Bize ait bir sakat sözcük var ya; “ Zaman öldürmek!” Bakımlı olmayı, her daim makyaj peşinde, alışveriş telaşı içinde olmakla karıştırıyoruz. Bakımlı olmak için lüks tüketimlere, korkunç girdapların telaşına hiç mi hiç gerek yok…

 İşte sunuyorum ilacı bu köşede; makul olanın peşinde; bütçemizin, ihtiyaçlarımızın, kullanabileceğimizin sınarlarını belirlemek bir sır değil. Bir parça bütçe, bir tutam edebiyat, azcık felsefe, bir yudum seyahat ve bir koca bardak sevgi…

 Bütün hastalıkların anası olan üç şey; Stres, yanlış beslenme ve hareketsizlik… Çare budur; değişimin, heyecanın, coşkunun, bakımın, yenilenmenin ve kendimiz olmanın ilacı; ilaçları…

 Güven Serin 



19 Mart 2018 Pazartesi

GÜVERCİN YAVRULARI





 
GÜVERCİN YAVRULARI
--------------------------------------

  Apartmanımızın boşluğuna dadanmış, orayı kim bilir kaç nesil yuva saymış güvercinlerin hiç bitmeyen türkülerini, dışkılarının yağmurlu zamanlarda ki ağır kokularını yaşamımızın bir parçası yapmaz zorunda kaldık…

  Ne yaptık, ne ettik onları apartman boşluğundan bir türlü kovamadık. Eskiden, belki de evcil olan bu hayvanlar, şimdi yabanıl bir direniş, başarı gösteriyorlar. Sonunda savaşı onlar kazandı. Apartman boşluğu, analarının, babalarının, dedelerinin tapulu malıymış gibi orayı iyice sahiplendiler.

  İlk güvercini tam olarak ne zaman besledim? Sanırım; kendimi bildiğim, kuşların çocuklara yakın olduğunu hissettiğim ilk zamanlarda; 7–8 yaşlarında olmalı… İlk yumurtasını gördüğümde yuvasından alıp, bütün komşulara göstermiş; güvercin de bu yüzden o yumurtayı bir daha kabul etmemişti.

 Sonra; sürüyle güvercin; güvercinler gökyüzü şölenine katılıp, nice zamanlara birlikte tanıklık etmemize zemin hazırladılar. Onların ötüşlerinde ki gücü, değeri, küçük ince çırpıları yuva kurmak için taşıyışlarını; her şeylerini gözlemledim.

 Yavruların ilk hali; hiçbir şeye benzemeyen o sevimiz, çirkin ve tiz sesli yaratıkların; her daim yiyeceğe açık olan ağızları; sonra büyüdükçe sevimli, sevecen kanat çırpışları; yine anne ile babaya bir davetten, beslenme çılgınlığından başka bir şey değildi.

 Alaturka tuvaletime girince yine duydum o tiz sesli güvencin yavruların yiyecek dilenişlerini. Bitmeyen bir istek… Anne ile baba olmaya hiçbir hayvanın etmediği yorucu süreç; inanılmaz bir çaba…

 Güvercinler kadar üreyen bir başka hayvan; fareler, domuzlar olmalı! Neredeyse her ay; şartları uygunsa; bitmeyen bir döngüye içgüdüsel teslimiyet… Nesillerini çoğaltmak, varlıklarını, varoluşlarını daha da öteye taşımak; büyük çaba; değerli bir saygınlık…

 Hacetimi giderene kadar dinlediğim o sesler; yaşlı dut ağacımızın yanı başında, henüz ahlât ağacımız çürümemiş, kesilmemişti…

   Hasan Dedem, Gülsüm Ninem ve kerpiç evimiz duruyorken; Ben gül bahçesinde kolibalar-barınaklar inşa ediyor; bir tünelden geçiyorduk; ucu bucağı olmayan tünelin kuzeye bakan havalandırmasında ki güvercin yavruları; yaşamın çağrıları için tiz sesleriyle uyandırıyorlardı insanları; insanlığı…

Güven Serin  

16 Mart 2018 Cuma

AKDENİZ



Kamera; Güven     Yapı Kredi Kültür Sanat



AKDENİZ HEYKELİ
-----------------------------

  Dünyamızda bulunan şekillere, tabiatın her türlü serüvenine anlam yükleyen biricik varlık insandır. Ve o insan, sadece doğanın dilini, çizimlerini anlamakla kalmayıp, kendi yaptığı eserlere de anlam yüklemeyi öğrenmiştir.

 Resimden, heykele, şiirden, öyküye, bestelere kadar; bütün koşu ve buluşmak istediği kişi veya kişiler; insan-insanlardır. İlahi aşkın yolculuğu bile diğer insan yollarından geçer…

  Bir heykel düşünün; ağırlığı yaklaşık 4,5 ton gelen ve 122 metal parçadan oluşmuş; kan, can ve ruh taşımamakla birlikte İstanbul’un simgesi olmanın yanında Akdeniz’e adanmış bir eser…

  İlhan Koman tarafından yapılmış Akdeniz Heykeli, nice saldırıyı; badireyi atlatıp bugüne kadar ulaştı. 2017 yılının Eylül ayında İstiklal Caddesinde bulunan Yapı Kredi Bankası Kültür Sanat Binasına kondu. Yüzü; Galatasaray Lisesinin meydanına dönük! Orada bir başka soyut çalışmaya bakıyor.

  Bu iki eserin birlikte bakışması aynı zamanda iki heykeltıraşın arkadaşlıklarını, özlemlerini de dile getiriyor olmalı!

  Eğimi ve genişliği çok iyi ayarlanmış merdivenlerin birinci bölümünü aşınca karşılaştım Akdeniz Heykeliyle. Akdeniz gibi açmıştı kollarını; kıt'adan kıtaya ulaşan devasa ve sıra dışı bir öyküyü anlatıyor gibiydi.

  Aynı eğim ve genişlikte basamakların hemen yukarısında; sergi salonlarının başında bir başka sanatçının devasa fotoğraf baskısı bulunuyor. O da yukarıdan, balkondan bakıyor ismini bile bilmediğim bir Anadolu şehrine.

  Akdeniz Heykeli kalıcı yerine ısınmışa, alışmışa hatta sevmişe benziyor. Şimdilik! Geçici serginin konuğu, balkondan şehre, insana bakan,”Aldırma Gönül” şarkısına, şiir olan kişi, Sabahattin Ali duruyordu.

  Bu tür etkinlikler, düzenlemeler uygarlık yolunda ok önemli kesişme ve sahiplenmeler den başka bir şey değildirler. Yaşamın insana özgü olan anlamını, bizim bütün hayvanlardan farkımızın tam da burada; anlamlarda, kavuşmalarda, eksik kalanların buruk ve kırgınlıklarından beslenen eserlerde anlatılanı insan koşuşturmalarımızla buluştururlar.

  Akdeniz Heykeli, Akdeniz kadar geniş, çeşitli canlılara, olaylara tanıklı eden caddeye; İstiklal ve Galatasaray Lisesinin önüne bakıyor.

   Her ırk, inanç veya dönüşüm yaşayanların bir ırmak gibi aktığı alan; sosyolojik, psikolojik, ekonomik, mimari ve edebi açılardan kaleme alınmış ve daha da derin incelenmesi, anlaşılması ve anlatılması gereken bölgede; büyük kollarını açmış bir heykel; her türlü düşü, algıyı anlatabilir; anlamları besleme işinden korkmayan, ürkmeyen herkese…

Güven Serin 

HAKİKİ SANAT




HAKİKİ SANAT
---------------------------


  Mustafa Şekip Tunç öyle bir not düşer ki tarihe; insan tüccarları ürker geri kaçar. Bizim gibiler, gölgelere, güneşlere, rüzgârlara ve sessizliğe teslim olmuşlar ise; sabahın, çiğinin uyandırdığı kaktüs dikenleri gibi; kurul oluşumuzun şafağında sımsıkı sarılırız, bu yaşam ve yaşatma soluklarına.

  Yahya Kemal Beyatlı’nın ifadesiyle, mütareke kuşağının ‘feylesofu’ kabul gören askeri, şairi; bir anıt, eser bırakır sözcüklerden oluşan şekliyle;

“ Öyle görünüyor ki, hakiki sanat, hayattan ziyade çocukluk ve rüyaya yakındır(…)Şimdiye kadar en karanlık kalan mahrem dehlizde ne kadar ilerleyebilirsek, sanatkârı da o kadar yakından anlayabileceğiz. Çünkü’ilham’ denilen sırrın menbaı, hadise âleminde kalmak şartıyla, ancak burada bulunabilir.

  Normal hayattan iğrenen sanatkârın kendi ruhuna kapanmaktan başka kaçacağı yer olmadığından bütün teselli, ümid ve gururunu kendi ruhundan alması gayet tabidir. Bunun için o,çarnaçar kendisine hayran olmuştur. Kendisi kendisine meclup etmekten daha samimi bir zevki olmayan sanatkârın başkalarını da kendine, boyun eğmek veya her şeye kendini aksettirmek, en tatlı bir ihtiyacıdır.”

  İsmet Özel’in amentüsü gibi; insanın yorucu kovalamacısının, aşk ve çocuğun birbirine karışmadan, ağustos sıcağı ve başakların birbirine katışmadığını anlatmaya çalışırken, insanın kendi tehlikesi peşinde gittiğini anlatır; İsmet Özel; eserinde. Akacak olan putların, akacak oldukları damarlarımızdan bitip tükenecekleri zamana kadar; sürecek olan büyük, uçsuz kovalamaca…

Güven Serin

14 Mart 2018 Çarşamba

MİLLET,EDEBİYATI OLAN TOPLULUKTUR




MİLLET, EDEBİYATI OLAN TOPLULUKTUR
--------------------------------------------------------------

 Balzac yüzyıllar ötesinden seslenir; millet olmanın aynı zamanda edebiyatının da olduğunu. Geçmişte ki destanları, halk türkülerini, manilerini, şiirlerini, atışmalarını düşününce, o insan duruluklarını, komşuluk ve arkadaşlık ilişkilerinde ki doğallığı da daha iyi anlıyorum.

  Ya ülkemizde ki durum? Şehrimizde ki vaziyet? Denize bakan kütüphanesini dolduramayan, şehir tiyatrolarına kavuşmamış, büyük konferans mekânlarını istememiş, opera ve bale salonlarını kendine lüks sayan bir halk olarak yaşıyoruz; güya…

 Neredeyse zamanımın; 365 günün 350 gününü Tekirdağ’da geçiriyorum. Coğrafyada ki konumu, geçmişten taşıdığı hikâyeleri, dağları, ovaları ve insan sakinliğini övünerek savunurken, hızla, çok hızla edebiyattan uzaklaşmasını da üzüntüyle izliyorum.


  Bilinen anlamıyla edebiyatın kaynağının dil olduğunu düşünürsek, zengin bir edebiyatın da zengin bir dille olabileceğine ulaşırız. Dilimiz zengin mi? Oturup bir hesap yapalım! Günde kaç kelimeyle konuşuyoruz? Halimize yanarız! Kırk, elli kelimeyi geçmeyen konuşmalar; konuşma olmaktan çıkıp, ya argoya, ya dedikoduya dönüşüyor.

 Sonuç? Kısır yaşamlar, sıktın yüzler ve çare üretmeyen kaçışlar… İşte bir türkü; bir romanın anlatacağı zenginliği, birkaç mısrada anlatıveriyor;

Kışlanın ardında redif sesi var
Bakın çantasında acep nesi var
Bir çift kundura bir de fesi var.

Eli yemendir, gülü çemendir
Giden gelmiyor, acep nedendir?

 Yüzlerimiz gülmüyor, mizah yaratamıyoruz. Her daim eskilerden konu açılınca, eskileri yüceltirken, bugüne, yenilik olarak bir özgünlük, samimiyet katamıyorsak; kendimize; acep nedendir? Diye sormuyorsak; bu sorunu kim çözecek?

Güven Serin 


12 Mart 2018 Pazartesi

FATİMA'NIN ERKEKLERİ




FATİMA’NIN ERKEKLERİ
----------------------------------

 İstanbul'a her gidişimde etkinlikler arasında yer olan tiyatro izleme alışkanlığım bu yılda devam ediyor. Şehir tiyatroları, devlet, özel derken; Devlet tiyatroları küçük sahne tiyatrosuna gitmeye karar verdim.

  Karar verirken de kararsız kaldım. Ali Kemal Güven’in yazdığı oyunu, yazarı nedenini bilmediğim bir sezgisel şüphe ile karşıladım. Hayal kırıklığına uğrayacağım içime doğmuş sanki…

  Bu tür oyunlar nasıl seçiliyor? Hangi sanatçılar tarafından sahnelenmesine karar veriliyor? İşin içine politika, dayı, amca karışıyor mu? Sanıyorum ki, bu oyun yazarı böyle bir seçenekler iteneğiyle seçilmiş, sahnelenmiş.

  Tiyatroya gidenler iyi bilir. Seyirci refleksi vardır. İyi sanatı, sanatçıyı, oyunu, yorumu veya gösteriyi; anlık zekâ sunumlarını alkışlamadan edemezler. Yücedir o an; sanatla sanatçının iç içe geçmiş anı seyirciye yansır.

  Fatima’ın Erkeklerini oynayan oyuncuların; Özlem Güveli ve Can Şıkyıldız böyle bir alkışa tanıklık edemediler. Zorakiydi seyircinin alkışı ve orada kalışı. Hayal kırıklığı büyüktü. Üstelik bunun, böyle bir oyunun Devlet Tiyatroları Sahnesine gelmesi bile düşündürücüydü…

 Fatima’ın erkekleri nasıl onda hayal kırıklığı yarattıysa, bende ve etrafımda ki seyircilerde de aynı büyük kırıklık ve uyku halleri…

 1 saat 20 dakika bittikten sonra koşarcasına gittiğim mekân; Kum Saati Blues Club oldu. Mehmet Ökten, Fatih Yanık; yürekleriyle, ruhlarıyla coşturuyordu bildik o küçücük sahnede taşan seyirci ve dinleyiciyle iç içe; göz göze, soluk soluğa…

Güven Serin 


DÜNYANIN ÖYKÜLERİ




  DÜNYANIN ÖYKÜSÜ
---------------------------------

   Elimde bir dergi; içinde onlarca öykü… Basım yılı 2012;geçen yıl İlyas Beyle misafir olduğumuz kurumda vermişlerdi. O gün, bugün derken geçmiş zaman. Kenarda bekleyen dergiler iç sıkılmadan, öylesine elime alacağım güne kadar beklediler.

  Yanıma alıp olmamakta tereddüt ettim. Sanki binlerce öykü okumuşum, öykünün mayasını, erdemini, doygunluğunu yaşamışım gibi; yorgun, anlamsız tembel bir tereddüt…

  Hâlbuki birkaç öykücü say deseler kaç öykücü sayabilirdim? Sait Faik, Orhan Kemal, Haldun Taner; o kadar… Tam manasıyla onları bile analiz etmeden okuyup geçtim. Yaşadığımız yer, çevre; bizleri düşünmeye, kritik yapmaya, daha da ileri getirmeye meraklı değil. Hiç değil! Katiyen; umurunda bile değil çevremizin; öyküler, şiirler, şairler, yazarlar üzerine yapılacak kritikler…

  Varsa yoksa tüketim… Yeni araç edinme, pahalı ve büyük evlere sığınma. 200 metrekare evde oturanlar bile kullandıkları gerçek alanın 50 metre kareyi geçmediğini bilirler ama bu da başka bir açlık…

  Sonunda, eğile büküle Dünyanın Öyküsü isimli dergiyi akşam için cafe de marin de okumak için yanıma aldım. Cafenin rahat koltukları, denize birkaç adım uzaklığı, gecenin saf sükûtu, mekânın tempolu müzikleriyle yoğunlaşmaya çalıştım derginin öykücülerine, kritiklerine.

  Vitesi atmış bir araç gibi; oradan oraya savruldum sessizce. İçimde ki ses, tembellik, üşengeçlik, tatminsizlik bir şeylerin yanlış olduğunu biliyordu. Bu sayfalar bitmeden, sona gelmeden bir şeyler bulmam gerektiğini seziyordum sezmesine; göz ucuyla çevirdiğim yapraklar 64.sayfaya kadar geldi.

 En sonunda beni durduran şair Şükrü Erbaş oldu. Öyle bir şiir, analiz ki; zamanları savuruyor nazikçe. Ardından da Adnan Binyazar’ın şairler üzerine deneyimleri, gözlem ve kritikleri…

  Şükrü Erbaş, tecrübe, ruhuyla ve her sanatçıda olması gereken sezgilerle dokunmuş mısraların teline, sözcüklerine;

Orada hayalet bir değirmen
Nazlı buğday başakları, dua, bekleyiş
Rüzgârları soyunmuş parmak sular
Terli bir gökyüzü, can sıkıntısı, ağır zaman
İçine bağıran bir adam
Nereye büyüyeceğini bilmeyen çocuklar
Etekleri yaz bahçesi bir kadın

 Güven Serin 


9 Mart 2018 Cuma

AZİZ KRALIMIZ



AZİZ KRALIMIZ
--------------------------

  Ne azizler, ne de krallarımız biteceğe benziyor. Bir taraftan yere çakalı bir sürü güç yaratırken, diğer taraftan Mars Kolonisi hazırlıkları…

   Bir hikâye; yüzyıllar ötesinden; bugüne olduğu gibi taptaze, gelmek istiyor. O zaman, söz hikâyenin kendisinde;

  Roma İmparatorluğu zamanında öfke ve zulmüyle bilinen Kral Tiberius; otorite artışı, gözdağı verme adına seçilmişlere konuşma yapmak için kürsüye gelir. Konuşmasını yaparken uydurma bir kelime kullanır. Amacı orada bulunan senatörleri daha da korkutmaktır. Marcellus isimli bir senatör, bu korkuya yenik düşmez ve bağırır;

  “ Haşmetmaab! Lütfen milletimizin diline hürmet edin ve uydurma kelime kullanmayın!”

  Bir başka senatör üyesi, kralın dalkavuğu olarak bilinen Capito ayağa fırlar;

  “ Ey Marcellus! İtiraz ettiğin o uydurma kelime, memleketin dilinde olmayabilir. Fakat Roma İmparatorluğunun şanlı sahibi olan aziz kralımızın ağzından çıkmışsa, o kelimeyi büyük kralımız kullanmışsa, bilesin ki artık o kelime bizim dilimizin bir kelimesi olmuştur. Çünkü kralımız her şeyin üstündedir ve her şeye kadirdir.”

  Marcellus karşılığını verir;

  “ Capito yalan söylüyor Sezar! Sen dilediğin insanlara Roma vatandaşlığı sıfatı verir, onlara mevki ve makam sahibi yapabilirsin. Fakat uydurma bir kelimeye Romalı hakkı kazandıramazsın!”

 Bu tür seslenişler tarihte oldukça azdır. O yüzden, azlığın ve soytarılığın nice kurbanı olmuştur, o muhteşem aziz krallar; duymadıkları, sağlıklı uyarılmadıkları için…

Güven Serin 


8 Mart 2018 Perşembe

"Dear Basketball" - Kobe Bryant - Thanks for everything (Oscar Winner)



                                                 
     SEVGİLİ BASKETBOL
 Yaklaşık 40 yıllık yaşam ve neredeyse tamamı basketbol
aşkıyla bütünleşen Kobe Bryant efsanesi…
   1,98 metre boyunda bir çocuk…
Terden, hareketten, çalışmaktan ve sezgilerden ayrıca büyük bir aşktan beslenme
yolculuğu…
   Kobe Bryant
basketbolu bırakalı neredeyse iki yıl oldu. Bir mektup-şiirle anlattığı
duygular sonunda animasyon sanatı, müzik ve sözcüklerle birleşince ortaya en
kısa animasyon Oscar Ödülü çıktı.
  Neyi anlatıyor bu şiir?
Aşkın evrelerini, süreçlerini ve âşık olma tonlarını mı? Kobe Bryant’ın
ifadeleriyle dinleyelim ve izleyelim;

Sevgili Basketbol
Babamın çoraplarını kıvırıp top yaptığım
Andan itibaren
Ve hayali şutlarla
Maçı kazandıran basketler attığımda
Tek bir şeyin gerçek olduğunu biliyordum
Sana âşık olmuştum
Öyle derin bir aşk ki, sana her şeyimi verdim
Aklımdan vücuduma
Tabiatımdan ruhuma
Sana delice âşık
6 yaşında bir çocukken
Tünelin bitişini asla göremedim
Sadece kendimi
Tünellerden kaçarken görüyordum
O yüzden koştum
Sahanın bir ucundan bir ucuna
Her topun ardından
Benden mücadele istedin
Ben yüreğimi verdim
Çünkü her zaman daha fazlası geldi geri
Tere ve acıya rağmen oynadım
Mücadele beni çağırdığı için değil
SEN çağırdığın için!
Her şeyi SENİN için yaptım
Çünkü bu
Biri senin bana yaptığın gibi bu kadar
Yaşıyor hissettirdiğinde
Yapacağın şeydir.
Sen 6 yaşında bir çocukken Laker hayalini
Gerçekleştirdin.
Ve bu yüzden seni her zaman seveceğim
Ama seni bu kadar saplantıyla
Sevmeyeceğim daha fazla
Bu sezon benim verebileceğim son şey
Kalbim yaralanmalara dayanabilir
Aklım eziyeti kaldırabilir
Ancak vücudum elveda demenin
Zamanı geldiğini biliyor.
Ve bunda bir sorun yok
Seni bırakmaya hazırım
Böylece ikimiz de birlikte geçireceğimiz
Son zamanların tadını çıkartabiliriz
İyisiyle kötüsüyle
Birbirimize
Verebileceğimiz her şeyi verdik.
Ve ikimiz de biliyoruz ki, sonrasında ne
Yaparsam yapayım
Ben hep o çocuk olacağım
Çoraplardan top yapan
Köşede bir çöp kovası
Maçın bitimine 5 saniye,
Top benim ellerimde
Seni her zaman seveceğim
Kobe Bryant

  Hangimiz geçmişe gitmedi; düşlerken geleceği? 

  Bütün mucizeleri hep geçmişte, destan ve efsanelerde ararız. 
Yaşarken, bir gayda sesinde, Oscar kazanmasaydı onun şiirinden, mektubundan
 haberimiz bile olmayacağı bir destanın farkına varıyorum.
İlla;3 Bin yıl öteye gitmeye ihtiyaç duymadan…

  Şiirin, müziğin,animasyonun ve inanmış, sevmiş insan ruhunun koşullu koşulsuz 
hürriyetine; yani eğriden doğruya salınmasına, koşmasına bayılıyorum…

 Güven Serin 

6 Mart 2018 Salı

Bati Trakya Pomak Pesna





  Pomak Pesnaları;etkilendim...Kim bilir kaç rüzgarlı mevsim,karlı fırtınalı kış geçti üzerilerinden! Sözlü anlatım;yüreklere kazınılan şiirler,türküler;öğretilerin sonu yok! 

Güven Serin  

Göçmen Kızı - Bosna Hersek - Slovenya





   Büyük haykırış...İç içe geçmiş nice geni,duyguyu hareketlendirmeye yetiyor. Her hüznün,acının;sanatsal ve destansı bir karşılığı olduğunu da anlatıyor...

Güven Serin 

GEÇMİŞİN ANILARI


Kamera; Güven-TEKİRDAĞ



GEÇMİŞİN ANILARI
------------------------------

  Geçmişin anıları, geleceğin düşleri; bugünün yenisidir. Yenilikçi olanın; değişimi, hürriyeti savunanların aynı zamanda geçmişin anılarına, geleceğin düşlerine de zorunlu, yazgılı olduğunu düşünüyorum.

  Aynı toprağı çiğneyip, ıslayıp bataklığa çevirmek yerine; toprağın canlı kalabilmesi için böcek dünyasının, rüzgârların, yağmurların ve hareketin-seyahatlerin, büyük önemini, vazgeçilmez olduğu anlaşılıyor.

  Yeryüzü kimsenin tapulu malı değil; hiç de olmadı. Kralları, imparatorları, derebeylerini, velhasıl nice insanı hep kandırdı. İnsan evrenin bir parçası! Bizi meydana getiren elementler, uçsuz bucaksız diyarlardan kopup gelmişler vücut bulmuşlardır…

  Bunca zenginliğin korkunç yoksullukların yan yana olması ve halen sınırlar çiziliyor olması, her daim önyargılı ve şartlı sevgiler peşinde koşmamız; büyük bir hüsranın kara yazgısından, düş kırıklığından ibaret bir tiyatro sahnesinden başka bir şey değil; kat'iyen değil…

Güven Serin 



2 Mart 2018 Cuma

The Band - Hoochie Coochie Man @Kum Saati Blues & Jazz Club [HD]




  Kum Saati Blues Clup;Beyoğlu,küçük mekan;bir süre sonra ikinci adresiniz olma ihtimali... Sahibi Mehmet Ökten;yazgısı blues müziğe kurban olmak...Arada bir;hiç olmazsa birkaç ayda bir;uğranmalı;idealizmin ciddiyetine,birbirine yapışmış koşturmalı gün ve gecelere ilave bir tatlı sarhoşluk...