27 Ocak 2023 Cuma

ESKİLER ALIRIM

 


İNTERNET

                        ESKİLER ALIR, YENİLER VERİRİM: ESKİCİ GELDİ…

   Nedir bu eski-ezber merakımız? Korku ve alışkanlıklarımızdan kurtulamamış olmanın asıl sebebi nedir? Eskiye olan düşkünlüğümüz; tarih bilimi, arkeoloji, filozof öğretileri, edebi düşünceye ulaşma için olsa, değişim, dönüşüm çoktan başlayacak…

   Eskiye merakımızın asıl sebepleri de burada başlıyor. Belli sözcükler ile bir türlü derinliği olmayan sohbetler, ilişkiler, eninde sonunda kızgınlıklar, nefretler, küskünlükler sonlanmıyor mu?

  Sanıyorum yeniye uzanmak, oldukça zahmetli geliyor bize. Dedemizin, dayımızın, amcamızın, annemizin, ablamızın, teyzemiz, halamızın taklitlerini, ezber davranışlarını yapmak en güzeli. En zararsız ve kıymetli olanı gibi geliyor.

 İyi ama askerlik anısı gibi anıları, sözcükleri, davranışları tekrarlarsak, yetişebilir miyiz dönüşüne; evrenin? Uygar dünyanın, yüce edebiyatın, felsefenin, evren gibi genişleyen bilimin kenarcığına dahi yaklaşabilir miyiz?

  Bir arkadaşım dert yanıyordu, ortak bir başka arkadaşa:

—Yahu insanın inanası gelmiyor ama oluyor işte!-Ne oluyor merak ettim söylesene.-Yahu, bir akrabam, oldukça mutlu görünen bir evliliği vardı. Evine çok iyi bakar, evini ekmeksiz susuz bırakmazdı. Ama bir gün karısı; “ Ben böyle bir hayat yaşamak istemiyorum. Artık kendi hayatımı yaşayacağım. Bıktım bu tekrarlardan!” Diyerek boşanmış bizim ev,iş düşkünü akrabadan…

  İşin garibi, medeniyetin her türlü imkânlarından neredeyse herkes koşarak yararlanmak istiyor ama bir türlü koşarak değişim, dönüşüm ve yaşamın şimdiki gerçekleri, heyecanları, kalp atışları nedir, ne değildir bir türlü dokunamıyoruz. Ya sonra? Şaşırıyoruz, geçinemeyen, ayrılan, küsen, farklı ülkelere, şehirlere göçen insanları duyunca. Yaşamı, sadece, yemek, içmek, üremek algılarıyla donatırken, yaşamın sonsuza açılan ara renk ve seçeneklerini dışlamış isek, vah halimize…

  Mahallelerde sıklıkla duyduğumuz bir ses var; “ Eskici geldi, eskici; eskiler alırım” sözüne, seslenişine hiçbir zaman; “Yeniler veriyorum” eklenemeyecek. Bu tür seslenişler de kırk, elli yıl öncesinde, insanlığın organik yaşadığı yıllarda kaldı.

 O zaman ne yapacağız ki?-Ben bilirim hoyratlığından, garip insan siluetinden kurtulacağız?-Nasıl?

  Garip bulduğumuz, bir türlü zaman bulamadığımız kitaplar dünyasına girmek için kalbimizden, beynimizden izin isteyeceğiz. Önce şehrimizin kütüphanesi nerede olduğunu öğrenip, oranın yaşayanı, düşüneni olacağız. Hatta kütüphanede bulunan kitaplara öyle bir dokunacağız ki, eşsiz dünyaların, kayıp medeniyetleri bile bizim geldiğimizi, dokunduğumuzu duyup; “ Merhaba, hoş geldin” diyebilecek…

  Ya sonra? Hiç kimseye dokunmayacağız kendi ruhumuza dokunup, onu oymaya başlamadan önce. Sürekli kendi ruhumuzu yontacağız; ta ki bir gün, kendi eserimizi yapıp, çirkin, değersiz bir şey yok, meğer en kötü ben, en yetersiz ben imişim diyene kadar…

  Tiyatroya, sinemaya, operaya, anlamsız, zavallı gözlerle bakmayıp, o mekânları vakit öldürme yeri olarak da görmemenin erdemine sahip çıkacağız. Seyahatlerin her şey dâhil otellerde yatmak, güneşlenmek, bolca fotoğraf almak olmadığını, yola çıkmak için bir sırt çantasının en değerli araçtan, uçaktan, gemiden daha önemli olduğunu hissedeceğiz…

  Böyle bir şey, eskileri verip, yenileri almak… Sınırları zorlamak, zorlayacak takat ne kadarsa o kadarıyla. Alkışları; ticari, siyasi düşünce, mantık içinde değil, toprağın yağmuru beklediği gibi sabırla bekleyeceğiz.

  Yağmurlar yağmaz, gökler üzerimize sularını vermez mi oldu? Çölde yaşayan bir kaktüs gibi, şafak vakti küçük çiğ damlacıkları ile yaşamı, yaşamayı öğreneceğiz. Sular çok fazla mı aktı; çıldırdı mı gökler, yarıldı mı, üzerimize sonsuz sularını mı boşalttı?

  Yontmaya başladığımız ruhumuzun, bedenimizin vadilerini açacağız; çıldırmış sular, sakinleşip, dağlarımız arasından akıp, başka medeniyetlere su taşısınlar, yorulup uysal bir tanrıçaya dönüşseler diye.

 — Hadi canım, bunları nasıl yapacağız? Böyle saçmalık mı olur? Derseniz: - Öyleyse, eskileri konuşmaya, satmaya devam etmelisiniz.

   Az yorulup, birkaç sözcükle, bilinen nefret söylemleriyle kral ve kraliçe olup, bolca emirler verin. Ruhunuzun bile terk ettiği hiçbir zaman fakında olmadığınız yontma becerisi göstermediğimiz eserimizi, teslim edin; yaşar görünen, ölmeden önce ölmüş haline…

 Güven SERİN 

 

 

 

 



26 Ocak 2023 Perşembe

ÇORAP ÖREN YAŞLI KADINLAR

 

İNTERNET

                                       ÇORAP ÖREN YAŞLI KADINLAR

  Hor görülen köy ve kasabaların yaşlı anaları, teyze ve halaları sadece emeğin değil, marifetin de bin bir çeşidini bilirlerdi. Onları yücelten edebiyat, sinema, tiyatro, koruyacak ve kollayacak Köy Enstitüleri çok çabuk uçup gidince, o değerler de yarım yüz yıl önce başlayan tükeniş, neredeyse sona gelindi.

  Yokluğun, zenginliğin yitirilme kıymeti ve gafleti, böyle bir şey olmalı… Zamanı gelince her şey dönüşmeye yazgılı da olsa, kayıp medeniyetler gibi yüzlerce, hatta binlerce yılda icat edilmiş; nesillerin korunma hizmetinde öncü olmuş sanat ve zanaatlar çok çabuk terk edildi…

  Bu tür çalışmayı, Anadolu, Rumeli, Kafkas, Ortadoğu insanlarının yaktıkları, söyledikleri türküler, ağıtlar gibi görüyorum. Sadece özlemden değil, acıdan da beslenen çalışmaların ürünleri…

  Kadınlar, her halleri, yetenekleriyle sanatçılara ilam kaynağı olmuşlardır. Picasso’nun Avingonlu Kadınlar eseri, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Mari Gerekmezyan’ı, Kerem’in Aslı’sı, Dante’nin kavuşamadığı büyük aşkı Beatrice, Don Kişot’un var oluş anlamı Dulsinya gibi kadınlar büyük dehaların başkahramanlarıdır.

  Çorap ören yaşlı kadınlar, tanımlayamadığım, tam manasıyla toparlayamadığım; yaşam süreci kaidesine, onurla oturmuş; yaşlı kadınlar da benim ebedi, manevi heyecanımın bir parçasıdır.

  Köy zenginliğine tanıklık etmeyen bir kentlinin bir tarafı her zaman eksik kalacağı gibi, kent yaşamını irdelememiş, anlamamış köy insanının da bir yarısının eksik olacağını ifade etmek isterim! Kent ile köy, hatta kasaba yaşamlarına yakından gören birisi olarak; Çorap Ören Yaşlı Kadınlar, çalışmamı sadece bir düz yazıda bırakmayıp, ilerisi için bir öykü tadında da kaleme alacağımı biliyorum…

  Büyük yazar Tolstoy, bir eserinde bu konuya farklı bir açıdan yaklaşıyor. Ellerinde şişler, şişlere takılı yapağı ipliği ile çorap ören yaşlı kadınların, özellikle hasta yatan birisi için şifa, dinginlik kaynağı olacağını anlatıyor;

  “ Hasta üzerinde hiçbir bakıcının, çorap ören yaşlı bir kadın kadar şifalı bir etki bırakmaz. Çorap ören yaşlı bir kadının hasta üzerinde yatıştırıcı bir etkisi vardır.”

  Söylemeden, yazmadan geçemeyeceğim; sanki bu tespiti, elli yıl bekledim de ancak şimdi, kendi tanıklık ettiğim Çorap Ören Yaşlı Kadınlar, çalışmama ruh verebileceğim…

  Karakış denen mevsimler henüz kol geziyordu Trakya’nın ovalarında, bayırlarında, köy, kasaba ve şehirlerinde. Kara trenin sesi duyuluyordu Meriç’in hemen ötesinde. Ova denen yerde, her tarlada bir ahlât ağacı; yemiş, gölge, mutluluk verdiği gibi, bağ-bahçelerin haddi hesabı yoktu…

  Birkaç aileden birinde koyun kuzu, neredeyse her ailede büyükbaş hayvanları vardı. Yani her evin; kaymağı, sütü, peyniri, yoğurdu, tereyağı; bu gün tüm insanlığın arkasından koştuğu doğal besinleri vardı. Ama bu besinlerin yeterince doğal, muhteşem bir şey olduğunu köy yaşamı içindeki bolluk bereket sahibi insanlar yeterince bilmiyordu!

  Her evin, hanenin de yaşlı insanları vardı. Büyük çoğunluğu yetenek, marifet ustalarıydılar. Ellerindeki nasırlar, onların şişler ile yapağı çorapları, eldivenleri örmelerine engel değildi.

  Fakat daha yetenekli ve usta olanların bugünkü fabrika benzeri, yün eğirme, yünü ip haline getirme aletleri vardı.

  Koyunlardan alınan yapağılar bir güzel yıkanır ve kurutulurdu. Ya sonra? Çıkrık, iği, öreke, yapağı tarama aleti sayesinde ipin yolculuğu başlar; topraktan, hayvana, hayvandan insana sürece yolculuğun başyapıtları gibi çoraplar örülürdü.

  Tolstoy’un hatırlatmasıyla o yıllara uzandım. Tertemiz bir akış içerisinde, ölmemiş bir halde yaşamın taze anına; çıkrık, iğ, öreke ve yaşlı kadın ellerinden kış günlerine dayanacak kadar güçlü çoraplar, eldivenler örülürdü.

   Önce yapağı tarama ve sonra, çıkrık ve iğler yardımıyla ipe ulaşma. Ya sonra, ölçü alınan ayaklara, ellere kış zamanının en acımasız soğuklarına karşı koyup, yaşamın içinde kalmak adına sanki yarışa girmiş, uzun kış gecelerinin örgü ören kadınları; şifa, sükûnet, sakinlik ve erdem taşıyıcıları, dağıtıcılarıydılar…

Güven SERİN 



24 Ocak 2023 Salı

HAKEMLER SAHAYA İNDİ

 


                              HAKEMLER SAHALARA İNDİ

   22 Ocak 2023 itibariyle Tekirdağ Süper Amatör Lig karşılaşmaları ve ilk düdük, Tekirdağ Süleymanpaşa 13 Kasım sahasında çalındı.

  Heyecan hep aynı heyecan, futbol denen sihirli şey, insanı ve insanlığı peşinden koşturacak, insan denen canlının ses, soluk-desi-bellerini zorlamaya devam edecek; insanlık durduğu sürece…

   T.C. Gençlik ve Spor Bakanlığı, Tekirdağ Müdürlüğümüze ne kadar teşekkür etsek hazdır. Gençlerimizi kazanmak, kaybetmemek istiyorsak; eğitimle birlikte spor her daim başköşeye oturmalıdır. Ancak, o zaman azalır; hapishane koğuşları ve hastane odaları…

 Tekirdağ Süper Amatör Ligi, hakem düdükleriyle birlikte sporcular da yeşil sentetik sahalara indiler. Güneşli ve futbol oyunu için muhteşem bir gün, günün ilk düdüğü 13 Kasım sahasında Karadeniz Gençlik Spor ile Belediye Spor için çalındı.

   Meşhur spor terimlerinden birisi kulaklarımı çınlattı;

“ Saha güzel, hava şartları çok iyi, seyirci muhteşem ve futbol için her şey müsait”

  Süper Amatör Ligi ikinci yarı ilk hafta tam manasıyla gol bereketi yaşandı.36 golün atıldığı 14’ci haftada Tekirdağ Süleymanpaşa sahasında 14 gol ağalarla buluştu.

  Bu hafta ikinci yarının ilk maçı, Karadeniz Gençlik Spor ile Muratlı Belediye Spor karşılaşmasını izledim. Sahada tam manasıyla futbol, hareket, heyecan vardı. İlk gol Muratlı Belediyesi Spor’dan geldi. Maçın 10’cu dakikası, misafir takım öne geçti. Karadeniz Gençlik Spor neredeyse doksan dakika hiç durmadan koştu, gol pozisyonları aradı. Birinci yarı gol pozisyonlarını kovalayan ve daha cömertçe harcayan taraf Karadeniz Gençlik Spor oldu.

   Karadeniz Gençlik Spor ilk yarının son yirmi dakikasını rakip sahada oynamasına rağmen aradıkları gol, ikinci yarı 54’cü dakikada 61.numaralı oyuncunun ceza alanı dışından muhteşem vuruşuyla geldi. Böyle güzel gollerin defalarca izlemeyi, izletmeyi isterdim…

   Beraberlik golü Karadeniz Gençlik Spor oyuncularını daha da enerjik, heyecanlı hale getirse de öne geçmeyi sağlayamadıkları gibi maçın 66’cı dakikasında kafa golüne, uzatma zamanı ise gelen üçüncü gole engel olamadılar. Sahadan mağlup ayrılan takım Karadeniz Gençlik Spor oldu.

   Muratlı Belediyesi Spor’un dikkatimi çeken yanı, doksan dakika sahada diri kalmayı başardılar. Rakiplerinin sıklıkla kaleye gelmesini, kalecileri ve savunma oyuncularıyla önlemeyi başardılar.

   Her iki takımın da oyuncularında “Takım Oyunu” birlikteliği görsem de, bunu sahaya yansıtan taraf Muratlı Belediye Spor oldu.

   Hakemin beden dili oldukça iyi niyetli görünse de, birinci yarının bitiminde teknik kadro ve oyuncularla girdiği laf dalaşı, tam manasıyla hakemlik adına puan kaybedici, onur kırıcı oldu.

  Karadeniz Gençlik Spor teknik kadrosundan birinin iyi bir dille sorduğu soru üzerine, sahada zamanında çalmadığı veya kararsız kaldığı düdükler yüzünden hakem tam bir stres boşalması yaşayarak şu istenmeyen lafları Tekirdağ Süper Amatör Lig tarihine kazıdı;

 “ Sizlerin işi gücü laf, çene çalmak! İşte, bu yüzden hep amatörde kalıyorsunuz!”

   Görünen o ki, hakemler aldıkları eğitimin, yaşadıkları deneyimin ve onları destekleyen futbol kuralları ve yasaların tam manasıyla arkasında olduklarını bilerek, tereddütsüz düdük çalmalılar. Çalmadıkları vakit, hakemlik mucizesi olan deneyim ve yoğunlaşma, çok kısa bir zaman dilimi (salise) içinde verilecek kararlar verilemiyor veya geç, yanlış verilebiliyor.

   Hakemlerimiz değerlidir. Daha da değerli hale gelmeli, enerjilerini, görgü ve bilgilerini Tamamıyla yeşil sentetik sahaya yansıt-malıdırlar.

   Muratlı Belediye Spor’u tebrik ederken, Karadeniz Gençlik Spor’u da alkışlıyorum; iyi mücadele ve heyecanlarını yenilmenin yanında, saha dışından fazla müdahale olunca, kafaları karıştı, heyecanları karıştı ama futbol adına galibiyet için her şeyi yaptılar.

 Güven SERİN 



21 Ocak 2023 Cumartesi

HOŞÇA BAK ZATINA

 

İNTERNET

                                    HOŞÇA BAK ZATINA

   Ne der Yunus? “ Söz ola kese savaşı/Söz ola kese başı” Şeyh Galip’e ait üç kelime; “ Hoşça bak zatına” kibirsiz, saf ve duru hali bildik sözcükleri, uyarıları, hatırlatmaları, ricaları nazikçe bir yana bırakıyor.

  Hoşça bak zatına seslenişi; bir yudum felsefe kahvesi içmiş olanlar için çok değerli ricadır. Kişi, ilk önce kendine bakıp, kendi köklerini, ruhunu sulayıp beslemezsek nasıl ulaşsın diğer kişilerin özüne!

  Hoş geldiniz yazar birçok kapı girişindeki paspaslar üzerinde. Misafir geldiği zamanlar, insanımızın hoşça bir gülüş yayılmaz mı yüzüne. Misafirlerin hoşluğu adına, temizlenmez mi evlerin, odaların en kuytu köşeleri!

  Ulaştığımız bu zamanlarda pek de hoşça bakılmıyor zatlara. Hatta misafirlik geleneği, görgüsü, hoşgörüsü de hoşça bakılmayan zatların nehirlerinde akıp gittiler.

  İki örnek vereceğim; çocukluğumuza giderek. Çizgi filmleri sevmeyen yoktur. Neden? Olanaksız gibi görünen birçok şey olduğu için. Bir başka neden ise hiç kimsenin ölmediği, daima yenilenen, değişen, dönüşen bir aksiyon-hareket dünyaları olduğuna inandığımız için olabilir mi?

  İkinci örneğim ise komedi dizilerinden olacak. Tıpkı çizgi filmler gibi komedi dizilerini, filmlerini niçin severiz? Çok basit bir nedeni var sanki! Her dizi, bir başka öyküyü gündeme taşırlar. Güldürürken düşündürür, düşündürürken nazikçe güldürürler.

  İşin hakiki gerçeği, çizgi filmlerde, komedi dizi ve filmlerinden kin ve nefret yoktur. Öteden taşınan, sürekli başa kakılan çatışmalar yok gibidir. Şirinler gibi çizgi filmin kötü karakteri, sürekli kötülük üretse de eninde sonunda iyilerin kazanacağını bilmemiz; evrenden alınan özümüzü, tıpkı evrenin eşsiz derinliği gibi uçsuz bucaksız hoş bir duygu yayılmasına neden olur.

  Öyleyse, büyümek suç mudur? Ağır abi, ağır abla olmak? Rütbe almak! Belli sıfatlarla donanmak suç mudur? Değildir fakat bunca yıl göçü yaşamış, yüz yıllarca, korku ile yan yana yatıp kalkmış milletimin; gülmek gibi, hoşça bakmak gibi büyük koşuyu kucaklayamadığı ortadadır…

  Sıfatlar altında ezilmek, zenginlikleri birkaç nesil öteye taşıyamamak gibi, inanılmaz zarif ve zavallı bir yolculuğun yolcuları olarak, muhteşem bir Cumhuriyet ve onun devrimlerinde en öne çıkan nedir?

  Kişilik-insan haklarımız değil mi? Seçmeyen, seçilemeyen, evinden dışarıya çıkamayan kadınlarımız, köylü, çiftçi, kasabalı oluşlarından utanan muhteşem güzel insanlarımız, tam olarak Cumhuriyet ile gün yüzüne çıkmadılar mı?

  Operalar, tiyatro binaları, kütüphaneler, dans salonları ve daha niceleri… Hoşça bakmayı öğrenseydik zatımıza, korkulur muydu kendi gölgelerimizden? Hoşça olmayan kaba kavgalarla, kopuk kopuk yama kültürlerle eşsiz ömürler yitirilir miydi?

  Yine de, yaşamın kıyıcığında, bir parça hareket, bir yudum değişim enerjisi varsa içinizde:

“Hoşça bakın zatınıza…”

 Güven SERİN 


 


18 Ocak 2023 Çarşamba

KÖPEĞİN BAHAR SEVİNCİ

 

Kamera; Güven 

Kamera; Güven

                              KÖPEĞİN BAHAR SEVİNCİ

      Güya kış mevsimindeyiz. Oysa dışarıda güney rüzgârlarından Keşişleme, bahar sevinci içinde esiyor. Biraz sıkı giymişseniz, tam bahar havası…

   Kırlara yakın olanlar, köy kültürü içinde bulunmuş insanlar iyi bilir, kış zamanlarda güneşli güney rüzgârı zamanlarını. Böyle zamanlarda yakın kırlardan çok farklı tabiat kokuları, dönüşümün özü olan bahar kokuları salınır etrafa.

  Kasket, atkı, mevsimlik hafif mont; kısacası deniz kenarına inmek için hazırım. Laf aramızda, çok sıkı giyinenler, yürüyüşün tadını çıkaramazlar. Hafif üşümesi gerek insanın; doğa da üşürken… Hafif ısınmalı insan; doğa da ısınırken…

   Golden Retriever cinsi altın tüyleriyle caddeden aşağı, benim gittiğim yere giden bir köpek, çılgınlar gibi sağa sola sapıp, kokluyor, neşe içinde eğlenip beş on saniye durakladıktan sonra yine yola koyuluyordu.

  Retriever cinsi köpekleri; insan canlısı, fazlasıyla barışçıl av köpekleridir. Bu kadar güzel, bakımlı köpeğin sahibi olmadan dolaşmasını ilk önce yadırgamadım. Caddede bulunan esnaflardan birisinin köpeği olmalı diye düşündüm.

   Öğle değilmiş. Sahile inmeye çok az kala, köpeğin sahibi kadın ve erkek, benim gibi sabah yürüyüşüne çıkmışlardı. Sahil yoluna yaklaşınca seslendiler köpeklerine. O zaman, taktılar zinciri boynuna. Trafik tehlikesi geçtikten sonra, sahilin yürüyüş tarafında yine çıkardılar zincirini.

   Köpeğin neşesine diyecek yoktu. Sanırsınız ki eski kara kış zamanları altı ay dışarıya çıkmamış sığırlar gibi kapalı kalmış aylar boyu. Belli ki gezintiyi çok seviyor. Güney rüzgârından da çok hoşlanıyor. Belki de denizin ötelerinden rüzgârın taşıdığı kokular, onu uçsuz bucaksız bir koku alma, koklama şölenine davet ediyor.

   Hayvanlar, geniş alanlara yakışıyor. Evlere hapsedilmeye değil. Doğal hayatta kilometrelerce dolaşan köpek cinsi hayvanlar, şehirlerin yarı uygar, yarı çaresiz insanlarının kölesi, eğlencesi olmuş durumda.

   İyi tarafından bakın derseniz; mutlu, huzurlu ve baktığı hayvanını seven insanlar, besledikleri hayvanın ömrünü uzatıyor. Kötü tarafından ise bakmak dahi istemiyorum. Uçun kuşlar, koşan köpekler, tabiatın içinde avlanan kediler; kısacası yalak niyetine sokağın köşeciğine koyduğumuz su kabından kumrular, güvercinler, kediler, köpekler, yaz aylarında arılar, sinekler dahi su içiyor. Onları bilmek, isim vermeden, tutsak etmeden izlemek o kadar değerli ki anlatmakta zorlanıyorum…

   Golden Retriever cinsi köpeğimiz gönlünce sahili başta başa birkaç tur atarak Keşişleme rüzgârıyla birlikte güne altın hazları bıraktı. Denizin büyük soluğu, serpintileri oturmuş olduğum banka kadar ulaşırken, Nasip Bey’in getirdiği çaylar, tanıdığım Hüseyin Bey ile sohbetinde, bir başka altın tarafına yelken açtık.

  Bir kucaklık yaşamın, ne çok neşesi var. Altı ay kapalı kalan sığırlar; dana ve düveler baharda dışarı bırakıldığında, akla hayale gelmeyecek derce neşeli çıkarlardı. Öyle bir taklalar atıyorlardı ki, arka bacakları neredeyse önlerine, boyun ve başlarına dokunuyordu.

  Yaşamı duyumsamak böle bir şey. Hayvanları önemsemek ise çok değerli! Onların duyuları, sezgileri, hissedişleri; bugüne kadar hiç yapılmamış besteden, hiç dinlenmedik şarkıdan daha ileri ve neşelidir. Sadece dikkatle izlemeli; günün ve gecenin, esaret ve özgürlüğün haklarını nasıl veriyorlar; sadece izlemeli…

Güven SERİN 





17 Ocak 2023 Salı

TOPRAK PATİKALAR

 

İNTERNET

                                           TOPRAK PATİKALAR

  Şehrimizin altyapısı yenilenirken sokak ve caddeler birkaç günlüğüne, bazen birkaç haftalığına ilk haline yakın bir görüntü içinde çıplak bir toprak olarak görünüyor. İster istemez bu süre içinde insanlar veya sokaklarda yaşayan hayvancıklar, her zaman geçtikleri yerden, toprak da olsa, çamur da olsa geçiyorlar.

  Eski Vali Konağı Caddesi de öyle, yenilenme çalışmaları yapılırken eski çıplak haline döndü. Birkaç gün içinde dahi caddenin üzerinde bir sürü patika oluştu. İnsanların ve hayvanların üzerinden geçtiği patikalarda bende yol aldım sahile doğru.

   Akşamdan yağmur yağmış, güneş açmış, patikaların parlaklığı, sağlamlığı bir o kadar görünür olmuştu. Kimi yerde küçük su birikintileri önlese de patikayı, oradan geçenler bir yolunu bulup, kimi zikzak çizmiş, kimisi engellerin üzerilerinden atlayarak veya bir taşın üzerine basarak yolun yolcusu olduklarını, geride bıraktıkları izlerle kanıtlıyorlardı.

  Niçin farklı bakıyorum toprak patikalara? Hatta gizliden gizliye sevdiğimi de biliyorum! Anlatmaya çalışayım. Yaşı 35-40’ın üzerinde olan herkesin bir şekilde toprak yollarda, sokak, caddelerde anıları vardır. Her yağmur yağdığında, kış geldiğinde toprak patikaların önemi daha artar.

  Patika deyip geçmeyin sakın! Yolun yolcusunu, gideceği yere en emin, en sağlam bir şekilde gitmesi için diğer canlıların bir sürü zorluklar ödeyerek ortaya çıkan ulaşım ağlarıdır onlar. Başlı başına insanlığı evrim yolculuğunun bir parçasıdır toprak, taş patikalar.

   Likya Yolu yolculuklarında patikaların toprağını da, taş olanını da fazlasıyla gördüm. Onlar, yüzyıllarca, yüz binlerce canlının, ayağın, iradenin, coşkunun, inancın patikaları... Yükleri, hayvanları ve ezgileriyle, sadece toprağa izler bırakmamışlar, kayaları da eriterek adımlamışlar…

  Toprak patikalara olan gizemli sevdamın bir başka tarafı da; yabanıl bir histen, dürtü veya genetik mirasın evrimsel sürecinden olmalıdır. İnsanlık, kentlere gelene kadar ne büyük, ne korkunç yolculuklar yaptı insancıklar…

   Kentler, kasabalar, köyler oluşmadan önce, evrimin yolcusu olan insanlık, ağaç tepelerinde, mağaraların en kuytu köşelerinde kıvrılıp uyumadı mı? Hepsini yaptılar. Yerin yedi kat altında bile: Yeraltı şehirlerini kurdular.

  Toprak patikaların bir başka gizemli tarafı daha var. Kendi haline bırakır, insanın hoyrat veya uygar elleri dokunmazsa, muhakkak yakınlarında bitkiler, ağaçlar oluşur. Evrimin ve doğanın altın kuralıdır; boşluğu hiç sevmez tabiat. Bu yüzden, patikaların kenarlarında çalılıklar, bitkiler, her türlü çiçekler olur.

   Hele bir de alaca kararlıkta yol alıyorsanız ay ışığının vurduğu patikanın, kenarında yaşayan çiçekleri, bitkileri, ağaçları gizemli gölgelerle eşlik eder size. Her hışırtı, her ses, bir başka korkuya, heyecana, yoruma dönüşür, yolun üzerinde yolculuk yapan insana…

  İşte bu yüzden, eşsiz dağların, korunmaya çalışılan ormanların tamamının içinde patikalar vardır. Hayvanların ortaya çıkardığı, yol ağlarıdır. Bin bir emeğin, öykünün, türkünün, soluk ve ruhun ürünüdür bu patikalar.

  Patikaların geçmişi, insanlığın bile ötesine uzanır. Ve bu yüzden uygar dünya, antik yollarını arar bulur ve haritalandırır.

   Ülkemizde bulunan antik yollardan, Frigya Yolu, Likya Yolu, Efes-Mimas Yolu da böyle çıktı ortaya. İnsanlığın hizmetine, patikaları uygarlıkları birleştirip yeşertme merakınız varsa, meşhur söylemlerdeki gibi: Ölmeden önce birkaç antik patika ve rota da yürümeli insan, insanın özünün bıraktıklarını görmesi, anlaması adına…

Güven SERİN  

  


13 Ocak 2023 Cuma

 

İNTERNET

                                              ZE TİJE-GÜNEŞ GİBİ

    Beş müzisyenin bir araya gelip kurmuş olduğu grubun ismidir: Ze Tije. Yani, Zazaca; GÜNEŞ GİBİ anlamını taşıyor.

    Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde ilk kez tanışıp dinlediğim grubun solisti Ali Doğan GÖNÜLTAŞ birden bir başka dünyaya, belki de geçmiş ile bugüne bir bağ kurmama neden oldu. Sesinin tokluğu, gürlüğü, kısacası müziğin içinde bir başka melodiye dönüşen bir ses, sesleniş…

   Ali Doğan Gönültaş’ın dinleyicilerinden birisi şöyle bir yorum yapmış; “ Şarkıdaki yorumları muhteşem yapıyor. Durduk yere içinize bir yumru oturuyor. İnsanı, doğunun yüksek yaylalarına, rengârenk çiçekli dünyalarına götürüyor. Sanki hiç gitmediğiniz o yerlerin gurbetçisi gibi hissetmenizi sağlıyor. Sebebini anlamasanız da o yerlere büyük bir özlem duyarsınız.”

   Şarkıların, öykülerin, sanatın, melodinin gizemi, çekiciliği, barışçıl hali de buradan kaynaklanır. Öyküler, masallar, müzik, kısacası sanata, edebiyata, bilime dair her şey, bütün insanlığın malıdır. Özüdür…

   Onun şarkılarıyla buluştuğum o geceden geriye kalan Bostano şarkısının ezgisi, öyküsü ne gibi değişimler yaptı derseniz, ilk olarak tanımlayamadım. Ama bir şeyleri araladığını, kayıp bir parçanın daha gün yüzüne çıktığını hissettim dersem yanlış olmaz.

   Öyle bir ses, sesleniş ve hissediş içinde, sanırsınız ki bütün kayıp zamanları, kayıp ölü dillerin öykülerini anlatan sanatçı görevi Ali Doğan Gönültaş’a verilmiş.

   Türkçe, Kürtçe, Zazaki, Kurmanci dillerinde seslendirdiği şarkıların öyküleri de doğu yöremizden, halk dilinden, halk öykülerinden…

    Bostano şarkısı davul sesiyle başlıyor. Sanki dünyanın bütün mazlum insanlarına, kaybolmuş, yok olmuş ölü dillerin sahiplerine ; “ Buyurun sahneye, gün sizin gününüz. Dinleyin kendi öykünüzü benim ağzımdan” diye bir, destansı haykırış…

  Neyi anlatır Bostano şarkısı? Halk neyi anlatabilir? Bostanı olan bir çiftçiyi! Bostanın bereketini, hıyarla dolu oluşunu, hıyarların çekirdek verip daha çoğalmasını, üremesini anlatmakla birlikte, bostan kültürü içinde gelenlerin bildiği bir şey vardır…

   Bostan’ın içinde sadece kavun, karpuz, mısır, fasulye, kabak, domates, hıyar bulunmaz, neredeyse bir ailenin bütün ihtiyaçları ekilir, konu komşu, kurt, kuş, böcek de bostanın bolluğunun, bereketin bir parçası haline gelirdi.

   Sanatçı,”Bostanım hey bostanım, dost bostanım” derken, yöre insanlarımızın kadim kültürlerinden gelen en önemli insan, insanlık damlası da gün yüzüne çıkıyor. Bostanın, hatta bostanların dostluğu, kısacası karnı aç olan, ihtiyacı olan her canlıya yardım sağlayacağı üzeridir…

   Kaybolmaya yüz tutmuş diller arasına giren Sazaca, UNESCO ( Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü) tarafından korunma programına alınması için dikkat çekilmiştir.

   Sanatçı Ali Doğan Gönültaş da sanatçı hassasiyeti içinde, dillerin öykülerinin içinde tüm dünyayı, insanlığı besleyecek gıdaların olduğunu hissetmişcesine yorumunu, yörenin kadim geçmişinin öykülerinden seçerek yapıyor.

  Bir kez daha anlaşılıyor ki, müzik eserleri de dünya arşivi için vazgeçilmez kayıtlardır. Sesler, hissedişler insanlık tarihinin içinden damıtılmış olarak gelmişse, atasözleri gibi hiçbir zaman kaybolmayacaktır. O sesleri, öyküyü icat eden dil ölse, yok olsa bile, anonim olarak tüm dünyanın bir eseri olarak var olacaklardır.

   Dinlemeliyiz, bizim ülkemizin, kadim zamanlarına ait bütün öykülerin gerçek seslenişlerini. Ticari, siyasi, çıkar gözetmeden, hileden, barbarlıktan sıyrılmış bir halde, tüy gibi, sert bir poyraz gibi dokunuşlarını, yüreklerin kan dönüşümlerini hareketlendirecek derece önemli olan yüce öyküleri, melodinin, insan sesinin ezgisel tınılarıyla ve sarmaş dolaş bir halde dinlemeli ve irdelemeliyiz…

Güven SERİN 


12 Ocak 2023 Perşembe

MÖSYÖ KOMBİS

 

İnternet

                                                MÖSYÖ KOMBİS

               ( Aşırı Mal-Mülk Merakı Siz Yer, Sizi Yer, Bitirir…)

   Ne çok şeyler: Zenginlikler, kültürler ve yetenekler gizli bu topraklarda. Büyük çoğunluğunun öyküsünü bile duymadan-bilmeden yok olup, yok edilip gidiyorlar.

   Duyup da konuşmamak, görüp de susmak: Aynı zamanda büyük zenginliklerimizi dışlamak, kargaşaya, eziyete seyirci kalmak; yüce, anlamlı ve belki de çok uzun sürecek manevi ve maddi borçların altında ilk önce ruhlarımızın ezilmesi anlamını taşımıyor mu?

  Doğa ile insan anlaşması yapar, onu yaralamaz, anlarsa, yaşamdan alacağınız tat-tuz haddi hesabı olmayan ilahi ve kültürel mutluluğa dönüşmez mi? Yaşadığımız şehirlerin tarihine, edebi, sosyal ve kültürel kimliklerine; akıl, bilim ve duygularımızla sokulduğunuzda, sonsuzluğa sadece gökyüzünde değil, yeryüzünde de kavuşmak mümkün olmaz mı?

   Mösyö Kombis Türk Rumlarından birisi: Bir beyefendiydi. Beyoğlu’nda yaklaşık 25 kişinin çalıştığı dikim atölyesi sahibiydi. Büyük otellere, otel çalışanlarına giysi dikerdi, Mösyö Kombis’in çalışanları.

   Giresunlu Hasan Bey de bu çalışanlardan birisi ve sonra; sahibiydi. Mösyö Kombis’i nasıl anlatabilirsiniz?

—Yedi yabancı dil bilmekle birlikte çalışanlarına karşı çok nazik, adaletliydi. Onunla çalışmak bizim için bir onur, apayrı bir zenginlikti!

—Niçin?

—Her fırsatta, yaşamdan; kültürel hayattan, felsefeden, adaletten, tevazu söylemlerden konuşurdu.

—Nasıl?

—En önem verdiği şey insandı. Onun gözünde herkes birdi. Hatta sıklıkla:-Ben delilere bile soru sorarım. Onlar bazen öyle cevaplar verir ki, herkesi şaşırtır.

—Başka neler derdi?

—Aşırı mal ve mülk merakı, sizi yer, sizi yer; yer ve bitirir sizi.-Tekrarını çok sık yapardı. Elinde bulunanları da paylaşmaktan zevk duyardı. Büyükada da bulunan evinde kim bilir kaç kez ağırlamıştır bizi; ailemi, çocuklarımı.

—Ya sonra, ne oldu Mösyö Kombis?

—Bizim bir parçamızdı, Yaşadığı şehri ve ülkesini: İstanbul’u çok seviyordu. Türk Rumlarındandı. Çocuğu okula gitmeye başlayınca bazı çocuklardan o kadar çok Mobbing gördü ki, en sonunda bir gün:

—Hasan, bu işyerini sana devredeceğim. Artık, buralarda bizim için yaşam tat vermiyor. Çocuğumu rahat bırakmıyorlar. Ben buralardan gideceğim…

  Yedi yabancı dil bilen, çalışanlarını el üzerinde tutan Mösyö Kombis çoktan ayrıldı bu diyarlardan…

   Hatta bu dünyadan da ayrılalı çok oldu; kendisini yabancı hissettiği diyarlarda. Hititler, Asurlar, Likyalılar, Lidyalılar, Sümerler, Frigler, Roma, Selçuklu, Osmanlı uygarlıkları gibi, tarihin sayfalarında hepsi yerini aldılar.

   Yaşama anlam katan gelişmeler, dönüşümler de bunlar değil midir? Pişmanlıklardan çok, sahiplenme, içselleştirme, sevgi ve saygıyla kabul edilen mirasların kapısı, açılmaz mı neşe evrenine?

   Edebi dünya, yerel basının özünü yitirmemiş olmasının vefa ve zenginliği içinde, Mösyö KOMBİS tekrar döndü yeryüzüne. Belki biraz hüzünlü, bir parça buruk ruhu, bu hatırlama, anma şölenine bildik bütün dillerle selamlama yapıyordur: Kim bilir…

 Güven SERİN 

 

 

  


10 Ocak 2023 Salı

HASAN ALİ YÜCEL MEYDANI

 

İnternet
İnternet

                                     HASAN ALİ YÜCEL MEYDANI

 

  Ekrem Eşkinat zamanında tarihi Bedesten’in kuzeyinde yepyeni meydanımız oldu. İsmi de Hasan Ali Yücel Meydanı konuldu. Çok anlamlı bir düşünce; Türk Eğitim Sistemi içinde zamanın en önemli ve değerli Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in ismini bir meydana vermek…

  Meydanın hakkını verip vermediğimizi tam olarak bilemiyorum. Meydanı anlamlı kılacak dükkânlar uzun süre çok yüksek kira bedeliyle verildiği için ya boş, ya verimsiz kaldılar.

  Duyarlılığı olan okuyucuyu, şehrini sadece OTEL kabul etmeyen insanlara çok farklı ve içten saygı duyduğumu söylemeliyim. Osman Hoca; Osman Naldemir de böyle insanlarımızdan, sorumluluk taşıyan aydınlarımızdan bir tanesidir.

  Atölyeme gelip hatırlatmasaydı bu yazıyı yazıp hazırlayamazdım… Her zamanki duyarlı tarafıyla, Hasan Ali Meydanı için çok önemli bir öneriyi, eksiği gün yüzüne taşıdı.

   Hasan Ali Yücel’in Hürriyet Mahallesi’nde olan heykelinden söz ettikten sonra, bu heykelin taşınarak meydanın girişine bir yere konulması gerektiğini söyledi.

   Osman Naldemir’e ne kadar teşekkür etsem azdır. Şehrin, yaşadığın yerin düşünürü olmakla kalmıyor, kimselerin sokulmadığı, sahip çıkılmadığı Öğretmenler Derneği’ni de sahipleniyor; birkaç fedakâr arkadaşı öğretmenle birlikte.

   Hasan Ali Yücel Meydanı ve onun hemen karşısında Üç Kemaller Meydanı olmasını istediğimiz yer, son zamanlarda şehrimize yapılan en önemli yeniliklerden, nefes aldıran hizmetlerden olduğu tartışılmaz…

   Nefes alan, her saat insanın, neşenin, huzurun, sosyal hayatın olduğu meydanlara, şehirlere, ülkelere baktığımızda ne görüyoruz?

   Meydanlarının haklarını veriyorlar. Meydanları, dükkânlarla, kafeteryalarla ve heykellerle, abidevi binalarla donatıldığını da gördüğümüzü söylemek isterim.

   Tiflis, Üsküp, Antalya, İstanbul, İzmir bu tür meydanlarla dolup taşıyor. Geziye, görmeye, dinlenmeye çıkan her insan, çay kahve içeceği, soluklanıp başka duygulara dokunacağı geniş, zarif ve dikkat çeken meydanlarda vakit geçirmek ister.

    Öyleyse, bunca yeni meydan, yeni binalar, hizmet yerleri yaptığımız halde kendi insanımızı bile tam olarak; meydanlara, çarşılara çıkaramıyor oluşumuzun sebebi nedir?

   “Ben yaptım oldu!” demekle olmadığı anlaşılmadıysa bir kez daha söyleyelim. Meydanları besleyecek dükkânlar, dinlenme, beslenme alanları yanında insanların seyrederken duygulanacağı çok iyi heykellere, mimari yapılara acilen ihtiyacımız var…

   Hasan Ali Yücel Meydanı için de, çok başarılı heykeltıraşlara öneri getirip, buraya dışarıdan veya şehrimizden gelecek her insanı duraksatacak sanatsal bir heykel, yapı inşa edilmesi Tekirdağ ve Süleymanpaşa için lüks değil; ONURDUR…

 Güven SERİN 

 

 

     





5 Ocak 2023 Perşembe

CAFE GOOL ÖNCÜ OLMAYA DEVAM EDİYOR

 

Cafe Gool Sitesi

                      CAFE GOOL, ŞEHİRE ÖNCÜ OLUYOR

 

   Yazı atölyeme gelen dostlardan sıklıkla duyduğum bir öneri:

 —Şehrimizin aydınlarının, kültür, sanata insanlarının bir araya geldiği bir mekân yok! Birileri öncü olsa da her zaman buluşsak, görüşsek, sohbetler etsek!

   Kültürel, sosyal ve sanat adına bir şeyler istemek, önermek çok güzel, çok anlamlı fakat böyle bir yeri işletmek, var etmek, sürekli açık tutmak, günümüzün şartlarında hiç de kolay değil.

  Bir spor adamı, hizmet insanı çıkıyor ve ıssızlık içinde yaşayan kent insanı için öncü bir iş yapıyor. Cafe Gool Çay Evi’ni açıyor. Buraya sadece çay evi demek yakışmaz ve yanlış olur.

   Eski Tekirdağspor kaptanı Zeki Demirkıran, futbol yaşamına, gerek Edirnespor, gerek Tekirdağspor’da bıraktığı izler; sportif başarıların yanına bir başka öncü başarıyı eklemiş oluyor.

  Nedir bu başarı? Herkes çay evi açabilir! Marifet midir? Dostlar, yurttaşlar, Tekirdağlılar, sadece çay evini bile düzenli işletmek bu zamanda bir başarıdır. İyi hizmet veren, helal yoldan evini geçindiren ayakta duran her esnaf başarı öyküsü yazıyor.

   Sözü bir başka öncü başarıya getirmek istiyorum. Tekirdağspor’un golcüsü, sadece çay evi açmıyor. Bir müze, birbirinden kopuk insanları, demli bir çay keyfi içinde bir araya getirdiği gibi, kentimizin kopuk hafızasına, kayıp geçmişine adeta bir parça ekleyip yeniliyor; onarıyor…

  Nasıl mı? Muratlı Caddesi üzerinde ikinci katta bulunan Cafe Gool her gün spor insanları, yazı, düşünce insanları tarafından dolup taşıyor. Hakemler, sporcular, yazı insanları, düşünürler, memurlar, işçiler, yöneticiler; kısacası, sosyal, kültürel ve sportif yaşamın içinde tat almış, tat vermiş, anlatacak öyküsü olan herkes buraya geliyor.

   Yakın zamanlarda böyle bir mekân açılmamıştı. Üstelik açılıp da birkaç ay içinde kapanan yüzlerce mekân görüyoruz. Bir bakın; Belediyelerimiz onlarca çay evi açtı. Yaz ayları için birçok insan için toplanma, buluşma yeri oluyor. Ama tam manasıyla şehir insanımızın dört mevsim buluşacağı adrese dönüşemiyorlar.

   Esnaflığın ince bir çizgisi var. Hizmetin ne sınırsızlığı lazım, ne de başıboşluğu. Hele işletilen yer kültürel, sportif değerler için varsa, aynı zamanda oranın gelir giderini de üstlendiyseniz, bu işin içinden çıkma başarısı, sportif manada “Gol kralı” sizsiniz…

    Aslında, sembolik manada kendi yazı atölyem de böyle bir amaç için var. Ticari, siyasi bir yöne imkân vermeyen, yaşadığımız yerin sosyal, kültürel, sportif, belediyecilik konuları ve insanımızın öykülerinin, sevinç ve hüzünlerinin konuşulduğu, yazılıp çizildiği bir yer; kalp atışı gibi eksiksiz hizmet veriyor.

   Cafe Gool sahibi Zeki Demirkıran’ı ne kadar takdir etsek azdır! Esnaf olanlar bilirler; bir yeri var etmek, yaşatmak, giderlerini karşılamak ciddi uğraş, fedakârlık ister.

   Zeki Demirkıran burayı var etmekle kalmıyor, şehrin eksik olan kültürel dönüşümü için; Kültür Müdürlüğü hizmetleri sayılacak kadar değerli işler yapıyor. Onlarca, yüzlerce insan burada sadece çay, kahve içmiyorlar.

  Tekirdağspor’u, Süper Amatör Ligi ve diğer Amatör Liglerini konuyor, tartışıyor, değerlendiriyorlar.

   Cafe Gool bir başlangıçtır. Şehrini seven, imkânları, yeteneği, enerjisi olan her insanın; insanımızın bu tür yerler açması, hizmet anlayışı ile birlikte, kültürel, sosyal ihtiyaçlar için önemli fırsatları sağlaması, yaşamdan tat alan insan için çok büyük haz, maneviyat ve onur da taşıyacaktır…

 Güven SERİN 

 

 

 





2 Ocak 2023 Pazartesi

BABA MİRASI

 


Kamera; Güven

                                                         BABA MİRASI

      ( Arif Güneş’in Oğlu Hayrettin Güneş)

   Pazar günü,2023-Yeni yılın ilk günü öğrendim ölümünü ve gömülmüş olmasını. Doğduğu mahallede, şehir merkezinde değil de yaşadığı mahallede kılınmış cenaze namazı…

   Yüksek duygular taşıyan yazılarımı yazmadan önce; ÖNCÜ bildiğimiz, sevip saygı duyduğum yazarların eserlerinde geçen sözcüklerine de sarılmayı seviyorum. Ne zaman sıkışırsa gönlümüz, haykırmak istiyorsak başka bir şekilde, bizden önceki seslenişlere kucak açarız.

   Anton Çehov’un Vişne Bahçesi oyunundaki karakterler ölümü sorgular:

—Değil mi ki, eninde sonunda hepimiz öleceğiz…

—Öyle de düşünebiliriz. Şöyle bir bakalım ölümün anlamı nedir? Belki de insanın yüz türlü duyusu vardır da ölünce bizim bildiğimiz beş duyusu yok oluyor, kalan doksan beşi ise varlığını sürdürüyor…

  Çehov ölümün hakkında yaptığı yorum böyle ve hayli ilginç bir görüşü de anlatıyor.

  Arif Güneş’in oğlu Hayrettin Güneş, kırk yıla yaklaşan dostluğun da adıdır. Şifa Eczanesi kalfası olan Arif Güneş, birçok insanın gözünde yarı doktor algısı, inancı taşıyan naif bir insandı.

 Yalıçapkını olarak bilinen kuşların bilim insanları tarafından takip edilip incelenmesi ve belgeselleri yapıldıktan sonra bambaşka öğretiler, farklı hayvan, kuş karakterleriyle karşılaştım. Hayvanlar dünyasında bildiğimiz bütün gerçeği yerle bir eden bir bilgi ve öğreti…

Nasıl mı? Yalıçapkını yavruları yumurtadan çıkar çıkmaz onları besleyen babaları oluyor. Anne ise başka bir yumurtlama yolculuğuna uçuyor…

   Hayrettin Güneş ise çok daha şanslıydı. Annesi tarafından şefkatin en anaç tarafı sunulmuş olsa bile babası Arif Güneş’in kanatları anne kanatları kadar sağlam, sıcak ve hoşgörülüydü…

   Bu yazım, bir veda veya bir anma, belki de ruhsal bir günah çıkarma sayıla bilinir. Ne kadar çok şey yazsak da ayrılışın-ölen kişinin ardından; hiçbir sözcük, cümle anlatamayacaktır tam olarak bu yüce dönüşümün öyküsünü.

  Yazımın başlığı için; “ Baba Mirası “  demeyi uygun gördük. Niçin mi? Arif Güneş-Arif Amca ile yıllara inen dostluğumuz içine onun neredeyse her vakit tekrarladığı sözcükler:

—Hayrettin size emanet! Hayrettin’i yalnız bırakmayın!

   Aynı sözcükleri, oğlu Hayrettin Güneş’e de sıklıkla tekrarlıyormuş. İki isim veriyormuş; birisi benim-kisi…

   Öyle de oldu. Kırk yılık yaşam öykümüzde en ufak sancılı zamanlar olmadan, çok sık görüşmesek de, zaman zaman, tıpkı ilk tanışma zamanlarımızın arkadaş heyecanı, saygı ve sevgisi içinde…

   Kökleri derinlere inen arkadaşlık ve dostlukların kopuş anlarında tıpkı yanardağ püskürmesi, buzullardan çok büyük parçanın kopup okyanuslara açılması veya kabuk tutmuş bir yaranın kanaması gibi bir şey oluyor...

   Tanımlayamadığımız bir şey… Tam olarak anlatamadığımız bir şey… Her ölümün yüce bir yaşam aktarımı, hatırlatması ve “kendine gel” uyarısı taşıdığını bilsem de, bildik tekrarlara düşmeden, yolcu etmek, el sallamak ve öldürmeden ölümü yaşatacağıma inanmak istiyorum…

  Güle güle arkadaşım ve dostluğun ve Arif Amca’nın yüksek hatırası…

Son sözleri söylemesi için yine Çehov’a rica edeceğim:

 —Kusurları gidererek hep ilerliyor insanlık. Şu anda ulaşamadığımız şeylere, günün birinde iyice yaklaşıp o amaca ulaşacağız…

 Güven SERİN